Aşık Veysel’i anlamayanlara bir not

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Mayıs 2022

Arne Naess, ekolojiyle ilgilenenlerin çok yakından tanıdığı bir düşünür, yazar. George Sessions ile uzun bir düşünme sürecinden sonra, 1984’ün Nisan ayında Derin Ekoloji’nin prensiplerini sekiz maddede özetlediler. Hayata 1973 yılında veda eden Aşık Veysel bu prensipleri göremedi ancak deyişlerinde yıllardır o prensipler vardı.

Derin ekoloji insan merkezli bir anlayışı reddeder. Doğanın ve dolayısıyla içindeki her canlının bir varlıksal değeri olduğunu kabul eder. Veysel, “Beni Hor Görme Gardaşım” deyişinde şöyle söyler:

Kimi molla kimi derviş
Allah bize neler vermiş
Kimi arı çiçek dermiş
Sen balsın da ben çeç miyim

Bu dizelerle ilgili yapılan yorumlarda insanlar arası eşitlik ögesi öne çıkarılsa da aslında vurgulanan insanlarla bir arının ve doğadan elde edilen ürünlerin (bal ve çeç) karşılaştırılmasıdır. Molla, derviş ve arı eş tutulmuştur. Derin ekolojinin omurgası varlıkların faydalarına göre değil varlıksal değerlerine göre kabulünden oluşur. Veysel yukarıdaki dizelerde tam da bunu anlatır. 1930’lara kadar kendi deyişlerini bile söylemekten çekinen bir aşığın dünya ekoloji literatürüne katkısı bununla da sınırlı değil elbette.

Karnın yardım kazma ile bel ile
Yüzün yırttım tırnak ile el ile
Yine beni karşıladı gül ile 
Benim sadık yârim kara topraktır


Kara Toprak’ta toprakla olan ilişkisini anlatan Aşık Veysel, Derin Ekoloji’nin de belirttiği gibi, diğer varlıkları zorunlu ihtiyaçların ötesine geçmeyen bir fayda çerçevesinde kullanır. İhtiyaçlarını karşılamak için zarar verdiğinin bilincindedir ve saygı duyar toprağa. Daha da önemlisi ona insana benzeyen tanımlamalarla seslenir. Toprağın insan gibi yüzü vardır, canı acısa da şiddete başvurmayan bir karşılık verir; gül olur. Bu insanlaştırma değil, eşleştirme, eşit kabul etme olarak okunmalıdır. Deyişin sonunda Veysel ait olduğu yere gideceğini, toprağın onu çağırdığını birkaç kez tekrarlar.

Kolun açmış yollarımı gözlüyor.
…Gün gelir Veysel’i bağrına basar.
…Benim sadık yârim kara topraktır.

Bu betimlemeler, gezegeni yaşayan tek bir organizma gibi gören ve ekoloji felsefesinin en önemli kuramlarından biri olan Derin Ekoloji’nin de özüdür. “Ne varsa sende, bende; aynı varlık her bedende” dediği “Beni Hor Görme Gardaşım” deyişinde dünyanın tek bir varlık olduğunu ve herkesin içinde yer aldığını söyler. James Lovelock ve Lynn Margulis bu kuramı 1970’lerde formüle de döktüler. Şimdi birçok üniversitede okutuluyor. Biz de o tarihlerde Veysel’i, bir bütün kabul ettiği kara toprağına uğurluyorduk.

Aşık Veysel Şatıroğlu’nun düşüncelerinin şekillenmesinde Anadolu’daki Alevi-Bektaşi kültürünün, Hallac-ı Mansur ve Enel Hak düşüncesinin olduğunu düşünmek herhalde kötü bir tahmin olmaz. Uzun yıllardır bu topraklardaki kültürü zenginleştiren faktörlerin aslında evrensel düşünce yapısını ne kadar etkilediğini keşke görebilsek, yaratmak istediğimiz yapay ve tek eksenli kültürün ülkeyi nasıl körelttiğini anlayabilsek.

Aşık Veysel’in dramatik hayat hikayesi ve herkesi etkileyen sözü ve deyişleri onu bu toprakların unutulmaz bir sanatçısı yapmaya yetti elbette ancak Veysel bildiğimizden daha fazla değere sahip bir ozan. Onun adının verildiği bir okulun isminin, hükümete yakın bir sendika başkanın ismiyle değiştirilmesi sadece halk müziğine, Aşık Veysel’e, sevenlerine değil evrensel kültür ve düşünce dünyasına da yapılmış büyük bir saygısızlıktır. Bir tabelaya isim yazmakla bir “şey” olunmaz. Veysel olabilirsen zaten tüm dünya senin adını taşır.

Her kim ki olursa bu sırra mazhar
Dünyaya bırakır ölmez bir eser
Gün gelir Veysel'i bağrına basar
Benim sadık yârim kara topraktır.

Enerji krizinin dünü ve bugünü

Halkın yarısından fazlası enerji faturalarını ödemekte zorlanıyor. Hükümet sorumlunun küresel fiyatlardaki artış olduğunu söylese de zamlarda enerji ve faiz politikalarındaki yanlışların payı net bir şekilde görülüyor.

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Mayıs 2022

Metropoll araştırma şirketinin 2022 Mart ayında yaptığı araştırmada elektrik ve doğalgaz faturalarını ödeyemeyenlerin oranının yüzde 19 olduğunu belirtmişti. Enerji faturalarını ödeyen ancak çok zorlananların oranı ise yüzde 57. Türkiye’de halkın yarısından fazlası her ay enerji faturalarını korkuyla bekliyor.

Koronavirüs sonrası artan talep ve üretimde yaşanan güçlüklerle tetiklenen, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle büyüyen enerji krizinin faturaların artışında bir rolü olduğu gerçek. Ancak faturalardaki artışı sadece bu iki olayın sonucuymuş gibi gösterip dünü unutursak hata yaparız. Karşımızda 20 yıllık bir iktidar ve onun politikalarının da etkisiyle artan enerji fiyatları var.

Koronavirüs salgını 2019’un sonunda ortaya çıktı, Türkiye’de elektrik fiyatlarının yükselişe geçtiği zaman ise 2019’un başı, salgından bir yıl önce. TMMOB Makine Mühendisleri Odası (MMO) Enerji Çalışma Grubu, Türkiye Enerji Görünümü 2022 raporunda, 2019’dan günümüze kadar olan dönemde elektrik fiyatlarının birinci kademe için yüzde 85, ikinci kademe içinse yüzde 215 oranında arttığını tespit etmiş. Sanayi için fiyat artışı yüzde 360, ticarethaneler içinse yüzde 283. Sadece evimizde kullandığımız elektriğe değil, mal ve hizmet üretenlerin kullandığı elektriğe de çok yüksek oranda zam yapılmış. Enerji maliyeti artınca, ekmekten süte her şeyin fiyatı artıyor haliyle.

Adım adım sorgulayalım… Türkiye 2021 yılında ürettiği elektriğin yüzde 32’sini doğalgazdan, yüzde 18’ini ithal kömürden ve yüzde 13’ünü de yerli kömürden üretmiş. Doğalgaz ve ithal kömürün payı yüzde 50’yi buluyor ve ikisi de yurt dışından alınıyor, son bir yıl içerisinde de fiyatları arttı. Ancak, Türkiye’de elektrik fiyatının artmaya başladığı 2018 ve 2019 yılarında bu iki kaynağın elektrik üretimindeki payı son 20 yılın en düşük seviyelerindeydi. Fiyat artışları ithalatın düşük olduğu dönemde başladı.

Elektrik faturalarındaki artışı petroldeki artışa bağlayabilir miyiz, ona da bakalım. Doğalgazın fiyatını da etkileyen varil petrolün fiyatı 2011, 2012 ve 2013 yıllarında da bugünkü gibi 110 dolar civarındaydı ama 2011 yılında konutlarda 1 kilovatsaat elektrik için vergiler dahil 27,24 kuruş ödüyorduk. Şimdi ise en az 126 kuruş ödüyoruz, neredeyse beş kat fazlasını. Demek ki içeride bir sıkıntı var. Bir örnek daha verelim. 2012 yılında Brent petrolün varili 111 dolarken istasyonda benzinin litresi ortalama 4,5 liraya satılıyordu, şimdi 22 TL. Taşıma maliyetleri artışıyla açıklanacak bir fark değil bu.

O zaman büyüteci başka bir yere tutmalıyız. Elektrik fiyatları 2021’in sonunda iki kat kadar artıyor. Elektrik fiyatındaki artışla kurdaki artışın grafiğini üst üste koyduğunuzda ikiz kardeşler gibi birbirine benzediklerini görüyoruz. Faiz politikasındaki yanlış adımlarla yükselen dolar, ithal enerjinin maliyetini de artırıyor. Türk Lirası değer kaybetmese, zamların etkisini daha az hissedeceğiz.  Faturayı biz ödüyoruz ama aslında faturayı bu yanlış faiz politikasında ısrar eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kesmeli. O da seçmenin bileceği iş.

MMO Enerji Çalışma Grubu Üyesi Orhan Aytaç, elektrik fiyatlarının artışında dolar üzerinden alım garantisi verilen santralların da payı olduğunu söylüyor. Aytaç, “İthal yakıt fiyatlarının zıplamaya başlamasından önceki dönemde Türkiye’deki elektrik fiyatlarını YEKDEM (Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması) artırıyordu. Başlangıçta o fiyatlar yenilenebilir enerjinin devreye girmesi için gerekliydi deniyor. Diyelim başlangıçta o fiyatlar mecburdu ama 2015-2020 arası uygulanacak fiyatlar farklı olabilirdi. 2013 yılında 2015-2020 için de döviz bazında aynı fiyatlarla devam edilmesi kabul edildi. Bu adımlar daha sağlıklı bir şekilde atılsaydı, özellikle kooperatiflerin, birliklerin desteklenmesiyle güneş enerjisinin kullanımı artırılabilir ve ithal etmek durumunda olduğumuz fosil yakıtlara ihtiyacımız azalabilirdi. Bu da fiyatları düşürürdü” diyor.

İşin en çarpıcı kısmı da bu. Fiyatını belirleyemediğimiz petrol, kömür ve doğalgaz kullanmaktan vazgeçerek daha ucuza elektrik üreten güneş ve rüzgar gibi kaynaklara geçme konusunda yavaş davranmasak enerji faturaları bu kadar kabarmayabilirdi. Bugün son güneş enerjisi yarışmasında ortaya çıkan fiyat kilovatsaat başına 2,5 sent iken ithal doğalgaz ve kömüre aynı elektrik için yaklaşık 10 sent ödeniyor. Mersin’deki nükleer santral devreye girerse ona da 12,5 sent ödenecek. Faturaları düşürmek için elinizde araç var ancak hükümet onları kullanmamakta ısrarcı. Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyelinin göz ardı edilip, enerji tüketimini teşvik eden politikaların desteklenmesi de cabası. Son 19 yılda 1 milyona yakın konut yapan TOKİ’nin binalarının kaçının çatısında elektrik üreten güneş paneli var? Yanıt sıfır olursa şaşırır mısınız?

Yeniden BirGün'deyim

 Güzel bir haberim var, sizlerle de paylaşmak istedim. Yarından itibaren her cuma yazı ve haber analizeriyle yeniden BirGün'deyim. Katkılarınız ve desteğinizle gezegeni birlikte kurtaralım. Her cuma halkın gazetesinde buluşalım.

İklim için kırmızı alarm

İklim krizini durdurmak için zaman azalıyor.

Özgür Gürbüz/Magma-Mayıs 2022

Elektrikli otobüsler, led ampuller, enerjiyi verimli kullanan motorlar, akıllı ev aletleri, ısı pompaları,
hidrojenle çalışan trenler, güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarıyla üretilen elektrik, daha fazla bisiklet yolu, büyük bataryalar, enerji sıfır binalar… Liste uzun ama her geçen gün bu kavramları ve teknolojileri daha sık duyacağız. Enerjide elektriğin önemi artacak ve elektrik üretimi de iklim krizine neden olan petrol, kömür ve doğalgazdan yenilenebilir enerji kaynaklarına kayacak. Bilim insanları bir kapasite sorunu görmüyor. Küresel enerji tüketimi 2019 yılında 65 petawattsaatti. Günümüzün teknolojisiyle sadece güneşten üretilebilecek enerjinin karşılığı ise 5800 petawatsaat[1].

İç rahatlatıcı değil mi? Evet ama sorunu çözmek bu kadar basit değil. Bu üretim için binlerce panel, türbin ve nadir elementler dahil birçok maddeye ihtiyacımız olacağı doğru. Onların üretimi de doğaya zarar verecek. O zaman daha makul bir yol haritası çizip hasarı en aza indirmeye çalışalım. Daha az tükettiğimiz, daha az çalıştığımız, içinde bulunduğumuz endüstriyel toplumu yavaşlattığımız ama “gerçek ihtiyaçlarımızı” karşılamada da sorun yaşamadığımız yeni bir dünya düzeni kurmak zorundayız. Verimlilik artışı kaynak kullanımını azaltabilir. Yavaşlayan ekonomi, yeniden kullanım oranlarını yükseltebilir. Temel ihtiyaçlar dışındaki ürünleri az tüketmenin mutsuz olmak anlamına gelmediğini aslında biliyoruz. Kimse cep telefonu icat edilmeden önce “neden cep telefonum yok” diye üzülmüyordu. Markalarla veya nicelikle yaratılan üstünlükler zihinsel devrimlerle yıkılabilir. Endüstriyel toplumdan çıkmak ise kolay değil; çoğunluğun böyle bir talebi olduğu bile şüpheli. Sorun değil; sürdürülebilir bir yaşam modelini bu endüstriyel toplumu dönüştürerek de hayata geçirebiliriz. İdare eder.

İyi de bu kadar “zahmete” neden katlanacağız diye soruyorsunuzdur. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), “İklim Değişikliği 2022: Etkiler, Uyum ve Kırılganlık” adlı raporunu Şubat sonunda yayımladı. İklim krizi konusunda bilimsel verileri derleyen IPCC, abartısız bir dille bir kez daha kırmızı alarm veriyor. 1,1 dereceyi bulan ortalama yüzey sıcaklığındaki artış durdurulamazsa kuraklık, sıcak hava dalgaları ve su baskınları nedeniyle milyonlarca insanın gıda güvenliği ve geçinme sorunu yaşayacağını söylüyor. Afrika’da mahsul verimliliğinin 1961’den bu yana üçte bir oranında azaldığını unutmayalım.  

Yoksulluk ve ölüm
Raporun dikkat çektiği önemli bir nokta da hızla seragazı emisyonları azaltılsa bile önümüzdeki 10 yıl içinde 32 ile 132 milyon arasında insanın iklim nedeniyle aşırı yoksullaşacağı bulgusu. Çözüm adil de olmak zorunda. Paris Anlaşması’nın da ilk hedefi olan 1,5 derecelik ısı artışı, kısa bir süre için aşılsa bile, tüm canlıların yaşamını olumsuz yönde etkileyecek. Açık sözlü olmak gerekirse, sıcaklık artışını azaltmaya çalışırken bir yandan da aşırı hava olayları gibi iklim krizi kaynaklı sorunlara uyum sağlamaya çalışacağımız bir döneme girdik. Hiçbir şey yapmamanın bedeli ise anlatılamayacak kadar ağır. IPCC, emisyonların yüksek seyrettiği bir senaryoda, 2030 yılında su baskınları nedeniyle ortaya çıkacak ishal vakalarının 15 yaşından küçük çocuklarda 48 bin ek ölüme neden olacağını söylüyor.

Akdeniz’i bekleyen tehlikeler
Rapora göre Akdeniz'de de iklim krizi, özellikle su ve gıda sıkıntısına yol açacak. Örneğin, Akdeniz’de kıyı balıkçılığı yapan balıkçılar, 1,5 derecelik bir sıcaklık artışında balık türlerinin yüzde 10’unu, 4 derecelik bir artışta ise yüzde 60’ını kaybedebilir. Seragazı emisyonlarıyla ilgili mevcut politika ve taahhütlerin dünyayı yaklaşık 2,3-2,7°C ısınmaya doğru götürdüğü yine aynı raporda yazıyor. Yine Akdeniz’de, deniz seviyesindeki yükselme tehditi kültürel mirasımızı da tehdit ediyor. Efes Antik Kenti, İstanbul’un tarihi bölgeleri bu listede yer alıyor. Sıcaklık artışı 2 °C’yi bulursa Güneydoğu Akdeniz’deki nüfusun yüzde 54’ü orta şiddette su kıtlığı yaşayacak.

1,5 derecelik bir artışta Avrupa’nın Akdeniz içinde kalan bölgesinde yanan alanların oranı yüzde 40-54 arasında artarken, 2 derecede bu oran yüzde 62-87’e çıkıyor. Ortalama sıcaklık artışı 3 dereceye çıkarsa, orman yangınları sonucu kaybedeceğimiz alanın büyüklüğü 1,5 dereceye göre 3 kat fazla olabilir. 2021’de iklim krizinin tetiklediği yangınlar Türkiye’nin Akdeniz kıyısını cehenneme çevirmişti, ne yazık ki daha kötüsü bizleri bekliyor. Su baskınlarıyla karşı karşıya kalacak küresel nüfusun oranı da yarım derecelik artışla yüzde 24’ten yüzde 30’a çıkıyor. Seragazı emisyonlarını azaltmak için atılan her adımın değeri büyük. 1,5 derecelik bir sıcaklık artışında nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan karasal türlerin oranı yüzde 14 iken, 2 derecede bu oran yüzde 18’e, 3 derecede ise yüzde 29’a çıkıyor.

İklim krizini durdurmazsak karşılaşacağımız yıkım büyük ama bu bizi korkutmamalı. Seragazı emisyonlarını azaltmak ve bugünkünden daha güzel bir dünya kurmak mümkün. Artık, buzulların nasıl eridiğine değil, erimeyi durdurmak için ne yaptığımıza odaklanma dönemindeyiz.



[1] Güneş ve rüzgar küresel enerji talebinin 100 katını karşılayabilir. https://carbontracker.org/solar-and-wind-can-meet-world-energy-demand-100-times-over-renewables/