Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hükümeti boykot korkusu sardı

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Mart 2025

Foto: boykotyap.net
Türkiye’de demokrasiyi ve milletin iradesini hapse atmaya çalışan hükümetin bütün umudu tepkilerin kısa sürmesiydi. İktidarın hevesi daha ilk haftada kursağında kaldı. Türkiye tarihinde görülmemiş eylemlere tanıklık etti. Saraçhane’de yedi gün üst üste dev mitingler yapıldı. Öğrencilerin başını çektiği ve ülkenin hemen hemen her kentine yayılan sürekli gösteriler, okul boykotları ise o coşkulu mitingleri bile gölgede bırakacak bir etki yaratıyor. 29 Mart Maltepe mitingiyle de eylemlerin sonlanmayacağı anlaşıldı.

Tüm bunlar, halkın seçtiği belediye başkanlarının FETÖ dönemindeki gibi aslı astarı olmayan iftira ve yalancı tanık gibi yöntemlerle tutuklanması nedeniyle yaşanıyor. Ekrem İmamoğlu’nun, bağımsız olmadığı artık herkesçe dillendirilen yargı yoluyla tutuklatılması, diplomasının hukuksuzca iptal edilerek saha dışına atılmayı çalışılması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Putinleştiğinin’ en net kanıtı olarak gösterilecek. Erdoğan’ın tekrar ve son kez yenileceğini anladığı İmamoğlu’nun karşısına çıkmak istemediği ortada. Aslında bu hamle, rakibini elemekten öte ona rakip olmak isteyen herkese de ‘hiç deneme’ mesajı veriyor. Tek adam imparatorluğunun ilanı. Halbuki Ekrem İmamoğlu’nun sadece bir isteği vardı, “koy sandığı halk seçsin”. Erdoğan bu demokratik talebe yanıt veremedi. Kaybettiğini kabul etti.

***

Merkez Bankası Başkanı Ekrem İmamoğlu ve diğer belediye başkanları ile bürokratların gözaltına alındığı 19 Mart 2025 sonrası sadece ilk üç günde 25 milyar doların satıldığını açıkladı. Bir yıl önceki verilere baktım. 22 Mart 2024’te 70 milyar dolar olan döviz rezervini 97 milyar dolara çıkarmak tam bir yıl sürmüş. Merkez Bankası bir yıl boyunca çalışanları, emeklileri adeta aç bırakarak topladığı bu parayı bir kişi iktidarda kalsın diye üç günde eritti. Aç karnına okula giden çocukların karnını doyurmaya, emeklilerin faturalarını ödemeye, çalışanların kredi borçlarını kapatmaya kullanılabilecek, halkın yoksul kalma pahasına biriktirdiği bu parayı üç günde buharlaştırdılar.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in tek umudu protesto ve ekonomik boykotların sonlanması, yaz aylarıyla turistlerin döviz getirmesi. Muhtemelen gerileyecek kredi notları, yerin dibinden yerin altına geçen itibar ile bırakın doğrudan yatırımı sıcak parasını bile Türkiye’ye getirmeyen yabancı yatırımcıdan medet ummak hayalcilik olur. Turizm sektörünün nasıl etkileneceğini de henüz bilmiyoruz. Turistler semazen gösterilerini izlemeyi sever ama Ümit Bektaş’ın fotoğrafladığı semazen gösterisinde biber gazından göz gözü görmüyordu. Mevlâna yaşasa, o bile “kim olursan ol gel de bu hükümet değişmeden gelme” derdi. Turizm boykotu çağrıları ya da demokratik ülkelerde oluşan tepkilerle iptaller başlarsa, Mehmet Şimşek ve halkı hiçe sayan sözde tedbirleri de yangını söndürmeye yetmeyebilir.

***

Boykot kavramı da yeniden hayatımıza girdi. Boykot geniş kitlelerce yapılır ve kararlı bir biçimde sürdürülürse en etkili mücadele araçlarından biri olmuştur. Çokça boykot çağrısı yapılır ancak azı başarıya ulaşır. Tüketicinin doğrudan satışlarını etkilediği şirketlerin hedef alınması, ısrarcı olunması, sokak protestolarıyla desteklenmesi ve etkili iletişim gerektirir. Tekel konumundaki şirketlerin boykottan etkilenmesi zordur. Ve elbette boykotun sonuçlarının ölçülebilir ya da gözle görülebilir olması önemlidir. Medya şirketleri için reytinglere, perakendeciler için satış rakamlarına veya alışveriş yapan tüketici sayısına bakılabilir. Türkiye’de Gerze’ye termik santral yapmak isteyen Anadolu Grubu’na Efes markası üzerinden yapılan boykotun satışları etkilediğini duymuştuk. Santral projesi de iptal edilmişti. Çevrenin korunması için gerçek ihtiyaç sınıfına girmeyen tüketimin azaltılmasının doğa korumanın birinci koşulu olduğunu yeri gelmişken hatırlatalım.

İktidarın boykot edilen firmaları savunmak üzere sahaya çıkmasından, firmaların yaptıkları açıklamalardan boykotun etkili olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Hükümetin sansür taleplerini harfiyen yerine getiren bir medya kuruluşuna ait şirketleri boykot etmek ve iflasını istemekten daha demokratik bir talep olabilir mi? Otoriter bir rejime destek verdiğini bildiğiniz bir şirkete para kazandırmamak, bunu kitleselleştirebilmek şahane bir eylem. Boykot konusunda geç bile kalındığını düşünüyorum. Yaşasın termosta çay, yaşasın bağımsız medya.

Bir varmış bir yokmuş

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Mart 2025

Foto: CHP Flickr
Halka her gün bir başka masal anlatmayı seven iktidar sayesinde her güne “bir varmış bir yokmuş” diyerek başlıyoruz.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve 28 kişinin diploması yıllar sonra hukuka aykırı bir şekilde yok ediliyor. 31 yıl var olana bir gün sonra yok denilebiliyor. Yüz binlerin oylarıyla seçilmiş belediye başkanları iftiralarla gözaltına alınıyor. Milyonların var olan oyu bir gece de yok sayılıyor.

İktidar, yolsuzluk, terör soruşturmaları, sosyal medyadaki trol saldırılarıyla halkın kafasını karıştırmaya çalışıyor ama nafile. Bir tarafta “gel sandığı koy, halk seçsin” diyen muhalefet, diğer tarafta ise sandıktan korkan, televizyon ekranlarında rakiplerinin ya da gerçek gazetecilerin sorularını yanıtlamaktan bile kaçan Erdoğan var.

‘Prompter’dan okumaya gelince var, gerçek gazetecilerin önüne çık deyince yok. İsrail’e kapalı salonlardan sövmeye var, ticareti kes deyince yok. Bir varmış bir yokmuş. Adeta bir masal kahramanı.

Geçmişte bu iktidara oy verenler de bunun farkında. Bir zamanlar sevdikleri, oy verdikleri bu partinin önderleri artık onlar açken tok yatıyor, ekmek bulamayanlara az yiyin diyor, sokaklarda değil saraylarda gezmeyi tercih ediyor.

Ne saray düşkünleri gördü bu topraklar. Bir gün vardılar bir gün İngiliz zırhlısına sığınıp yok oldular.

***

AKP ve ortaklarının iktidarında sadece yoksullaşmadık, var olmaya çalışan demokrasi, hukuk sistemi, özgürlükler de birkaç kararnameyle yok edildi. Haksız tutuklamalar, ifade özgürlüğünün engellenmesi, medyanın baskı altına alınması, iktidarın suçları saymakla bitmez. Buna rağmen muhalefet, tüm haksızlıklara rağmen demokratik haklarını kullanmaya çalıştı ve mücadelesini sürdürdü. O yüzden bugün demokrasiyi, milletin egemenliğini korumak adına sokağa çıkan, söz söyleyen herkesi el üstünde tutmak gerek.

Dün “yokmuş” denilen ülkeyi bugün “var” edenler, meydanları dolduran, sokakta korkmadan konuşan, medyada sözünü sakınmadan söyleyenlerdir. Bundan sonra ülkenin umudu, tencere tava, yakada rozet, camlarda posterler, sokakta yürüyüş, sendikalı sendikasız iş bırakma eylemleri, okul boykotları, sivil itaatsizlik eylemleri, sosyal medya mesajları ile hakkını arayanlar olacak. Dönüm noktasındaki Türkiye’de şüphesiz onlarca farklı eyleme belki de aylarca tanıklık edeceğiz. Sırbistan’da tren istasyonunun çökmesiyle başlayan protestoların hükümeti devirmesi beş ay sürmüştü.

İnsanlar konuştukça, sorunlarını haykırdıkça Türkiye’de demokrasi umudu var oluyor, sorun yokmuş gibi davranınca umut azalıyor. Hak arama eylemlerini kötüleyenler, İmamoğlu’nun gözaltına alınmasıyla ilişkisiz olduğunu iddia edenler mutlaka olacaktır. Özgür Özel’in Saraçhane’de yaptığı konuşmada sokağın meşru adres olduğunu açıkça söylemesi bu yüzden önemliydi.

Zaten sokağa çıkanlarla yaşanan mağduriyetler arasındaki bağ ortada. Dünyada iklim eyleminin en kuvvetli ayaklarından biri öğrencilerin okul boykotlarıydı. Çünkü gezegenin geleceği yoksa eğitimin ne anlamı var diye soruyorlardı. Türkiye’de de diplomasının bir günde siyasi bir kararla elinden alınabileceğini gören öğrencilerin okullarını boykot etmesinden, barikatları zorlamasından daha doğal ne olabilir? İş cinayetlerinin cezasız kaldığı, insanların açlık sınırında çalıştırılmaya zorlandığı bir ülkede sendikaların bu düzenin değişmesini istemesi ve genel grev çağrısı yapmasına şaşırılır mı?

Herkesin sorduğu soru ise örgütsüz toplumun sesini nasıl duyuracağı sorusu. Yeni çağda gözden kaçan bir değişim de bu. Adaletsizliğe karşı bir araya gelen örgütsüz güçlerin çıkardığı farklı sesler kitleleri hızla büyütüyor. Tek ses, tek flama altında toplanmak uzun süreçler isterken, farklı seslerin birlikteliği popüler taban örgütlenmelerine fırsat veriyor. Lidersiz, tek bir söylemi olmayan bu örgütlenmelerle mücadele etmek otoriter devletler için çok daha zor çünkü onları bir kalıba sokup, bildik ezber ve iftiralarla kötülemek kolay değil. Birbirine benzemez ama asgari müştereklerde birleşmiş, bireysel ve siyasi beklentilerden uzak insanlardan bahsediyoruz. Tek dertleri daha fazla özgürlük, halkın egemenliği. Örgütsüz bir örgütlülük hali.

Masalla başladık masalla bitirelim. Gökten üç elma düşmüş. Hepsi direnenlerin başına.

Akkuyu’nun atıkları nereye atılacak?

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Mart 2025

Foto: Wikipedia
Gaziemir’de eski kurşun fabrikasına bırakılan nükleer atıkların ‘temizlik’ çalışmaları kapsamında, üç kamyon hafriyatın Torbalı’da boş bir alana döküldüğü iki gün önce İzmir Büyükşehir Belediyesi ekiplerince ortaya çıkarıldı. Siyaset dedikodusuyla vakit geçiren medya bu skandalı göz ucuyla gördü. Nükleer santral çalıştırmanın eşiğine gelen Türkiye’de nükleer atık konusunda endişelenmemek mümkün mü? Ben de endişelerimi gidermek ve yok edilmesi mümkün olmayan bu atıkların akıbetini öğrenmek için bilgi edinme hakkımı kullandım. Gelen yanıtları ve akılda kalan soru işaretlerini paylaşıyorum.

Nükleer Enerji ve Uluslararası Projeler Genel Müdürlüğü’nün verdiği yanıta göre, “Kullanılmış yakıtlar 7381 sayılı kanuna göre işletme süresi boyunca NGS sahasında depolanacak. Radyoaktif atıklar ise tesis sahasında depolandıktan sonra TENMAK tarafından kurulacak olan yakın yüzey bertaraf tesisine gönderilecek”. Bahsedilen 7381 sayılı Nükleer Düzenleme Kanunu’nun 9. maddesinin dördüncü fıkrasında, “Nükleer santrallerde ortaya çıkan kullanılmış yakıtlar, işletme ömrü boyunca nükleer santral sahasında depolanır” yazıyor. Santralın işletme süresinin 60 yıl olduğunu biliyoruz. Demek ki içinde plütonyum-239 gibi 244 bin yıl radyoaktif kalabilen çok tehlikeli nükleer atıklar ilk 60 yıl boyunca Akkuyu Nükleer Santralı’nda bekletilecek.

Sorduğum aynı sorulara Nükleer Düzenleme Kurumu’ndan (NDK) gelen yanıt ise daha fazla detay içeriyor. NDK, atıklarla ilgili sorumluluğun proje şirketinde, yani santralın sahibi Rus devlet şirketlerinde olduğunu hatırlatıyor. 60 yıl sonra ne olacak kısmı da aslında aynı kanunda belirtilmiş. Dokuzuncu maddenin d bendinde, “Türkiye Cumhuriyeti egemenlik alanında yapılan faaliyetler neticesinde ortaya çıkan radyoaktif atıklar TENMAK tarafından bertaraf edilir” açıklaması var. Ruslar santralı kapatıp gittikten sonra nükleer atıklar Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’na (TENMAK) yani Türkiye’ye kalacak.

Akkuyu’daki santralın 2012 yılındaki bilgilendirme toplantısını yerinde izlemiştim. Akkuyu Nükleer A.Ş. orada 28 soruluk bir kitapçık dağıtmış, 25 numaralı, “nükleer santralın atıkları ne olacak” sorusuna da “Akkuyu Nükleer Santrali’nde kullanılmış yakıt Rusya’ya gönderilecektir” yanıtını yazmıştı. Şirket, eski internet sitesine de atıkların Rusya’ya gideceğini (türünü belirtmeden sanki hepsi Rusya’ya götürülecekmiş gibi) yazmış, bir de alay edercesine, atıkları Türkiye satın almak isterse Türkiye’de de kalabilecek” demişti. Demek ki halkı hep yanlış bilgilendirmişler. 60 yıldan ve Türkiye’de kalacak düşük ve orta seviyeli nükleer atıklardan hiç bahsetmediler.

NDK’den gelen yanıtta, barışçıl kullanım ilkesine de özel bir vurgu yapılmış. Türkiye’nin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na taraf olduğu ve nükleer silah yapmayacağına ilişkin Rusya ile yapılan anlaşmadaki taahhütler hatırlatılmış. Buradan, Rusya’nın Mersin’deki nükleer santralında 60 yıl bekletilecek, plütonyum gibi nükleer silah yapımında kullanabilecek maddelerin alınarak, hiçbir zaman Türkiye’nin kontrolüne geçmeyeceğini anlıyoruz. Nükleer santraldan Türkiye’nin silah üreteceğini düşünenler ve pahalı ve tehlikeli nükleer santralları bir güç kazanımı gibi göstererek pazarlayanları üzecek bir vurgu. 

Tüm sorularıma yanıt aldım mı? Hayır. İki kurum da “Ankara’nın Polatlı ilçesinde yapılması düşünülen nükleer atık depolama sahasının işlevi ve hangi atıkları barındıracağı sorusuna yanıt vermedi. Ya bu planlar net değil ya da bu konuyu gündeme getirmek istemiyorlar. Meralarını korumak isteyen Ankaralıların tepkisinden korkuyor olabilirler. Polatlı İlçe Tarım Müdürlüğü 4 bin dekarlık alana yapılmak istenen bu tesise karşı olumsuz rapor vermişti. Tepkiler nedeniyle AKP İlçe Başkanı da projenin geri çekildiğini açıklamıştı ama AKP döneminde sözler malum suya yazılıyor.

Akkuyu’daki her bir reaktör, kullanılmış yakıt da dediğimiz yüksek seviyeli atıklardan her 1-1,5 yılda 30 ton civarında üretecek. Santralda dört reaktör var. Bir de düşük ve orta seviyeli nükleer atıklar var. İşçilerin elbiseleri, kullanılan aletler ve radyasyon bulaşmış malzemeler gibi. Düşük seviyeli atıkların miktarı yüksek seviyeli atıkların 30 katı kadar. Polatlı’da kurulmak istenen tesis Sinop ve Mersin arasında bu amaca hizmet için planlanmış olabilir. Çünkü TENMAK, 2035’e kadar bu atıkların depolanacağı yakın yüzey bertaraf tesisini kurmakla yükümlü.

Yapay zekâdan değil klimadan kork

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Mart 2025

Foto: By Rama, CC BY-SA 3.0 fr.

Yapay zekâ ve veri merkezlerinin gereksinimi nedeniyle elektrik talebi artacak. Bu nedenle nükleer santrallara, özellikle de küçük modüler reaktör denen düşük kapasiteli nükleer reaktörlere bir geçişin olduğuna dair çokça haber yapıldı. Peki, bu iddianın aslı var mı? Yoksa bu nükleer santralların önünü açmak için yapılan bir pazarlama hamlesi mi? Tahminde bulunmak yerine verilerle bir değerlendirme yapmak yerinde olur.

YAPAY ZEKANIN ELEKTRİK TALEBİ
Yapay zekanın elektrik tüketimi aslında veri merkezleriyle ilgili. Makineyi verdiğimiz bilgilerle eğiten bizleriz. Buna makine öğrenmesi diyoruz. Ne kadar çok bilgi verirsek yapay zekanın sorulara yanıt vermesi veya doğru analiz yapması mümkün oluyor. O yüzden de daha fazla veri tutup işleyebilecek veri merkezleri gerekiyor. 24 saat durmadan çalışması gereken bu merkezler çoğaldıkça elektrik ihtiyacının artması da kaçınılmaz. Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) veri merkezlerinin ve kripto paraların küresel elektrik talebinin yüzde 2’sine yakın olduğunu söylüyor. UEA’nın, veri merkezli talep artışıyla ilgili Ocak 2024’te yaptığı tahminini yıl sonuna doğru düşürdüğünü de hatırlatalım. Belirsizlik dikkat çekici.

KLİMALARIN TALEP ARTIŞINA KATKISI ÜÇ KAT FAZLA
UEA’nın 2030 projeksiyonu, dünyanın elektrik talebindeki 6000 terevatsaatlik (TWh) artışın sadece 223 TWh’inin veri merkezli olacağını tahmin ediyor. Tuzlu suyu arıtma sistemlerinin talep artışına katkısı 172, klimaların ise 697 TWh olacak. 2030’a kadar klima kaynaklı talep artışı, veri merkezlerine kıyasla üç kat daha fazla. İlginçtir, “klima kaynaklı elektrik talebi artıyor, bunu ancak nükleerle karşılarız” diyen kimseyi görmüyoruz. Çünkü yapay zekâ yüksek teknolojiyi işaret ediyor ve nükleeri yüksek teknolojiyle eşleştirmek pazarlamacılar için daha çekici. Klima kullanımının artması iklim krizinin şiddetlendiğini, kötü bina ve kentler inşa ettiğimizi gösteriyor. Telafisi zor bir hata yapıyoruz.

GAZ SANTRALLARI YOLDA
Elektrik talebi artışıyla ilgili spekülasyonlar haliyle üretim tarafını hareketlendiriyor. Nükleer propagandanın merkezlerinden ABD’de neler oluyor, ona bakalım. Küresel Enerji Monitörü (GEM), birkaç gün önce, yapay zekâ enerji talebi spekülasyonları nedeniyle gazla çalışabilen termik santral kurma eğiliminin arttığını söyledi. Plan, lisans ve yapım aşamasındaki gaz santralı kurulu gücü 85 bin megavata ulaşmış. Bunun 14 bin megavatı yapım aşamasında. Neden nükleer değil gaz? Çünkü hem daha ucuz hem de rüştünü ispat etmiş bir teknoloji.

GÜNEŞ’İN PAYI YÜZDE 7
Meydanın gaza kaldığını da düşünmeyin. ABD’de sadece 2024 yılında sisteme eklenen güneş kurulu gücü 40 bin megavattı. ABD’de elektrik üretiminin yüzde 7’sini güneşten karşılayabilecek kapasite var. Nükleerin payı ise yüzde 18,5’e geriledi. Teknoloji devleri jeopolitik meseleler gereği nükleer dolu açıklamalar yapsalar da iş veri merkezleri için elektrik satın almaya gelince gaz ve yenilenebilir enerji kullanacaklar çünkü her ikisi de büyük nükleer santrallardan bile 2-4 kat daha ucuza aynı elektriği size sunabiliyor. Trump döneminde iklim krizini görmezden gelmek gaza avantaj sağlıyor haliyle.

KÜÇÜK NÜKLEER BİLMECESİ
Şu anda ABD’de yapımı süren küçük ya da büyük bir nükleer reaktör yok. Küçük modüler nükleer reaktörler bırakın yapılmayı, lisanslama sürecini bitirmiş değiller. Eğer ‘teoriler pratiğe dökülebilirse’ bu küçük kapasiteli nükleer reaktörlerin ilk örneklerini en erken beş-altı yıl sonra görebiliriz. Veri merkezleri ise bugün enerji talep ediyor.

31 Ekim 2024 tarihli, “Google nükleerci mi oldu” başlıklı yazımda, küçük modüler nükleer reaktör hamlesinin daha çok nükleerde Rusya’ya bağlı Avrupa ülkelerine bir alternatif sunmak, bir yandan da bu ülkeleri teknolojide ABD ve Avrupa’ya bağımlı hale getirmekle ilgili olduğunu yazmıştım. Bu jeopolitik taktiğin, Biden yönetiminden sonra sürüp sürmeyeceği belli değil. ABD bu konuda da bir ‘U dönüşü’ yapabilir. Zelenski’nin Beyaz Saray ziyaretinden sonra, Avrupa’nın, ABD’ye bağımlılığın en az Rusya’ya bağımlılık kadar riskli olduğunu fark ettiğini düşünüyorum.

BULUTA ATMADAN ÖNCE DÜŞÜNÜN
Kripto, yapay zekâ, elektrikli araç ve bulut (drive) kullanımının yaygınlaşmasıyla elektrik talebinin arttığı ortada. Artışın oranı ve “talebi şu kaynak karşılayabilir” gibi konularda ise temkinli davranmalıyız. İnşa ettiğiniz fazla kapasite size zarar yazabilir. En iyi yol elbette enerjiyi daha akıllıca ve tasarruflu kullanmak, ne için tükettiğimizi sorgulamak. Buluta koyduğumuz bir belge sayesinde, kâğıt kullanmıyor, dünyanın bir ucuna göndermek için posta ve ulaşım hizmetlerinden faydalanmıyorsak bunların enerji ve kaynak tüketiminin azaltılmasındaki payını da kazanç hanesine yazmalıyız. Muhasebeyi henüz bu bakış açısıyla yapmıyoruz. Elektrikli araçlar elektrik talebini artırıyor ama petrol talebini azaltıyor. Elektrik tüketimi artarken verimlilik nedeniyle enerji tüketimi azalabilir. O yüzden daha detaylı veriler, sağlıklı analizler gerek. Yine de şunu söylemek için erken değil. Veri merkezlerini doğru kullanmayı öğrenmek ve öğretmek, artık su tasarrufu gibi önemli bir konu. Yakında bu konuda da maliyet ve bilinçlendirme kaynaklı düzenlemeler görürüz. Buluta atıp, ömür boyu bakmadığınız bir fotoğrafın, eğlence amaçlı yapay zekâ kullanımının yükünü tüm doğa çekebilir.

İklim Kanunu’nda kömürün adı geçmiyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Şubat 2025

TBMM Çevre Komisyonu Foto: @nerminyldrmkara
Uzun zamandır beklenen “İklim Kanunu” en sonunda Meclis’te görüşülmeye başlandı. Komisyonlardan geçip Genel Kurul’da kabul edilirse Türkiye’nin ilk İklim Yasası olacak. Türkiye’nin iklim kriziyle mücadelesinin kurallarını koyması beklenen yasanın ambalajı güzel ama içi boş.

İklim yasasından haliyle iklimi değiştiren seragazı emisyonlarını azaltacak önlemleri belirlemesini, kurallar ve yasaklarla petrol, kömür ve gaz kaynaklı fosil yakıtlarla mücadele etmesini beklersiniz. Beklemeye devam çünkü yasanın içinde böyle bir madde yok. Emisyon azaltımı yok, kömür santrallarının kapatılması yok. İklim krizinden etkilenen dezavantajlı gruplara, olası bir adil geçiş sürecinde bu süreçten etkilenecek işçilere nasıl destek olunacağına dair somut bir düzenleme de yok. Ne var? “Yeşil büyüme” var, taslak metinde 12 ayrı yerde bahsi geçiyor. “Emisyon ticareti” var; 11 kez uzun haliyle, 54 defa da kısa adı olan “ETS” şeklinde yazılmış. Fosil yakıt (kömür, petrol ve gaz) yok ama ticaret var. Gönüllü karbon piyasaları bile metinde var ama sorunun kaynağı yok.

Doğa koruma mücadelelerinden tanıdığımız 72 kuruluş change.org üzerinden bir imza kampanyası başlattı. “İklim krizine neden olan tarım, enerji, sanayi ve madencilik politikalarında hiçbir değişiklik getirmeyen, iklim krizinin yol açtığı seller, fırtınalar, yangınlar gibi afetler için hiçbir önlem öngörmeyen, işçilerin haklarını güvence altına almayan, kadınların ve dezavantajlı grupların iklim krizi nedeniyle uğrayabileceği ayrımcılığı gözetmeyen, bir kanun gerçek bir İklim Kanunu değildir” diyorlar. Polen Ekoloji, söz konusu yasaya, “emeği ve doğayı konu dışı tutarak sömürü ve tahribatın devam etmesi için AB’nin “Yeşil Yeni Düzeni” çerçevesinde alternatif bir saha yaratmak istiyor” diyerek itiraz ediyor. Yasa hazırlanırken muhataplarına sorulmadığı ortada. Hükümet yine bildiğini okumuş.

İklim Kanunu’na bakınca, iklim sorununun doğayla ya da fosil yakıtlarla ilgili olmadığını, bir ticari mesele olduğunu bile düşünebilirsiniz. Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması ve Yeşil Taksonomi’ye girişi hazırlayan, emisyon ticareti ile de fosil yakıt üreticilerine kurtuluş reçetesi sunan bir yasadan bahsediyoruz. Emisyon ticareti itirazlara rağmen tüm dünyada kullanılan ancak karbon vergisi gibi önlemlere göre arkadan dolanmaya uygun bir mekanizma.

Basitçe tarif edersek, ETS (Emisyon Ticaret Sistemi) kapsamında enerji üretimi yapan bir şirkete o yıl atmosfere bırakabileceği seragazı emisyonu miktarını belirleyen bir kota verilecek. 100 birim diyelim. Şirket 80 birim emisyon üretirse, kullanmadığı 20 birimlik hakkını başka bir şirkete para karşılığı satabilecek. 110 birim emisyon üretirse, cezalı duruma düşmemek için 10 birim karbon kredisini başka bir yerden satın almak zorunda kalacak. Karbon kredilerinin fiyatını, ETS içinde yer alan firmaların performansı belirleyecek. Herkes kotanın üzerine çıkarsa temiz karbon kredisi bulmak için ödenecek bedel artacak. Herkes emisyonlarını azaltırsa piyasada çok sayıda temiz karbon kredisi olacağı için bu kredilerin değeri düşecek. Arz talep meselesi, borsa gibi.

Burada tuzak şu. Şirketlere kredi toplamak için çokça seçenek veriliyor. Yenilenebilir enerji santralları üretim yaparken kömürlü termik santrallara göre çok az seragazı emisyonu ürettiği için aradaki fark kadar temiz karbon kredisi kazanıp, bunları piyasada satabiliyorlar. Kömür santralı olan bir şirket de iklimi değiştiren santralını kapatmak yerine bu kredileri toplayarak işine devam edebiliyorlar.

Daha da kötüsü, fidan dikmek gibi etkisi çok tartışılan yöntemlerle bile karbon kredisi toplayabiliyorlar. Türkiye’deki enerji şirketlerinin çoğunun hem fosil yakıtla hem de yenilenebilir enerjiyle üretim yapan santralları var. Birinden alıp ötekine verebilirler. Kotaları belirleyen hükümet ipin ucunu sıkı tutmaz, kotaları bol keseden dağıtırsa aynı tas aynı hamam yola devam ederiz. Hükümetin ipin ucunu sıkı tutması da onun emisyon hedefine bağlı. Türkiye’nin ne seragazı emisyonlarını azaltma hedefi var ne de taraf olduğu Paris Anlaşması’nın bir bağlayıcılığı. Avrupa Birliği gibi emisyon ticaretinin uygulandığı yerlerde, o birlik ve ülkelerin emisyon azaltım hedefleri var. Bu hedeflere ulaşmak için ülkeler kota işini sıkı tutmak, emisyon azaltımı yapmasını istediği sektörlere buna göre kota vermek zorunda.

Türkiye’de emisyon azaltım hedefi yok. Termik santralları kapatma kararı yok. Ulaşımda petrolden kaçma politikası yok. Bunların hiçbiri yok ama yasa geçerse emisyon ticareti olacak. Bol bol ticaret yapacağız, ucuza topladığımız krediler sayesinde iklimin canına okumaya devam edeceğiz.

Nükleer enerjinin durumunu rakamlar anlatıyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Şubat 2025

TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası geçen hafta Ankara’da Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu’nun tanıtımı için bir dizi etkinlik düzenledi. Raporun sonuçlarını baş yazarı ve koordinatörü Mycle Schneider aktardı. 2024 raporunun yazarlarından biri olduğum için ben de sunumları Ankara’da izledim. 2007 yılından bu yana düzenli yayımlanan bu nükleer külliyata siz de worldnuclearreport.org adresinden ulaşabilirsiniz.

Beş yüz sayfayı aşan bu rapor nükleer karşıtı veya yanlısı bir rapor değil, rakamlarla durumu ortaya koyuyor, değerlendirmeyi size bırakıyor. Ben de Schneider’in sunumundan aldığım notları sizlerle yorum yapmadan paylaşıyorum.

  • 1996 yılında nükleer santrallar küresel elektrik üretiminin yüzde 17,5’ini karşılıyordu, 2023 yılında bu rakam yüzde 9,15’e geriledi.
  • Nükleer santralların toplam elektrik üretimi 2023’te 2600 teravatsaat (TWh) oldu, 2006 yılındaki zirvenin 60 TWh gerisinde kaldı.
  • 2005 ila 2024 yılları arasında 104 yeni nükleer reaktör işletmeye alınırken 101 tanesi de kapatıldı. Bu 104 reaktörün neredeyse yarısı (51) Çin’de yapıldı. Çin’i hesaba katmazsanız aynı dönemde dünyada kapatılan reaktör sayısı yapılandan 48 adet fazla.
  • 2024 sonunda dünyada 411 nükleer reaktör çalışıyordu, 2002’de bu rakam 438’di.
  • Halihazırda yapımı süren reaktör sayısı 61 (29 adedi Çin’de) ancak çok gecikmiş inşaatlar veya küçük reaktörler de bu listede yer alıyor, yapımına 1985 yılında başlanan Mochovce-4 gibi.
  • Dünyadaki reaktörler oldukça yaşlı. Yaş ortalaması 32’yi geçiyor, ABD’deki filonun ortalaması 43’ü, Fransa’da ise 39’u buluyor.
  • Yaşlı reaktörlerin üretim rakamları düşüyor. Fransa ve Belçika örneklerinde net bir şekilde görüldüğü gibi, iki ülkede de filo ilk 10-15 yılda yüksek üretim rakamlarına ulaşırken, yaşlandıkça yaklaşık yüzde 20 oranında daha az üretim yapa hale gelmişler, ani düşüş ve inişler yaşamışlar.
  • Nükleer reaktör inşaatlarında maliyeti artıran faktörlerden biri yapım sürelerinin uzaması. Yapımı süren 61 reaktörden 24’ü gecikmiş durumda. Akkuyu’daki 4 reaktör de bu listede. Bu konuda en iyi örnek olarak gösterilen Çin de bile gecikmeler daha sık görülmeye başlanmış. Schneider bunu “nükleer enerjinin negatif öğrenme eğrisi” olarak tanımlıyor. Gerçekten ilginç, daha çok reaktör yaptıkça maliyetlerin ucuzlamasını, yapım süresinin kısalmasını beklersiniz ama nükleer alanda tersi oluyor.
  • Amerika ve Fransa’nın başını çektiği, 2050’ye kadar nükleer enerji kurulu gücünü üçe katlama çağrısının ardında iklim krizinden çok jeopolitik nedenler olduğunu belirten Schneider, bu çağrıyı yapan ülkelerin çoğunda, ABD ve Fransa da dahil olmak üzere halihazırda yapımı süren bir nükleer reaktör bile olmadığının altını çiziyor.
  • Dünyada nükleer santral yapımında Rus ve Çinli firmaların net hakimiyeti var. Kore ve İngiltere’deki ikişer üniteyi saymazsanız geri kalan tüm reaktörleri bu iki ülkenin firmaları yapıyor. Bu da Batı’da sıkça dillendirilen “nükleer enerji geri geliyor” iddiasının karşısına, “kim yapabilecek” sorusunu koyuyor. Schneider, ABD veya Avrupa’da ambargolar yüzünden Rusya veya Çin’in nükleer reaktör yapamayacağına, Güney Kore’nin KHNP’si ve Fransız EDF’nin de zaten ciddi borç yükü altında olduğuna dikkat çekiyor.
  • Medyada sıkça yer alan Küçük Modüler Nükleer Reaktörlerin (SMR) geleceği ise anlatılanın aksine büyük bir soru işareti taşıyor. Henüz tasarımların onaylanma aşamasını bile geçememiş bu projelerin tahmini maliyeti, pahalı olduğu için eleştirilen büyük reaktörlerin bile üstüne çıkıyor. Bu yüzden de başta ABD’deki Nuscale projesi olmak üzere birçoğu kâğıt üstünde kalıyor.
  • Nükleer santraldan elektrik üretmenin maliyeti son 15 yılda yüzde 49 oranında artarken, güneşte yüzde 83, rüzgârda yüzde 63 oranında azalmış. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre batarya destekli güneş elektriğinin maliyeti bile şimdiden nükleerden ucuz ve 2030’da kilovatsaat başına 4,5 sentlere kadar düşecek.
  • AB’de rüzgâr ve güneşin toplam elektrik üretimi nükleeri çoktan geçmiş durumda. Çin’de ise güneş enerjisinden üretilen elektrik ülkedeki tüm nükleer santralların üretiminden fazla. Rüzgar santralları da nükleer santralların toplam üretiminin iki katı kadar elektrik üretiyor.

‘Nükleer güç’ Türkiye’ye yayıldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Şubat 2025

Gaziemir'de nükleer atıkların bulunduğu saha
En sonunda istenen oldu. ‘Nükleer güç’ diye diye başımızın etini yiyenler, nükleer gücü Türkiye’nin dört bir yanına yaymayı başardı. Türkiye’ye nasıl ve nereden getirildiği bir türlü ‘tespit edilemeyen’ nükleer atıkların olduğu İzmir’in Gaziemir ilçesindeki eski kurşun fabrikası, ‘nükleer gücü’ tüm memlekete yayıyor.

Nasıl mı? Anlatalım. 2024 yılının Temmuz ayında yaklaşık 18 yıl önce varlığı ortaya çıkan bu atıkların oradan alınması amacıyla bir çalışma başlatıldı. Çevre Bakanlığı, TENMAK (Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu) ve NDK’nin (Nükleer Düzenleme Kurumu) dahil olduğu bu süreçte sahanın atıklardan temizlenmesi işi Ekovar adlı bir şirkete verildi. Ekovar kalabalık bir mahallenin ortasında yer alan bu alanda çalışmalara başladı.

Yukarıda saydığım üç kurumun uygun gördüğü ‘Çevresel Temizleme Planı’nda atıkların işlenmesiyle ilgili önemli bir kıstas belirlenmiş. Yapılan işi basitçe anlatmak gerekirse, atık bulaşmış alanlarda radyasyon seviyesine bakılıyor, radyasyon seviyesine göre çıkan atıklar ilgili bertaraf tesislerine gönderiliyor. Radyasyon ölçümü sonucu doz hızı saatte 80 nanosiverti geçerse atıklar radyoaktif atık kabul ediliyor, düşükse tehlikeli atık sınıfına alınıyor ve Türkiye’deki tehlikeli atık bertaraf tesislerine gönderiliyor. 79 olursa tehlikeli atık, 81 olursa radyoaktif atık.

Elbette burada birkaç temel sorun var. Radyasyon seviyesinin güvenliği, ölçümlerin denetimi ve Türkiye’de radyoaktif atıkların saklanması için uygun bir tesisin olmaması. Bertaraftan kasıt aslında atıkları doğadan ve insanlardan yalıtmak çünkü radyoaktif atıkları yok edebilecek bir teknoloji de dünyada yok. Firmanın yeterliliği ve işin özenle yapılıp yapılmadığı da sorgulanıyor. Süreci takip eden Avukat İpek Sarıca, radyasyon ölçümleriyle ilgili sorumluların imzalarıyla ilgili şüpheler olduğunu ve suç duyurusunda bulunacaklarını söylüyor. Her işyerinde gördüğümüz formalite imzalarla onaylanıyor olabilir mi bu kritik ölçümler?

Öncelikle bu sınır değer meselesinin dünya çapında tartışmalı bir kavram olduğunu belirtelim. Yıllar geçtikçe insanların maruz kalabileceği sınır değerler düşürülüyor. 1980’lerde normal bir birey yılda 5 milisivertten fazla radyasyona maruz kalmasın deniyordu, 1990’larda bu oran 1 milisiverte düşürüldü. Bilimin bir risk gördüğü ortada. Çernobil kazasından Sanayi ve Ticaret Bakanı olan Cahit Aral her ne kadar “biraz radyasyon iyidir” demiş olsa da radyasyonun hiçbir dozu güvenli değil ve tıbbi tedaviler gibi zorunlu haller dışında radyasyondan uzak durmalıyız.

Sahada çalışan işçilerin durumu ise endişe verici çünkü sahadaki radyasyona sadece bir saat değil günlerce maruz kalıyorlar. Özel elbiseler giymeleri, vardiyalarının düzenlenmesi gerekir ama öyle bir durum yok. Emrez Mahallesi’nde oturanlar ise 24 saat orada. Çalışmalar sırasında radyasyon yayılıyorsa risk altında olabilir. Sahadan gönderilen atıkların miktarı ve nereye gönderildiği de önemli. İstanbul Çekmece’deki nükleer araştırma merkezi, Kocaeli’ndeki İzeydaş, Bilecik’teki Vezirhan Çimento Fabrikası gibi birçok yere Gaziemir’den yola çıkan kamyonların gittiği biliniyor. İşleri yürüten Ekovar’a, Torbalı’da atık ara depolama izni de verilmişti. Gaziemir’den oraya nakledilen radyoaktif ya da tehlikeli atıklar da olabilir. Atık taşıyan kamyonların üzerlerine branda bile olmuyor. Atıklar götürüldükleri yerlerde yakılıyor mu, depolanıyor mu yoksa gömülüyor mu bilmiyoruz. Tespit edilen Europium 152’nin radyoaktivitesinin geçmesi için 135 yıllık (10 yarılanma süresi hesabıyla) bir süreye ihtiyaç olduğunu hatırlatalım.

Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret’a ait Gaziemir’deki eski kurşun fabrikasında ne kadar radyoaktif atık olduğu da net değil. Radyoaktif atığın kurşun gibi başka metal atıklarla karıştığı, toprağa da bulaştığını biliyoruz. 250-300 bin ton radyoaktif cüruftan bahsediliyor. Miktar çok, tehlikeli atık alma yetkisi olan her tesis potansiyel alıcı konumunda. Nükleer elektrik santralını dilimize ‘nükleer güç santralı’ diye çevirip, buradan siyasi mesajlar vererek Türkiye’ye nükleer santrallar kurmak isteyen zihniyeti tebrik etmeli. Yukarıda özetlediğimiz gibi ‘nükleer gücü’ tüm Türkiye’ye yaymayı başardılar. Bedelini hepimiz ödeyeceğiz.

Ya hep beraber ya hiçbirimiz

Özgür Gürbüz / 6 Şubat 2025

Foto: Kazım Kızıl
6 Şubat 2023 depreminin üzerinden iki yıl geçti. 11 ilde resmi rakamlara göre 53 bin 537 kişi hayatını kaybetti. İki yıla rağmen, yakınlarının cansız bedenlerine bile ulaşamayanlar var. Yanlış isimle gömülenler, kaybolan çocuklar ve elbette bitmeyen özlem ve acılar.

İki yılda teslim edilen konut sayısı 201 binin biraz üzerinde. Vaat edilenin üçte biri bile değil. Yıkılan kentlerin bina dikerek yeniden hayata dönemeyeceği bir gerçek, bir o kadar acı olan da deprem sonrası hayatta kalanlara verilen desteğin eksikliği. Son iki yıl içinde konteynır kentlerde yaşayanların sağlık, eğitim ve barınma ihtiyaçlarıyla ilgili onlarca haber okuduk.

6 Şubat 2023’te çöken binalarımız değil başlı başına bu yönetim sistemiydi. Başta Hatay olmak üzere geç gelen yardımlar, parayla satılan Kızılay çadırları, yardımları tekelleştirme çabaları, asbest ve hafriyat dumanında boğulan insanlardan adalet beklenen davalara kadar upuzun bir iki yıl geçirdik.

Türkiye’nin birçok yeri gibi bu bölgede de deprem olacağı biliniyordu. 2023’te iktidarının 20. Yılını kutlayan AKP, istese bu binaların birçoğunu dönüştürebilir, denetlenmesini sağlayabilir ve felaketin belki de daha az kayıpla atlatılmasını sağlayabilirdi. Mesele para değil, açık konuşalım. Üzerine uçak inmeyen havalimanlarına, araç geçmeyen köprülere, ateş pahası otobanlara, deli saçması Kanal İstanbul projesine, makam arabalarına, itibara, saraylara ve eşe dosta ‘kaynak’ bulanların depreme dirençli kentlere para bulamaması söz konusu değil.

Binaların yavaş teslim edilmesi kadar hızlı ama kalitesiz yapılar, iyi planlanmayan kentler ve geleceği düşünmeden atılan adımlar da sorun olacak. Yapılan her bir binanın 60-80 yıl ayakta kalacağını düşünürsek, çatısında güneş paneli olmayan, yalıtımıyla enerji tüketimini en aza indirmemiş, elektrikli dünyaya hazır, sürdürülebilir ulaşım altyapısı bulunmayan, yeşil ve sosyal alanlardan yoksun kentlerin bizi iklim krizi gibi bir başka felaketle karşı karşıya bırakacağını da unutmayalım. Yaraları sarmak, yeni bir kent inşa etmek, eskilerinin yerine yeni bina dikmekten ibaret olamaz. 20-30 yıl sonra yaptığımız bu binaları, çağa ayak uydurmadığı için bu defa biz yıkmak zorunda kalabiliriz.

Hükümete kızarken iğneyi de kendimize batıralım. 2025 yılında çökmeyen bir apartmanda oturma garantimiz yokken, devlet desteğiyle silah üreten firmalara, aklın hayalin alamayacağı alım garantileriyle zengin ettiğimiz iş insanlarına, bir kerecikten bir şey olmaz diyenlere bazılarımız oylarıyla sahip çıkmadı mı? İnsanlık suçu işleyen hükümet ve siyasicileri hedef alan hamaset dolu nutukları alkışlarken öte yandan bu devlet ve kişilerle ticari ilişkiler kurulmasına seyirci kalanlarımız yok mu? Onlara da kızalım; yeterince uğraşmadıysak bu karabasanın dağılması için kendimize de kızalım.

Milleti uyutan medyayı boykot etmeyişimize, o kanallarda dizi izleyen gözlerimize, hükümetin parçası olan iş insanlarının hastane ve turizm tesislerine gidişlerimize, örgütlenmeye direnişimize, boykot ve iş bırakma gibi yaratıcı eylemlere sırtımızı dönüşümüze de kızalım. Kızmadan olmaz. Üzülmek insani bir duygu ama üzgünlükler kızgınlığa dönüşmezse değişmeyiz. Hem bizi çöken binalara, su basan madenlere, yanan otellere, istismar ve cinayetlere, tren kazalarına, tarikat yurtlarına mahkûm edenlere kızalım hem de neyi eksik yaptık diye kendimize. Ya hep beraber ya hiçbirimiz, unutmayalım.