Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Türkiye’nin nadir element ihtiyacı tartışılır

Özgür Gürbüz-BirGün / 23 Ekim 2025

Foto: Dominik Vanyi on Unsplash
Eskişehir Beylikova’da 694 milyon ton nadir toprak elementi olduğu ilk olarak 2022 yılında açıklanmıştı. Üç yıl sonra CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu elementlerin ABD’ye verileceği iddiaları nadir toprak elementlerini yeniden gündeme getirdi. Yüksek teknoloji ürünlerinde, enerji sektörü ve savaş aletlerinde kullanılan bu elementlere kayıtsız kalmak mümkün değil. Türkiye’nin ihtiyacı ise tartışılır.

Nadir element ithalatımızın tutarı 2015 yılında 1 milyon 180 bin dolarmış (MTA, 2017). 2019 yılında bu rakam 2 milyon 629 bin dolara çıkmış. 2019 ithalatının 1 milyon dolarlık kısmı Çin Halk Cumhuriyeti’nden yapılmış (Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı verileri). Çin’den sonra değer açısından en çok ithalatı Hindistan ve Avusturya’dan yapmışız. Ticaret Bakanlığı’nın halka açık 2024 yılı ithalat verileri nadir elementleri detaylandırılmasa da ilgili kalemden geçen yılki ithalatın 2019 seviyesinin de altında olduğunu tahmin ediyoruz.

Yılda 20 makam arabası parası verdiğimiz bu madenleri ithal etmiyoruz çünkü kullanıldığı yüksek teknoloji, enerji, silah üretimi gibi alanlarda ciddi bir üretici değil. Füze ve jet motorları, radarlar, lazerler, elektrik motorlarında kullanılan özel mıknatısların üretiminde kullanılan bu maddelere çok az ihtiyacı oluyor. 2015’te ithal edilen nadir element miktarı sadece 38 kilogramdı.

Türkiye’nin bir başka sorunu da bu elementleri işleme kapasitesine sahip olmaması. Çin dünyadaki nadir elementleri işleme kapasitesinin yüzde 87’sine sahip. Teknolojiye hâkim ve aynı zamanda bu işi diğer ülkelere göre daha düşük maliyete yapabiliyor. İşin püf noktası da bu. Nadir elementler adının aksine aslında dünyada birçok yerde var ancak belli bir bölgede yüksek yoğunlukta olmaları çıkarılmasını kolaylaştırıyor. Cevheri işlemeyi bilmek, içinden az miktardaki madenleri çıkarmak ise ayrı bir bilgi gerektiriyor. Elementlerin değeri de bu süreçte artıyor. Ham maddeyi satmak aynı altın, gümüş ve mermerde yaptığımız gibi yerine yenisini koyamayacağımız bu madenleri ucuza başka ülkelere ve şirketlere ikram etmeye benziyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Salı günkü gurup toplantısında imzaladığı kanun tasarısı bu yüzden önemliydi. Teklifte nadir toprak elementlerinin sadece devlet tarafından işlenmesini ve hammadde halinde satılmamasını garanti altına alacak iki madde var. AKP hükümeti bu kanun teklifine de hayır derse, ABD ile anlaşma yapıldığı iddiaları güçlenir. Nadir elementleri ucuza başka ülkelere ikram etme düşüncesinde değilse AKP’nin de bu kanun teklifine hayır dememesi gerekir.

Kanun teklifinin eksik tarafı ise işin çevre boyutu. Madencilik faaliyetlerinin hepsinde olduğu gibi nadir elementlerin çıkarılmasından işlenmesine kadar olan tüm süreçte toprak, su ve hava toksik kimyasallarla kirlenir. En başta da madende çalışan işçiler risk altındadır. Kullanılan iki temel yöntem var. Liç yöntemiyle havuzlarda çıkarılan cevherden kimyasallarla metalleri ayırmak. Ancak Türkiye’de defalarca gördüğümüz gibi toksik kimyasallarla dolu bu havuzlardan toprağa ve yeraltı sularına sızmalar olabiliyor. İkincisinde ise benzer bir yöntemi PVC borularla toprağa kimyasallar vererek uygulamak. Sonuçları ve riskleri aynı. İki yöntemde de çevre ve sağlık açısından yüksek risk taşıyan zehirli atık dağları ortaya çıkar. Her ton nadir toprak elementi için 2 bin ton toksik atık üretildiği belirtiliyor ki bu cevherler uranyum ve toryum içerdiği için radyasyon tehlikesi de söz konusu.

Türkiye sadece son 15 yılda, metal madenciliğinde birçok ülkenin tarihinde görmediği çok ciddi maden kazalarına tanıklık etti. Erzincan İliç’te Çöpler altın madeni, Giresun Şebinkarahisar kurşun, çinko, bakır madeni, Balıkesir Karaayıt demir madeni, Ordu Kabadüz kurşun, bakır, çinko madeni ve Kütahya Eti gümüş madeninde atık havuzlarıyla ilgili kazalar başka ülkelerde olsa madencilik faaliyetleri o ülkelerde askıya bile alınırdı.

Eğer bu madenciliği yapmaya niyetliysek, kanun teklifine çevreyle ilgili en sıkı standartları yerine getirme şartını da detaylı bir maddeyle eklemek gerekir. Nadir elementleri kullanan teknoloji üretimine girmeyeceksek ya da girip zarar etmeme şansımız yoksa onları yerinde bırakmak daha akıllıca bile olabilir. Belki bundan 10-20 yıl sonra başka bir madencilik mümkün olur ya da endüstriyel çağın dayattığı bu teknolojik ürünleri başka bir yöntemle üretme şansı buluruz. İçinde yaşadığımız endüstriyel toplumun çözüm önerileri bile büyük sorunlar yaratabiliyor; trajik olan da aslında bu. Defineci mantığıyla, ülkenin gaz, maden, petrol bularak kurtulacağına inandırılan halka ve jelibonla kurtulacağına inanan Melih Gökçek’e sürecin tüm gerçekleri anlatılmalı.

Elektrikli otomobiller elektromanyetik alan testini geçti

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2025

İklimi değiştiren seragazlarının yaklaşık yüzde 15’inden ulaşım sektörü sorumlu. Petrolle çalışan araçların yerini elektrikle çalışan araçların alması gezegenin kurtuluşu için hayati öneme sahip. Elbette kullandıkları elektriğin güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilmesi şartıyla. Öncelik elektrikli toplu taşımada (tren, metro, tramvay ve otobüs) olsa da elektrikli otomobiller de alternatifler arasında ve hızla yaygınlaşıyor.

Elektrikli otomobillerin güvenliği de önemli bir sorun. İsviçreElektrik ve Mobil İletişim Araştırma Vakfı elektrikli ve hibrit araçların yaydığı manyetik alanı ve yolculara etkisini araştırmış. İncelenen 13 elektrikli araç modelinin hepsinde ve elektrikli motosiklet ile basgit (scooter) örneklerinde sınır değerlerin açılmadığı tespit edilmiş. Sağlıkla ilgili sorun yaratması düşük olasılık deniyor.

Bu iyi haber ancak araştırma bir noktaya da dikkat çekmiş. Bazı araçlarda manyetik alan değerlerinin zirve yaptığı anlarda AB Konseyi tavsiye kararını (1999/519) önemli ölçüde aşan elektromanyetik alan değerlerine rastlanmış. Elektrikli otomobillerde manyetik alanın yoğunlaştığı alanlar şoför ve sürücülerin ayaklarıyla, arka koltuktaki yolcuların karın bölgesiymiş. Bir araçta en yüksek değer birkaç yüz mikroteslaya ulaşmış ve çoğunlukla güçlü hızlanma veya frenleme manevraları sırasında meydana gelmiş. Araştırma ekibinin lideri Dr. Gernot Schmid, anlık yüksek değerlere rastlansa da bilgisayar simülasyonlarının genelde AB ve ICNIRP değerlerini karşıladığını belirtiyor.

Şu nokta önemli. Elektrikli araçları nasıl sürdüğünüz ve aracınızın yapımında bu konuya gösterilen özen, manyetik alan maruziyetini artırabilir. Güçlü hızlanma ve fren yapma değerlerin zirveye çıkmasına neden oluyor. Yavaş veya sabit hızda sürüş sırasında ise manyetik akı yoğunluğunun tepe değerleri düşük kalıyor. Bazı araçlarda kısa süreli yüksek değerlere, araçların çalıştırılması veya dururken frene basılmasında da rastlanmış. Özetle söylersek, elektrikli araçları da “efendice” sürmek sağlığınız için daha faydalı.

İşin bir de yapım kısmı var. Dr. Schmid, üreticiler araç tasarımın erken aşamalarında manyetik alan maruziyetini dikkate alırlarsa en yüksek değerleri (tepe) azaltabilirler diyor. Bazı koltuk ısıtma sistemlerinde bile referans değerlerin üzerine çıkıldığı göz önüne alınırsa asıl çözümün tasarım aşamasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Elektrikli araçlarda menzil, batarya kapasitesi gibi verilere odaklanıyoruz ama manyetik alan değerleri de tüketicilere şeffaf bir şekilde açıklansa hiç fena olmaz. Rekabette de önemli bir avantaj yaratabilir.

Araştırma sonuçları bize diğer elektrikli araçlarla elektrikli otomobillerin bir karşılaştırmasını da sunuyor. Uzun mesafe ve şehir içi toplu taşımada kullanılan elektrikli ulaşım araçlarıyla (tramvaylar, metrolar, trenler gibi) yapılan karşılaştırmalı ölçümler, uzun vadeli ortalama manyetik alan emisyonlarının, sürüş sırasında incelenen elektrikli ve şarj edilebilir hibrit arçlarla benzer büyüklükte olduğunu gösteriyor. Ancak bir fark var. Toplu taşıma araçlarında kısa süreli ve yerel olarak meydana gelen manyetik alan tepe değerleri, otomobillere göre önemli ölçüde daha düşük. Elektrikli toplu taşıma araçları sağlığınız için daha iyi diye özetleyebiliriz.

Ulaşımda seragazı emisyonlarını azaltma konusunda eldeki tek çözüm toplu ulaşımı yaygınlaştırmak ve bu araçları elektrikle çalışır hale getirmek. Şehirlerarası ulaşımda trenlerin, şehir içinde ise elektrikle çalışan metro, tramvay, otobüsün yanı sıra bisiklet gibi ulaşım araçlarının hızla yayılması gerek. Otomobil elektrikli de olsa ilk seçenek olmamalı. Dünyanın dokuz milyar insanın her birini otomobil sahibi yapacak kaynağı yok ya da bu kaynakları bireysel ihtiyaçlar için kullanma lüksü yok.

Manyetik alan riski cep telefonundan mikrodalga fırınlara, elektrikli süpürgelerden baz istasyonlarına kadar birçok alanda görmezden geldiğimiz hatta görmezden gelmeye zorlandığımız bir risk. Birçoğu yeni teknolojik ürünler olduğu için uzun dönemli çalışmalar yok, olanlar da sesini duyurmakta zorlanıyor çünkü birçok bilimsel araştırma ya da medya bu dev teknoloji şirketlerinin fon ve reklamlarıyla hayatını sürdürüyor. Cep telefonu kullanmadan sağlık sistemine ya da bankanıza ulaşamıyorsunuz. Şifrenizden aldığınız bilete kadar her şey telefonunuza geliyor. Cep telefonu sahibi olmaya zorlanıyoruz. Böyle bir dünyada kim baz istasyonlarının riskinden bahsedebilir? O yüzden bu tip araştırmaların değeri büyük.

Olimpos’un kazları

Özgür Gürbüz / 6 Ekim 2025

Foto: O. Gurbuz
Tatil yapmak için olanağım ve fırsatım olursa soluğu Antalya sınırlarındaki Olimpos’ta alırım. Burası büyük otellerin ele geçiremediği, tarih ile doğanın birleştiği bir yer. Lükse düşkünseniz, tatilde her şey önünüze gelsin istiyorsanız tavsiye etmem. Bungalovu böceğiyle, portakal ağaçları ve yüzü gülen insanlarıyla başka bir tatil yeri Olimpos.

Olimpos ve Çıralı kumsalları iribaş deniz kaplumbağalarının (Caretta caretta) da yumurtlama alanı olduğu için koruma altında. Likya Birliği’nin önemli kentlerinden “Olympos”un varlığı kıyıya bitişik büyük bir bölgeyi de arkeolojik sit alanı yapıyor. İkisi birleşince koruma kalkanı genişliyor. Betondan çok katlı yapılar, kumsalda ateş yakma gibi doğaya düşman eylemleri unutmanız gerekiyor. Olimpos’u benim için harika bir tatil beldesi yapan da bu zaten. Kitlesel turizmden uzak, kitap okuyup dinlenebileceğiniz Türkiye’deki nadir bölgelerden biri Olimpos; ulu ağaçlar ve kayalar diyarı.

Olimpos’ta kalıyorsanız denize gitmek için antik kentten geçmek ve suların bol olduğu zamanlarda kazların keyifle yüzdüğü dereyle antik kentin duvarları arasında kalan yolu takip etmek zorundasınız. Bu yıl kuraklıktan olsa gerek, derenin denizle buluştuğu yerde su çok azdı ve kazlar da yoktu. Bildiğimiz kazlar yoktu diyelim.

20-25 yıl öncesine göre elbette çok değişti Olimpos. Tüm bu koruma çabalarına rağmen koyun içine kadar giren günübirlik tur tekneleri, kaplumbağa yuvalarına zarar verme riskine rağmen sahilde peydahlanan şemsiyeler, turist sayısında artış ve antik kent sınırına kadar inen otomobiller gibi sorunlar, Türkiye’nin çevreci turizm anlayışına en yakın örneklerinden birini tehdit ediyor. Fiyatlardaki artış sırt çantalı yabancı turistleri de uzaklaştırmışa benziyor.

Foto: O. Gurbuz
Son yıllarda hızlanan antik kentteki kazı çalışmalarını ise olumlu gelişme kısmına yazmalıyız. Likya ve Roma dönemine ait önemli izler taşıyan bu kent, her yıl gün yüzüne çıkarılan görkemiyle insanı heyecanlandırıyor. Işıklandırılan antik kenti gece gezmek, sahilde yıldızları izleyip geri dönmek etkileyici. Ancak her şey dört dörtlük değil. Kültür Bakanlığı’nın yanlış bir uygulaması herkesin tadını kaçırıyor.

Olimpos’tan denize gitmek için antik kentten geçmek yani ören yeri için bilet almak zorundasınız. Eskiden Müzekartınızı kullanarak sahile sınırsızca gidebiliyordunuz. Bu yaz başında yapılan değişiklikle Müzekart’la ören yeri ve müzelere giriş sayısı tüm Türkiye’de iki ile sınırlandırıldı. Böyle olunca Olimpos’a bir hafta tatile gelen bir kişi, iki günden sonra ya yeniden Müzekart çıkarmak ya da çoklu giriş kartı almak zorunda kalıyor. Onun ücreti de beş giriş için 180 TL. Plaja 7 kez gitmek isteseniz 280 TL vermeniz gerekiyor. Karşılığında size verilen bir hizmet, şemsiye şezlong yok. Zaten koruma kuralları izin vermiyor.

Alınan ücret ayak bastı parası gibi. Antik kenti ziyaret edenlerden ücret almak anlaşılabilir ama plaja gitmenin kentin içinden geçmeyen bir yolu yok. O yüzden turnikeden her geçeni antik kent ziyaretçisi saymak yanlış. Turistlerden alınan ücret ise 10 avro, yaklaşık 500 TL. Plaja gitmek için biraz fazla değil mi?

Foto: O. Gurbuz

Sorun sadece ücret de değil. Anayasa’ya ve 7121 sayılı Kıyı Kanunu’na aykırı bir durum söz konusu. Anayasa 43. maddesinde, “Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir” yazar. Kıyı Kanunu’nun 5. maddesi de bu kararı pekiştirir: “Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır” der. Görüldüğü gibi, denize gitmek isteyenlerden alınan ücret hem yasalara hem de mantığa aykırı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Topkapı Sarayı gibi müzelere girişi yılda iki kez ile sınırlaması belki anlaşılabilir ancak Olimpos, Faselis, Patara gibi plaja erişimin antik kentlerin olduğu alanlardan geçtiği yerlerde özel bir uygulama yapmaması, bunu düşünmemesi kabul edilir bir şey değil. Müzekart’a, Olimpos benzeri ören yerleri için getirilecek farklı bir ayrıcalık (sınırsız giriş ya da yılda 20 giriş hakkı gibi) bu sorunu bir günde çözer. Yoksa Olimpos’un kazlarını görme umuduyla gidilen tatilde, pek de sevmediğim o deyim akla geliyor. Bakanlık denize girmek isteyen yurttaşını “kaz gibi yoluyor” diyeceğim, dilim varmıyor.

250 uçak ve ötesi

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Eylül 2025

Erdoğan ile Trump
İstanbul’un seçilmiş Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutsaklık süreci, Recep Tayyip Erdoğan’ın Trump’la yaptığı telefon görüşmesinden iki gün sonra başlamıştı. Erdoğan ile Trump’ın Beyaz Saray’da görüşeceklerinin açıklanmasından bir gün sonra da Mansur Yavaş’a kadar uzayacağından şüphe edilen Ankara Büyükşehir Belediyesi operasyonu başladı. CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Trump’ın oğlunun Erdoğan ile görüştüğü ve 300 Boeing marka yolcu uçağı alma karşılığında Erdoğan ile Trump’ın bugün Beyaz Saray’da yapacakları görüşmesinin ayarlandığı iddiasını da bir kenara yazmakta fayda var.

ABD Başkanı Trump’ın uluslararası ilişkilerde izlediği yöntem “zorbalıkla” “uyanık tüccar” arasında gidip geliyor. Rusya’yla savaşan Ukrayna’nın ABD’nin silahlarına ihtiyacı var. Trump burada devreye girdi ve Ukrayna’yı önemli doğal kaynaklarını borcuna karşılık vermeye zorladı. İki ülke arasında yapılan anlaşma Trump’ın istediği gibi olmasa da ABD zora düşmüş bir dostundan ekonomik fayda sağlamaya çalıştı. İran örneğinde ise zorbalık yöntemini gördük. İran uluslararası anlaşmalara İsral’den çok daha fazla uymasına rağmen, zorbalığa karşı direncini artırdığı anda ABD’nin askeri saldırısına maruz kaldı. Zorbalık bir başka seviyeye taşındı.

Türkiye ile ABD arasındaki ilişkide hangi yöntemin kullanıldığını henüz bilmiyoruz ancak Türkiye’nin Ukrayna benzeri ticari hamleler yaptığını görüyoruz. İki yüz elli adet Boeing yolcu uçağı alımının masada olduğu söyleniyor. 43 milyar doları bulacak sıvılaştırılmış doğalgaz (LNG) alımı için imzalar atıldı. Ne ilginçtir ki bu anlaşma da Trump’ın bir hafta önce NATO ülkelerini Rusya’dan gaz almayı durdurma çağrısından hemen sonra imzalandı. Türkiye geçen yıl gaz ithalatının yüzde 41’ini Rusya’dan yapmıştı. ABD’nin payı da artışını sürdürerek yüzde 10’a çıkmıştı. Yeni ithalat rakamları eskisinin üzerine eklenirse ABD İran’ı geride bırakıp, Türkiye’nin iki numaralı gaz tedarikçisi olabilir.

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar iki gün önce de New York'ta Westinghouse Electric Company İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Margaret Cosentino ile görüştüğünü duyurdu. Büyük ve küçük modüler nükleer reaktörlerle ilgili iş birliği konuşulmuş. Küçük modüler reaktörler (KMR veya SMR) henüz yapım aşamasına bile gelmedi ama yapılan hesaplamalar onların dünyanın en pahalı konvansiyonel elektrik üretim araçları olacağına işaret ediyor. Avustralya için yapılan tahminler, küçük reaktörlerin elektrik üretim maliyetinin kilovatsaat başına 21 ila 39 dolar sent arasında olacağını gösteriyor. Rüzgâr ve güneşle aynı elektriği üretmenin maliyeti 2 ila 4 dolar sent civarında.[1] Nükleer enerji, yakıttan teknolojiye bağımlılıkla geliyor; Trump elbette bizim güneş değil nükleer santral yapmamızı isteyecek. Bakan Bayraktar ayrıca ABD’li iş insanlarıyla bir araya gelip onları Türkiye’de yatırım yapmaya da çağırdı.

Zorbalık ve tüccarlık oyununda gözden kaçmaması gereken bir gelişme de Türkiye’nin ABD’den ithal edilen otomobillere uygulanan vergiler kaldırıldı. Halbuki bu vergiler ABD’nin Türkiye’den giden çelik ve alüminyum ürünlerine ek vergi getirilmesine karşılık verme amacıyla konulmuştu. Türkiye ya da Erdoğan acaba bu jestleri karşılığında ne aldı? Ya da bu da zorbalık sonucu verilmiş bir taviz miydi? Kısa zamanda öğreneceğimize eminim.

Bugün Beyaz Saray’da yapılacak görüşme muhtemelen her detayının önceden belirlendiği bir tiyatro oyununa benzeyecek. Erdoğan Filistin’i savunan cümleler sarf edecek, Trump yapılan ticari anlaşmaları övecek. Kimbilir, belki de “van minüt” benzeri bir sahne bile görürüz. Oyunun içeriğini bilmek zor ama yukarıda özetlemeye çalıştığım provalara bakınca adını tahmin edebiliyoruz: Zorba ve tüccar. 


[1] World Nuclear Industry Status Report 2025

Enerjide plan yok çorba var

Özgür Gürbüz-BirGun / 17 Eylül 2025

Foto: ETKB
Yazın güneş çarpması nedeniyle bir gün evde yatınca kadim dostlarımdan Yaşar Kanbur o akşam kapımı çalmış, yanında da kendi elleriyle yaptığı muhteşem ayran aşı çorbasını getirmişti. Yaşar klasik formüle ‘mısır’ gibi farklı eklemeler de yapmıştı. Yaptığı ayran aşının tadı damağımda kaldı. Yemekle hiç işim olmamasına rağmen “öğrensem mi yapmayı” diye düşündüm. Ben malzemeleri öğrenene kadar Enerji Bakanlığı Türkiye’nin enerji planlarını çorbaya döndürecek tarifini açıkladı. Ayran aşı sıcak havalara bire bir ama konu enerji olunca kâseye bu kadar birbirine benzemez malzeme atmak çok iyi sonuç vermez. Üstelik ayran aşı serinletirken, Enerji Bakanlığı’nın çorbası hem ülkeyi hem de dünyayı daha da ısıtacak.

Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, 5 Eylül’de yerli kömürle çalışan termik santrallarda üretilen elektriğin, 2030 yılına kadar kilovatsaatine 7,5 sent verilerek satın alınacağını açıkladı. Yeni yapılan yerli kömürle çalışan termik santrallarda bu teşviğin süresi 2045 yılına kadar da uzayacakmış. Ömrünü tamamlamış kömür santrallarının yerine yenileri yapılacakmış. Bugün kolları sıvayıp beş yıl sonra kömürlü termik santral kuran bir şirket yaşadı; 15 yıllık  alım garantisini kapacak. Kömürlü santralların çalışma süresinin 30-40 yıl olduğunu düşünürsek, 2060 veya 2070 yılına kadar çalışabilecek santrallardan bahsediyoruz. Özetle bu politika ve teşviklerle Türkiye yarım asır daha kömür külü yutacak, isini soluyacak ve iklim krizini coşturmaya devam edecek.

Bir gün sonra Bakan Bayraktar Teknofest’te konuştu. “Türkiye'nin en az 15 bin megavatlık konvansiyonel nükleer güce sahip olması lazım. Akkuyu, Sinop ve Trakya'da en az 12 tane büyük ve küçük nükleer reaktöre sahip olmamız lazım” dedi. Çok değil 11 ay önce de 2035 yılına kadar Türkiye’nin mevcut rüzgar ve güneş kurulu gücünü de 2035’e kadar 120 bin megavata çıkarma hedefini açıklamıştı. Halihazırda rüzgar ve güneş kurulu gücü 37 bin megavat. Umarım hükümetin genetik çalışmaları elektrikle beslenen insan üzerinde çalışmalarını hızlandırmıştır. Meraları ve zeytinlikleri santrallarla, havayı ve suyu radyasyonla zehirleyeceğimize göre bize elektrik yemekten başka bir seçenek kalmıyor.

Türkiye’nin elbette bu kadar santrala ya da elektriğe ihtiyacı yok. Enerjiyi verimli kullanmaya, daha iyi iletim hatlarına ve yenilenebilir enerjiden üretilen elektriği depolayacak makul bir batarya kapasitesine ihtiyacı var. Her şeyden önce de enerji talebini belirleyecek çevreci sanayi, ekonomi, ulaşım ve kentleşme politikalarına gereksinimimiz var. Talebi kontrol etmeden yapacağınız her santral boşa harcanan para, yok edilen doğa demek. Almanya gibi bir sanayi devinin 1990’dan bu yana birincil enerji talebini yüzde 20 azaltıp, aynı dönemde Gayri Safi Hasılası’nı yüzde 50 oranında arttırmayı başardığını birilerinin Enerji Bakanlığı’na anlatması gerek.

Türkiye’nin “2053 net sıfır hedefi”nin de kömür santrallarına verilen teşviklerle artık bir efsaneye dönüştüğü de ortada. Net sıfır hedefinin diğer planlarla örtüşmediğini sanırım ilk kez BirGün Pazar’daki 7 Kasım 2021 tarihli, “Hayaller Net Sıfır Gerçekler Yerli Kömür” başlıklı yazımda belirtmiştim. Yeni termik santrallara yeşil ışık yakan teşviklerle de 2053 yılında Türkiye’de kömürden elektrik üreten santral görme şansımız iyice arttı. Türkiye’nin seragazı emisyonlarının yüzde 71’i enerji kaynaklı. Kömürün toplam emisyonlardaki payı yüzde 20, karbondioksit emisyonları içindeki payı yüzde 40’ı buluyor. Kömürden vazgeçmeden Türkiye’nin değil net sıfıra ulaşması, ciddi bir emisyon azaltımı yapması mümkün değil.

Bir yıl sonra düzenlenecek COP 31’e (BM gözetiminde her yıl tüm ülkeleri bir araya getiren en önemli iklim toplantısı) ev sahipliği yapmak isteyen, iklim kriziyle mücadele fonlarının hepsinden pay almak için sıraya giren Türkiye, bir yandan Akbelen’de zeytin ağaçlarını köklüyor bir yandan da yeni kömür santrallarına teşvik yağdırıyor. Ayran aşı hatta aşurenin içine farklı onlarca malzeme koyabilirsiniz. Bir yere kadar kaldırır. Ama enerjideki gibi, tutarsızlık ve plansızlıkta ısrar ederseniz hem malzemeyi ziyan eder hem de çorbayı içeni daha beter hasta edersiniz.  

Trump nükleer santral satmak istiyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 4 Eylük 2025

Foto: The White House
ABD Başkanı Donald Trump, son günlerde rüzgâr ve güneş enerjisine saldırılarını sıklaştırdı. Bir yandan sosyal bu teknolojileri pahalı ve tehlikeli gösteren komplo teorilerini paylaşıyor bir yandan da nükleer ve fosil yakıtlarla (petrol, kömür ve gaz) çalışan santrallara geri döneceğini söylüyor. Geri döneceğiz kelimesi önemli. Trump da biliyor ki kömür santralları ve nükleer enerji gözden düştü, rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji liderliği aldı. Ne gariptir ki nükleer ve kömürün “gittiğini” yazmayan medya şimdi “geri dönüyorlar” diye başlıklar atıyor. Parayı veren düdüğü çalıyor.

Nedir Trump’ın hesabı? Rüzgar söylediği gibi pahalı ve işe yaramaz mı? Birleşik Krallık’ta yaşayan Britanyalılar elektrik üretiminde ilk sıraya yükselip, ülkenin ihtiyacının yüzde 30’unu karşılayan rüzgar enerjisinden Trump’ın söylediği gibi şikayetçi mi? Ya da nükleer ve kömür kaynaklı elektrik üretiminin ABD’de arttığını söyleyen Trump haklı mı?

Rakamlar ortada. ABD’nin elektrik üretiminde nükleerin payı 2024’te yüzde 18,1 oldu. Dört yıl önce yüzde 19,7’ydi. Ülkedeki kömürlü termik santrallar 10 yıl önce ürettikleri elektriğin yarısından azını üretiyor. İklim krizine yol açan fosil yakıtlar içinde sadece gazın payı artıyor. Yenilenebilir enerjinin elektrik üretimindeki payı da ABD’de yüzde 21, nükleerden fazla.

Trump’ın iddia ettiği gibi yenilenebilir enerji pahalı mı? Hayır, aksine başta nükleer enerji olmak üzere fosil yakıtlar daha pahalı. ABD’deki enerji piyasasına dayanılarak yapılan analizler (Lazard), bugün nükleer santrallarda 1 kilovatsaat elektrik üretmenin maliyetinin en az 14 sent (ABD Doları) olduğunu gösteriyor. Kömür santralları ise nükleerden yarı yarıya ucuz; 7,1 sent. Aynı elektriği rüzgârdan 3,7, güneşten 3,8 sente üretebiliyorsunuz. Türkiye’de rakamlar daha da düşük. Çevreye ve iklime verdiğiniz zarar da kömür ve nükleere göre kıyaslanamayacak derecede az. Trump’ın çirkin bulduğu rüzgâr santrallarına veya güneş panellerine batarya ekleyip, sürekli elektrik üretmenin maliyeti de kilovatsaat başına 4,4 ila 5 sent arasında. Batarya maliyeti bile rüzgâr ve güneşi nükleer ya da kömürden pahalı yapmıyor.

Trump doğruyu söylemiyor. Peki, neden?  ABD’nin nükleer enerjiyi yeniden canlandırma isteğinin ardında ekonomik ya da iklimle ilgili gerekçeler yok. Durum daha çok jeopolitik. Küresel nükleer enerji pazarına Rusya ve Çin hâkim. Çin daha çok kendi evinde nükleer reaktör yapsa da Pakistan’dan sonra İngiltere’yle uluslararası pazara da adım attı. Kırklareli’nde yapılmak istenen nükleer santralla da ilgileniyorlar. Rusya ise uluslararası pazarın asıl hâkimi. Hindistan, Mısır, Bangladeş, İran ve Türkiye’de nükleer santral yapıyorlar.

Batı Avrupa ve ABD’li firmalar, Rusya ve Çin’e hem gelir hem de jeopolitik avantaj sağlayan nükleer enerji alanındaki açıklarını kapatmak için “küçük modüler nükleer reaktör-SMR” kavramını ortaya attı. Küçük reaktörler nükleer enerjinin atık, kaza riski ve maliyet gibi hiçbir sorununu çözmüyor. Sadece küçük kapasitedeler ve teoride çok sayıda sipariş aldıklarında daha hızlı ve ucuza mal edilebilecekler. Hesaplar ise tersini söylüyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın SMR’ler için yaptığı analizlerde bile bugün 1 kW’lık kurulu güç için 10 bin dolar yatırım gerektiği, bunun da mevcut büyük nükleer reaktörlere göre iki kat pahalı olduğu belirtiliyor. Maliyeti düşürmenin tek yolu siparişleri delice artırmak ve bunun için Türkiye gibi bu tuzağa düşecek ülkelere ihtiyaçları var. Yatırım finansmanını siparişlerle karşılamak, işler kötü giderse de maliyeti oltaya takılan ülkelere ödetmek istiyorlar. Dünya Bankası finansmanından AB’nin yeşil taksonomisine kadar her türlü finansal aracı bu uğurda seferber ettiler.

Pazarlama çalışmasında Amazon, Google gibi dev teknoloji şirketlerini de kullanıyorlar. Bu firmaların nükleer enerji şirketleriyle yaptıkları anlaşmalar ve Rusya korkusu tavan yapan Polonya ve Çekya gibi ülkelerin SMR siparişleri bir dişin kovuğunu doldurmayacak kadar küçük. Öyle de olsa konuyu yakından takip etmeyenlerde “nükleer enerji geri geliyor” algısını yaratmada başarılı oluyor. Halbuki 2024 yılında kurulan elektrik santralarının yüzde 92,5’i yenilenebilir enerji. Gaz ve kömürü de çıkarınca nükleerin etkisiz eleman olduğu görülüyor.

Trump ve arkadaşları ise enerji alanında tam kontrol istiyor. Büyük santrallar, büyük firmalar; uranyum, gaz ve petrol gibi sınırlı kaynaklar üzerinden yürüyen enerji üretimi onların isteği. Rüzgâr ve güneş gibi dağıtık ve küçük yatırımlara yeşil ışık yakan seçenekler keyiflerini kaçırıyor. Son bir veriyle bitirelim. ABD’de şu anda yapımı süren nükleer reaktör sayısı kaç biliyor musunuz? Sıfır. Aman Trump duymasın.  

Ormanları yaktılar demek herkesi rahatlatıyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 21 Ağustos 2025

Foto: Landon Parenteau on Unsplash
İklim değişikliğini inkâr etmek mi kolay onu durdurmaya çalışmak mı? İnkâr etmek daha kolay çünkü iklim krizi yoksa aynı tas aynı hamam devam etmenin de mahsuru yok. Mücadeleye de hayatımızı değiştirmeye de gerek yok.

Orman yangınlarıyla ilgili söylemlerde de aynı motivasyonu görüyoruz. Veriler bize yangınların yüzde 90’ının insan eylemleriyle başladığını söylüyor. İletişimdeki özensizlik nedeniyle çoğu insan yangınları art niyetli insanların çıkardığını düşünüyor. Böyle olunca da ne ormanları ranta açan, iklimi değiştiren siyaset değişiyor ne de bizim siyasi ve bireysel tercihlerimiz.

İletişimdeki özensizliği de açayım. “Yüzde 90’ı insan kaynaklı” dediğimizde çoğu kişi bunu, ‘orman yangınlarının yüzde 90’ını insanlar yakıyor’ diye anlıyor. Halbuki iklim değişikliği kaynaklı sıcak hava dalgaları nemi azaltıyor, ortamı hazırlıyor, insan faaliyetleri yangını başlatıyor. Hangi insan faaliyetleri?

2024 yılında çıkan 3797 yangının yüzde 30’unun nedeni bulunamamış. Yüzde 7’ye yakını anız yakmadan, yüzde 6’sı avcılık ve çoban ateşinden, yüzde 2,7’si ise sigara izmaritinden çıkmış. Kasıtlı başlatılan yangınların oranı ise sigara izmaritine çok yakın; yüzde 3. Enerji tesisleri kaynaklı yangınların payı da avcılık kadar. Ormanların yanmasında anız yakma ve enerji kadar paya sahip olan avcılık ya da kasıtlı yangınlar kadar paya sahip sigara izmariti meselesinin gündeme gelmemesi garip değil mi?

Görüldüğü gibi işi bir ‘meczuba’ yükleyince sistemsel bir eleştiri ve değişiklik şansı kalmıyor. Herkesin de işine geliyor sanki bu durum. Avcılık eleştirisi yok, sigara izmaritlerinin gelişi güzel her yere atılması eleştirisi yok. Sistemsel eleştiri ise hiç yok. Çalışan ve ekipman yetersizliği, orman alanlarının tahribatı, enerji hatlarındaki bakımsızlık ve yangınların hazırlayıcısı iklim krizi gündem dışı. Öyle ya, insanlar bir bidon benzin alıp ormanları yakacak kadar kötüyse başka bir neden aramaya gerek var mı? Hükümeti de bireyleri de değişime zorlayacak toplumsal baskı yangınlardan önce suçu bir kişiye atarak söndürülüyor. 

Kasıt arıyoruz ki daha çetrefilli sorunlarla uğraşmayalım. Petrol, kömür ve gaz kullanımını azaltmayı, enerjiyi verimli kullanmayı, tüketim toplumundan ekolojik topluma geçmeyi konuşmak önemsiz hale geliyor. Belki de bu ekolojik dönüşümün daha zor olduğuna hatta imkansız olduğuna inanıyoruz ya da dönüşümün kaçınılmaz olduğunu kabul etmiyoruz. Hayat kısa, bizden sonrası umurumda değil diyor da olabiliriz. Öyle söylemesek de yaşamaya gelince biz de eleştirdiklerimiz gibi yaşıyor olabiliriz.

Açık Semalar Anlaşması gibi iklimle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir konuyu, kimyasal madde püskürtmeyle ilişkilendirmeye çalışarak saçma sapan komplo teorileri üretmeyi seviyoruz. Ormanları lazerle yaktıklarını bile iddia edebiliyoruz. Bütün bu bilimi inkâr eden komplo teorilerini sosyal medyada paylaşmaktan, eşe dosta anlatmaktan hiç çekinmiyoruz. Bu garip davranışın bilime uzaklık, cahillik, araştırma yeteneğine sahip olmamak gibi nedenleri olabilir ama sadece bunlarla açıklanamaz. İşin içinde, belki de bilinç altında değişimden kaçmak veya korkmak yatıyor.

O zaman bize düşen, değişimin insanları korkuttuğu gerçeğini hesaba katıp, çözümün hiç de düşündükleri kadar zor olmadığını anlatmak olmalı. Fosil yakıt imparatorluğundan güneş cumhuriyetine geçmenin insanların hayatını zorlaştırmayacağını, kapitalizmden paylaşımcı bir ekonomiye geçmenin toplumun her kesimini mutlu edeceğini tam anlamıyla tasvir etmeli, gerektiğinde örnekleriyle göstermeliyiz. Çalışma saatlerini azaltmanın işsizlik, petrolsüz bir dünyanın evde oturmak, lüksten uzak durmanın yoksulluk anlamına gelmediğini anlatmalıyız. Mutluluğun yeni bir telefon ya da pantolonla satın alınmadığını ama paylaşıldığını tüm dostların kulağına fısıldamalıyız. Gezegenin kaynaklarının değil 8 milyar insana, 18 milyar insana da yetebileceğini asıl derdimizin bir insanın 180 insan kadar tüketmesi olduğunu verilerle açıklamalıyız.

Nobel ödüllü bilim insanı Marie Curie’nin dediği gibi, “Hayatta korkulacak bir şey yok, sadece anlaşılması gerekir. Şimdi daha fazla anlamanın zamanı, böylece daha az korkabiliriz”. Anlamak ve anlatmak zorundayız.

TÜİK enflasyondan sonra emisyonları da düşürdü


Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Ağustos 2025


Türkiye’nin her yıl raporladığı ve Birleşmiş Milletler’e de ilettiği seragazı envanteri, yayımlandıktan yaklaşık üç ay sonra değiştirildi. Böylece 598,9 milyon ton olarak açıklanan 2023 yılı  seragazı emisyonları düzeltmeyle 552 milyon ton oldu. Bir yıl öncesine göre yüzde 6,9 gibi ciddi bir oranında yükseldiğini sandığımız emisyonlar, 8 milyon ton azaldı. Türkiye’nin kişi başına düşen emisyon miktarı da 7 tona çıkmış ve AB ülkelerine yaklaşmaya başlamıştı, bu düzeltmeyle o da 6,5 tona geriledi.

Türkiye’nin Paris Anlaşması kapsamında verdiği Ulusal Katkı Beyanı’ndaki ‘zayıf’ hedefi bile ıskalayabileceğini düşünüyorduk, üç ay sonra düzeltilen rakamlarla bir anda iş değişti. İşin kötüsü bu TÜİK’in ilk vakası değil, 2006 yılında da benzer ama miktarı daha az bir düzeltmeye tanıklık etmiştik.

Bir ülkenin enerjiden tarıma, sanayiden atıklara tüm bu sektörlerdeki emisyonlarını hesaplaması elbette kolay bir iş değil ve hatalar olabilir. TÜİK’in yaptığı gibi geriye dönük düzeltme yapmak da çok rastlanılmayan bir durum değil. Ancak bu defa yapılan düzeltmenin miktarı tam 47 milyon ton karbondioksit eşdeğeri seragazı. Az buz değil, 47 milyon ton. Hırvatistan’ın toplam emisyonlarının iki katı, Avusturya’nın emisyonlarının yaklaşık üçte ikisi veya Hollanda’nın emisyonlarının üçte birine eş bir rakamdan bahsediyoruz.

Düzeltilen rakam bu kadar büyük olunca, bilgi edinme hakkımı kullanarak TÜİK’e nedeni sordum. Aldığım yanıt, “enerji sektörü emisyonları tahminindeki maddi hatadan kaynaklanmaktadır” oldu. Dünyadaki birçok ülkenin bir yıllık seragazı emisyonlarından bile fazla olan bu maddi hata, ilk bültende 442 milyon ton şeklinde açıklanan enerji sektöründen kaynaklanıyormuş. Düzeltmeden sonra enerji sektörü emisyonları da 395 milyon tona geriledi. Böylece, Türkiye’nin emisyonlarında aslan payına sahip enerji sektörü emisyonları iki yıllık yükselişin ardından inişe geçti.

Yenilenebilir enerji kaynaklarının elektrik üretiminde payı artıyor. Artan ithal kömür tüketimine rağmen bu azalma gerçekleşmiş olabilir. Zaten sorun TÜİK’in en son açıkladığı verinin doğru ya da yanlış olması değil. Yapılan hatanın büyüklüğü, bu konuda detaylı bir açıklama yapma gereği bile duyulmaması. Benzer hataların ileride Türkiye’ye mali sorunlar yaratabilme olasılığı. Türkiye kısa bir süre önce adı ‘iklim kanunu’ adı verilen, aslında emisyon ticaretini düzenlemeyi amaçlayan bir yasayı yürürlüğe koydu. Emisyon ticareti yapacaksanız bu hatalar çok pahalıya patlayabilir. Bu hatanın faturası 3 milyar 290 milyon avroya eş.

Emisyon ticareti özellikle enerji yoğun sektörlerdeki işletmelerin emisyonlarını azaltmaları için aralarında karbon ticareti yapmalarını sağlıyor. Etkisi tartışmalı bir mekanizma. Süreç de kabaca şöyle ilerliyor. Devlet, sektörlerdeki oyunculara güncel değerler ve hedeflere bakarak emisyon tahsisatı yapıyor. Bu kotaların altında kalan şirketler, kullanmadıkları kotalara denk düşen, “karbon kredilerini” satışa sunuyor. Krediler bir ton karbondioksit eşdeğeri cinsinden belirleniyor. Kotaların üstünde emisyon çıkaran, yani emisyonları artıranlar da bu kredileri satın alarak açıklarını kapatıyor. Kredi fiyatı da aynı borsa gibi arz ve talebe göre belirleniyor.

Burada asıl mesele elbette yapılan tahsisatlar. Türkiye belli şirketlere bu tahsisatı yaparken dönüp geçen yıl ne kadar seragazı emisyonu çıkarttığına bakacak. 47 milyon tonluk hatalar yapılır, tahsisatlar hatalı rakamlara dayanarak firmalara verilirse işin içinden çıkılamaz. İşin maddi karşılığı konusunda fikir sahibi olmanız için Avrupa Birliği Emisyon Ticareti’ndeki karbon kredisi fiyatını baz alalım. Bugün bir ton karbon kredisi 70 avro civarından alınıp satılıyor. 47 milyon ton emisyonun maddi karşılığı 3 milyar 290 milyon avro. Hükümet ille de emisyon ticaretiyle haşır neşir olacağım diyorsa daha titiz çalışmak, şeffaflığı ve hesap vermeyi önemsemek zorunda. Fazladan yapılan tahsisat şirketleri emisyon azaltımıyla uğraşmadan hedeflerine ulaştırır, iklim krizini de derinleştirmekten öte bir şeye yaramaz.

Türkiye’nin emisyon hesaplarının uluslararası standartlara uygun olması ve onaylanması gerektiğini de hatırlatalım. Enflasyon rakamları nasıl pazarda, markette halktan vetoyu yiyor, inandırıcılığını yitiriyorsa, Türkiye’nin emisyon rakamlarının BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’nin uzman ekibinin radarına takılabilir ve bir süre sonra Türkiye itibar kaybına uğrayabilir. 

Plastik anlaşması ve Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Ağustos 2025

Foto: IISD/ENB - Kiara Worth
Plastik 100 yıldan fazla bir süredir hayatımızda. Bu süre içerisinde daha önce plastik kullanmadan yaptığımız birçok eşya ve aleti artık plastik kullanarak üretmeye başladık. Plastiğin hayatımızı bazı noktalarda kolaylaştırdığını söyleyebiliriz ancak doğaya da büyük zarar verdi ve vermeye devam ediyor.

Sorun o kadar büyüdü ki çözümü için BM koordinasyonuyla Hükümetlerarası Müzakere Komitesi (INC) oluşturuldu. Komite beşinci oturumunu bugünlerde İsviçre’nin Cenevre kentinde yapıyor. 14 Ağustos’ta sonlanacak bu oturumda plastik kirliliğini önlemeyi amaçlayan dünyanın ilk küresel bağlayıcı anlaşmasının ortaya çıkması bekleniyor.

Görüşmeler kritik bir noktada çünkü petrol üreticisi ülkeler anlaşmanın plastik üretiminin azaltılmasını içeren kısımlarına itiraz ediyor. Dünyayı geri dönüşüm, yeniden kullanma ile oyalamaya çalışıyorlar. Plastik üretiminin azaltılmasını isteyen ülkelerin sayısı ise hiç az değil, 100’ün üzerinde ülke, milyarlarca insan bu talebi destekliyor.

Avrupa Birliği ve plastik kirliliğinden en çok etkilenenler arasında yer alan küçük ada devletleri üretimin sınırlandırılmasını destekleyenler arasında ancak aynı iklim müzakerelerinde olduğu gibi petrol dostu ülkeler sürece çomak sokma peşinde. Petrokimya sektörü ve petrol üreticileri ABD Başkanı Donald Trump’ı harekete geçirmeye çalışıyor. Rusya ve Suudi Arabistan da süreci baltalamak ve plastik üretimini azaltacak bağlayıcı bir maddenin çıkmasını önlemek için uğraşıyor. Bağlayıcı hedefe sahip Kyoto Protokolü’nden, gönüllü taahhütlere dayalı Paris Anlaşması’na nasıl geçildiyse, yine hemen hemen aynı ülkeler, bu defa da aynı zayıflatmayı plastik anlaşması için istiyorlar. Çevrecilik ve kapitalizm aynı ipte oynayamıyor.

Dünyanın bu hali artık iyice can sıkmaya başladı. Her yıl 400 milyon ton plastik üretiliyor ve 2040’a kadar bu rakam yüzde 70 oranında artabilir. Her yıl 11 milyon ton plastik atık denizleri boyluyor. Her 10 deniz kuşunun dokuzunun midesinde plastik var. Bazı balık türlerinde de durum aynı. İnsan sağlığı da besin zinciriyle doğrudan tehdit altında. Böyle bir durumda, işlemediğini bildiğimiz geri dönüşüm ve yeniden kullanım yöntemlerine güvenerek çözüme ulaşamayız. Bilim insanları plastik atıkların yüzde 10’undan azının geri dönüştürüldüğünü belirtiyor. Bir noktada da plastikler ya doğaya ya da yakma tesislerine gidiyor ki bu da bambaşka çevre sorunlarına yol açıyor.

Plastik kullanmadan üretebileceğimiz onlarca ürün var. Greenpeace tek kullanımlık plastik kullanımı sonlandıracak, 2040’a kadar plastik üretimini yüzde 75 oranında azaltacak bir anlaşmanın mümkün olduğunu söylüyor. Kolay kolay vazgeçemeyeceğimiz plastik ürünler de var. Doktorlar, nüfus artışına da bağlı olarak, hem hijyen koşullarını artırdığı hem de hızlı olduğu için plastik şırınga kullanıyor. Eskiden cam şırıngalar vardı ve bunlar kullanıldıktan sonra sterilize ediliyordu. Hasta sayısı az olan yerlerde cam şırınga kullanılmasının önünde bir engel yok ama bir kısıtlama yoksa kolay olan tercih ediliyor.


Cam şırıngadan plastiğe geçişin kısmen kabul edilebilir gerekçeleri olsa da cam şişeden plastik şişelere geçmeyi haklı çıkaracak argümanlar oldukça zayıf. ‘Tek kullanımlık plastik’ dediğimiz, pet şişeler, pipetler, kahve bardağı kapakları, plastik çatal ve bıçaklar, torbalar bir zorunluluktan çok üreticilerin dayatmasıyla hayatımıza girdiler. Cam meşrubat şişeleri varken, depozito uygulaması nedeniyle boşalan şişeyi markete götürür, onların yeniden kullanılmasını sağlardık. Meşrubat firmaları için de aslında değişen bir şey yoktu, dolu kasayı getirdiklerinde boş kasayı alırlardı. Yıka ve yeniden kullan. Elbette onlar en kolayı seçtiler ve depozitolu şişeleri hayatımızdan çıkarttırdılar. Ürettikleri plastik şişelerin nereye atıldığı onların sorunu olmadıkça ya da cezai bir yaptırım uygulanmadıkça da değişmek istemeyecekler. Çünkü işleri çok kolaylaştı. Sorunu doğaya yüklediler.

Şimdi ise birçok ülkede depozito geri geldi, plastik kullanımıyla ilgili yasaklar artıyor. Türkiye ise yıllardır kapsamı çok dar olan bir depozito yönetim sistemini hayata geçiremedi. Ertelenmezse 2026 yılında uygulanmaya başlanacak. Tek kullanımlık plastikler konusunda ise hiçbir hazırlık yok. Türkiye her yıl 5,6 milyon ton plastik atık üretiyor, üstüne tonlarca plastik atık ithal ediyor ve sadece izliyor. Yok mu hükümette afili bir üniversiteden ‘atık yönetimi diploması’ yaptırmış bir kişi? Çözelim şu işi!

Orman satarak mı yanarak mı biter?

Özgür Gürbüz-BirGün / 31 Temmuz 2025

Şarköy 2025 - Foto: O. Gurbuz
İstanbul Havalimanı’nın yapımı için ÇED raporuna göre 2,5 milyon ağaç kesildi. Kuzey Ormanları Savunması bu rakamın taş ocakları, Kuzey Marmara Otoyolu da hesaba katıldığında 13 milyonu bulduğunu söylemiş, 6 bin 500 hektar diye de belirtmişti. 2014, 2015 ve 2018’de tüm Türkiye’de yanan orman alanını miktarı her yıl için 6 bin hektarın altındaydı. İstanbul Havalimanı için kesilen ağaç sayısı o yıllarda yangınlarda kaybettiğimizden fazlaydı.

Yanan ormanlara üzülüyoruz, kahroluyoruz ancak yıktığımız ormanlarla aynı duygusal bağı kuramıyoruz. İnsanlar bu ilişkiyi kurabilseydi bugün İstanbul Havalimanı, önünde milyonların gözyaşları içinde ağıt yaktığı bir türbeye dönerdi. Yeşil bir mezarlık misali. Tam tersine, milyonlarca ağacın kesildiği bu havalimanı, yanından geçen otoyol, o yolu Anadolu’ya bağlayan üçüncü köprü birçok insana ‘icraat’ diye anlatıldı ve insanlar bu ‘icraatlara’ oy verdiler. Çağımızda ne gördüğümüz bize ne anlatıldığına bağlı.

MDF ve Yonga Levha Sanayicileri Derneği bir sunumunda mobilya ve ağaç satışıyla Türkiye’nin 6 milyar dolarlık ihracata ulaştığından bahsederek övünüyor. 2000 yılında 2 milyon metreküp olan üretim kapasitesi 7 kat artarak 15 milyona çıkmış. Üretim kapasitesi artıyorsa kesilen ağaç sayısı da artıyordur. Zaten, “Orman Genel Müdürlüğü’nün üretimini artırması mobilya ve ağaç sektörlerinin büyümesinin arkasındaki en büyük itici güçtür” diyorlar. Orman yangınlarıyla kaybın giderek arttığı ve iklim krizi nedeniyle de artmasının beklendiği bu dönemde ağaçları kesip ihraç etmek sizce de yanlış bir politika değil mi?

Prof. Dr. Doğanay Tolunay, 1984-2024 yılları arasında verilen izinlerle (maden, enerji ve turizm tesisleri gibi) 932 bin hektarlık orman alanının kaybedildiğini, 40 yıldaki izinlerin yarısının da 2021-2024 arasında verildiğini belirtmişti. Doğayı bir hiç, üstüne koyduğumuz her betonu yatırım gören anlayışı yıkmadıkça gerçekte ne kaybettiğimizi de anlayamayacağız.

Prof. Dr. Erdoğan Atmış da birkaç gün önce BirGün’deki yazısında bütçe kısıntısının orman yangınlarıyla mücadele gücünü nasıl azalttığını kalem kalem yazdı. Türkiye’nin bütçesini nerelere harcadığını hepimiz biliyoruz. Makam arabaları, ne işe yaradığı belli olmayan kurumlar, arpalıklar… Yangınla mücadele mevsimsel ve masraflı bir iş olsa da sorun kaynak sorunu değil; hepimiz bunun farkındayız. Hem gerekli önlemleri almak hem de yukarıda örneklerdeki yanlış olumlu algıyı kırmak zorundayız.

İklim değişikliğinin orman yangınlarının sayısını ve şiddetini artıracağını biliyoruz. 2050’ye kadar artış oranı yüzde 30’u bulabilir. Yılda 100 orman yangını görüyorsak 130’a çıkabilir. İklim krizi nedeniyle yanmaya daha hazır hale gelen ormanlarda yangın başlama olasılığı (ister ihmal ister kasıt) artıyor. İklim değişikliğini durdurmadan sadece uçak, arazöz veya orman işçisi alarak sorunu çözemeyiz çünkü durmaya niyeti olmayan ve devamlı hızlanan bir aracın önüne ne kadar engel koyacağımızı bilmiyoruz. Bugün yeterli olan yarın yetersiz olacak. Kömürden, petrolden ve gazdan vazgeçmezsek ormanlardan vazgeçmek zorunda kalacağız. Bu bağlantıyı görmezden gelerek sorunu çözemeyiz.

Orman yangınlarıyla mücadelede en az konuştuğumuz ama belki de en önemli konu ormanla kurduğumuz ilişki. Ormanların bu kadar risk altında olduğu bir dönemde insanı ormanı tüketmekten de vazgeçirmemiz gerekiyor. Orman manzaralı ev, ağaçların arasındaki turistik tesis, parka çevrilmiş ormanlık alan kavramları tarih olmalı. İnsan ormanda yerleşik oldukça elektrik kabloları, sigara izmaritleri, mangal külleri de ormanla tanışıyor. Madenler gibi sanayi tesislerine ormanda çalışma izni vermeyeceğimiz bir döneme girmeliyiz. Özellikle de ihracat amaçlı açılan madenler kırmızı listede olmalı. Endüstriyel hayatın bir parçası olmayı kabul etmiş de olsak gezegenin sınırları olduğu gerçeğini göz ardı ederek yaşayamayız. Kapitalizmin sınırsız tüketimi bizi yok oluşa götürüyor. Yanana üzülüp sattığımıza ve kestiğimize sevinecek bir durumumuz yok.  

İklim Kanunu kadük olacak

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Temmuz 2025

Foto: BirGün
Maden ve enerji santrallarına, zeytinlikler dahil birçok doğal alanı tahrip etme izni veren torba yasa teklifi Meclis’te kabul edilirse hükümetin öve öve bitiremediği İklim Kanunu kadük olacak.

Dün Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren İklim Kanunu’nun beşinci maddesinin beşinci fıkrası aynen şöyle diyor: “Net sıfır emisyon hedefinin sağlanmasına yönelik emisyonların dengelenmesi için orman, tarım, mera ve sulak alanlarda karbon yutağı kayıplarını engellemek üzere ilgili kurum ve kuruluşlarca tedbirler alınır, yutak alanların ve korunan alanların korunarak artırılması sağlanır”. Kulağa hoş geliyor.

Gelelim Meclis’te görüşülen, ‘süper izin’ yasası diye de bilinen torba kanun teklifine. Teklifte öyle maddeler var ki İklim Kanunu’nun elle tutulur birkaç satırını da yok sayıyor. İklim krizini durdurmak için başta karbondioksit olmak üzere seragazı emisyonlarını azaltmalıyız. Azaltamadığımızı da ormanlar, meralar, tarım alanları ve sulak alanlar gibi yutak alanlarla tutarak atmosfere ulaşmasını engellemek zorundayız. Bu bilgiye İklim Kanunu’nu bir hafta önce Meclis’ten geçiren yasa yapıcılarımız da herhalde sahiptir.

Torba yasa teklifi ise İklim Kanunu’nda yazanın tam tersini yapıyor. Madencilik yapılmasına izin verilen orman alanlarından bahsediyor. Bir başka deyişle, İklim Kanunu’nda korunarak artırılması hedeflenen ormanlar (yutak alanlar) madenciliğe açılıyor. Üstelik izin ve yönetim süreci Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü’ne (MAPEG) devredilecek.

Torba yasa teklifine konan geçici maddeyle Muğla’da zeytinliklerin, yani bir başka yutak alanının, kömür madenciliğine açılması da mümkün kılınıyor. Hem karbondioksiti tutan ağaçlar yok edilecek hem de kömür yakılarak atmosfere daha fazla karbondioksit bırakılacak. Zeytincilik Kanunu’nu delmeyi amaçlayan bu madde emsal kabul edilirse başka zeytinliklerde de devamı gelebilir.

Teklifte doğal ve tarihi alanlarla ilgili ilginç bir düzenleme de yer alıyor. Korunan alanlar, sit alanları, sulak alanlar gibi yine önemli yutak alanların farklı endüstriyel projelere açılmasında izin sürecini dört ayla sınırlıyor. Dört ayda başvurulara yanıt alınmazsa, izin verilmiş sayılıyor. Bu kadar önemli, korunması gereken bölgelerde yapılacak tesislere karşı detaylı bir inceleme fırsatı bile verilmiyor. İzin süreçleri oldubittiye getiriliyor. İşte size İklim Kanunu’nun içinin boş olduğunu gösteren bir örnek daha. Gerçek bu olsa da Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Toplantısı’na (COP31) Türkiye’de ev sahipliği yapmak isteyen hükümetin, İklim Kanunu çıkardık diye önümüzdeki günlerde yurt dışında bol bol reklam yapacağını da biliyoruz.

İklim Kanunu’nun somut bir hedef, fosil yakıt dediğimiz kömür, petrol ve gazdan vazgeçmeye dair bir yol haritası içermediğini, iklim kriziyle bağlantılı sosyal sorunlara hiç değinmediğini daha önce de yazmıştık. Kanun’da doğru yazılmış denebilecek birkaç satırın da başka kanunlarla boşa çıkarıldığına da tanıklık ediyoruz. İklim Kanunu’ndan geriye ne kaldı derseniz yanıtı kolay. Geriye, birkaç şirketi rahatlatacak ancak iklim krizini durduramayacak emisyon ticareti kalıyor.