Anarya 170 km

Tuncay Akgün'den Bezgin Bekir'li destek rozeti çizimi
Özgür Gürbüz/9 Ağustos 2015

Yirmi yıl önce, yine bir pazar günüydü. 18 gün önce başladığım uzun yürüyüşün son adımlarını Mersin Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin kapısına doğru atıyordum. Daha doğrusu, kapı arkamdaydı ama adımlarım ters yönü gösteriyordu. Biraz karışık bir durum kabul ediyorum. Geri geri yürüyünce işler biraz karışıyor. Yirmi yıl önce benim anlatmak istediğim de aslında buydu. “Nükleer santral memleketi ileri değil geriye götüren bir hamle, bizi ileriye değil geriye götürüyorsunuz” diyordum. O sözde ilericileri protesto etmek için de Mersin’den Akkuyu’ya geri geri yürümeye karar verdim. Tek üyesinin ben olduğum Don Kişot Platformu'nu kurdum. Deyişimiz de hazırdı: “Herkes gider Mersin’e, bizimkiler gider tersine.”

Geri Geri Yürüyen Adam
Yürüyüşe 17 Temmuz 1995’te Mersin’den başladım. Yanlış hatırlamıyorsam Cumhuriyet Meydanı’ndaki Atatürk Heykeli’nin önünden yola çıktım. Her gün 10 km yol alsam 17 günde Akkuyu’da olur, 5 Ağustos’ta Büyükeceli’de yapılacak şenliklere yetişirim diyordum. O zamanlar her yıl Büyükeceli köyünde çadırlı, kamplı şenlikler yapılırdı. İlk gün hızlı başladı. İlk kilometrelerde kentin içindeydim, medya da uzun bir süre takip etti yürüyüşü. Kent dışına çıkınca nükleer karşıtı dostlarla baş başa kaldım.  Bir süre sonra da tek başımaydım. Yürüyüşün tamamını tek başıma tamamlayacaktım. Destek olan, yardım eden çoktu ama o kadar yolu, Allah’ın sıcağında geri geri yürüyecek yol arkadaşı bulmak neredeyse imkansızdı. İlk gün hızımı alamadım, yaklaşık 17 km yol yaptım. Yolculuğun adı da orada kondu. Bir kahvede durdum. Bana, “böyle anarya anarya nereye gidiyorsun” diye sordular. “Anarya’ya değil Akkuyu’ya gidiyorum” dedim; herkesi bir gülme aldı. Meğer o yörede şoförler geri geri yerine anarya diyormuş. O zaman, beni daha iyi anlasınlar diye geri geri yürüyüşün adını “Anarya 170 km” yaptım.

İlk gece için dostlar bana bir pansiyon ayarlamıştı. Odam en alt kattaydı, eşyaları bıraktım, sırtıma yapışmış tişörtümü çıkarıp duş aldım. Giyinirken zorlanıyordum ama hiçbir şey terastaki yemeğe gitmek kadar zor olmamıştı. Ayaklarımı bükemiyordum, merdivenleri emekleyerek çıktım. Açıkçası korkmuştum, neredeyse provasız çıktığım yürüyüşün sonunda ayaklarıma ne olacak bilmiyordum. Sabah erken kalktım, otelin etrafında bir süre düz yürüdüm. Kendimi iyi hissedince tekrar kaldığım noktaya gidip geri geri yürümeye devam ettim.
Leman çizerlerden rozet çizimleri

Anlatacak onlarca anı var elbet ama daha önce dostlara anlattığım, defalarca dillendirdiğim için burada tek tek yazmayacağım. Hayatımın en güzel 18 günüydü diyeyim, siz anlayın. İlk geceden sonra çadırda kalma şansım bile olmadı. Yolda beni bekleyen, yürüyüşü duyan veya birkaç dakika önce tanıştığımız insanlar beni evlerinde ağırladı. Mersin’e gidiş, sırt çantası gibi masrafları da Leman Dergisi ve Yön Radyo’dan aldığım destekle karşıladım. Biraz da rozet satışından. Rozetleri Leman çizerleri çizdi, orijinal çizimleri hala saklıyorum. Leman’a her hafta faks gönderiyor, yolda yaşadıklarımı yazıyordum. Cep telefonum yoktu. Arkamı görmek için bisiklet aynası kullandım. Su için plastik bir matara-torbam vardı ama çok kullandığımı söyleyemem. İnsanlarla konuşmak ve Akkuyu’daki tehlikeyi anlatmak için her kahvede, sitede duruyordum. Orada içtiğim çay ve ayrandan midemde suya yer kalmıyordu. En güzeli de bu sohbetlerdi. Binlerce insana ulaşmış derdimizi anlatmıştım. Bazılarının nükleer beladan haberi vardı bazılarının yoktu. Kahvelere posterler asıp onları şenliğe çağırıyordum. Neden nükleere karşı çıktığımızı yerine ne yapmamız gerektiğini anlatıyordum. Belediye başkanlarını ziyaret edip, şenliğe otobüs kaldırmalarını rica ediyordum. 

Erdemli'de bir anı fotoğrafı
Bir de tatil siteleri vardı. Silifke’ye kadar dev beton bloklar sahili doldurmuştu, insanlar da o beton blokların içini. En büyüğünü gözüme kestirip, beni karşılayan gençlerden o sitede akşam için bir toplantı organize etmelerini rica ediyordum. Yol kenarında yürüdüğüm için herkes beni görüyordu ama arabalar nedeniyle de yürüyüş biraz tehlikeliydi. Geceleri yürüme şansım hiç yoktu, karanlık basınca minibüse atlıyor, sözleştiğim siteye geri dönüyor ve yüzlerce kişinin katıldığı toplantılar yapıyordum. Tartışmalar da çıkıyordu, nükleere evet diyenler sayıca azdı ama vardı. Onları da ikna edene ya da bir orta yol bulana kadar konuşuyorduk. Bazen gece yarılarını buluyordu soru-yanıt bölümleri. Sabah erkenden kalkıp, bulabildiğim bir araçla yürüyüşü bıraktığım yere geri dönüp tekrar anarya yolculuğa devam ediyordum. “Binlerce kişi” dediğimde abarttığımı düşünmeyin, nüfusun yoğun olduğu ilk 100 km’lik bölümde konuşmaktan sesim kısılmıştı.

Bezgin Bekir'le eylemdeyiz.
Silifke’de üç gün durmak zorunda kaldım. Nedeni Silifke’ye varmak için bir gün önce aralıksız yürümemdi. Dostlar o gece Silifke’ye varmamı istiyordu. Sebebi oradaki gergin ortamdı sanırım. Kente girmeden sivil polisler belirmiş, beni araçlarıyla takip etmeye başlamıştı. Kendimi zorladım ve sağ ayağımda bir yanma oldu. Doktor, “daha fazla yürürsen bir daha yürüyemezsin” dedi. Nedense beni pek inandıramadı. Planlanandan hızlı yürüdüğüm için vaktim vardı, beklemeye karar verdim. Sağ ayağımın üstüne basamıyordum. Belediye’nin otelinden Silifke merkezdeki çay bahçesine sekerek gidiyordum. Gazete okuyup, neredeyse tüm gün orada oturuyordum. Peşimdeki sivilleri fazla yormadım anlayacağınız. Zaten otelden her giriş ve çıkışımda resepsiyondaki çocuk telefonla polislere haber veriyordu. Ne olur ne olmaz diye Silifke Postanesi’nden İstanbul’daki posta kutuma durumu anlatan bir mektup attım. İstanbul’a üç ay sonra, ağzı açılmış bir şekilde geldi o mektup. İçinden ajan geçen komedi filmleri gibiydi yaşadıklarım.

Ağrı hiç geçmeyecek gibiydi. Hızlı yürüyerek kazandığım üç günü Silifke’de harcamıştım ve önümde artık dağlar vardı. Taşucu sonrası, arabayla bile gidilmek istenmeyen, virajlı bir yoldu ve kalacak yer de yoktu. “Ne olursa olsun yürüyeceğim” dedim. Sakat kalma korkusu pek aklıma gelmedi. Halbuki, koşmayı, yürümeyi ve spor yapmayı çok severim. Eczane’den soğutucu sprey aldım. Sıka sıka Taşucu’na vardım. Sonra ağrı yok oldu ya da ben duymaz oldum. Kaldı 60 km.

Hürriyet Çukurova'da manşet haber
Boğsak en belalı yolun başlangıcıydı. Orada çoban köpeklerinin geri geri yürüyen insanları sevmediğini anladım. Başımda şapka, arkamda çanta, yanımda dikiz ayna; bir de üzerinde yürüyüşün niyetini açıklayan koskocaman bir tül bağlamışım sırtıma… Köpekler de haklı. İki kat terleyerek, istifimi bozmadan yürümeye devam ettim. Köpekler de bir süre havlayıp geri dönüyorlardı. Taşucu sonrası dağlı yol bana bir şey daha öğretti. Geri geri yürüyen için yokuş çıkmak kadar inmek de zor, hatta daha zor. Hele de iki araba yan yana gelince. Yol çok dar. Ortalık sessiz olmasa kamyon ve otobüslerle karşılaşma ihtimali var. Arkamdan gelen aracın sesini duymak önemliydi. Motor sesini duyunca en iyi yerde durup araçların geçmesini bekliyordum. Yoksa kayalara yapışıp, kımıldamamanız gerekiyordu.  Virajda araçla karşılaşmak mantıksızdı.

Babam 1995 yılında Akkuyu'da soruları yanıtlıyor.
Dağlı bölümde imdadıma birkaç hafta önce yıldızlara uğurladığım babam geldi. Ailem Akkuyu’daki kampa gelince işim kolaylaştı. Çantamın yükü hafifledi, babam son günlerde beni otomobiliyle takip etti. Kampa aldı götürdü, çadırımda kaldım. Sabah ise yeniden kaldığım yere bıraktı. Demek babalar insanın en zor anlarında ortaya çıkan kahramanlarmış. Yoksa o dağları aşmak, kalacak yer bulmak çok zor olurdu. Bu yazı da senin için olsun babacığım. Bugün Türkiye hâlâ nükleere bulaşmadıysa senin de mücadeleye gönül veren binler gibi bu başarıda payın var.
Dikiz aynam, aynadaki civcivim ve ben.

Yürüyüşün sonu çok görkemli oldu. Akkuyu’da o güne kadar görülmemiş bir kalabalık vardı. Yol boyunca sohbet ettiğim yüzleri orada görmek çok güzeldi. Tüm Türkiye’den gelen doğa dostları, çevrecilerle birlikteydik. Sosyal medyanın olmadığı, faks ve ankesörlü telefonla haberleştiğimiz o günlerde iletişimin en güzel ve en etkili aracını, yüz yüze konuşmayı, bir kez daha keşfetmiştim. Hayattaki binlerce günümüzden kaçını yaşamın son anına kadar hatırlarım bilmiyorum ama o 18 günü unutmam mümkün değil. O nedenle şu egünlüğe bir not düşmek istedim.

O gün nükleere karşı çıkarken dillendirdiğimiz tüm argümanlar doğru çıktı. Nükleer kazaların Üç Mil Adası (ABD) ve Çernobil’le (SSCB) sınırlı kalmayacağını söylüyorduk; Fukuşima oldu. Nükleerin pahalı olduğunu, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelecekte nükleerden hem daha ucuz hem de daha etkin olacağını söylüyorduk; defalarca haklı çıktık. Enerji verimliliği ve tasarrufun önemine değiniyor, dünyanın kaynakları sınırlı diyorduk; tüm bunlar ekonomik doktrinlere dönüştü. O gün geri geri yürüyerek ileriye doğru adımlar attık. Şimdi koşma vaktimiz geldi.

Hiroşima, bir daha asla!

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Ağustos 2015

70 yıl önce Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan ‘Küçük Çocuk’ ve ‘Şişman Adam’ adlı nükleer bombalar yüz binlerce canlıyı öldürdü. İlk nükleer bombayı Yeni Meksika eyaletinde 16 Temmuz 1945’te deneyen ABD, ikinci denemeyi 21 gün sonra Hiroşima’da binlerce insanın yaşadığı kentte yaptı. 9 Ağustos’ta ise Nagazaki önce büyük parlak bir ışığa, saniyeler sonra da ısıl radyasyona maruz kaldı. Yaklaşık 250 bin insanı öldüren, diğer canlılarla doğaya tarifsiz bir zarar veren nükleer silahlar o gün bugündür hayatımızda.

Dünyada hâlen 10 bin 144 adet nükleer savaş başlığı var. Yaklaşık yüzde 90’ı ABD ve Rusya’nın elinde. Soğuk Savaş döneminin bitişiyle nükleer silahlanma yarışı da durdu. Dünyadaki nükleer başlıklı füze sayısı 60 binden 10 binlere geriledi. Sayının azalmasına rağmen riskin azaldığı söylenemez. Nükleer silah sahibi beş ülkeye (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin) tanınan ayrıcalık, silahların yayılmasına yol açtı. Bugün İsrail, Hindistan, Pakistan ve Güney Kore’de de nükleer silahlar var. Nükleer silaha sahip ülkeler caydırıcı değil teşvik edici oldular ve tüm anlaşma ve uluslararası baskılara rağmen nükleer silaha sahip ülke sayısı arttı. Savaş başlıklarının sayısının azalması da bir anlamda yanıltıcı. Hiroşima ve Nagasaki’ya atılan bombaların çok daha güçlüleri depolarda bekletiliyor. IŞİD gibi terör örgütleri nükleer maddelere ulaşmaya ve ‘kirli bomba’ denilen silahlarla bir kenti yok etmeye çalışıyor. Eldeki nükleer silahlar bu örgütleri caydırma kapasitesine sahip değil aksine olası saldırılarda hedef olmanıza neden oluyor.

2. Dünya Savaşı’nı durdurduğu iddia edilen bombalardan bu yana savaşlar durmadı, şekil değiştirdi. Nükleer silahların işlevsiz kaldığı sokak çatışmaları, düzensiz ordular ve devletsiz silahlı güçler ortaya çıktı. Hiroşima ve Nagasaki’de öldürülenden daha fazla insan Suriye’de öldürüldü ama savaş durmuyor. Çünkü savaşları bombalar, ölen insanlar veya silahlar değil barış talebi durdurur. Suriye cehenneminde bu çok net görülüyor. Suriye’de savaşın bitmemesinin sebebi, içinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkenin bu savaşı istemesi. Mültecilerden, terör saldırılarından, ekonomik kayıplardan yakınan Türkiye ve bölge ülkelerdeki birçok insandan ‘barış’ çağrısı yapan yok. IŞİD YPG’yi, Esad’a karşı desteklenen muhalifler Suriye Ordusu’nu vurduğunda sevinenler, şimdi o silahların kendilerini vurduğuna tanıklık ediyor.

Nükleer silah tehlikesi de aynı savaş tehlikesi gibi, tüm nükleer başlıklar/bombalar yok edilmeden ortadan kalkmayacak. Bunun için de nükleere silaha giden her yolun önü kapatılmalı. Uranyum zenginleştirme ve nükleer atıklardan plütonyum elde etme gibi sivil nükleer programlarla iç içe geçmiş silah elde etme yolları da buna dahil. Türkiye’de sokaktaki insanın nükleer santral projesini nükleer silahla karıştırması biraz bilmemezlikten biraz da bu ilişkinin gerçekliğinden kaynaklanır. Nükleer silah için santrale ihtiyaç yok ancak sivil programların arkasına askeri amaçların gizlenmesi de yeni değil. Kuzey Kore’nin, İsrail’in nükleer enerji santrali yok ama nükleer silahları var. Masum, bilimsel araştırma gibi görünen yöntemler bile, nükleer silaha ulaşmada araç olabilir. Uluslararası yaptırım mekanizmaları yetersiz çünkü nükleer silaha hayır derken sivil nükleer programlara dokunmaktan aciz, nükleer lobinin gücüne boyun eğmiş durumdalar. Özellikle Orta Doğu coğrafyasında artan nükleer enerji sevdası, bundan 70 yıl önce Japonya’da yaşanan katliamların benzerlerinin bu bölgede yaşanması olasılığını arttırıyor.

Japonya’daki son nükleer saldırıya tanıklık edenlerden çok azı hâlâ hayatta. Onlar ölünce binlerce insanı aynı anda yakan, sağır ve kör eden bu cinayeti geceleri kabuslarında gören kimse kalmayacak. Türkiye ve dünyada barış çabalarının güçlendirebilirsek bir daha hiçbir çocuğun güneş ışığından başka bir ışıkla uyanmak zorunda kalmayacağı bir dünya yaratabiliriz. Nükleer santral ve nükleer silah belasının her ikisinden de kurtulabiliriz. Nükleer karşıtı hareketin filizlendirdiği bir barış hareketine bugün eskisinden de fazla ihtiyacımız var. 

*** 

Dünyada nükleer başlıklı füze sahibi ülkeler
ABD
Rusya
İngiltere
Fransa
Çin
İsrail
Hindistan
Pakistan
Kuzey Kore
Dünya
4804
4480
225
300
250
80
110
120
10+
10144
Kaynak: Nükleer Bilim İnsanları Bülteni

Silahlarınızı bırakın

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Temmuz 2015

Barışı koruma telaşının her konudan daha önemli olduğu günlerdeyiz. Kimsenin kimseyi öldürmediği, nefret etmediği, sokağa çıkarken başıma ne gelir diye düşünmeyeceği bir Türkiye kurana dek mücadele etmek bu ülkede yaşayan herkesin artık görevi. En başta da ülkeyi yönetenlerin ancak şu ana kadar izledikleri politikalar şiddeti durdurmak yerine körüklüyor.

Ülkede en basit kuralları bile denetleyecek merci kalmamışa benziyor. Sokağa çıkan herkes her gün onlarca hak ihlaline uğruyor. Bu ülkede yaşayanların trafikten yolsuzluğa, adaletten asayişe kadar birçok alanda güvenecekleri bir kurum kalmadı. Beyzbol nedir diye sorsan bilen olmaz ama milletin arabalarından beyzbol sopaları, bellerinde silah eksik olmuyor. İstanbul’un göbeği Taksim’de taksilerin mafya benzeri tavırlarına göz yumuluyor, hastanelerde tedaviyi beğenmeyen hasta doktor dövüyor.

Meclis’te kadınları sözlü şiddetle susturmaya çalışanlar, sokakta kadınları döven ve öldürenlere örnek oluyor. Neyse ki ülkedeki başıbozukluğa karşı duran ve hizmet aşkıyla yananlar da var; Rize Valisi gibi. 652 bin lirayı daha hızlı hizmet için makam aracına harcayan valilik, bundan sonra bölgedeki çevre eylemlerine, ‘lüks cipleriyle’ giden eylemcilerden daha hızlı ulaşıp asayişi sağlayabilecek.

Siz de benim gibi ortada bir başıbozukluk, yönetememe durumu görmüyor musunuz?

Ülkede aslı astarı olmayan söylentilerden yola çıkan bir grup günlerce ‘çekik gözlü turist’ avına çıktı. Sokakta turistlere saldıran bu gruptan kimse tutuklandı mı? Kimse ölmediği için ortada suç da yokmuş gibi davranıldı. Bu ülkede sokakta sevmediğin birini dövmenin, dövmeye kalkmanın cezası yok mu?

Bunlar bize hafif gelir diyorsunuz değil mi? Patlayan bombaların, faili meçhullerin ülkesinde yaşıyoruz. Savaşın ve barışın politikacıların hamasi nutuklarıyla gelip gittiği, keyfilerine göre gençleri ölüme sürükledikleri Türkiye’de yaşıyoruz. Futbol taraftarlarının zaferlerini ölerek ve öldürerek kutladığı Türkiye’de şiddetin hepimiz evinde, belleklerinde ve hayatında yer etmemesi için hepimize görev düşüyor. Silahlarımızı bırakmalıyız. Sadece eli silahlılar değil, siviller, eli sopalılar, sözü can yakanlar, dili nefret kokanlar; hepimiz silahlarımızı bırakmalıyız.

Bu işe pratik ve somut adımlarla başlamalıyız. İnsanların birbirilerini boğazlamak üzere olduğu ülkede yasal bir düzenlemeyle tüm silah ruhsatları iptal edilmeli. Üzerinde silah hatta bıçak ve beyzbol sopası bulundurmanın cezası ciddi şekilde arttırılmalı. Eline döner bıçağı, pala alıp sokağa fırlamak, hapisle cezalandırılmalı. Bunlar çoktan yapılmalıydı ama bir politikacı bile çıkıp bu tedbirleri gündeme getirmedi. Kimsenin gıkı çıkmıyor çünkü uyuşturulduk, şiddete, kavgaya alıştırıldık. Şiddetle zehirlendik biz.

Sadece yasal zeminde değişiklikler sorunu çözmeye yetmez. Erkeğin kadına, büyüğün küçüğe, iktidar ve para sahiplerinin muhalefet ve yoksula şiddet içeren baskılarına son vermeliyiz. Hem kendi kendimiz terbiye etmemiz hem de bu konuda yasal düzenlemelere gitmemiz gerekiyor. Başbakanın, valinin, patronun, polis memurunun ‘vatandaşa’ kötü söz, hakaret söylediğinde cezalandırılması gereken günlerdeyiz.

Evde karınıza, kocanıza veya kardeşlerinize, fiziksel şiddet ve kelimelerle saldırının bitmesi gerekiyor. Şiddetsizlik hareketi her yeri kapsamalı. Sivil itaatsizlik eylemlerinin üzerine gazla, copla ve sopayla yürüyen polisi de, polise taş atan eylemciyi de, metroda, trafikte birbirine küfür eden ‘masum’ vatandaşı da.

Gezi’de günlerce Taksim’i işgal edenler hiçbir dükkanı talan etmeyerek, kırıp dökmeyerek, ‘duran adam’ gibi şiddetsiz eylemleriyle tüm Türkiye’ye bunun olabileceğini gösterdiler.

Sadece silahlı örgütler değil herkes silahını bıraksın. Birbirimizi yok ederek sorunu çözmek dışında başka bir çözüm öneriniz varsa söyleyin. Abarttığımı düşünüyorsanız sokağa çıkın, okuduğunuz gazeteleri değiştirin ve gerçek Türkiye’yi görün. Ya silahlarımızı bırakacağız ya da hep beraber bu zehri tadacağız.

İran anlaşmasını hayra yormak yanlış

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Temmuz 2015

UAEA Başkanı Amano ve İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Salihi.
İran’la yapılan anlaşmayı Türkiye’de hemen hemen herkes hayra yordu. Kimi AKP’nin İran ve dolayısıyla Ortadoğu politikasının çöküşünü kutladı kimi de giderek durağanlaşan Türkiye ekonomisine İran ekonomisindeki fırsatların ilaç olacağını savundu. ABD Kongresi iki ay içinde anlaşmayı inceleyecek ve karar verecek. Obama’nın anlaşmanın reddedilmesi halinde veto yetkisini kullanacağını söylemesi hayırcıların işini zorlaştırıyor.
 
Anlaşma İran’a sivil nükleer programında bir rahatlama getiriyor. Nükleer silah üretimine gidebilecek uranyum zenginleştirme yolunu ise şimdilik tıkıyor. Yine de bu anlaşma hayra alamet değil. Çünkü ‘Nükleersiz Ortadoğu’ ideali bu anlaşmayla ciddi bir darbe aldı.

2011’e kadar bölgedeki ‘nükleer varlık’ İncirlik Üssü ve İsrail’deki nükleer silahlardan ibaretti. 2011’de bölgenin ilk nükleer reaktörü Buşehr açıldı. Buşehr reaktörünün yapımına Alman şirketleri başlamış ancak İran-Irak savaşı sırasında inşaat durmuştu. İran’ın politik duruşu nedeniyle uzun bir süre kimse o reaktörü tamamlamayı göze alamadı. Ruslar ise fitili ateşledi. Ortadoğu’daki nükleer yarışı başlatacak Buşehr reaktörünü tamamlayıp, İran’a yakıt sağlamayı kabul etti. 2000 yılında nükleerden vazgeçtiğini açıklayan Türkiye’nin 2004’te aniden nükleer santrali gündeme almasında İran’ın payı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin de aynı İran ve diğer Ortadoğu ülkeleri gibi elektrik üretimi için nükleere muhtaç olmadığı rakamlarla ortada.

İran’ın nükleer reaktöre sahip olması bölgedeki diğer ülkeleri de harekete geçirdi. Birleşik Arap Emirlikleri’nde üç nükleer reaktörün yapımına başlandı. Suudi Arabistan’ın, Ortadoğu’da nükleer güç payesini Şii İran’a bırakmayacağını herkes biliyor. Anlaşmanın mürekkebi kurumadan Suudiler de Rusya ve Fransa’yla nükleer enerji konusunda işbirliği anlaşmaları imzaladı. Mısır ve Ürdün’ün de aynı Türkiye gibi Ruslarla masaya oturdu.

BP’nin bir ay önce açıkladığı son verilere göre dünyanın en fazla gaz rezervine sahip ülkesi İran’ın nükleer reaktör peşinde koşmasını anlamak zor. İki büyük doğalgaz santraliyle tüm ülkenin elektrik ihtiyacını karşılayabilecek Ürdün’ün nükleer santral kurmak istemesi de ekonomik nedenlerle açıklanamaz. Evet, bu ülkelerin hiçbiri nükleer silah yapacağını söylemiyor ancak nükleer santral ve silah arasındaki ince bağın, gövde gösterisinin, nükleer santral iştahında önemli bir payı var.

Dünya, İsrail’in Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na (NPT) taraf olmayarak silah sahibi olmasını seyredince ortaya bu tablo çıktı. Şimdi silah yapmayacağını uluslararası anlaşmalarla taahhüt eden ancak geride birçok soru işareti bırakan İran, Ürdün ve Türkiye gibi ülkelerle dolu bir Ortadoğu bizi bekliyor. Bu işten tek karlı çıkan da başta Rus devlet şirketi Rosatom olmak üzere işsiz nükleer firmalar oldu. Bölgede nükleer santral yarışını başlatan Rosatom’un İran’ın yarım kalan reaktörünü tamamlaması, olmayan bir pazarı hareketlendirdi. Çin dışında yeni bir pazar bulmakta zorlanan nükleer endüstri tüm risklerine rağmen Ortadoğu’ya girdi.

Bu riskler nükleer silahlanma veya nükleer kazayla sınırlı değil. IŞİD gibi onlarca terör örgütünün nükleer reaktörleri hedef alması artık bölgedeki olasılıklardan biri. Ülkeler arası olası bir savaşta da nükleer santraller hedef olacak. 1981’de İsrail’in Irak’ta yapımı süren nükleer reaktörü bombalaması, Irak-İran savaşında Buşehr’in hedef alınması unutulmamalı. Bu terör ve savaş tehlikesi, yanlış politikalarla Ortadoğu batağına sürüklenen Türkiye’yi de kapsıyor. Akkuyu olası terör saldırılarının, komşu ülkelerle yaşanan sürtüşmelerin hedefi olabilir.

Ortadoğu’yu nükleerden arındırmak için daha önce tek engel İsrail’di. Şimdi iş daha da karıştı. İran’la yapılan anlaşmayı hayra yormak, kötünün iyisi diye değerlendirmek uzun vadede başımıza gelecekleri görmemek olur. Nükleersiz Ortadoğu hâlâ tek çıkış yolu.

Bir örümcek ve 57 ev

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Temmuz 2015

Bugün sizlere dünyanın en büyük ve en gelişmiş devletlerinden birinde yaşanmış bir inşaat öyküsü anlatacağım. Sanayi devrimine öncülük etmiş, bilime ve gelişmeye hatta ekonomik kalkınmaya sırtını hiçbir zaman dönmemiş bir devletten bahsediyorum. Güneşi nadiren görse de, ‘güneş batmayan imparatorluk’ namıyla bilinen bu yeri hepiniz biliyorsunuz. Halk arasında İngiltere dediğimiz Birleşik Krallık’ta geçiyor öykümüz.

Bir adaya sıkışmış bu koca devletin en büyük sorunlarından biri insanların başına sokacak yer bulmak. Nüfus yavaş artsa da, İngiltere’de yeni ve uygun fiyatlarda ev bulmak zor. Halk doğayla iç içe yaşamaya alıştığından birkaç büyük kent dışında apartmanlarda yaşamaya sıcak bakmıyor. Bahçeli, insanın doğayla ilişkisinin sürdüğü müstakil evler oradakilerin olmazsa olmazı. Belediyeler bizdeki gibi kentlerdeki yeşil alanları “ha deyince” eş-dost müteahhitlere peşkeş çekmiyor. Yüksek katlı bina izni almak, ülkedeki “yeşil kuşak”lara yeni evler yapmak da zor. İngilizler garip millet, çaya süt katıyor, her boşluğa alışveriş merkezi yapmayı, parkları hükümete yakın şirketlere satmayı ‘gelişme’den saymıyor. Bütün bunlar ev sorununu büyütüyor. Fiyatları arttırıyor, ev yapmaya uygun yerler inşaat firmaları tarafından kapışılıyor.

Öykünün heyecanlı kısmı ise burası. Günlerden bir gün ev yapacak yer bulmanın iğneyle kuyu kazmak kadar zor olduğu İngiltere’de, bir şirket 57 ev için uygun bir alan bulur. Plymouth’taki bu arazi şirkete para, ev soruna çözüm olabilir ama kentin Belediye Meclis’i projeye onay vermeyince işler durur. Şirket mahkemeye gider ama oradan da olumlu yanıt alamaz çünkü planlama müfettişi, doğal hayatın özellikle de korkunç yer öreni (Nothophantes horridus) adlı küçük bir örümceğin hayatı tehlikeye gireceği için projeye onay verilmediğini belirtir. Bu örümcek dünyada sadece Plymouth’da üç yerde yaşıyor ve Dünya Doğayı Koruma Birliği’ne (IUCN) göre nesli ‘kritik tehlike’de. İnşaat yatar, şirket gider, örümceğin yaşam alanını kurtarmak için 9 bin 700 imza toplayan örümcek* severler bayram eder.

Dünya Doğayı Koruma Birliği’ne göre Türkiye’de nesli tehdit altındaki tür sayısı 364. Siz bu türlerden bir tanesi için durdurulan bir proje hatırlıyor musunuz? Güzergahı değiştirilen bir yol, yapımından vazgeçilen bir baraj, izin alamayan bir sanayi tesisi? Var mı aklınıza gelen bir yer? Beceriden olsa gerek. Bizdeki şirket sahiplerini, kamu kuruluşlarını, yüklenici ve mimarları tebrik etmek lazım. Bugüne kadar binlerce kilometre yol, yüzlerce baraj, alışveriş merkezi ve konut projesi yapmalarına rağmen bir projeyi bile Türkiye’nin eşsiz yaban hayatına denk getirmediler. Tüm bu özene rağmen, Dünya Doğayı Koruma Birliği’nin Kırmızı Listesi’nde nesli tehdit altındaki türlerin sayısı neden her yıl daha da artıyor, anlamak zor tabii. Çok değil, 20-30 yıl önce Anadolu’da görülen leoparların nereye gittiğini insan merak ediyor. Çizgili sırtlanların, vaşakların, yer yediuyurlarının, Akdeniz fokunun nesli, inşaat firmalarının, devletin bu özenine rağmen neden azalıyor? Memlekette et fiyatları artınca sırtlan ve fok yiyenler mi türedi?

Sadece hassas türler değil tüm yeşil doku tehdit altında. 250 milyon ağaca ev sahipliği yapan İstanbul’un Kuzey Ormanları’na dozer ve kepçelerle giriliyor. Türkiye’nin el değmemiş yaylalarına lüks arabalarıyla çıkmak isteyenlerin keyfi için yollar döşeniyor. Binlerce yıllık tarihi geçmişe sahip Hasankeyf  sular altında bırakılıyor.

İki ülke de ‘kalkınma ve büyüme’ kelimelerini konuşmalarından eksik etmeyen hükümetlerce yönetiliyor. Büyüme ve kalkınma kelimelerini inşaatla, yatırımla ilişkilendirmenin yanlış olduğunu biliyoruz ama bir an için bunu boş verin. Büyüteçle zor görülen bir örümcek için seferber olunan bir ülke ile domuzların intihar edercesine kendisini denize attığı bir ülkeden bahsediyoruz. Hangisi halkına ‘kalkınma’ adına yalan söylüyor sizce?

*Gazetedeki yazımda böcek yazmışım. Nafiz Güder'in uyarısıyla örümceklerin böcek değil, eklem bacaklı olduğunu hatırladım. Kendisine teşekkür eder, bu hatamdan dolayı okuyucularımdan özür dilerim. 

Yeni doğan çocuğa altın takılmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Temmuz 2015

Artvin Cerattepe’de dostlar 20 yıldır madencilere karşı nöbet tutuyor. Artvin’in içme sularını sağlayan Cerattepe’de, Mehmet Cengiz’e ait Özaltın şirketi bakır madeni açmak istiyor. Aynı bölgede altın da var. Bakıra izin verilirse altın madeni de kapıda. Mehmet Cengiz’in hükümetle ilişkisini anlatmaya gerek yok. Mevcut yönetim Artvin’in tüm içme suyunu zehirleyeceğini bilse bile Cengiz’e hayır demez. Artvin Valisi şimdiden Cengiz’e devlet desteği sağlamışa benziyor. Mehmet Cengiz’in yazmaya elimin gitmediği meşhur ‘vecizesi’ Artvinlileri de kapsıyor olmalı.

Bilin ki bu işte bizim de payımız var. İnkar etmeyelim. Geçen hafta gittiğiniz düğünde taktığınız altın bilezik, yeni doğan bebeğin beşiğine iliştirdiğiniz çeyrek altının masum olduğunu düşünmeyin. Bugün Dersim’in Ovacık ilçesindeki Havaçor Vadisi’nde yine altın madeni açmak için hazırlık var. Nedeni, o sarı metale verdiğimiz değerden. İzmir’in tek temiz su havzasında, Efemçukuru’nda altın çıkarılıyorsa, Bergama’nın bereketli ovalarında altıncılar her türlü hukuk kararına rağmen hüküm sürüyorsa, bu işle ilgimizin olmadığını düşündüğümüz için.

Bir altın madencisine altının ekonomiye katkısını sorun. Size ballandıra ballandıra anlatır. Altın olmazsa herkesin işsiz kalacağını, ekonominin batacağını söyler. Cep telefonunuzdan, bilgisayarlara altın kullanıldığından bahseder. Halbuki çıkardıkları altının büyük bir bölümü süs eşyası ya da yatırımcılar içindir.

Televizyonlar, elektronik aletler için bize altın lazım diyenlere kanmayın. 2014 yılındaki 4 bin 410 tonluk altın talebinin sadece 346 tonu (yüzde 8’e yakını) teknoloji alanında kullanıldı[1]. Geçen yıl tüm dünyada geri kazanılan altın miktarının bin 175 ton olduğunu düşünürseniz, elektronik aletler için gerekenin üç katı miktarda altının sadece halihazırda çıkarılmış altınlardan karşılanabileceğini görürsünüz[2]. Yeni altın madeni açmadan hatta mevcutlarını kapatarak bile bu ihtiyaç karşılanabilir. Sadece merkez bankalarının altın rezervleriyle, yatırımcıların ellerindeki altınların bu talebi 180 yıldan fazla karşılamaya yeteceği söyleniyor[3]. Dünyada bugüne kadar çıkarılmış altın miktarı hesaba katılırsa bu süre 450 yılı bulabilir[4]. Yeni altın çıkarmadan tıptan, elektroniğe tüm gerekli altın ihtiyacını karşılayabiliriz. Bugün gördüğünüz tüm altın madenlerinin asıl nedeni şirketlerin size bilezik, kolye ve çeyrek altın satıp kâr etmek istemesi.  

Artvin’de 20 yılı bulan direniş sizi şaşırtmasın. Altıncılar bir kez ortaya çıktı mı kolay kolay gitmez. Dersim’deki maden hikayesi de farklı değil, yıllardır bir hayalet gibi Ovacık’ın üzerinde dolaşıyor. Halk kovuyor, şirketin adı, sahibi değişiyor ve altın madeni kabusu geri geliyor. Bergama’da da öyle olmadı mı? Alman vakıflarından girip, cemaatten çıktılar ve madeni güzelim topraklara kondurdular. Komplo teorici milliyetçileri kandırdılar, karşı çıkan çevrecilere saldırdılar. Bu süreç içinde kimse çıkıp, “yahu, kimin bu altına ihtiyacı var” diye sormadı. Şimdi Ege’nin bereketli toprakları kimyasal atıklarla, siyanürle iç içe yaşamak zorunda.

Altın denen illetten bir an önce uzaklaşın. Hediye mi alacaksınız? Koyun altın ederi parayı bir zarfa uzatın gelin ve damada. Olmadı adlarına fidan dikin, evlerine bir eşya alın, hediye çeki verin. Altını yastık altına atan ve süs için kullananlar arasında Hindistan, Çin, Türkiye ve Orta Doğu ülkelerinin başta geldiğini unutmayın. Çözümün parçası olun.

Boynunuzda, bileğinizde ve parmağınızda o sarı bela olmadığında daha güzelsiniz. Bebeklere, yeni evlilere altın takıp hepimizin geleceğiyle oynamayın.
 

[1] Dünya Altın Konseyi.
[2] Dünya Altın Konseyi.
[3] Earthworks.
[4] ABD Jeolojik Araştırmaları Kurumu.

Bize gökdelen değil toprak lazım

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Haziran 2015

Bir beyaz eşya aldığınızda sadece plastik veya metal tükettiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aldığınız her ürün toprak ve su gibi doğal varlıklar sayesinde üretiliyor. Sadece gıda üretimi değil, tüm endüstriyel ihtiyaçlarınızın temel hammaddeleri arasında su ve toprak gibi doğal varlıklar yer alıyor. Bir Avrupa vatandaşı yıl boyunca tükettiği ürünlerin üretilmesi için her yıl iki futbol sahası büyüklüğünde bir alana ihtiyaç duyuyor. Buna rağmen, özellikle de kentli bir insanın günlük yaşamında ‘toprak’ kelimesi neredeyse hiç yok. Halbuki toprak yoksa hayat da yok!

Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından hazırlanan Toprak Atlası adlı rapor, toprağı sadece üretim için kullanmayıp aynı zamanda yok ettiğimizi söylüyor. Dünyada her yıl 24 milyar ton verimli toprak yanlış kullanım nedeniyle yok oluyor. Kentler genişliyor, yollar çoğalıyor. Asfalt ve beton kapladığımız her metrekare verimli toprak geri dönüşü olmayan bir hasarla karşı karşıya. Yağmur yağdığında çamur olmasın diye toprağın üstünü betonla örtenler suyun toprağa kavuşmaması nedeniyle sellere ve ölümlere neden ölüyor. Toprağın yağmur suyunu süzüp bize temiz su sağladığını, gıda üretiminin temeli olduğunu da unutmuşa benziyoruz. İklimi düzenlediğini, dünyadaki tüm canlıların üçte ikisine ev sahipliğini yaptığını da.

TOPRAĞI BEKLEYEN TEHLİKELER
Dünyada toprakların kentleşmeye açılması, sanayi ve insan etkisine maruz kalmasıyla yapısının değişmesi başta gıda olmak üzere tüm üretim süreçlerini ve yaşamı etkiliyor. Toprak Atlası’na göre dünyadaki toprakların yüzde 20-25’inin yapısının olumsuz yönde değiştiği tahmin ediliyor. Sanılanın aksine toprağı ekip-biçmek o toprağın zarar gördüğü anlamına da gelmiyor. Mezopotamya’da 7 bin yıldır tarım yapılıyor ve bu topraklar hâlâ verimli. Tarımın kendisi değil ama nasıl yapıldığı önemli. Rapordaki çarpıcı önermelerden biri de bu konuda. Yüksek verimli tohumlar, gübreler, pestisitler, monokültür ve modern sulama yöntemlerinin tarımsal verimi arttırdığını ama aynı zamanda toprağın değerini kaybetmesine neden olduğu belirtiliyor. Nadasa bırakmanın azalması, artan gübre kullanımı kısa vadede daha çok ürün vaat etse de uzun vadede başka sorunlara yol açıyor.

Rapora göre dünyada yapay gübre tüketimi son 50 yılda beş kat artmış. Yapay gübrelerin yüzde 74’ü azot içeriyor. Azot toprağı asitlendiriyor, fosforu azaltıyor ve humusun çözünmesini sağlayarak topraktaki organizmaları besinsiz bırakıyor.

Gübre kullanımının artmasını sadece talebe bağlamak yanlış. Tarım eskiden bulunduğu yerleri beslerken şimdi büyük şirketlerin elinde, alınıp satılan bir ürün. Dünyanın bir ucundan diğerine taşınabiliyor. Bu da denetimin az olduğu yerlerde, toprağı kirletme pahasına üretimin önünü açıyor. Yapay gübre üreticisi şirketleri tekelleştiriyor. Pahalılaşan üretim yöntemleri küçük çiftçilerin işlerini de zorlaştırıyor. Tarım, halihazırda dünya çapında 500 milyondan fazla küçük çiftçi, çoban ve kırsalda yaşayan insanın geçim kaynağı.

TÜRKİYE’DE ARAZİLER SANAYİYE KURBAN EDİLİYOR
Türkiye’de ise 2001-2010 yılları arasında tarım dışına çıkarılan arazi miktarı resmi rakamlara göre 827 bin hektar. Bu, Yırca köyündeki zeytinlik alanı büyüklüğünde bir araziden 9 yıl boyunca her gün 5 tane kaybettiğimiz anlamına geliyor. Bu alanlar başlıca iki sektöre aktarılıyor: Sanayi ve inşaat.

Türkiye’deki tarımsal arazi kayıplarının nedenleri bölgelere göre değişiyor. Ege’de ülke ortalamasının üzerinde tarımsal ilaç kullanılıyor. Akdeniz’de turizm yüzünden tarımsal alan kaybı yaşanıyor. Marmara’da bahçe bitkilerine, sebze yetiştirmeye uygun alanlar kentleşmeye kurban ediliyor. İç Anadolu’da yeraltı sularının aşırı kullanımı ve yine gübre sorunu öne çıkıyor. Güneydoğu’da aşırı su kullanımı toprağın tuzlanmasına yol açıyor. Yapay gübreler nedeniyle azot kirliliği de görülüyor. Doğu Anadolu’da aşırı otlatma erozyon riskini beraberinde getiriyor. Karadeniz’de ise tek ürün yoğunluğu, asitli topraklardaki besin eksikliği göze çarpıyor.

Toprak Atlası adlı rapor, gökdelenleri gelişmişlik göstergesi kabul ederek humuslu toprağı unutan bizleri Aşık Veysel’in yaptığı gibi bir kez daha uyarıyor. Aç kaldığımızda o binalara bakarak karnımızı doyuramayacağımızı bize hatırlatıyor. 

*** 
Rakamlarla Tarım
  • Verimli toprak hayati önem taşır. Dünyanın yüzeyinde çok ince bir tabaka oluşturur ve toplamda 10 santimetrelik bu tabakanın oluşumu için 2 bin yıl gerekir.
  • Türkiye’de kırsal kesimde yaşayanların yüzde 86’sının tek işi var ve tarımla ilgili.
  • 2013 sonunda çıkarılan Büyükşehir Yasası’ndan sonra Türkiye’de nüfusun sadece yüzde 8,25’i belde ve köylerde yaşar oldu.
  • Türkiye’de çiftçilerin yüzde 65’i geçinemiyor.
  • Avrupa Birliği yedi yıllık bütçesinin yüzde 40’ını tarımsal desteğe ayırıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 2.
 Kaynak: Toprak Atlası

Raporun tamamına ulaşmak için: http://tr.boell.org/tr/toprak-atlasi-2015

Japonya’da 5 nükleer reaktörün kapısına kilit vuruldu

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Haziran 2015

11 Mart 2011’de meydana gelen Fukuşima nükleer kazası nükleer enerji konusunda Japonya ve dünyadaki dengeleri değiştirmeye devam ediyor. Kazadan önce elektrik üretiminin yüzde 30’una yakınını nükleerden sağlayan Japonya’da üç yılı aşkın bir süredir nükleer santrallerden elektrik üretilmiyor.

Bu durumu değiştirmek isteyen nükleer endüstri üç yıldır kapalı durumdaki nükleer santrallerin en azından bir kısmını çalıştırmak istiyor. Halkın tepkisi, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişimi ve yeni yasal düzenlemeler bu süreci geciktiriyor. Nükleer santral işletmecilerinin bazıları yeniden çalıştırılmayı beklemek yerine mevcut nükleer reaktörleri kapatmaya başladı. Dört Japon şirketi beş nükleer reaktörünü bir daha çalıştırmamak üzere kapattıklarını Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirdi. Böylece ülkede çalışabilir durumdaki nükleer reaktör sayısı da 43’e düştü. Dünyanın ABD ve Fransa’dan sonra en çok nükleer reaktöre sahip ülkesi Japonya’da Fukuşima kazasından önce 54 nükleer reaktör çalışıyordu.

Fukuşima Nükleer Santrali’nde meydana gelen kaza sonucunda santraldeki altı nükleer reaktör kullanılamaz duruma gelmişti. Radyasyon nedeniyle girilmesi yasak alanda bulunan bir başka nükleer santraldeki dört reaktörün de bir daha çalıştırılabileceği düşünülmüyor. Buna rağmen, işletmeci TEPCO firması henüz resmi kapatma kararı almadığı için bu dört reaktör hala çalışabilir reaktörler listesi içinde yer alıyor. Aslında Japonya’da çalıştırılabilir durumdaki nükleer reaktör sayısı 39.

Fukuşima nükleer kazası sadece Japonya’daki enerji dengesini değil dünyada nükleer enerjiye bakış açısını da değiştirdi. Nükleer enerjiden 2022 yılına kadar tamamen çıkma kararı alan Almanya son dört yılda 17 nükleer reaktöründen sekizini kapattı. Almanya gibi nükleer karşıtı bir tavır almayan ülkelerde de güvenlik tedbirleri ve diğer enerji kaynaklarının daha ucuza elektrik üretmesi benzer sonuçların görülmesine yol açıyor. Yeni nükleer reaktör yapmayan ancak mevcut reaktörlerle yola devam kararı alan İsveç’te de iki reaktörün ekonomik nedenlerle kapatılması gündemde. E.ON firması, Oskarshamn santralindeki iki reaktörün ilkinin 2017-2019 arasında, ikincisinin ise 2020’ye kadar kapatılmasına yeşil ışık yaktı. Santralleri işleten şirketin (OKG) küçük ortağı Finlandiyalı Fortum şirketi bu karara karşı çıksa da son karar bu yıl sonunda alınacak ve büyük ortak fikrini değiştirmezse ülkedeki reaktör sayısı 10’dan sekize düşecek. İsveç’te hükümetin Almanya gibi nükleer santralleri kapatma kararı yok. E.ON aldıkları kararı, 2020 sonrasında nükleer santralleri işletmeye devam etmenin ekonomik getirisi olmamasıyla açıklıyor.

Nükleer enerji konusunda ısrarını sürdüren AKP hükümeti ise Mersin (Akkuyu) ve Sinop’ta iki nükleer santral kurmak istiyor.  Mersin’deki santralin ilk reaktörünün 2023 yılında devreye girmesi isteniyor.

Avrasya Tüneli kime hizmet edecek

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Haziran 2015

Türkiye’de mevcut hükümet otoyollarla, köprülerle, kent merkezlerine araç girişine herhangi bir sınırlama getirmeyerek özel otomobil kullanımını teşvik ediyor. Benzer politikalar kentlerde de toplu taşıma yatırımlarını arka plana itiyor. Geciken sadece yatırımlar olsa iyi, algı da değişiyor. Otomobilin bir ihtiyaç olduğu hatta sizi özgür kıldığı bile iddia edilebiliyor. Halbuki sizi yalnızlaştıran, trafik sıkıştığında bırakın özgürlüğü, tam tersine aracınızı bırakıp hiçbir yere gidemediğiniz için sizi kentin göbeğinde, otoyol içine hapseden bir araçtan bahsediyoruz.

İstanbul’daki Avrasya Tüneli projesi de çözümden çok sorun üretecek. İstanbul’un iki yakasını birbirine bağlayacak bu tünel projesi sadece ve sadece motorlu taşıtlar için yapılıyor. Toplu taşımaya yer yok. Hedef, köprüden trafik yoğunluğu nedeniyle araçlarıyla geçmek istemeyenleri tünele yönlendirmek. Göztepe’den Kazlıçeşme’ye 15 dakikada geçileceğini öne süren bu proje, aynı 3. Köprü gibi özel otomobil kullanımını özendirmekten başka bir şeye yaramayacak. Tünelden çıkan araçlar yine İstanbul trafiğinde sıkışacak. Araç sayısının artmasıyla tünelin içinde bile trafiğin sıkıştığını görebileceğiz. Boğaziçi Köprüsü sıkışık olduğu için ikinci köprüyü tercih edenlerin tüneli tercih etmesi bile bu senaryoyu gerçekleştirebilir. Tünelde kaza olasılığı ise ayrı bir dert. Ülkede nasıl araç kullanıldığını hepimiz biliyoruz. Kaza veya yoğunluk nedeniyle trafik kitlendiğinde kuyrukların oluşması nasıl önlenecek? 600 metrede bir olacağı söylenen emniyet şeritlerine araçlar çekilirken trafik durmayacak mı? Zincirleme bir kaza olursa bu şeritler, çekici araçlar yeterli olacak mı? Hele bir de klostrofobiniz varsa tam anlamıyla yandınız. Köprüde beklemeyi yerin altında beklemeye tercih ederim.

Asıl sorulması gereken soruya gelelim. Madem İstanbul’da Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayabilecek Marmaray gibi ikinci bir proje yapmaya yetecek kaynak var, bunu neden yeni bir metro geçidine harcamıyorsunuz? Kadıköy veya Üsküdar’dan Beşiktaş’a yeni bir metro tüneli insanların araçlarını evde bırakmalarını sağlamaz mıydı? Böylece Anadolu yakası ile Avrupa yakasının diğer ayağı da raylı taşımacılıkla birbirine bağlanırdı. Veya Boğaz’ın daha kuzeydeki iki noktasını birbirine kavuşturamaz mıydık? O hattı da mevcut metro hatlarına bağlayarak İstanbul’da otomobille ulaşımın önünü tıkamış olurduk.

Tünel projesi de aynı 3. Köprü gibi bir siyasi tercih, zorunluluk değil. Otomobil lobisi adeta Marmaray’ın öcünü almak istiyor. Dikkat ederseniz, Marmaray açılmadan hem yeni köprü hem de Avrasya Tüneli projeleri ortaya çıktı; garantilendi. Belki de bu vesileyle petrol ve otomotiv sektörlerinden gizli bir onay alındı. İstanbul, araç satışları ve petrol satışı için Türkiye’de kritik bir kent. Trafik sıkışması, toplu taşımanın konforsuz olması bu iki sektörün ekmeğine de yağ sürüyor. Bizi yönetenlerse halkın rahatı ve konforu yerine hep akaryakıt ve otomobil şirketlerinin kârını düşünen projelere imza atıyor. Seçimlerden önce ‘birden’ ortaya çıkan Büyük İstanbul Tüneli ne kadar gerçekçiydi bilinmez ama o bile kara taşımacılığından vazgeçmemişti.

3. Köprü gibi bir ucube yerine, eskiyen ve sürekli bakım gerektiren Boğaziçi Köprüsü’nü içinde raylı taşımacılığa da yer verecek bir şekilde yenilemek bile çok daha mantıklı bir proje olurdu. Böyle yapılsaydı İstanbul’un Kuzey Ormanları talan edilmez, toplu taşımayla trafiğin en yoğun olduğu güzergah rahatlatılırdı. Uzunçayır’dan sizi Zincirlikuyu’ya götüren ve köprünün alt katından geçen bir metro hattı düşünün. İstanbul’u ve Türkiye’yi yönetenler ise tercihlerini üçüncü bir sektörü daha rant paylaşımına dahil etme yönünde yaptılar. İnşaatçılara İstanbul’un kuzeyinde arsa açtılar. Şimdi, oksijenimizin, ağaçlarımızın ve geleceğimizin üzerine beton döküyorlar.

Trafikte geçirdiğiniz saatleri kornaya basarak geri kazanamazsınız ama siyasi tercihlerinizi doğru kullanırsanız trafik sıkışıklığından kurtulabilirsiniz.

Koalisyon önce sokakta olur

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Haziran 2015

Türkiye’de muhalefetin gönlünden geçen AKP’siz bir koalisyon. Bunu herkes biliyor. Türkiye’de muhalefet bir kez daha ‘ne istemediğini’, ‘ne istediğinden’ daha iyi biliyor. Öyle ama bu sorunu çözmüyor.

AKP’siz koalisyon formülü bir tane. Yeterli çoğunluk için CHP, HDP ve MHP’nin birlikte hükümet kurması gerekiyor. MHP ve HDP’nin yanyana gelmeyeceğini düşünürsek bu düşük bir ihtimal. CHP, iki tarafla da uzlaşabilecek tek parti gibi. Dışarıda kalan partinin hükümete güvenoyu vermesiyle bir azınlık hükümeti kurulabilir.

MHP’nin, CHP-HDP azınlık hükümetine güvenoyu vermesini seçmenine anlatması zor. HDP’nin CHP-MHP hükümetine verdiği güvenoyunu açıklaması da. Yine de HDP içindeki yapılar uzlaşma konusunda MHP’den daha ileride gözüküyor. Kısacası, içinden ‘adalet ve kalkınma’ geçmeyen en yüksek olasılık, CHP-MHP azınlık hükümetine HDP’nin dışardan destek vermesi. Bu iş elbet hatırla, emanet oyla açıklanacak kadar basit değil. Bir siyasi anlaşma gerekecek.

Bu anlaşmanın, çözülmeyi bekleyen Kürt sorunu, Anayasa değişikliği gibi nedenlerden dolayı dört yıllık bir dönemi kapsayacağını düşünmek iyimserlik. Kurulacak azınlık hükümeti aslında bir seçim hükümeti olacak. Bu, asgari müştereklerde anlaşılırsa aslında pazarlığı kolaylaştıran bir faktör olabilir. Türkiye’nin 13 yıldır mahkum bırakıldığı antidemokratik rejimin sonunu da getirebilir. Tek şart, her partinin ve seçmeninin bir süre fedakarlık yapması.

MHP’nin HDP’nin istediği Anayasa değişikliğine evet demeyeceği ortada.
HDP’nin ana dilde eğitim talebini MHP kabul etmeyecek.
CHP zorunlu din dersi kaldırılsın, seçmeli olsun dese büyük bir olasılıkla MHP itiraz edecek.
Çözüm süreci belki bir süre rafta bekleyecek.

Örnekler çoğaltılabilir. Madalyonun diğer yüzüne de bakalım. Azınlık ya da seçim hükümeti şunları yapabilir.

Seçim barajını indirip, bir daha hiçbir partinin ülkeyi diktatör gibi yönetmesine izin vermeyebilir.
Başkanlık sistemi tartışmalarını çöpe atıp, Kaçaksaray’ı halkın kullanımına açabilir.
Hasıraltı edilen yolsuzluk dosyalarını ortaya çıkarıp, gerçekleri ortaya çıkarabilir.
YSK’den RTÜK ve TRT’ye kadar birçok kurumu özerkleştirebilir.
Sayıştay’ı yeniden çalışır hale getirip, adalet sisteminde yapılacak gerekli düzenlemelerle hukukun üstünlüğü yeniden sağlanabilir.
Nükleer santral projelerini iptal edip, 77 milyonun hayatını kurtarabilir.
YÖK kaldırılabilir, Cemevleri’ne ibadethane statüsü tanınabilir.

Olası kısa süreli koalisyonların çevre konusunda kalıcı etki bırakması nükleer gibi belli başlı projeler dışında zor. 3. Havalimanı iptal edilebilir. Hasankeyf, 3. Köprü gibi konularda ise işlerin yarım bırakılması gibi cesaretli kararlar alınabilir mi emin değilim. Yönetmelikleri, iklim müzakarelerini etkileyecek çalışmalar da koalisyonun ne kadar süreceğine bağlı. Hepsinin ön koşulu ise anlaşmak çünkü partilerin seçim bildirgeleri çevre konusunda çok belirgin ya da gerçekçi olmayan ifadeler içeriyordu.

Bu kadarı bile Türkiye’yi son 13 yılda yaşadığı karanlık günlere bir daha dönmemek üzere değiştirebilir. Bunun için sadece partilerin değil onlara oy verenlerin de anlaşması gerek. Sosyal medyada muhalefete oy verenlerin yazdıklarına bakarsanız asıl sorunun Meclis’te değil sokakta olduğunu görürsünüz. Kırmızı çizgilerin haddi hesabı yok.

Muhalefetin AKP ile koalisyona karşı çıkmaları anlaşılır bir durum. Böyle bir koalisyonun yukarıda saydıklarımızı gerçekleştirme şansı zor. Diğer seçeneklere karşı çıkmalarını anlamak ise çok zor. Bir koalisyon olmazsa erken seçimden başka bir seçenek yok. Böyle bir durumda aynı Meclis tablosunu kim garanti edebilir?

Yaşadığımız, takip ettiğimiz siyasi hayattan soğumamak elde değil ancak bu bile ‘kötünün iyisi’ diye bir seçenek olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sokaktakiler işi yokuşa sürerek partilerini köşeye sıkıştırdıkça bu seçenek de ortadan kalkabilir. O nedenle önce sokakta asgari müşterekler üzerinden bir koalisyon kurulmalı. Biz bunu Gezi’de yapmıştık yine yapabiliriz.

Sıfırlama sırası sizde

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Haziran 2015

Mutsuz evliliklerde eşlerin birbirine tatsız yakarışlarından biri, “hayatımı yedin”dir. 7 Haziran’da milyonlar sandığa, “Hayatımı yedin(iz)” diye söylenerek gidecek. Yemek fiilinin her anlamda hakkını verdiklerini bilerek.

13 yıl, dile kolay. 13 yıl önce başka bir ülkede yaşıyorduk. Demokrasiyi oturtmaya çalışan sancılı bir ülkede. O zaman sorsaydınız “en kötüsü bu” derdik. Şimdi ise her sabah kalktığımızda “en kötüsü dündü” diyoruz. Her gün daha kötüye giden bir ülkedeyiz. Özal ile başlayan ‘çağ atlama’ sloganlarına gülüyorduk ama Erdoğan hükümetleriyle çağın gerisine düştük.

Bugün Türkiye’de ‘imam nikahı’ numarasıyla kadınları köleleştirmeyi savunan bir hukuk sistemi var. Kadınların dünyanın birçok gelişmiş ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkının tanındığı ülkenin geldiği nokta bu.

Bugün Türkiye’de taraf tutan, taraf tutmayanı bertaraf etmek için hukuken bir bahane bile uydurma gereği duymayan mahkemeler var. Sahte delillerle insanları hapse atan, bu sahte delilleri göre göre gerçekmiş gibi haber yapan ‘gazeteciler’ var. Siyasetçi değil ahlak zabıtası kesilenlerin yolsuzluk kasetleri var. Dindarmış gibi yapanların boş zamanlarında dini “bakara makara” diyerek tiye alması var. Madende işçi arkadaşını kaybeden işçiye tekme atan danışman var. Sonucunda birbirine bağıran çağıran, farklı düşündüğü için karşısındakini öldüren bir halk var. Karısına, sevgilisine aşkını onu öldürerek gösteren erkekler var. 13 yılda ülkeyi getirdikleri nokta bu. Biz ‘konuşurken’ yaptıkları bu. Artık şiddet ve nefretin olmadığı bir ülkeyi hatırlamayan çocuklar var.  

7 Haziran seçiminde AKP’nin yenilmesi veya HDP’nin barajı geçerek Meclis’teki dengeleri bozması halinde bu Türkiye sıfırlanacak. İlmek ilmek dokuyarak yaratacağımız yeni bir ülkeye uyanacağız.

25-30 yaşlarındaki insanlar ilk defa yeni bir lider görecek. Başbakan-cumhurbaşkanı tanımları değişecek. Ülkeyi yönetenlerin işinin ülkede yaşayanları azarlamak olmadığını öğrenecekler. Siyasetin hakaretle değil mizahla, nükteyle yapıldığı günleri görecekler. Türkiye’de nefretle, kinle, ötekileştirerek ve hakaretle siyaset yapma biçimi sıfırlanacak.

Dış politika da sıfırlanacak. Komşularıyla kavga eden, onları tehdit edip, iç işlerine karışan Türkiye gidecek yerine “yurtta barış dünyada barış” diyen Türkiye gelecek. Tırlar sıfırlanacak, kasalarındaki silahlar boşaltılacak.

Ayakkabı kutularıyla iş yapanlar, eşe dosta sınav sorusu paslayanlar, tecavüzcüleri serbest bırakanlar, ayakkabı kutusu hırsızlarını koruyup, işçilerin grevlerini erteleyenler de sıfırlanacak.

İhalelerden alacağı paralar uğruna ülkeyi nükleer bataklığa sokanlar, ülkenin derelerini olmadık HES’lere teslim edenler, kömür için zeytine kıyanlar, rant için ormanları kesenler; hepsi sıfırlanacak. Seçimde iktidar değişirse yeni bir Türkiye kurma umudu hiç olmadığı kadar güçlenecek. 5 Haziran Dünya Çevre Günü gibi birçok önemli tarih, belki de bir süre sonra sorunlarla anılmayacak aksine kutlanacak. Böyle bir umut var çünkü herkes kötüyü gördü. Ortada kötünün tekrarına müsaade etmeyecek bir irade var. 

Seçimden istenilen sonuç çıkmazsa bir sıfırlama da orada olacak. Muhalefetin eski bildikleri sıfırlanacak. Yeni bir eylem planı, yeni bir örgütlülük gerekecek ama ne olursa olsun bir 13 yıl daha heba edilmeyecek. Bu maçın ikinci yarısı yok.

Parti bildirgelerine bel bağlanmamalı

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Mayıs 2015

İki hafta sonra seçim var. Partilerin çevre ve enerji vaatlerine bakıp bir değerlendirme yazısı yazma vakti. En kolayı AKP’nin bildirgesini değerlendirmek. “Her yer beton her yer rant” anlayışı yeni dönemde de devam edeceğe benziyor. Nükleer santral gibi geçmişin rüyaları enerji planlarına damgasını vurmuş. İnsan dostu, çevre dostu kentlerden bahsediliyor ama “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diye boşuna dememişler. Son 12 yılda kentlere doluşturulan binlerce insan ve binadan başka bir şey görmedik. Şehirde ağaç görenin ağlayası geliyor. Kentler öyle kalabalıklaştı ki, mecburen yapılan metrolar bile ihtiyaca yanıt vermiyor; hepsi tıklım tıklım. Metroların insandan çok ranta hizmet etmesi de ayrı bir dert. Metro hattı alışveriş merkezleriyle doluyor, bu merkezlere özel girişler sağlanıyor. Şu günlerde İstanbul’da iş saatlerinde metroya binen ya da yer bulup binebilen kendini Çin’de sanır.

CHP’nin projelerinin AKP’den farkı ise çevreye zarar vermeyecek olmasından çok, “zarar verir mi diye bakacağız ve soracağız” demesi sanki. Buna da şükür diyen çıkabilir tabii. Kimseyi kırmayalım türünden bir program yazılmış. Nükleere net hayır denmiyor gibi gözükse de atık sorunu çözülene kadar evet demeyiz denmiş. Atık sorununun çözülemeyeceği ortada. Bu cümleyle zaten nükleere hayır deniyor ama neden açıkça söylenemiyor anlamak zor. HES projelerine çekinceli yaklaşılması, iklim değişikliği vurgusu iyi ama program sadece ithal kömüre hayır deyince iklim konusu havada kalıyor. ‘Enerjide ihtiyacın karşılanmasında enerji arzının abartılı biçimde arttırılması yerine enerji verimliliğinin yükseltilmesini esas alacağız’ CHP’nin bu bölümdeki en olumlu cümlesi. Büyüme hızı saplantısı AKP’de olduğu gibi CHP’de de kendini gösteriyor.

HDP’de birçok konuda çizgiler daha net; örneğin nükleer karşıtlığı. Belirsizlik ise HDP’de de görülüyor. Sermaye birikimi için yapılan HES, nükleer, termik vb. enerji projelerine karşı çıkılıyor. İyi ama bu projelerin ekolojiye verdiği zararın tek kaynağı ‘sermaye birikimi niyeti’ değil. Yanlış HES projesi halk girişimi olsa çevreye zarar vermeyecek mi? Çevre ve enerji sorunları hemen hemen her yerde mülkiyet sorunuyla eşleştirilmiş. Sosyalizm çevre sorunlarını anlama konusunda çok yol kat etti ama HDP metnindeki ifadeler oldukça eski. HDP programı Türkiye’de karşıtlık üzerinden muhalefet edenleri mutlu edecek vaatlere sahip ama diğerleri gibi ne kadarı gerçekçi belli değil.

Özetlersek, 7 Haziran seçimleri öncesi parti bildirgelerine bel bağlamak iyi bir fikre benzemiyor. Partilerin iletişim stratejileri size vaatlerden fazlasını anlatıyor. AKP’nin derdi seçmenini korumak. Daha çok geçmişte yaptıklarını anlatarak oy istiyor. “Onlar konuşur, AKP yapar” sloganı kahve tartışmalarında AKP’li seçmen kullansın diye yazılmış. Reklamlarda da açıkça görülüyor. Karşı tarafı ikna edecek bir yanı yok ama oy kaybetmeyelim yeter düşüncesi hakim.

CHP, AKP’nin eski haline benziyor. Projeler açıklıyor, yeni seçmen kazanmaya çalışıyor. CHP ile eski AKP arasındaki en önemli fark ortadaki paranın daha adil dağıtılacağı ve ülkenin daha şeffaf yönetileceği iddiası. Emekli maaşı, ikramiye meselesi önemli. AKP gelirin birkaç elde toplanmasını istiyor, CHP ise daha fazla dağıtmak.

HDP’nin iletişim stratejisi ise kendisine yüzde 10 barajını geçirecek CHP ve sol oyları almaya dönük. Her şey Erdoğan karşıtlığı üzerine kurulmuş. “Barajı geçemezsek AKP tek başına iktidar, Erdoğan başkan” diyen ve bunun için CHP ve sol seçmenin oyuna ihtiyaç duyan HDP’nin partideki ‘yetmez ama evet’çilerle yollarını ayırmaması, yüzde 10 barajını müzakere masasına getirmemesi hedef kitleye ulaşmalarını zorlayabilir. Oy istedikleri kesim o yüzden bugün samimiyet sorgulaması yapıyor, koalisyon yaparlar mı diye tartışıyor. HDP’nin eylemleri iletişim stratejisiyle çelişiyor. Sloganların havada uçtuğu bir seçim izliyoruz. Seçmenin işi zor.

Kömürsüz olur

Bu ülkede kara gözlü çocuklar doğar,
Beyaz zıbınlara sarılır pembe etleri.
Elleri tutup, ayakları basınca yere,
Kömür karasına bulanır yüzleri. *


Özgür Gürbüz-BirGün/17 Mayıs 2015

Soma’da kömürün gerçek yüzünü göreli bir yıl oldu. Biz gördük ama bazıları bakar da görmez misali… Yerli yakıt diyorlar, dışa bağımlılık diyorlar, iki gün aynı gömleği giydik diyorlar…

Oğlu madende kalan anneye, babaya sormak lazım yerli yakıtı. Dışa bağımlı mı olmak istersin yoksa oğlunu madende bırakmak mı diye sormalı. Kömür dediğin su değil ki, vazgeçemeyesin! Elektrik üretmekse derdin onun on tane başka yolu var. Elektriği daha az tüketip madene inen işçi sayısını azaltmaksa derdin, onun bin tane yolu var. Evlerde ısınmaksa amacımız jeotermali var, biyogazı var, yalıtımı var. Ben çevreci değilim diyorsan doğalgazı var. Böyle saçma sapan kentler kuranların, ülke nüfusunun beşte birini bir kente tıkanların hava kirliliği yaşamamak için doğalgaza muhtaç olduğunu da hatırlatalım. Bizi doğalgaza mahkum edenler, doğalgazdan en çok yakınanlar.

Peki, kömürden tamamen vazgeçebilir miyiz? Vazgeçeriz diyenlere bakmalı. Danimarka 2012’de parlamentosunda yeni bir ‘yeşil ekonomi’ planı onayladı. 2050’ye kadar elektrik üretiminden ısınmaya hatta ulaşıma kadar her yerde yenilenebilir enerji kullanacaklar. Yüzde yüz! Türkçesi şu. Danimarka’da elektrik üretimini fırıldaklar, çatılardaki güneş panelleri yapacak. “Rüzgar, güneş bize yeter” deyince bize gülenler duysun. Tavuk gübresinden, çöpten elde edilen elektrik sanayide çarkları döndürecek. İlk hedef ülkenin elektrik ihtiyacının yarısını 2020’ye kadar rüzgardan elde etmek. Kalan yüzde 50’nin yarıya yakını da biyokütleden sağlanacak. Rüzgar azaldığında, gece güneş olmadığında depolanabildiği için biyokütle (orman ürünleri, biyogaz vb.) devreye girecek. 2050’de ise temiz enerjinin payı yüzde 100’e çıkacak.

Ulaşımda da petrolün bağımlılığı bitecek. Duble yol yaptık, yolları otomobille doldurduk diyenler yine çağın gerisinde kalacak. Danimarka’nın kentlerinde yollar bisikletle dolacak. Toplu taşıma artacak, otomobil kullanımı düşecek, tren keyfi sürülecek. Otomobiller biyogaz veya biyoyakıtla çalışacak. Bazıları da güneşten, rüzgardan aldığı elektrikle gidecek.

Tüm bunlar elektrik fiyatlarını arttıracak mı? Hayır. Danimarka hükümetine göre yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçişin hane başına maliyeti 2020’de en fazla ayda 29 lira olacak. Ayda 29 lira fazla verilecek ama kömür yüzünden ürün kaybı yaşanmayacak, çocuklar astım olmayacak, madende işçiler ölmeyecek. Bunlar duygusal hesaplamalar değil, basbayağı ekonomi. Yatağan’da, Elbistan’da, Soma ve diğer kömür diyarlarında yaşayanların devlet tarafından karşılanan sağlık harcamalarını, bölgelerdeki ürün kaybını, kentlerdeki hava kirliliğinin faturasını hesaplarsanız temiz enerjiye geçişin sanıldığı gibi pahalı olmadığını görürsünüz. Bir KOAH hastasının aylık ilaç faturası ne kadar? Akciğer kanserinden ölmek mi pahalı yoksa yılda hane başına 360 lira ödemek mi?

“Danimarka’nın nüfusu 5,5 milyon, demesi kolay” diyenlere de gülüyorum. Ankara da aynı nüfusta. Türkiye’yi geçtim, sadece Ankara’yı ithal petrol, doğalgaz ve kömür kullanılmayan bir şehir yapabiliyor musunuz? Bir milyonluk Denizli’yi, üç milyonluk ‘yeşil’ Bursa’yı temiz hava soluyan kentlere çevirin. Dünya bambaşka bir yönde ilerliyor. Bizimkiler ise hâlâ duble yolda gaza basıyor, kömürü, kötüyü savunuyor.

* Bir yıl önce Soma'da yitirdiğimiz 301 madencinin ardından yazmıştım. Işıklar içinde uyusunlar.