Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Toplumsal barış yolunda mıyız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Ocak 2025

Foto: demparti.org.tr

DEM Parti heyetinin İmralı ile başlayan ve siyasi partilerin temsilcileriyle süren görüşmeleri bitti. Sırada, cezaevindeki Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ görüşmeleri var. Devlet Bahçeli’nin sözcülüğünü yaptığı ve hükümet gizlemeye çalışsa da aslında Cumhurbaşkanı’nın yürüttüğü bu adı konmamış süreç bizleri toplumsal barışa mı götürecek yoksa daha önce olduğu gibi siyasi kurnazlıklara malzeme mi yapacak göreceğiz. Ben bu süreci Kürtlerle Türkler arasındaki bir süreç gibi görmüyorum. Bu bir demokrasi sınavı.

Bir önceki sürecin baş aktörlerinden Selahattin Demirtaş sekiz yılı aşkın bir süredir cezaevinde. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) hak ihlali gerekçesiyle Türkiye’yi tazminat ödemeye mahkûm ettiğini de hatırlatalım. Anayasa’yı tanımayanlar elbette AİHM kararlarını da görmezden gelmeye devam ediyor. O yüzden de yarın yapılacak bu ziyaret oldukça düşündürücü. Sadece Bahçeli, Erdoğan veya Öcalan’ın sözleriyle ülkeye barışın gelmeyeceğini, geçmişte yaşananları hatırlatıyor.

Üzerinde yaşadığımız bu topraklar, belki de dünyanın savaşlara en çok tanıklık etmiş bölgesi. Savaşların tarihi kadar barışın tarihi de o kadar eski bu coğrafyada. Hititlerle Mısırlıların mızraklarını toprağa gömdükleri Kadeş Antlaşması, dünyanın bilinen en eski uluslararası barış antlaşması. İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde antlaşma metni görülebilir, Birleşmiş Milletler binasında da büyütülmüş bir kopyası sergilenir. İki büyük kral, milattan önce 1269 yılında sadece söz vermemiş, kalıcı olması için barışı metne dökmüş. Çünkü krallar ölür, sözler unutulur ama yazılar, antlaşmalar kalır.

Türkiye’yi özlenen toplumsal barışa kavuşturmak için gidilmesi gereken uzun bir yol olduğu kesin. Üç bin üç yüz yıl önce olduğu gibi barışı metne dökmemiz de muhtemelen gerekecek. Ama asıl sorunumuz bu değil. İster çiviyle ister el yazısıyla yazılsın, bir barış metnine ve daha da önemlisi ona uyacağını taahhüt eden liderlere gereksinimimiz var. Var mı bu liderler? Nerede yaşıyoruz biz? Yasal dayanaklardan yoksun tutuklama ve gözdağlarının olduğu, gazetecilerin sürekli mahkeme tehdidiyle yaşadığı, denetim ve hesap verilebilirliğin neredeyse hiç olmadığı, Meclis’in ve medyanın etkisiz hale getirildiği bir ülkede. Böyle ülkelerde iktidardaki liderler sonsuz güce sahip olur ve dokunulmaz hale gelirler. Haliyle de verdikleri sözler anlamsızlaşır, çünkü sözünü tutmamanın siyaseten ya da hukuken bir yaptırımı yoktur.

Herkesin hatırlayacağı örnekler var. Milyonların katıldığı Gezi eylemleri nedeniyle Can Atalay, Osman Kavala, Tayfun Kahraman, Çiğdem Mater ve Mine Özerden hukuksuzca cezaevinde tutulurken hangi anlaşma metnine ya da hangi söze güvenebilirsiniz? Milyonların iradesine kulak asmayanlar anlaşma mı tanıyacak? Bir yasayı değil Anayasa’yı hiçe sayan uygulama ve beyanlardan bahsediyoruz. Seçilmiş milletvekilini cezaevinde tutanlardan, protesto hakkını hiçe sayanlardan, Anayasa’nın çevre korumayı herkesin görevi ilan eden 56. maddesini görmezden gelenlerden.

Bir barış metni çıksa bile, hatta yeni bir Anayasa yapılsa bile iki gün sonra o Anayasa’ya uymayacaklarını bildiğimiz kişilerle böyle bir yolculuğa çıkılabilir mi? Hayatları boyunca nefret dilini kullananların, çiçekleri hatırlamasıyla barış elçisi olmasına inanabilir miyiz? Mevcut AKP-MHP koalisyonu önce samimiyet testinden geçmeli. Yarından başlayarak Anayasa’ya bağlı kaldığını, adalet ve medya üzerindeki siyasi baskıyı kaldırdığını, şeffaflık ve denetimleri geri getiren uygulamaları hayata geçirdiğini gösterse ve bunu seçimlere kadar uyguladıktan sonra, kalıcılığına inanılan koşullarda barış konuşulsa daha akıllıca olmaz mı? Daha da garantisi, yeni sürecin ilk adımının başkanlık sisteminin terk edilip Meclis’e güç verilmesi olur. O zaman iş tek adamlara kalmaz.

Toplumsal barış Türkiye’nin özlemi ve bu yolda siyasilere büyük görev düşüyor. Bu gerçeği inkâr etmeyelim, atılan adımları da yok saymayalım ama sürecin temelinde, sözlerine güvenilen liderler ve anayasaya bağlı bir hukuk devleti olması gerektiğini de unutmayalım. Umudum var, hep olacak ama bugünleri hazırlayanlara, kavgadan oy ve güç devşirenlere, siyasi kurnazlık peşinde olanlara güvenim yok.

Hükümetin elektrik zammı da adaletsiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Ocak 2025

Foto: YZ_Canva
2025 yılına yeni bir elektrik zammıyla başladık. Ay sonunda faturalar gelmeye başladığında, bu gizli zammın kimi vurduğu belli olacak. Ay sonuna kadar sabredemem diyorsanız son elektrik faturanıza bakabilirsiniz. Aylık elektrik tüketimi ortalamanız 417 kilovatsaatten (kWh) fazlaysa yeni yılda elektrik faturanızın neredeyse iki katına çıktığını göreceksiniz. Elektrik Mühendisleri Odası’nın (EMO) hesabına göre 1048 TL’lik faturanız tüketiminiz aynı kalsa da bir anda 2048 TL’ye çıkacak. EMO zammın iptali için dava açtı ama sonuç ne zaman belli olur, ne karar verilir bilinmez. Bizi bekleyen tehlike ise net.

Uygulama, tek sayaca bağlı apartmanların ortak tüketimlerini de kapsıyor. Hidrofor, asansör ve aydınlatma tüketimleri 417 kilovatsaati geçen her apartmanın ortak gideri de ciddi oranlarda artacak.

Ticarethanelerde ise yüksek faturaya geçme sınırı yıllık tüketimi 15 bin kWh’i geçen işyerlerinde uygulanacak. Hem de 2024 tüketiminize bakılarak bu sınıflama yapılacak. Geçen yıl bu sınırları aşan bir tüketiciyseniz, bu yıl faturanız yeni tarifeden ücretlendirilecek. Size önceden söyleselerdi belki önlem alabilirdiniz ama söylenmedi tabii ki. Bir ürünün girdi maliyetleri artarsa zam da maliyetler oranında yapılırsa bu anlaşılabilirdi ama yapılan bu değil. Elektrik üretiminde kullandığımız gaz ve kömür fiyatlarında bu zammı haklı gösterecek bir artış olmadı hatta birkaç yıl önceki kriz dönemine kıyasla fiyatlar daha aşağıda.

1 Ocak 2025 tarihiyle hayatımıza giren bu son elektrik zammında kimin, ne için elektrik tükettiğine bakmadan yapılan bir cezalandırmadan bahsediyoruz. Kış aylarının kısa, yaz aylarının sıcak olduğu birçok ilde elektrikli ısıtıcılar soğuk günlerde de kullanılıyor ve bu evlerin toplam elektrik tüketimini artırıyor. Yazın da klima kullanımı devreye giriyor. Burada israftan ya da lüks tüketimden bahsedemeyiz. O zaman neden başta güneydeki iller olmak üzere buralarda yaşayanları cezalandırıyoruz?

Aynı soru, işi gereği çok sayıda elektrikli alet kullanmak zorunda kalan işyeri sahipleri için de geçerli. Kasap, market, şarküteri gibi 24 saat çalıştırmak zorunda olduğu buzdolaplarına sahip bir işletmeyle diğerlerini bir tutup, cezalandırmanın adaletli bir açıklaması olabilir mi? Artan maliyetlerin, temel ihtiyaçları satan bu işletmelerce maliyetlere yansıtılacağı ve sonuçta herkesi etkileyecek yeni bir zam furyasının başlayacağı görülmüyor mu?

Son zam kararı caydırıcı, son tüketicileri enerji tasarrufuna ya da çözüm bulmaya iten bir mekanizmaya da benzemiyor. Zamlı faturalar sonucunda kışın klima veya elektrikli ısıtıcı kullanmaktan vazgeçenlerin ilk adresi doğalgaza geçmek olacak. Pahalı ve dışa bağımlı doğalgazdan şikayet ediyorsak, binlerce evi gaz kullanmaya mecbur bırakarak söylediğimizin tam tersini yapmış olmuyor muyuz? Isıtma ve soğutma ihtiyacı nedeniyle çok elektrik tüketen konutların çözümleri güneş enerjisi, ısı pompası veya daha iyi yalıtım olabilir. Ancak mevcut binaların ne kadarı buna uygun inşa edildi, devletin meskenlerin kendi elektriğini üretmesi adına sunduğu teşvikler (varsa) bu dönüşüm için yeterli mi? Bu soruların yanıtı “evet” değilse yapılan çaresizce elektrik faturalarını ödemek zorunda kalacak yurttaşları cezalandırmaktan başka bir şey değil. Balık tutmayı öğretmeden, tutamayanı aç bırakmaktan bahsediyoruz.

Bir başka adaletsizlik de yeni tarifelerin her ay elektrik piyasasındaki fiyata bağlı olarak değişecek olması. Yanlış duymadınız, elektrik tüketiminiz belirtilen sınırların üzerindeyse, bu aydan itibaren aynı miktarda elektrik tüketseniz de faturanız piyasa koşullarına göre değişecek ve her ay farklı bir meblağ ile karşılaşacaksınız. Gazın veya kömürün fiyatı artarsa, sizin faturanız da artacak. Yenilenebilir enerji veya kömür santrallarına verilen teşvikler artarsa bu faturalara da yansıyacak. Enerji Bakanlığı yüksek elektrik maliyetinden şikayet ediyor ama maliyeti oluşturan kalemlerin tercihini halka bırakmıyor. Güneş ülkesi Türkiye’yi ithal kömür ve gaza biz mi mahkum ettik? Kentsel dönüşüm adıyla yapılan binalarda yalıtım standartlarını mı biz mi düşük tuttuk? Yeni ve eski binalarda güneşten elektrik üreten panellerin olmasını biz mi engelledik? Halkın kendi elektriğini üretmesini sağlayacak enerji kooperatifleri mevzuatını biz mi yetersiz kıldık? Tam tersi biz bunları talep ettik ama mevcut hükümet 23 yıldır yürüttüğü enerji politikalarıyla hem dışa bağımlılığı hem de enerji israfını körükledi. Şimdi de faturayı bize kesmeye çalışıyor.

Güneş ve rüzgar 21 yılda nükleeri geçti

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Aralık 2024

Teknolojik ve düşünsel gelişmeler eskiye oranla daha hızlı paylaşılıyor ve yaygınlaşıyor. Bu da dönüşümleri hızlandırıyor. Enerji dönüşümünün tarihi bu durumun en güzel örneklerden birini sunuyor.

1900 yılında dünyanın nihai enerji tüketimini karşılamada biyokütlenin rolü kömürden fazlaydı. Odun ve tezekten bahsediyoruz. 50 yıl sonra kömür ilk sırayı aldı, biyokütlenin katkısı kömürün yarısı kadardı ama hâlâ petrolden fazlaydı. 2000’e geldiğimizde liderlik koltuğuna oturan petrol, küresel nihai enerji tüketiminin üçte birini karşılar hale geldi. Onu kömür ve gaz izliyordu. 2000 yılında güneş ve rüzgarın katkısı yüzde 0,07’ydi. 25 yıl önce bu iki kaynak enerji üretiminde yoktular desek yeridir.

2023 sonunda ilk üç değişmedi ancak 23 yıl önce “yok” dediğimiz güneş ve rüzgarın nihai enerji tüketimindeki payı hidroelektriği yakaladı. 2024 sonunda bu ikilinin enerji arzına katkısı muhtemelen nükleer enerjinin payının iki katı olacak. Yok sayılan bu enerji kaynakları çeyrek asırdan kısa bir sürede, 60 yıllık nükleer enerjiyi, 130 yıllık hidroelektriği geride bıraktı. 2025 yılında, büyük bir olasılıkla, rüzgar enerjisinin tek başına küresel enerji tüketimini karşılamada nükleer enerjiden daha fazla katkıda bulunduğunu gösteren resmi rakamlara da ulaşacağız. Güneşin nükleeri geçmesi de 2025’te olmazsa 2026’da olacak.

Hep iyi haber vermek zor. Yenilenebilir enerji kaynaklarındaki yükseliş nedeniyle artış hızları yavaşlasa da dünyanın enerji tüketimini karşılamada fosil yakıtların (petrol, kömür ve gaz) hükümdarlığı sürüyor. Payları yüzde 76 seviyesinde. Fosil yakıtlarla vedalaşmak zorundayken bu oran size korkutucu gelebilir ama teknolojinin de desteğiyle enerji dönüşümünün çok hızlı gerçekleşebildiğini unutmayalım.

Küresel ısınmayı 1,5 derecenin altında tutmak için 2035’e kadar seragazı emisyonlarını 2019’a kıyasla yüzde 57 oranında azaltmak zorundayız. İki derecenin altında kalmak içinse yüzde 37. Bu hedeflere de ancak fosil yakıtlarla güle güle diyerek ulaşabiliriz. Misafir uğurlarken yaptığımız gibi kapıda sohbeti uzatmamaya dikkat etmeliyiz. Iskaladığımız her hedef bizi daha sıcak bir dünyaya götürüyor ve bu da onlarca canlı türünün yok olmasıyla sonuçlanabilir. Isınmayı ne kadar geç durdurursak, olması gereken derecelere geri dönsek bile tür kayıpları nedeniyle aynı gezegende yaşamayacağız. Aynı iklim koşullarına da geri dönemeyebiliriz.

Enerji dönüşümünü hızlandırmanın tek yolu daha fazla yenilenebilir enerji kullanmak değil. Enerjiyi verimli kullanmak ve tüketimi de gerçek ihtiyaçlarla örtüşen bir duruma getirmek önceliklerimiz olmalı. Zengin ülkelerde enerji talebinin azaldığını görüyoruz. Bunun bir bölümünün de enerjiyi verimli kullanmakla ilgili olduğunu verilere dayanarak söyleyebiliriz. 2023 yılında enerji yoğunluğu tüm dünyada yüzde 1 oranında düştü. Daha az enerjiyle aynı işi yapmayı öğrendik. Avrupa Birliği’nde ise bu düşüş yüzde 5 gibi bir rakama ulaştı. Ukrayna-Rusya savaşından sonra yüzleşilen enerji kriziyle mücadele etmek adına alınan önlemlerin etkisi büyük. Neydi bu önlemler? Tüketim toplumunun sevmeyeceği, ısıtma ve soğutmada getirilen sınırlamalar, toplu ulaşımı özendiren tedbirlerden bahsediyoruz. Fransa’da 100 metrekarelik bir evin 20 dereceye kadar ısıtılması, soğutma da ise klimaların oda sıcaklığı 26 dereceye düşünce durdurulması gibi. Bu önlemler işe yaradı.

2025 yılına girerken amacımız hem yerel çevre sorunlarını azaltmak hem de küresel iklim değişikliğini durdurmak. Enerjide bunu yapmanın reçetesi yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi az çok belli. En büyük eksiklik ise sadece teknolojiye güvenmek. Enerji kullanımı nasıl bir yaşam istediğimizi de belirleyen bir faktör. Enerji talebini aslında arzuladığımız, kurguladığımız ya da bize dayatılan yaşam tarzımız belirliyor. Çoğu zaman bizi neyin mutlu veya mutsuz ettiğini düşünmeden aldığımız kararlar endüstriyel hayatın sınırlarını çiziyor. Yılda 30 gün tatil yapan bir kişiyle 15 gün tatil yapanın, paylaşım ekonomisiyle tüketim ekonomisini benimseyen bir kişinin enerji tüketimleri aynı olamaz. Yaşam tarzıyla enerji ihtiyacı arasındaki çelişkiler politika oluşturmayı da zorlaştırıyor. Yeni yılda emisyon azaltırken bu açığımızı da kapatmalıyız. Yeni yılınız kutlu olsun!

Hükümetin sosyal adalet borcu icralık

Özgür Gürbüz-BirGün / 19 Aralık 2024

Foto: Yapay Zeka Grok ile yaratıldı
Hükümet, belediyelerin Sosyal Güvenlik Kurumu’na borçlarını konuşmamızı istiyor ama asıl konuşmamız gereken hükümetin sosyal adalet borcu. SGK borcu ödenir ama AKP-MHP hükümetinin sosyal adalet borcu öyle büyüdü, öyle birikti ki iktidar değişikliği dışında hiçbir icra işlemi bu borcu kapatamaz.

Sosyal adalet toplumun her bireyinin aynı haklara, yükümlülüklere ve fırsatlara sahip olmasıdır. Devlet, ayrım yapmadan her bireyini korumalı, her bireye kamusal sağlık ve eğitim hizmeti sunmalı, işçi haklarından adil vergilendirmeye, fırsat eşitliğinden servet dağılımına kadar birçok alanda toplumun farklı kesimleri arasındaki uçurumu daraltmalıdır. Türkiye’de ise son 22 yılda bunun tam tersini gördük.    

Türkiye’de ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan öğrenci sayısı 18 milyon 710 bin. Bu öğrencilerin 15 milyon 849 bini devlet, 1 milyon 631 bini özel ve 1 milyon 229 bini de açık öğretimde okuyor. Özel okullarda okuyan azınlık kadar, okula uzaktan devam etmek zorunda olanlar var. Eşitsizlik hemen göze çarpıyor. Ayrıca, devlet okullarının içinde sadece bir tip dini inanca göre eğitim vermek üzere tasarlanmış imam hatip okulları da var. Birkaç istisna dışında devlet okullarının eğitim kalitesini biliyoruz. Özellikle yabancı dil ve özgürlüklerle ilgili sıkıntılar var. Özel okullara gitmek ise ateş pahası. Eğitimde eşitlikten söz edebilir miyiz?

Sayısal bir karşılaştırma da yapalım. Özel okullardaki derslik sayısı 134 bin. Özel okullardan 10 kat daha fazla öğrenciye sahip devlet okullarında ise derslik sayısı 608 bin. Öğrenci sayısı 10 kat, derslik sayısı ise sadece 4,5 kat fazla. Devlet okuluna giden bir öğrenci, özele göre iki kat kalabalık bir sınıfta oturmak zorunda. Nerede eğitimde sosyal adalet? Milli Eğitim Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?

Sosyal adaleti ölçebileceğiniz önemli bir alan da sağlık. Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre Türkiye’de 1555 hastane var; üçte birinden fazlası özel hastane. Özel hastanelerde ücretler ateş pahası. Bin liranın altında muayene ücreti kaldı mı, emin değilim. Gelir durumumuz ortada. DİSK’in son araştırmasına göre Türkiye’de 15 bin 300 TL ila 18 bin 700 TL arasında ücret alanların sayısı 8,5 milyon. Özel sektör çalışanlarının neredeyse yarısı bu grupta yer alıyor. Özel hastanelerde muayene olmaya kalkan asgari ücretlinin o ayın sonunu getirme şansı yok. Kamu hastanelerinde ise beş dakikalık muayeneler, hastaların yığıldığı koridorlar ve müdahale gerektiren bir işleminiz varsa uzun bekleme süreleri ‘kaderiniz’. Sağlık hizmetlerini özele, yani parası olana tahsis eden Sağlık Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?

Sosyal adalet denince eğitim ve sağlık hemen akla gelen konular ancak sosyal adaletin sınırları aslında çok daha geniş. Bireysel hakların korunmasından fırsat eşitliğine kadar, kamusal alanların dokunduğu birçok alanı kapsıyor. Tüm yurttaşların ücretsiz yararlanabildiği müştereklerimiz olan orman alanlarının veya kıyıların özel şirketlere tahsisinden bu bağlamda bahsedebiliriz. Vergilerimizle yayın yapan TRT’nin sadece hükümetin görüşleri için kullanılması, sosyal medya gibi kamuya mal olmuş iletişim kanallarındaki engellemeler…

Bir de detaylarda kaybolan saldırılar var. Vergi aflarıyla yurttaşların belli bir kesimi için haksız kazanç sağlanması gibi. Ya da cemevlerinin ibadethaneden sayılmaması. Okullarda Noel Baba’yı yasaklayarak ülkesinde yaşayan binlerce Hıristiyan’ın ötekileştirilmesi, suçlu hissettirilmesi. Mülakatlarda politik ve dini görüşlere göre ayrımcılık yapılması.

İşçilerin, sivil toplum örgütlerinin grev ve protesto haklarını kısıtlayarak sosyal adaletin temel taşlarından ifade özgürlüğü ve sosyal hareketliliğin engellenmesi. Herkesin vergisiyle yapılan köprü ve otoyolların sadece parası olanların hizmetine sunulması. Belediye hizmetlerini belli bir yaşam tarzı ve çevrenin isteğine göre düzenlenip diğerlerinin dışlanması.

Yaşlılar, yoksullar, kadınlar ve çocuklar gibi dezavantajlı grupların adalet ve güvenlik gibi haklarına erişiminin politik ve yaşam tarzı gibi gerekçelerle kısıtlanması. Liste uzayıp gidiyor. Eğitim paralı, sağlık paralı hayat da pahalı. Sosyal adaleti 22 yılda lime lime eden hükümete ne zaman haciz koyacağımızı konuşsak mı?          

Enerjide geçici madde oyunu

Lisans başvurularında haksız kazanç iddiaları

Elektrik depolamalı rüzgâr ve güneş santrallarının lisans başvuru sürecinde EPDK’nin yaptığı değişiklikler haksız kazanç iddialarını da gündeme getirdi. Bu süreç sonunda ön lisans almış depolamalı enerji santrallarının yatırım bedeli ise yaklaşık 35 milyar dolar.

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Aralık 2024

Enerji sektörüyle ilgili yolsuzluk iddiaları gündemde. Biz de 2022 yılında bir yönetmelik değişikliğiyle gündeme giren elektrik depolama tesislerinin, ön lisans başvurularında haksız kazanç sağlayacak değişiklikler yapıldığı yönündeki iddiaları mercek altına aldık. Dev bataryalardan oluşan elektrik depolama tesisleri rüzgâr ve güneş gibi kesintili elektrik üreten kaynakları desteklemek amacıyla kuruluyor. Fazla elektrik üretimi olduğunda bu tesislerde depolanıyor, güneş battığında veya rüzgâr azaldığında şebekeye bu bataryalardan elektrik veriliyor. 

MÜSTAKİL DEPOLAMA SÜRPRİZİ
Türkiye, batarya teknolojisinin gelişmesiyle, sayıları giderek artan güneş ve rüzgâr santrallarını destekleyecek bu tesisleri kurmaya karar verdi. 9 Mayıs 2021 tarihinde, 31749 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Elektrik Piyasasında Depolama Faaliyetleri Yönetmeliği ile ilk adım atıldı. Bu işe hevesli yatırımcılar da depolamalı güneş (GES) ve rüzgâr (RES) santralları kurmak için ön lisans başvurularının açılmasını beklemeye başladı. Ancak bu sırada dikkatlerden kaçan bir başka düzenleme daha yapıldı. Aynı yönetmelikle müstakil elektrik depolama tesislerinin kurulmasına da izin verildi. Elektrik üretme hakkına sahip olmayan tedarik şirketlerine, isterlerse batarya kullanarak elektrik depolama ve satma olanağı sağlandı.

Müstakil depolama tesisleri, sektörün genelinde pek ilgi görmedi çünkü ucuzken elektriği alıp pahalıyken satsanız bile, batarya maliyetleri nedeniyle çok kârlı bir iş gibi görünmüyordu. Müstakil depolama yapacak şirketlerin elektrik üretimi gibi bir faaliyette bulunamayacağı da açıkça belirtilmişti. Buna rağmen, müstakil depolama kurmak için ciddi kapasitelere varan başvurular oldu. Ekonomik açıdan mantıklı bir hamle gibi görünmüyordu. Ta ki,19 Kasım 2022’de duyurulan düzenlemeye kadar.

GEÇİCİ MADDELER DEVREDE
19 Kasım’da Resmi Gazete’de yayımlanan bu düzenlemeyle depolamalı GES ve RES için çevrimiçi başvuruların alınacağı duyuruldu. Gece yarısı haberin duyulmasıyla başvuru yapmak için tüm şirketler seferber oldu. EPDK çevrimiçi başvuru hep alıyordu ama bu defa belli bir tarih aralığı verilmedi, ‘hızlı ve başvuru için gerekli belgeleri hazır olanlar’ sahaları kapatıp avantaj sağladı. Daha ilginç olan ise Elektrik Piyasası Lisans Yönetmeliği’ne eklenen geçici 37 ve 38’inci maddelerle yapılan değişiklikler oldu.

SERMAYE VE TEMİNAT ŞARTI KALDIRILDI
38’inci madde, başvuru sürecinden önce şirketlerden talep edilen asgari sermaye ve teminat şartlarını 90 günlük süreye yaydı. “…asgari sermaye ve teminat sunulmasına ilişkin yükümlülükler başvuru aşamasında aranmaz” dendi. Böyle olunca, başvurduğu yatırımdan daha düşük öz sermayeye sahip şirketler bile, teminat mektubuna gerek duymadan depolamalı GES/RES santralları için başvuruda bulunabildi. EPDK daha önceleri ‘çantacı’ denen, yatırım yapmaktan çok lisans gibi hakları elde edip, üstüne kâr koyarak başkasına satan kişi ve kurumları engellemek için kullandıkları bu tedbirleri bu defa bürokrasiyi kolaylaştırdığını söyleyerek kaldırdı. Bu ‘kolaylık’ da bir fırsat doğurdu. Enerji sektörüyle ilgisi olan olmayan birçok firma ön lisans almak için başvurdu. EPDK neden depolamalı santrallar için bu ön koşulları kaldırdı? Bu sorunun tatmin edici yanıtı yok. İlk haksız kazanç iddiası bu. Belli firmalara ya da çantacılara kolaylık sağlandığı iddia ediliyor.

MÜSTAKİL DEPOLAMACILARA ÖZEL DEĞİŞİKLİK
İkinci iddia ise müstakil depolama hakkı kazananlarla ilgili. Geçici 37’nci maddeyle, müstakil depolama tesisi kurması uygun bulunanlara özel bir hak tanınarak, üç ay içinde ön lisans başvurusunda bulunmaları halinde, bağlantı görüşlerinin geçerli kabul edilmesine ve GES/RES destekli üretim ve depolama tesisi kurmalarına izin verildi. Çok kârlı olmaması nedeniyle kimsenin ilgisini çekmeyen müstakil depolama tesisleri sahipleri, 19 Kasım sonrasındaki yarışa girmeden ön lisans alabilme şansı elde ettiği gibi, bağlantı görüşleri de olduğu için şirketlerini devrederek para kazanma fırsatını da yakaladılar. İmarsız bir araziye imar izni verilmesi gibi bir ‘piyango’dan bahsediyoruz. İşte ikinci haksız kazanç iddiası da bu.

10 MİLYAR DOLARLIK YATIRIMA ÖN LİSANS VERİLDİ
Kazanılan hakların talep fazlalığı nedeniyle lisans alamayan şirketlere megavat (MW) başına 20-50 bin USD doları arasında bir fiyatla satıldığı söyleniyor. Rakamların daha yüksek olduğunu söyleyenler de var. EPDK, 260 bin MW’lık 5968 başvuru alındığında yeni başvuru almayı da durdurdu. Dünyanın 2023 yılındaki kurulu batarya kapasitesinin 87 bin MW olduğunu hatırlatalım. Türkiye’de bunun üç katı başvuru oldu. Halihazırda değerlendirmesi bitip, ön lisans alan depolamalı tesislerin kurulu güç toplamı 32 bin 594 MW. Enerji Depolama Endüstrileri Derneği ön lisans alış bu kapasite için gereken batarya yatırımın 10 milyar doların üstünde olduğunu belirtiyor. Yanlarına kurulacak güneş ve rüzgâr tesislerini de hesaba katarsak, toplam yatırım miktarı yaklaşık 35 milyar dolarları bulabilir. Bu da bize pazarın büyüklüğü ve olası kârlar hakkında bir fikir veriyor.

EPDK bu iddiaların doğru olmadığını düşünüyorsa, çok basit birkaç açıklama yapıp, kamuoyunu rahatlatabilir.

1-     EPDK, 19 Kasım 2022 öncesi müstakil depolama tesisi kurmak için başvuran ve hak kazanan şirketlerin tam listesini açıklasın. Belli bir şirket öne çıkıyor mu, bu şirketler bir duyumla mı kârlı olmayan bu işe girmişler, haksız rekabet yaratılış mı anlamamıza yardımcı olsun.

2-     EPDK, 19 Kasım sonrasındaki süreçte kaç şirketin el değiştirdiğini ve bu ticaretin kaç MW güce denk geldiğini de açıklasın. Şirket devri olduğunda yeni bilgilerin EPDK’ye verilmiş olması lazım. Böylece şartların kolaylaştırılmasıyla santral yapmaya hak kazananların ne kadarının bu işin ticaretini yaptığı belli olur.

İddia ve dedikoduların yerini gerçekler alır. Fena mı olur?