Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Akkuyu 2026 sonuna kaldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 4 Aralık 2025

AKP iktidarının ilk yıllarında, 2004 yılında yeniden hortlatılan, ilk betonu 2018’in Nisan ayında dökülen Akkuyu Nükleer Santralı’nın açılışı yine ertelendi. Santralın ilk ünitesinin şebekeye elektrik vermesinin 2026 yılının sonuna kaldığı, deneme üretiminin ise 2026’ının ilk çeyreğinde başlayacağı bilgisi bana ulaştı. Bu da ilk reaktörün uluslararası anlaşmada belirtilen süreden tam 2,5 yıl sonra devreye gireceği anlamına geliyor. Elbette yeni bir erteleme olmazsa.

Akkuyu, nükleer hayallere kapılan Türkiye’nin nasıl vakit ve para kaybettiğinin çarpıcı bir örneği oldu. Tamamı çalışmaya başladığında Türkiye’nin elektrik ihtiyacının yüzde 10’unu karşılayacak diye pazarlanan nükleer santral fikri, 22 yılda bir kilovatsaat elektrik üretemedi. Şimdi size, tüm nükleer enerji fanatiklerinin ders çıkarması gereken o hikayeyi anlatayım.

2004 yılında Türkiye’nin elektrik üretiminde rüzgarın payı yüzde 0,2 civarındaydı. Güneşin payı ise sıfırdı! 2024 sonunda rüzgar bugün tükettiğimiz elektriğin tek başına yüzde 10’undan fazlasını karşılar hale geldi. Güneşin payı ise yüzde 8,6’ya ulaştı. Yıl sonunda muhtemelen o da yüzde 10’a ulaşacak.

Bugün, hidroelektrik hariç yenilenebilir enerji kaynakları Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 25’inden fazlasını karşılıyor. Nükleer gibi desteklenmediler. Konutların çatılarında güneş panellerinin kurulması zorlaştırıldı, enerji kooperatiflerinin yaygınlaşmasına izin verilmedi. Buna rağmen 24 yıl önce ortada olmayan bu kaynaklar, bugün elektrik ihtiyacımızın dörtte birini karşılar hale geldi. Küçümsenen yenilenebilir enerji kaynakları iki buçuk Akkuyu Nükleer Santralı kadar elektrik üretiyor. Geride nükleer atık bırakmıyor, ülkeyi felç edecek nükleer kaza riski taşımıyor, nükleer gibi dışa bağımlı değil ve aynı elektriği nükleere kıyasla en az dört kat daha ucuza üretiyor. AKP iktidarında nükleere harcadığımız vakti ve parayı yenilenebilir enerjiyi daha doğru kullanmaya ve enerji verimliliğine harcasaydık bu rakamların iki katına bile ulaşabilirdik. İşte AKP ve nükleer lobinin çeyrek asırda ülkeye kaybettirdiği bu. Daha pahalı elektrik, binlerce yıllık çevre sorunları ve dışa bağımlılık da hediyesi.                                                                                                                                           

CHP PROGRAMINDA YENİ NÜKLEERE HAYIR DEDİ

Geçen hafta sonu CHP yeni parti programını açıkladı. Programın enerji bölümünde, “ülkemizdeki­ elektri­k enerji­si­ kapasi­tesi­ni­ artırmak i­çi­n terci­hler nükleer güç santral­ i­nşa etmekten yana kullanılmayacaktır” ifadesi var. Bir önceki programda daha muğlak ifadeler kullanılmış, nükleer atık sorununun çözülmesi gibi şartlar öne sürülmüştü. Muhalefette nükleere karşı net duruş sergileyen partilerin sayısının artması umut verici. Ana muhalefet partisi, Sinop üzerinden Karadeniz’e ve Kırklareli üzerinden Trakya’ya ‘iktidara gelirsem rahat bir nefes alabilirsiniz’ mesajı veriyor. Bakalım seçmen asıl yanıt verecek? 

Programda fosil yakıt (petrol, kömür ve gaz) kullanan tesislerin ekonomik ömürleri dikkate alınarak ‘temiz enerjiye’ kademeli geçiş yapılacağı ve yeşil dönüşümün adil olmasının devlet güvencesi altına alınacağı da yazılmış. İklim alanında çalışan örgütlerin sesi duyulmuş.

İşçilerin haklarının korunarak, kömür ve diğer fosil yakıtlardan vazgeçme süreci programa girmiş. Yenilenebilir enerji alanında bireylerin ve kooperatiflerin destekleneceği de belirtilmiş. Enerji­ sektöründe kamunun düzenleyici­ ve denetleyici­ rolü ile kamunun sektördeki­ payının artırılarak kamu-özel sektör dengesinin­ sağlanacağı mesajı da ayrıca önemli. Özetle CHP, AKP’nin mevcut politikalarına birçok noktada karşı çıkan farklı bir program hazırlamış. Merak edenlerin göz atmasında fayda var.

İklim zirvesi fare doğurdu


Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Kasım 2025

Foto: Ueslei Marcelino / COP 30

Brezilya’nın Belem kentinde, BM İklim Değişikliği Taraflar Konferansı’nın 30. Toplantısı (COP 30) yapıldı. 30 yıldır yapılan görüşmelerde, sonuç metnine iklim krizinin bir numaralı sorumlusu fosil yakıtlardan (petrol, kömür ve gaz) vazgeçilecektir cümlesi yazılamadı. Ne kömüre, petrole verilen bir son tarih var ne de bir yol haritası. Belem’de de sonuç değişmedi.


İşin özünü itinayla ıskalayan devletler, sivil toplumun ağzına bir kaşık bal çalmak için iklim krizini durdurmayacak ama müzakere sürecini ayakta tutacak birkaç karar aldı. Her yıl aynı taktik. Alınan kararlardan belki de en önemlisi, iklim değişikliğine uyum çabalarına aktarılan fonların miktarını 2035’e kadar üç katına çıkarmaktı. 2021’de uyum fonlarını 2025’e kadar 40 milyar dolara çıkarma kararı alınmıştı ama olmadı. Bu sefer olacak mı; belli değil. BM Çevre Programı’na göre 2035’te gereken miktar her yıl için 310 milyar dolar. Kaldı ki finansman ihtiyacının daha da büyüyeceği ortada. İklim krizini durduramadığımız sürece kayıp da pansuman için gereken miktar da artacak. O yüzden önce yangını söndürmeliyiz.

Foto: Alex Ferro / COP 30
Belem toplantısında Adil Geçiş Mekanizması’nın kurulması da iyi haberler arasında sayıldı. Mekanizmanın uluslararası işbirliğini artırması, kırılgan gruplardan hak temelli savunuculuğa kadar birçok alanda Paris Anlaşması’nın açıklarını kapatması bekleniyor. İçi nasıl dolacak yıl içinde göreceğiz, muhtemelen 2026 sonunda Antalya’da yapılacak COP 31 toplantısının ana konularından biri bu mekanizma olacak.

Antalya demişken. Türkiye uzun zamandır bir COP toplantısına ev sahipliği yapmak istiyordu. COP 31 için Avustralya ile girilen yarışta kazanan Antalya oldu ama Türkiye müzakere sürecinin başkanlığını Avustralya’ya verdi. Toplantının ilk haftasında çekilecek aile fotoğraflarında yer alınacak, iç siyasete güçlü ülke imajıyla mesaj verilecek ve ölü sezona girmeden oteller iki üç hafta dolacak. Türkiye’nin hesabı zaten buydu, müzakere sürecini yönetmek gibi çetrefilli işleri Avustralya’ya bıraktı. Pazarlık aşamasında Türkiye’nin sadece ev sahibi ülke olması bile gündemdeydi, eleştiriler artınca formaliteleri halledecek COP Başkanlığı’nı aldı ama müzakere süreci Avustralya’da kaldı.

Türkiye gibi iklim karnesi zayıflarla dolu bir ülkenin COP toplantısına ev sahipliği yapması kimseyi şaşırtmasın. Zaten Türkiye COP toplantısına iklimi dert edindiği için ev sahipliği yapmayacak. Birkaç hafta önce yeni kömürlü santrallara teşvik açıklayan ülkenin iklim krizini durdurmakla ne işi olabilir? Son yıllarda toplantıya ev sahipliği yapan BAE, Mısır ve Azerbaycan’ın durumu Türkiye’den farklı değil hatta daha bile kötü. Fosil yakıt ve nükleer enerji şirketlerinin lobi alanına dönen COP toplantılarına, iklim değişikliğini hiçe sayan ülkelerin ev sahipliği yapmasına alıştık. Bir de Muhittin Böcek’in durumu var. İklim hareketi büyük oranda belediyeler üzerinden yürürken, Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı’nın hapiste olmasını hükümet nasıl açıklayacak, onu da merakla bekliyorum.

Türkiye Brezilya’da resmi olarak açıkladığı gibi, emisyonlarını 2035’e kadar 643 milyon tonun altında tutmayı taahhüt etti. Referans yılı alınan 2018’de Türkiye’nin atmosfere bıraktığı emisyon miktarı 458 milyon tondu. Bu da Türkiye’nin 10 yıl sonra emisyonlarını yüzde 40 oranında artırabileceği anlamına geliyor. Ne zaman azaltmaya başlayacağı, 2053 net sıfır hedefini nasıl yakalayacağı belli değil. Açık konuşmak gerekirse son açıklanan Ulusal Katkı Beyanı, Türkiye’nin “2053 net sıfır hedefinin” bizim de yıllardır söylediğimiz gibi göstermelik bir hedef olduğunun itirafı oldu.

Antalya’nın ev sahipliği elbette önümüzdeki yılı iklim odaklı bir yıl yapacak. Herkes iklimi konuşacak, öğrenmeye çalışacak. Birçok sivil toplum örgütü şimdiden hükümeti öven metinler yayımlamaya başladı bile. COP 31’de sahne alabilmek için hükümete yanaşacaklar. Ormanları mahveden, kentleri betona gömen icraatları övenlere bile rastlayabiliriz. Ya da eleştiri dozunu iyice azaltacaklar. Öte yandan iklimi ve doğayı korumak için canla başla uğraşan doğaseverler, COP sürecinde protestolarla seslerini duyurmaya, hükümetin doğayı tahrip eden politikalarını dünyaya duyurmaya çalışacak. COP 31, iklim hareketi için bir turnusol kâğıdı olacak diyebiliriz. Sivil toplumun samimiyet testinden geçişini izleyip, notunuzu vermeyi unutmayın.

Madencilik sorunu için öneriler

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Kasım 2025

Foto: Kazdağı Derneği
Geçtiğimiz hafta TMMOB Maden Mühendisleri Odası’nın düzenlediği ‘Türkiye 29. Uluslararası Madencilik Sempozyumu’na (IMCET 2025) katıldım. Özel bir oturumunda konunun uzmanları ile madencilik sektörünün artı ve eksilerini tartıştık. Önerilerimi, iletişimde gördüğüm eksiklikleri anlattım. Düşüncelerimi sizlerle de paylaşayım.

Madenciliğin gerçek ihtiyaçlara göre belirlenmesi, ithalat ve kâr amaçlı madenciliğin öne çıkarılmaması gerektiğini düşünenlerdenim. Bu da kamucu bir bakış açkısıyla mümkün. Altın madenciliği ihtiyaç meselesini açıklamak için iyi bir örnek. 2024 yılında dünya altın talebi 4 bin 621 ton. En yüksek pay 2 bin 26 tonla mücevherata ait. Yatırım ve merkez bankalarının talebi de biner tonun biraz üstünde. Gerçek ihtiyaç kabul edebileceğimiz teknoloji kaynaklı talep ise sadece 326 ton. Dünya Altın Konseyi rakamlarına göre şu ana kadar çıkarılan altınların tümü teknoloji talebini 663 yıl karşılayacak seviyede.

Bizim altın madenciliği dediğimiz aslında bir daha yerine koyamayacağımız ekosistemleri, su kaynaklarını bilezik, küpe ve düğün hediyelerine dönüştürmek. Takılarınız ya da düğün hediyeniz için Kazdağları’nı, Karadeniz’i, İç Anadolu’yu feda etmeye gerçekten razı mısınız? Kapitalizm suyun bedelini altından ucuz belirlediği için su altından değersiz olmuyor. İhtiyaçları ve neyin gerçekten vazgeçilmez olduğunu bir kez daha düşünmeliyiz.

Madencilik sorununu çözmede atacağımız ikinci adım ise ‘kent madenciliği’nin payını hızla artırmak olmalı. Yerin altında maden aramayı bırakmalı, yerin üstüne bakmalıyız. Ürettiğimiz onlarca araç ve gereçte tonlarca kullanılmış maden var. Bu madenleri geri dönüştürme ve yeniden kullanma kapasitemizi artırmaya yatırım yapmak yeni maden açmaya kıyasla teşvik edilmeli. Avrupa ve ABD’de elektronik ekipmanların toplanma oranı yüzde 50, Japonya ve Güney Kore’de ise yüzde 30 seviyesinde. Türkiye’de net bir istatistik yok ama farklı raporlara bakarak yaptığım hesaplama, 2020 yılında yaklaşık yüzde 10’a ulaştığımızı gösteriyor. Gidilecek çok yol var.

Altın gibi bir takvim çerçevesinde azaltılması gereken bir madencilik de kömür madenciliği. İklim krizinin bir numaralı sorumlusu kömürden elektrik üretmenin yerine koyabildiğimiz, güneş ve rüzgâr gibi seçenekler var. İkame edebiliyorsak kazmamalıyız. Çimentoyu sadece ülke ihtiyacı için üretmek, doğal taş ihracatını sınırlamak gibi yasal düzenlemeler de doğanın üzerindeki baskıyı azaltır. Türkiye özel bir coğrafya. Avrupa kıtası kadar bitki türüne ev sahipliği yapan, dünyanın en eski yerleşim yerlerini barındıran bir ülkede madenciliğe kapalı alanlar olması bu yüzden bir zorunluluk. Çözüm önerilerimden biri de bu.

Hiç sorgulamadan kabul ettiğimiz endüstriyel yaşam biçimi, kent madenciliği de yapsak, güneş paneli veya buzdolabı da kullansak bizi birçok madene muhtaç bırakıyor. Toksik maddeler yine kullanılacak. Bunu da atlamayıp, iğneyi kendimize batırmayı unutmayalım. Tüketimi azaltabiliriz, alternatifler önerebilir ve takı kültürüyle mücadele edebiliriz. Tüm bunları yapsak da maden ihtiyacı bitmeyecek. Orada da çevre ve güvenlik kültürünü, rehabilitasyon ve denetim süreçlerini en üst düzeyde tutacak bir kural ve anlayışa ihtiyacımız var. Panele katılan Türkiye Madenciler Derneği Başkanı Mehmet Yılmaz’ın, çarpıcı bir örneği oldu. Yılmaz, Kanada’da ziyaret ettikleri bir sivil toplum örgütünün belirlediği standartlara işaret ederek, bunları uygulasak Türkiye’de madenci kalmaz dedi. Standartların ne olduğunu bilmiyorum ancak o seviyeye çıkmazsak, “sömürge madenciliği” ve “vahşi madencilik” eleştirilerine de kızamayız.

Kongredeki yüzlerce madenci içinde çevreye önem veren, doğa koruma mücadelelerine destek olan ve bir orta yol arayan onlarca madenciyle tanıştım. Orta yol arayan, hataları söyleyen, kamuyu savunan madenciler. İklim değişikliğiyle ilgili mücadelenin zayıflamasını hayra yoran, Trump’ın iklim inkarcılarına verdiği desteği destekleyen, kömürün enerji içindeki payının istenildiği hızda düşmemesine sevinen ilginç birkaç kişiyle de tanıştım. Açıkçası bu ruh halini anlamakta zorlandım. Yüz binlerce insan ve canlının hayatını tehdit eden, her yıl binlerce can alan iklim krizinin durdurulmamasına sevinmenin anlaşılır bir yanı yok. ‘İşimi kaybederim’ korkusuyla hareket edersek hepimiz topluma karşı sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz. Mesele bu değil, iklim inkarcılığıysa, üniversitelerin bilimsel eğitimden uzaklaşma sorunu acilen masaya yatırmalı. Neredeyse yer çekimi gibi üzerinde fikir birliğine varılmış bir konudan söz ediyoruz. Mühendisler ve madenciler sorunun değil çözümün parçası olmalı.

Trakya’da nükleer santralın yeri belli oldu

Kırklareli’nde yapılmak istenen nükleer santralın sır gibi saklanan yeri belli oldu. Nükleer santralın Vize ve Demirköy ilçelerine bağlı köylere yakın, Poliçe Plajı ile Kumçakıl Sahili arasında kalan, İğneada Longoz Ormanları’na komşu bir alanda yapılması planlanıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Kasım 2025

Hükümetin nükleer santral kurmak için Mersin Akkuyu ve Sinop’tan sonra belirlediği üçüncü yer olan Kırklareli’ndeki nükleer santral sahasının yeri belli oldu. Vize ilçesi Kışlacık köyü ve Kıyıköy/Güven Mahallesi ile Demirköy ilçesi Sivriler Köyü arasında yapılacak rüzgâr santralına, projenin bir bölümü nükleer santral sahası içinde kaldığı için izin verilmedi.

Bali Rüzgâr Elektrik Üretim Sanayi ve Tic. A.Ş.’nin bölgede yapmak istediği 93,6 MW’lık rüzgâr santralının ÇED başvurusuna, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı üçüncü Nükleer Santral sahası ile çakıştığı için onay vermedi. Rüzgâr santralı ile nükleer santralın çakıştığı alanlarda yapılan revizeyi de kabul etmeyen bakanlık, yeni bir ÇED başvurusu yapılmasını istedi. Böylece Kırklareli’ne yapılmak istenen nükleer santral sahasının sır gibi saklanan yeri de belirmiş oldu. Nükleer santral sahası İstanbul Fatih’e yaklaşık 140, Kırklareli’ne 90 ve Tekirdağ’a 120 kilometre uzaklıkta.

Yıllardır İğneada’da yapılacağı belirtilen nükleer santralın, İğneada Longoz Ormanları Milli Parkı’nın hemen altında kalan Vize ve Demirköy ilçelerindeki ormanlık alanda yapılacağı belli oldu. Santral sahasının kıyı sınırlarının ise Poliçe Plajı ile Kumçakıl Sahili arasında kalması bekleniyor. Istrancaların kalbi kabul edilen bu bölge, yapılaşmadan nasibini en az almış alanlarından biri. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bir süre önce Kırklareli’ndeki nükleer santral projesi için Çin ile müzakere edildiğini açıklamıştı.

İÇME SUYU KORUMA ALANI
Yerin belli olmasıyla projeye itirazlar da arttı. Trakya Platformu Hukuk Kurulu Üyesi Avukat Bülent Kaçar, söz konusu bölgenin Trakya Alt Bölgesi Ergene Havzası 1/100 000 Ölçekli Revizyon Çevre Düzeni Planı’nda “orman alanı” ve “tarım arazisi” olarak işaretlendiğini, ayrıca “İçme ve Kullanma Suyu Mutlak Koruma Alanı” gibi birçok korunması gereken alan kapsamında kaldığına dikkat çekiyor. Trakya Bölge ve Kırklareli İl Çevre Düzeni planlarında bölgenin ‘enerji üretim alanı’ değildir diye belirtildiğini belirten Kaçar, “Aksine planda, ‘orman alanları bölgenin geleceğini güvence altına alabilmek için mutlak korunması gereken doğal değerlerdir’ hükmü yer alıyor diyor.

İSTANBUL’UN HAVA VE SU KAYNAĞI
Bölgede doğa koruma alanında çalışan kuruluşlar da nükleer santral planlarına tepkili. Kırklareli Doğa ve Kültür Derneği (DOKU) Yönetim Kurulu Başkanı Göksal Çidem, “Dünyanın gözü gibi koruması gereken yerin biz gözünü çıkarmaya çalışıyoruz. Istrancalar son buzul çağını yaşamayan bir bölge olduğu için büyük bir biyoçeşitliliğe sahip. Orman, dere, göl ve denize sahip bu bölge İstanbul’un hava ve su kaynağı. İğneada bizim en büyük turizm bölgemiz, en dokunulmamış sahil kesimi, kum zambakları gibi endemik türlerin olduğu da bir bölge” diyor. Bölgede balıkçılık ve iklim açısından kritik öneme sahip deniz çayırlarının da olduğuna dikkat çeken Çidem, Türkiye’nin Karadeniz’i koruma amacı taşıyan Bükreş Sözleşmesi’ne taraf altı ülkeden biri olduğuna da dikkat çekiyor.

***
“Danıştay kararları var”
Av. Bülent Kaçar

Siyasi iktidarın bizzat onayladığı üst ölçekli planlarda enerji üretim alanı olarak ilan edilmeyen ve mutlak korunması gereken bu sahada nükleer santral çalışması yürütülemez, aksi halde hukuka aykırılık oluşur. Trakya Bölgesine kömürlü termik santral dahi kurulamayacağına dair birçok Danıştay kararı mevcut iken nükleer santral çalışması asla yürütülemez. Ormanların korunması ve genişletilmesi görevi devlete ait olup orman alanına nükleer santral kurulmasına izin verilmesi Anayasa’nın 169. maddesine ve orman kanununa açıkça aykırıdır. Istranca ormanlarının, İğneada Longoz Ormanları Milli Parkı’nın yakınında, Karadeniz sahilinde ve sınırlı orman varlıklarımızın üzerine nükleer santral kurmak, Trakya’nın özel ekolojik değerlerinin ve doğal varlıklarının yok olması demektir.

Çernobil’in izleri hâlâ Karadeniz’de

Çernobil kazasının üzerinden 40 yıl geçti ancak Karadeniz’de Çernobil kaynaklı radyoaktif kirlilik bitmedi. TENMAK tarafından yapılan araştırmalar, sezyum-137 yoğunluğunun Karadeniz kıyılarında Akdeniz’e kıyasla 7 kat daha fazla olduğunu ortaya koydu.

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Kasım 2025

Foto: O. Gurbuz
Dünyanın en büyük üç nükleer kazasından biri kabul edilen Çernobil kazasının üzerinden 40 yıla yakın bir süre geçti ancak kazanın yol açtığı radyoaktif kirlilik Karadeniz’i etkilemeye devam ediyor. IV. Ulusal Denizlerde İzleme ve Değerlendirme Sempozyumu’nda Türkiye, Enerji Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu (TENMAK) adına sunum yapan Dr. Aysun Kılınçarslan, Türkiye’nin kıyı suları ve sedimanlarında (çökeller) radyoaktif kirlilikle ilgili izleme çalışmalarının sonuçlarını açıkladı.

Kıyı sedimanlarında 2015-2023 yılları arasında yapılan analizler yüksek oranlarda sezyum-137 ve stronsiyum-90 varlığı tespit etti. Karadeniz’de kilogramda ortalama 21 bekerel sezyum-137 izotopu görülürken bu oran Akdeniz’de sadece 3,2 bekerel olarak kayda geçmiş. Marmara Denizi’nde de nispeten yüksek bulunan değerler Ege ve Akdeniz’e inildikçe düşüyor. Analizlerde bulunan en yüksek değer ise 82 bekereli geçiyor. Bu rakam da Akdeniz’de görülen en yüksek değerin 10 katı. Bölge bazında bakıldığında ise sedimanlarda en yüksek sezyum-137 değerine 50 bekerelle Hopa’da rastlanıyor. Hopa’yı Trabzon ve Sinop izliyor.

TRABZON VE HOPA’DA YÜKSEK RAKAMLAR
2014-2023 yılları arasında kıyı yüzey sularında yapılan ölçümlerde ise sezyum-137 konsantrasyonu Karadeniz’de litrede ortalama 9 milibekerel çıkarken bu rakam Akdeniz’de 1,6 milibekerele kadar düşüyor. İstanbul Boğazı, Marmara ve Çanakkale’de oranlar 8,4 ila 6,9 milibekerel arasında değişirken Ege Denizi’yle birlikte sudaki sezyum-137 miktarı azalıyor ve 1,8 milibekerele kadar iniyor. En yüksek rakamlara ise yıllarca Çernobil’den etkilendiği ve kanser sayılarının arttığı belirtilen Trabzon ve Hopa’da rastlanıyor. Tekirdağ, Ordu, Karasu ve İğneada, yüksek ölçümlerin yapıldığı diğer bölgeler olarak öne çıkıyor. Araştırmanın sonuçlarında bu oranların insan sağlığı ve çevre kirliliği açısından risk oluşturmadığı belirtilse de Karadeniz’le Akdeniz arasındaki ciddi fark, Çernobil kaynaklı kirlenmenin sonuçlarını net bir şekilde ortaya koyuyor.

ÇERNOBİL KARADENİZ’E AKIYOR
Araştırmada dikkat çekici bir başka sonuç ise sezyum-137 gibi doğal ortamda bulunmayan ve nükleer reaksiyonla ortaya çıkan plütonyum-239’un da saptanması oldu. Ortalama değerler denizler arasında fark göstermezken, bu kirlenmenin en çok görüldüğü yerlerin başında Erdek, İstanbul Boğazı, Hopa ve Sinop geliyor. Uzmanlar söz konusu izotoplara bağlı kirliliğin kaynaklarının Çernobil ve Fukuşima gibi nükleer santral kazaları, nükleer silah denemeleri ve çalışır durumda bulunan nükleer reaktörler olduğuna dikkat çekiyor. Karadeniz’deki kirlilik için de Çernobil işaret ediliyor. Kontrolden çıkan erimiş reaktörden ve bölgeden gelen radyoaktif kirlilik, yeraltı suları ve Dinyeper Nehri üzerinden Karadeniz’e ulaşıyor.

DENİZ ÜRÜNLERİNDE ÖLÇÜM YAPILMALI
Özellikle Hopa ve Trabzon bölgelerinde sedimentlerinde yüksek oranda sezyum-137 saptanmış olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. İnci Gökmen, kilogram başına saptanan 21 bekerellik radyasyon seviyesinin oldukça yüksek olduğuna dikkat çekiyor. Denizlerden ve kıyılardan alınan verilerin, toprakta radyasyon seviyesinin ölçülmesi gerekliliğini de ortaya koyduğunu belirten Gökmen, “Denizlerde plütonyumun düşük oranda da olsa görülmesi şaşırtıcı. Stronsiyum şaşırtıcı değil. Ancak stronsiyumun gama ışınımı olmadığından kimyasal ayrıştırma yapılarak ölçülmesi gerektiğinden, Çernobil sonrasında çevrede ve gıdalarda stronsiyum olmasına rağmen ölçümleri pek yapılmadı. Ancak şimdiki sonuçlardan kazadan hemen sonraki stronsiyum değerleri de tahmin edilebilir. Bazı bölgelerde kıyı yüzey suyundaki sezyum seviyelerine bakarak, bu sularda yüzenlerin ya da balıkçılar gibi denizlerde çalışanların alacağı dozların hesaplanması iyi olur. Balıklarda, midye benzeri deniz mahsullerinde ölçüm yapılması yerinde olur. Çernobil kazasının üzerinden 39 yıl geçti. Sezyum sadece bir yarı ömür geçirdi. Bu da denizlerde uzun süre daha radyoaktif elementler olacağı anlamına geliyor” dedi.

---
2015-2023 Kıyı sedimanlarında sezyum-137 konsantrasyonları

 

Minimum (Bq/kg)

Maksimum (Bq/kg)

Ortalama (Bq/kg)

Karadeniz

1,3 ± 0,2

82,7 ± 5,9

21,3 ± 6,7

İstanbul Boğazı

1,5 ± 0,3

13,4 ± 2,4

3,8 ± 1,1

Marmara Denizi

3 ± 0,3

38 ± 3,1

14 ± 6,0

Çanakkale Boğazı

0,51 ± 0,1

7,5 ± 0,8

2,1 ± 0,5

Ege Denizi

0,6 ± 0,2

11,4 ± 1,1

5,1 ± 1,6

Akdeniz

7,6 ± 0,7

7,7 ± 0,9

3,2 ± 1,5

---

Sezyum 137 (Cs-137)
Sezyumun en yaygın radyoaktif formu Cs-137'dir. Sezyum-137, nükleer reaksiyonla üretilir. Cs-137'ye dışarıdan maruz kalmak yanıklara, akut radyasyon hastalığına ve hatta ölüme neden olabilir. Büyük miktarda Cs-137'ye maruz kalma, güçlü bir endüstriyel Cs-137 kaynağının yanlış kullanımı, nükleer bir patlama veya büyük bir nükleer kazadan kaynaklanabilir. Normal koşullar altında çevrede büyük miktarlarda Cs-137 bulunmaz. Cs-137'ye maruz kalmak, yüksek enerjili gama radyasyonunun varlığı nedeniyle kanser riskini artırabilir. Cs-137'ye yutma veya solunum yoluyla maruz kalmak, radyoaktif maddenin yumuşak dokulara, özellikle de kas dokusuna dağılmasına neden olarak kanser riskini artırır.

Damarlı bitkiler, sezyum toprağa güçlü bir şekilde adsorbe edildiği için kök emilimi yoluyla yüksek seviyelerde sezyum biriktirmezler. Ancak, liken veya yosun gibi geniş yüzey alanlarına sahip flora üzerinde radyoaktif kalıntıların birikmesi önemlidir. Bu bitkilerle beslenen hayvanlar, büyük miktarlarda radyosezyum (ve radyoaktif serpintide bulunan diğer radyonüklitler) tüketebilirler. İnsanların bu tür hayvanların etini tüketmesi, bu radyonüklitlerin vücuda alınmasına neden olur.

Casus

Özgür Gürbüz-BirGün / 1 Kasım 2025

Foto: Tumisu
Türkiye’de iktidarı elinde tutanlar, işler sıkıştığında muhalefeti ajanlık ve casuslukla suçlar. Çevre hareketindeki örnekler ders niteliğindedir. Bergama’daki altın madenine karşı topraklarını savunan köylülere ve onların destekçisi çevrecilere, “Alman casusu” iftirası atılmıştı. Adı geçen vakıflar ve köylüler Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılanıp suçsuz bulunmuşlar ama o iftiralarla direniş kırılmış, kafalar karıştırılmış ve maden FETÖ’ye ait bir şirkete hediye edilmişti. Ulusalcılardan muhafazakarlara birçok kişi de bu oyuna alet olmuştu.

Ajanlık veya casusluk suçlaması bu olaydan sonra şirketlerin ve iktidarların çevre direnişlerini yıldırmak için sıklıkla başvurduğu bir suçlama aracı oldu. Madene karşı çıkana, nükleere karşı çıkana, zeytinini savunana “vatan haini”, “ajan” ve “casus” gibi sıfatlarla saldırıldı. Şirketlere ve iktidara yakın gazeteler bu kişiler hedef gösterildi. Neyse ki çevre hareketi birbirine sahip çıktı ve iftiracılara kanmadı. Madenlerde meydana gelen kazalara bakınca casus denenler kahraman, onları suçlayanlar ise piyon gibi duruyor.

Şimdi benzer bir senaryonun, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, TELE1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ ile iletişimci Necati Özkan için devreye alındığını görüyoruz. Burada itibar suikastlığının yanı sıra İmamoğlu’nun seçimlere girip cumhurbaşkanı olmasını önleyecek bir ceza aldırma amacı da var. Yorum yapmak için erken değil, yolsuzluk iddiaları gibi casusluk iddiası da halkı ikna etmedi. Biraz mantığını çalıştıran nasıl ikna olur ki?

İddianın odağı şu: İstanbul Senin uygulaması üzerinden 4,7 milyon kişilerin adres kayıtları gibi verileri yurtdışına gönderildi ve ‘darkweb’te (herkesin erişemediği bir internet ağı) satıldı. Bu casusluktan çok dolandırıcılık işine benziyor ki 2016 yılında alâsı yaşandı bu memlekette. Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi’ndeki (MERNİS) bilgiler sızdı, oy kullanma hakkı olan 49 milyon kişinin ad ve soyadları, kimlik numaraları, anne ve baba adları, doğum tarihleri ve yerleri ile ikâmetgâhları hecklenip, çarşaf çarşaf yayınlandı. Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun kişisel bilgileri bile tüm dünyanın gözleri önüne dökülmüştü. Kimse o zamanın yöneticilerini casuslukla suçlamadı. Bütün bu bilgiler ortadayken, daha azı için “casusluk” yapacak eblehler varsa bırakın yapsınlar. Yok bu bilgi sızdırma işi çok önemli diyorsanız, o günün tüm yetkililerini casusluktan hemen tutuklayın. Adreslerini bilmiyorsanız darkweb’de aratabilirsiniz.

Casusluğu yönettiği iddia edilen ABD, Almanya ve İngiltere gibi ülkelere bakınca da insan şu soruları sormadan duramıyor. Kürecik’te radarı, gökyüzünde yüzlerce uydusu dolaşan ABD, aradığını bulamamış da milletin konser, etkinlik ve otobüs saatlerini görmek için kayıt yaptırdığı İstanbul Senin uygulamasının bilgilerine mi muhtaç kalmış? Daha yeni 20 eurofighter savaş uçağı satın aldığımız İngiltere casusluğun arkasındaysa, onların bize sattığı uçaklara nasıl güveneceksiniz? Hemen hemen her yemek ve market uygulamasında yer alan bilgileri ele geçiren bir ülkenin Türkiye için tehdit olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Sadece 2024 yılında Schengen vizesine 1 milyon 173 bin kişi başvurmuş. O vizeye başvururken Avrupa ülkelerine vermediğiniz bilgi mi var? Sülalemizin mal mülk kayıtları, bankalardaki paramızın kuruşu kuruşuna hesabı, aile üyelerinin nüfus bilgileri… Tüm bu bilgileri elinde tutan ülkeler İstanbul Senin uygulamasındaki bilgileri ne yapsın? Bizi hangi tiyatro oyununu sevdiğimize bakarak mı zayıf düşürecekler? Ben tüm istihbarat örgütlerine o bilgiyi vereyim, yorulmasınlar. Milletçe “komedya” seviyoruz artık. Gülüyoruz acınacak halimize.

Türkiye’nin nadir element ihtiyacı tartışılır

Özgür Gürbüz-BirGün / 23 Ekim 2025

Foto: Dominik Vanyi on Unsplash
Eskişehir Beylikova’da 694 milyon ton nadir toprak elementi olduğu ilk olarak 2022 yılında açıklanmıştı. Üç yıl sonra CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in bu elementlerin ABD’ye verileceği iddiaları nadir toprak elementlerini yeniden gündeme getirdi. Yüksek teknoloji ürünlerinde, enerji sektörü ve savaş aletlerinde kullanılan bu elementlere kayıtsız kalmak mümkün değil. Türkiye’nin ihtiyacı ise tartışılır.

Nadir element ithalatımızın tutarı 2015 yılında 1 milyon 180 bin dolarmış (MTA, 2017). 2019 yılında bu rakam 2 milyon 629 bin dolara çıkmış. 2019 ithalatının 1 milyon dolarlık kısmı Çin Halk Cumhuriyeti’nden yapılmış (Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı verileri). Çin’den sonra değer açısından en çok ithalatı Hindistan ve Avusturya’dan yapmışız. Ticaret Bakanlığı’nın halka açık 2024 yılı ithalat verileri nadir elementleri detaylandırılmasa da ilgili kalemden geçen yılki ithalatın 2019 seviyesinin de altında olduğunu tahmin ediyoruz.

Yılda 20 makam arabası parası verdiğimiz bu madenleri ithal etmiyoruz çünkü kullanıldığı yüksek teknoloji, enerji, silah üretimi gibi alanlarda ciddi bir üretici değil. Füze ve jet motorları, radarlar, lazerler, elektrik motorlarında kullanılan özel mıknatısların üretiminde kullanılan bu maddelere çok az ihtiyacı oluyor. 2015’te ithal edilen nadir element miktarı sadece 38 kilogramdı.

Türkiye’nin bir başka sorunu da bu elementleri işleme kapasitesine sahip olmaması. Çin dünyadaki nadir elementleri işleme kapasitesinin yüzde 87’sine sahip. Teknolojiye hâkim ve aynı zamanda bu işi diğer ülkelere göre daha düşük maliyete yapabiliyor. İşin püf noktası da bu. Nadir elementler adının aksine aslında dünyada birçok yerde var ancak belli bir bölgede yüksek yoğunlukta olmaları çıkarılmasını kolaylaştırıyor. Cevheri işlemeyi bilmek, içinden az miktardaki madenleri çıkarmak ise ayrı bir bilgi gerektiriyor. Elementlerin değeri de bu süreçte artıyor. Ham maddeyi satmak aynı altın, gümüş ve mermerde yaptığımız gibi yerine yenisini koyamayacağımız bu madenleri ucuza başka ülkelere ve şirketlere ikram etmeye benziyor.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in Salı günkü gurup toplantısında imzaladığı kanun tasarısı bu yüzden önemliydi. Teklifte nadir toprak elementlerinin sadece devlet tarafından işlenmesini ve hammadde halinde satılmamasını garanti altına alacak iki madde var. AKP hükümeti bu kanun teklifine de hayır derse, ABD ile anlaşma yapıldığı iddiaları güçlenir. Nadir elementleri ucuza başka ülkelere ikram etme düşüncesinde değilse AKP’nin de bu kanun teklifine hayır dememesi gerekir.

Kanun teklifinin eksik tarafı ise işin çevre boyutu. Madencilik faaliyetlerinin hepsinde olduğu gibi nadir elementlerin çıkarılmasından işlenmesine kadar olan tüm süreçte toprak, su ve hava toksik kimyasallarla kirlenir. En başta da madende çalışan işçiler risk altındadır. Kullanılan iki temel yöntem var. Liç yöntemiyle havuzlarda çıkarılan cevherden kimyasallarla metalleri ayırmak. Ancak Türkiye’de defalarca gördüğümüz gibi toksik kimyasallarla dolu bu havuzlardan toprağa ve yeraltı sularına sızmalar olabiliyor. İkincisinde ise benzer bir yöntemi PVC borularla toprağa kimyasallar vererek uygulamak. Sonuçları ve riskleri aynı. İki yöntemde de çevre ve sağlık açısından yüksek risk taşıyan zehirli atık dağları ortaya çıkar. Her ton nadir toprak elementi için 2 bin ton toksik atık üretildiği belirtiliyor ki bu cevherler uranyum ve toryum içerdiği için radyasyon tehlikesi de söz konusu.

Türkiye sadece son 15 yılda, metal madenciliğinde birçok ülkenin tarihinde görmediği çok ciddi maden kazalarına tanıklık etti. Erzincan İliç’te Çöpler altın madeni, Giresun Şebinkarahisar kurşun, çinko, bakır madeni, Balıkesir Karaayıt demir madeni, Ordu Kabadüz kurşun, bakır, çinko madeni ve Kütahya Eti gümüş madeninde atık havuzlarıyla ilgili kazalar başka ülkelerde olsa madencilik faaliyetleri o ülkelerde askıya bile alınırdı.

Eğer bu madenciliği yapmaya niyetliysek, kanun teklifine çevreyle ilgili en sıkı standartları yerine getirme şartını da detaylı bir maddeyle eklemek gerekir. Nadir elementleri kullanan teknoloji üretimine girmeyeceksek ya da girip zarar etmeme şansımız yoksa onları yerinde bırakmak daha akıllıca bile olabilir. Belki bundan 10-20 yıl sonra başka bir madencilik mümkün olur ya da endüstriyel çağın dayattığı bu teknolojik ürünleri başka bir yöntemle üretme şansı buluruz. İçinde yaşadığımız endüstriyel toplumun çözüm önerileri bile büyük sorunlar yaratabiliyor; trajik olan da aslında bu. Defineci mantığıyla, ülkenin gaz, maden, petrol bularak kurtulacağına inandırılan halka ve jelibonla kurtulacağına inanan Melih Gökçek’e sürecin tüm gerçekleri anlatılmalı.

Elektrikli otomobiller elektromanyetik alan testini geçti

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ekim 2025

İklimi değiştiren seragazlarının yaklaşık yüzde 15’inden ulaşım sektörü sorumlu. Petrolle çalışan araçların yerini elektrikle çalışan araçların alması gezegenin kurtuluşu için hayati öneme sahip. Elbette kullandıkları elektriğin güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilmesi şartıyla. Öncelik elektrikli toplu taşımada (tren, metro, tramvay ve otobüs) olsa da elektrikli otomobiller de alternatifler arasında ve hızla yaygınlaşıyor.

Elektrikli otomobillerin güvenliği de önemli bir sorun. İsviçreElektrik ve Mobil İletişim Araştırma Vakfı elektrikli ve hibrit araçların yaydığı manyetik alanı ve yolculara etkisini araştırmış. İncelenen 13 elektrikli araç modelinin hepsinde ve elektrikli motosiklet ile basgit (scooter) örneklerinde sınır değerlerin açılmadığı tespit edilmiş. Sağlıkla ilgili sorun yaratması düşük olasılık deniyor.

Bu iyi haber ancak araştırma bir noktaya da dikkat çekmiş. Bazı araçlarda manyetik alan değerlerinin zirve yaptığı anlarda AB Konseyi tavsiye kararını (1999/519) önemli ölçüde aşan elektromanyetik alan değerlerine rastlanmış. Elektrikli otomobillerde manyetik alanın yoğunlaştığı alanlar şoför ve sürücülerin ayaklarıyla, arka koltuktaki yolcuların karın bölgesiymiş. Bir araçta en yüksek değer birkaç yüz mikroteslaya ulaşmış ve çoğunlukla güçlü hızlanma veya frenleme manevraları sırasında meydana gelmiş. Araştırma ekibinin lideri Dr. Gernot Schmid, anlık yüksek değerlere rastlansa da bilgisayar simülasyonlarının genelde AB ve ICNIRP değerlerini karşıladığını belirtiyor.

Şu nokta önemli. Elektrikli araçları nasıl sürdüğünüz ve aracınızın yapımında bu konuya gösterilen özen, manyetik alan maruziyetini artırabilir. Güçlü hızlanma ve fren yapma değerlerin zirveye çıkmasına neden oluyor. Yavaş veya sabit hızda sürüş sırasında ise manyetik akı yoğunluğunun tepe değerleri düşük kalıyor. Bazı araçlarda kısa süreli yüksek değerlere, araçların çalıştırılması veya dururken frene basılmasında da rastlanmış. Özetle söylersek, elektrikli araçları da “efendice” sürmek sağlığınız için daha faydalı.

İşin bir de yapım kısmı var. Dr. Schmid, üreticiler araç tasarımın erken aşamalarında manyetik alan maruziyetini dikkate alırlarsa en yüksek değerleri (tepe) azaltabilirler diyor. Bazı koltuk ısıtma sistemlerinde bile referans değerlerin üzerine çıkıldığı göz önüne alınırsa asıl çözümün tasarım aşamasıyla ilgili olduğu söylenebilir. Elektrikli araçlarda menzil, batarya kapasitesi gibi verilere odaklanıyoruz ama manyetik alan değerleri de tüketicilere şeffaf bir şekilde açıklansa hiç fena olmaz. Rekabette de önemli bir avantaj yaratabilir.

Araştırma sonuçları bize diğer elektrikli araçlarla elektrikli otomobillerin bir karşılaştırmasını da sunuyor. Uzun mesafe ve şehir içi toplu taşımada kullanılan elektrikli ulaşım araçlarıyla (tramvaylar, metrolar, trenler gibi) yapılan karşılaştırmalı ölçümler, uzun vadeli ortalama manyetik alan emisyonlarının, sürüş sırasında incelenen elektrikli ve şarj edilebilir hibrit arçlarla benzer büyüklükte olduğunu gösteriyor. Ancak bir fark var. Toplu taşıma araçlarında kısa süreli ve yerel olarak meydana gelen manyetik alan tepe değerleri, otomobillere göre önemli ölçüde daha düşük. Elektrikli toplu taşıma araçları sağlığınız için daha iyi diye özetleyebiliriz.

Ulaşımda seragazı emisyonlarını azaltma konusunda eldeki tek çözüm toplu ulaşımı yaygınlaştırmak ve bu araçları elektrikle çalışır hale getirmek. Şehirlerarası ulaşımda trenlerin, şehir içinde ise elektrikle çalışan metro, tramvay, otobüsün yanı sıra bisiklet gibi ulaşım araçlarının hızla yayılması gerek. Otomobil elektrikli de olsa ilk seçenek olmamalı. Dünyanın dokuz milyar insanın her birini otomobil sahibi yapacak kaynağı yok ya da bu kaynakları bireysel ihtiyaçlar için kullanma lüksü yok.

Manyetik alan riski cep telefonundan mikrodalga fırınlara, elektrikli süpürgelerden baz istasyonlarına kadar birçok alanda görmezden geldiğimiz hatta görmezden gelmeye zorlandığımız bir risk. Birçoğu yeni teknolojik ürünler olduğu için uzun dönemli çalışmalar yok, olanlar da sesini duyurmakta zorlanıyor çünkü birçok bilimsel araştırma ya da medya bu dev teknoloji şirketlerinin fon ve reklamlarıyla hayatını sürdürüyor. Cep telefonu kullanmadan sağlık sistemine ya da bankanıza ulaşamıyorsunuz. Şifrenizden aldığınız bilete kadar her şey telefonunuza geliyor. Cep telefonu sahibi olmaya zorlanıyoruz. Böyle bir dünyada kim baz istasyonlarının riskinden bahsedebilir? O yüzden bu tip araştırmaların değeri büyük.

Olimpos’un kazları

Özgür Gürbüz / 6 Ekim 2025

Foto: O. Gurbuz
Tatil yapmak için olanağım ve fırsatım olursa soluğu Antalya sınırlarındaki Olimpos’ta alırım. Burası büyük otellerin ele geçiremediği, tarih ile doğanın birleştiği bir yer. Lükse düşkünseniz, tatilde her şey önünüze gelsin istiyorsanız tavsiye etmem. Bungalovu böceğiyle, portakal ağaçları ve yüzü gülen insanlarıyla başka bir tatil yeri Olimpos.

Olimpos ve Çıralı kumsalları iribaş deniz kaplumbağalarının (Caretta caretta) da yumurtlama alanı olduğu için koruma altında. Likya Birliği’nin önemli kentlerinden “Olympos”un varlığı kıyıya bitişik büyük bir bölgeyi de arkeolojik sit alanı yapıyor. İkisi birleşince koruma kalkanı genişliyor. Betondan çok katlı yapılar, kumsalda ateş yakma gibi doğaya düşman eylemleri unutmanız gerekiyor. Olimpos’u benim için harika bir tatil beldesi yapan da bu zaten. Kitlesel turizmden uzak, kitap okuyup dinlenebileceğiniz Türkiye’deki nadir bölgelerden biri Olimpos; ulu ağaçlar ve kayalar diyarı.

Olimpos’ta kalıyorsanız denize gitmek için antik kentten geçmek ve suların bol olduğu zamanlarda kazların keyifle yüzdüğü dereyle antik kentin duvarları arasında kalan yolu takip etmek zorundasınız. Bu yıl kuraklıktan olsa gerek, derenin denizle buluştuğu yerde su çok azdı ve kazlar da yoktu. Bildiğimiz kazlar yoktu diyelim.

20-25 yıl öncesine göre elbette çok değişti Olimpos. Tüm bu koruma çabalarına rağmen koyun içine kadar giren günübirlik tur tekneleri, kaplumbağa yuvalarına zarar verme riskine rağmen sahilde peydahlanan şemsiyeler, turist sayısında artış ve antik kent sınırına kadar inen otomobiller gibi sorunlar, Türkiye’nin çevreci turizm anlayışına en yakın örneklerinden birini tehdit ediyor. Fiyatlardaki artış sırt çantalı yabancı turistleri de uzaklaştırmışa benziyor.

Foto: O. Gurbuz
Son yıllarda hızlanan antik kentteki kazı çalışmalarını ise olumlu gelişme kısmına yazmalıyız. Likya ve Roma dönemine ait önemli izler taşıyan bu kent, her yıl gün yüzüne çıkarılan görkemiyle insanı heyecanlandırıyor. Işıklandırılan antik kenti gece gezmek, sahilde yıldızları izleyip geri dönmek etkileyici. Ancak her şey dört dörtlük değil. Kültür Bakanlığı’nın yanlış bir uygulaması herkesin tadını kaçırıyor.

Olimpos’tan denize gitmek için antik kentten geçmek yani ören yeri için bilet almak zorundasınız. Eskiden Müzekartınızı kullanarak sahile sınırsızca gidebiliyordunuz. Bu yaz başında yapılan değişiklikle Müzekart’la ören yeri ve müzelere giriş sayısı tüm Türkiye’de iki ile sınırlandırıldı. Böyle olunca Olimpos’a bir hafta tatile gelen bir kişi, iki günden sonra ya yeniden Müzekart çıkarmak ya da çoklu giriş kartı almak zorunda kalıyor. Onun ücreti de beş giriş için 180 TL. Plaja 7 kez gitmek isteseniz 280 TL vermeniz gerekiyor. Karşılığında size verilen bir hizmet, şemsiye şezlong yok. Zaten koruma kuralları izin vermiyor.

Alınan ücret ayak bastı parası gibi. Antik kenti ziyaret edenlerden ücret almak anlaşılabilir ama plaja gitmenin kentin içinden geçmeyen bir yolu yok. O yüzden turnikeden her geçeni antik kent ziyaretçisi saymak yanlış. Turistlerden alınan ücret ise 10 avro, yaklaşık 500 TL. Plaja gitmek için biraz fazla değil mi?

Foto: O. Gurbuz

Sorun sadece ücret de değil. Anayasa’ya ve 7121 sayılı Kıyı Kanunu’na aykırı bir durum söz konusu. Anayasa 43. maddesinde, “Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir” yazar. Kıyı Kanunu’nun 5. maddesi de bu kararı pekiştirir: “Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır” der. Görüldüğü gibi, denize gitmek isteyenlerden alınan ücret hem yasalara hem de mantığa aykırı.

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Topkapı Sarayı gibi müzelere girişi yılda iki kez ile sınırlaması belki anlaşılabilir ancak Olimpos, Faselis, Patara gibi plaja erişimin antik kentlerin olduğu alanlardan geçtiği yerlerde özel bir uygulama yapmaması, bunu düşünmemesi kabul edilir bir şey değil. Müzekart’a, Olimpos benzeri ören yerleri için getirilecek farklı bir ayrıcalık (sınırsız giriş ya da yılda 20 giriş hakkı gibi) bu sorunu bir günde çözer. Yoksa Olimpos’un kazlarını görme umuduyla gidilen tatilde, pek de sevmediğim o deyim akla geliyor. Bakanlık denize girmek isteyen yurttaşını “kaz gibi yoluyor” diyeceğim, dilim varmıyor.