Çin kimi kopyalıyor?

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Haziran 2011 


Paris değil Tianjin
Geçtiğimiz hafta haber bültenlerinde Çin'den bir haber vardı. Halkın sevdiği türden, klişeleşmiş bir “Çin haberi”. Avusturya'nın Unesco (Birleşmiş Milletler Eğitim, Kültür ve Bilim Kurumu) Dünya  Mirası Listesi'ne girmiş, 4 bin 500 yıllık geçmişe sahip Hallstatt kasabasının bir kopyasını Çinliler ülkelerinde inşa etmeye başlamış. Proje sahibi Çin'in maden ticaretiyle uğraşan en büyük firması Minmetals Grup. Minmetals, son yıllarda Çin'de ciddi kâr getiren emlak piyasasında da etkili bir şirket. Birçok Çinli dev firma gibi onların da sermaye sorunu yok. Çin kaynakları, proje bedelinin 15 milyar TL olduğunu söylüyor. Avusturyalılar ise hem kızgın hem şaşkın. Bin kişinin yaşadığı bu eski tuz madeni kasabasının sakinlerinin bazıları kendilerinden izin alınmadan evlerinin bir benzerinin yapılmasından şikayetçi. Bazıları ise orjinali burada, elbet Çinliler de eninde sonunda gerçeğini görmek isteyecekler diye düşünüyor ve keyiflerini bozmuyor. Kasaba sakinlerinin, Çinlileri yaşadıkları kentin birebir kopyasını çıkarırken farketmemiş olmaları da ayrı bir komedi tabi. Belli ki bayağı sessiz çalışılmış.

Çin'in Guandong eyaletine bağlı Huizhou'da (Huicou okunur) kurulmak istenilen bu Avrupa kasabası aslında Çin'deki ilk Avrupa kasabası değil. Çin'in hızla büyüyen ve önemli bir merkez haline gelen kentlerinden Tianjin'de de Avrupa'da eşine rastlayabileceğiz binalara rastlayabilirsiniz. Tianjin adeta bir gökdelenler şehri ancak kentte Fransız mimarisinden köprüler, Paris'i aratmayan altın sarısı heykeler görmek mümkün. Bunların kentin geçmişiyle, Fransızlara verilen imtiyazlarla da ilgisi var. Yenilenmiş olsalar da “klonlanmış” demek pek doğru olmaz. Ancak kentte bir de İtalyan mahallesi var. Burasının da geçmişi imtiyazlara dayanıyor ancak çoğu bina yeni veya yenilenmiş. Adı da, “İtalyan Stili Kasaba”. Adında ve sokaklarda İtalyan havası hakim olsa da, bar ve lokantaların olduğu sokakta Alman birası ve yemeklerine rastlamak da mümkün. Çoğu kişi buraya Avrupa'nın küçük bir kopyasını görmeye geliyor. Çin'de yaşayan yabancılar için memleket havası solunacak bir mekan, Çinliler içinse küçüğünden bir Avrupa turu denilenebilir. Bu bölge de tam derdimi anlatmıyor, sonuçta Avusturya örneğinden farklı; tam bir klonlama örneği değil. Ama bekleyin, dahası var...

İtalyan Sitili Kasaba
Birkaç hafta önce Tianjin'de büyük bir alışveriş merkezi açıldı. Yine İtalyan tarzı elbette ama bu defa daha özellikli, Floransa sitilinde bir alışveriş merkezi burası. Kanallar ve gondollar biraz kafaların karışmış olduğunu gösterse de, dünya markalarının İtalyan bayrakları altında Çin'de sergilendiği dev bir açık hava alışveriş merkezi burası. Kolezyum benzeri yapıların olduğu bu alışveriş cenneti 200 bin metrekare büyüklüğünde ve 220 milyon dolara mal olmuş.

Çin, Batı'yı casus uçağından kasabalarına kadar birçok konuda taklit ediyor (kim etmiyor ki?); bu doğru. Çinliler mutluysa çok da derdim değil diyebilirsiniz; buna da diyecek bir sözüm yok. Ancak sorun aslında bir tercih sorunu değil, bir sistem sorunu. Burada kopyalanan aslında binalar ve sokaklar değil bir hayat tarzı. Bugün Çin, dev alışveriş merkezleriyle, artan bireysel tüketimin en çarpıcı örnekleri yeni konutlar ve otomobillerin doldurduğu sokaklarıyla giderek daha fazla “Batı”ya benziyor. Özellikle de Amerika Birleşik Devletleri'ne (ABD). Örnek alınan modelin her ne kadar Çin'e özgü bir sosyalizm olduğu söylense de, kapitalizmin giderek daha fazla hissedildiği bir ülkeden bahsediyoruz. Bu kopyalama hikayesinin asıl can alıcı noktası da bu. Dünya tarihinde ekonomik mücadelenin kaba hatlarıyla işçilerin umut bağladığı sosyalist ekonomi ile sermaye sahiplerinin sevdiği kapitalist ekonomi arasında geçtiğini söyleyebiliriz. Bu iki modelin önder ülkeleri ise tartışmasız ABD ve eski Sovyetler Birliği'ydi. Soyetler Birliği bugün çok tartışılsa da farklı bir ekonomik ve politik bir model ortaya koymuş ve birçok ülkeyi de peşinden sürüklemişti. Bir başka ama farklı olarak niteleyeceğimiz model ise karma ekonomiydi. Çin'deki politik yapı çeşitli özgün öğeler içerse de, kimi zaman karma ekonomiye yakın yapılar görülse de, bugün piyasa ekonomisi büyük oranda ekonomik sistemin belirleyicisi. Bu gidişle gelecekte de rolü ve gücü artacak.

Çin'de bireysel tüketimin arttırılmasıyla desteklenen ekonomik büyüme (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla), enflasyon oranındaki artışa rağmen devam ediyor. Enflasyon artışı giderek ciddi bir sorun haline geliyor. Enflasyon artışının önüne geçmesi düşünülen önlemler, bireysel harcamaları ve kredi kullanımını dizginlemeye yetmiyor. Dünyanın geleceği adına bu beni korkutuyor. Tüm bunların tüketim kültürünün Çin'de de yerleştiğinin bir göstergesi olduğunu düşünüyorum. Mayıs ayında açıklanan enfalsyon rakamı son 34 ayın en yüksek oranına, yüzde 5,5'a ulaşıldığını gösteriyor. 2010 Mayıs ayında enflasyon yüzde 3,1 idi. Sadece Mayıs ayında gıda fiyatları yüzde 11,7 oranında arttı. Bunda yaşanan sellerin de etkisi var ama enflasyondaki artış eğilimi son 30 günlük bir süreç değil. Çin Halk Bankası'nın (Merkez Bankası) mevduatlar için zorunlu karşılık oranını yüzde 21'e yükseltmesine rağmen kredi kullanımı azalmıyor. 2010 yılında kredi kullanımı yüzde 22 oranında artmıştı. Konut fiyatlarındaki artışın onca önleme rağmen değişmemesi de bir başka işaret.

Beğenin ya da beğenmeyin, ABD ve Sovyetler Birliği dünyaya farklı ekonomik modeller sundular. Avrupa Birliği, “Sosyal Avrupa” rüyası sona erene kadar yen bir seçenek olduğuna milyonları inandırmayı başardı. Küba, Bolivya veya Venezüela'da yaşananlar da yine farklı bir ekonomik yaşam mümkün mü sorusunu akla getiren örnekler. Yeşil ekonomi tartışmaları keza öyle. Çin'de uygulanan ekonomik sisteminin bugün için ABD'nin öncülüğünü yaptığı kapitalist sisteme verilecek bir yanıt olduğunu veya olacağını söylemekse şu anda zor. Gidişat, tüketim toplumunun kopyalandığı Çin'in farklı bir seçenek olmayacağını gösteriyor. Çin büyük bir güç olabilir hatta oldu bile ancak farklı değil. Bu da ister politik sonuçlarını düşünerek değerlendirin ister ekolojik sonuçlarını, bizi bulunduğumuz yerden çok uzağa götürmeyecek. Önümüzdeki günlerde umarım ben yanılmış olurum.

Önce Metin Lokumcu sonra İbrahim Çeşmecioğlu. Hepimizin başı sağ olsun.

Dünyanın en büyük güneş santrali

Özgür Gürbüz / 21 Haziran 2011
 
Dünyanın en büyük güneş santralinin inşasına Kaliforniya'da başlandı. 1000 megavat (MW) kurulu güce sahip olacak güneş santrali tamamlandığında 300 bin evin elektriğini karşılayabilecek.

Santral alanına çit döşeniyor
Blythe Güneş Enerjisi Projesi, Riverside İlçesi'nin doğusunda kurulacak ve projenin ilk bölümünün tamamlanıp elektrik üretimine başlaması 2013 yılında gerçekleşecek. Amerika Birleşik Devletleri Enerji Bakanlığı, projenin iki ünitesini (proje dört adet 250 MW'lık üniteden oluşuyor) şartlı olarak desteklediğini ve 2 milyar 100 milyon dolarlık kredi verdiğini geçtiğimiz Nisan ayında açıklamıştı.

Güneş termal santralin inşası sırasında 1066 kişi çalışacak. Proje tamamlandıktan sonra da 295 kişiye kalıcı iş yaratılmış olacak. Projenin hayata geçirilmesi de 7 bin 500 dolaylı istihdam yaratacak. Projeyi Solar Millennium adlı firma ile petrol devi Chevron hayata geçiriyor. Santrallerin kurulacağı alan yaklaşık 25 kilometrekare büyüklüğünde bir yer kaplıyor.

Dünyanın en büyük güneş santrali tamamlandığında her yıl 2 milyon ton karbondioksitin atmosfere bırakılmasının da önüne geçilecek. Bu rakam yaklaşık 300 bin otomobilin bir yıllık seragazı emisyonuna eşit. Santral her yıl 2 milyon 800 bin dolar turarında emlak vergisi de ödeyecek ve bu para Kaliforniya Eyaleti'nin kasasına girecek.

Malazgirt Meydan Muharebesi ve Nükleer Enerji

Enerji Bakanı Taner Yıldız seçimden birkaç gün önce Almanya'nın nükleer santrallerini ekonomik ömürleri dolduğu için kapattığını iddia etti. Tahmin ettiğiniz gibi Bakan Yıldız'ın bu iddiası da doğru değil. Yıldız daha önce de Fukuşima'da kaza yapan reaktörlerin 1. nesil, yani eski teknoloji olduklarını söylemişti. Halbuki, hepsi 2. nesildi. 

Özgür Gürbüz- BirGün / 19 Haziran 2011 

Avrupa'dan arka arkaya gelen nükleer karşıtı haberler, nükleer enerjiyi savunmayı adeta bir onur meselesi haline getiren Enerji Bakanı Taner Yıldız'ı köşeye sıkıştırıyor, garip demeçler verdirtiyor. Hatırlarsınız, Bakan Yıldız seçimden altı gün önce yaptığı açıklamada, henüz yapımına başlanmamış nükleer santrali 2071 yılında kapatacaklarını açıklamıştı. Neden 2071? Çünkü o gün Malazgirt Muharebesi'nin 1000. yıldönümü. Malum hükümetin takvimi farklı. O yüzden de çeşitli icraatlar için böyle tarihten yapraklar karşımıza çıkarılıyor. Cumhuriyetin 100. yılında “çılgın kentler” kuruluyor, Malazgirt'in 1000. yılında nükleer santral kapatılıyor. Henüz açıklanmadı ama tahminimce “Sarantaporon Muharebesi”nin 100. yıldönümünde de (2012) Anayasa değişikliği yapılacak. Öyleyse bizde meseleyi Bakan Yıldız'ın anlayacağı dilden anlatalım. Hesap kitap yapalım.

Mersin'de santral yapmayı planlayan Rus firması inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor. Rusya ile Türkiye arasında yapılan uluslararası anlaşmanın 6. maddesinin 2. fıkrası, ilk reaktörün en geç yedi yıl içinde tamamlanmasını öngörüyor. Bu da 2020'de, Malta Kuşatması'nın 455. yıldönümünde reaktörün çalışmaya başlamasını gerektiriyor. Rus dizaynı reaktörün 60 yıl çalışacak şekilde tasarlandığı da hesaba katılırsa (henüz dünyada bu kadar uzun süre çalışmış bir reaktör olmasa da), reaktörün normal şartlar altında 2080 yılında, yani Otranto Seferi'nin 600. yıldönümünde kapatılması gerekir. Nükleer reaktörün hangi gerekçeyle, ekonomik ömrünü doldurmadan dokuz yıl önce kapatılacağını anlamak zor. Yıldız'ın demecini ciddiye aldılarsa eminim bu soruyu Rus şirketi de Türkiye'ye soruyordur. Çünkü dokuz yıl az elektrik satılması firmanın ciddi zarara uğramasına yol açar. Bence bu tarih herhangi bir hesap kitaba dayanmıyor ve bir ciddiyetsizliğe işaret ediyor.

Gelelim asıl soruna. Taner Yıldız'ın demecinde, 2022 yılına kadar ülkedeki tüm reaktörleri kapatacağını açıklayan ve Fukuşima'daki kazadan sonra kontak kapattığı yedi reaktörünü şimdiden emekliye ayıran Almanya'nın kararı ciddi bir şekilde çarpıtılıyor. Yıldız, Almanya'daki santrallerin eski olduğunu, zaten kapatılacaklarını ima ederek tüm Türkiye'ye yanlış bilgi veriyor. Bir de, “Nükleer santrallar tehlikeli ise bu ülkeler niye yarın kapatmıyor da 2020'yi bekliyor? Bunlar 30-40 yılını doldurmuş santrallar, ekonomik ömürleri bitiyor” diyor.

Hemen yanıtlayalım. Dünyanın dördüncü büyük ekonomisinin elektriğinin yüzde 28'ini sağlayan nükleer santrallerin bir günde kapatılamayacağını bilmem benim bir enerji bakanına hatırlatmama gerek var mı? Kaldı ki Almanya, 17 reaktörün sekiz tanesini şimdiden kapattı. Kalan dokuz taneden üçü de halihazırda çalışmıyor. Bu dokuz rekatör 2021'ye kadar devreden çıkarılacak. Çok zorlanılırsa üç reaktör bir yıl daha açık kalacak. 2022'de Almanya'da çalışır bir nükleer santral kalmayacak.

İkinci yanlış iddia ise bu reaktörlerin ekonomik ömrünün dolduğu söylemi. Nükleer reaktörlerin ilk yatırım maliyetleri tüm maliyetler içinde önemli bir yer tutar. Bu nedenle de nükleer santraller ilk 10-15 yıldan sonra sahibine para kazandırmaya başlar. Çekilen büyük kredilerin ve faizlerin ödenmesi uzun sürer. Nükleer enerji şirketleri reaktörleri mümkün olduğunca uzun çalıştırmak için tüm dünyada hükümetlere baskı yapar. Fukuşima öncesi, Yıldız'ın “yaşlı” dediği santrallerin 2022 yerine ortalama 12 yıl geç kapatılması konusunda anlaşma sağlanmıştı. Almanya'daki nükleer enerji şirketleri, bu karar için ek bir vergi bile ödemeyi göze almıştı. Merkel daha sonra bu karardan vazgeçmek zorunda kaldı. Bu bile Yıldız'ın iddiasının doğru olmadığını gösteriyor. Biz yine de 40 yıl çalışmak üzere tasarlanmış bu reaktörlerin bugünkü ve kapatılma tarihlerindeki yaşlarını aşağıdaki tabloda özetleyelim.

Almanya'daki nükleer reaktörlerinin yaş durumu


Tabloda da görüldüğü gibi şu anda kapatılan 8 reaktörün yaş ortalaması 33. Halbuki bu reaktörlerin değil dizayn yaşı 40'a, Fukuşima öncesi yapılan düzenlemeye göre 50 yıla kadar çalıştırılması planlanıyordu. Aralarında 28 yaşında kapatılan bir reaktör (Kruemmel) bile var. Ger kalan dokuz reaktör de 2021 yılının sonuna kadar kapatılacak. Kapatıldıkları tarihte dokuz reaktörün yaş ortalaması 35 olacak. Unutmadan Taner Yıldız'ın, Kemal Kılıçdaroğlu'na nükleer enerji konusunda “brifing” vermeyi de önerdiğini hatırlatalım. Artık bir şey demiyorum. Zaten bu yıl Belgrad Seferi'nin 500. yıldönümü, bu kadar “gafın” üzerine nükleer santral planlarından vazgeçmenin tam zamanı.

İtalyanlar da nükleere hayır dedi

Dünyada duymayan kalmadı ama ben bir daha yazayım istedim. İtalya'da yapılan halk oylamasında ülkede yeni nükleer santral kurulmaması yönünde bir karar çıktı. Oylamanın geçerli sayılması için halk oylamasına katılımın en az yüzde 50 olması gerekiyordu. Katılım oranı yüzde 57'yi buldu. Nükleer santraller kurmak isteyen Berlusconi hükümeti, halk oylamasına katılımın düşük olmasını ve kural gereği tekrarlanmasını istiyordu.Böylece halkın Fukuşima'daki korkunç kazayı unutacağını ve nükleer enerji lehine oy kullanacağını düşünüyordu. Katılımcıların yüzde 90'ı İtalya'da yeni nükleer santraller kurulmasına hayır dedi. İtalyanlar, yeni bir nükleer maceraya kalkışmak istemediklerini açıkça ortaya koydu.

İtalya, Çernobil nükleer kazasından bir yıl sonra (1987) yine bir halk oylamasına (referandum) gitmiş, sandıktan o sırada çalışır durumda olan ülkedeki dört reaktörün kapatılması yönünde karar çıkmıştı. İlerleyen yıllarda bu reaktörler kapatıldı ve İtalya nükleer enerjiye veda etti. Berlusconi önderliğindeki sağ hükümetin nükleer enerjiye geri dönüş çabaları da bu son halk oylamasıyla sona erdi. İsviçre ve Almanya'nın aldığı kararlardan sonra Batı Avrupa'da bir ülke daha nükleer enerjiye hayır dedi.

Halk oylamasında sandık başına giden İtalyanlar ayrıca su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesine ve kabinedeki bakanların dokunulmazlıklarının kaldırılmasına da hayır dedi. Tüm bu gelişmeler Başbakan Berlusconi'nin iktidarını zor durumda bırakıyor.

İtalya, Türkiye'den daha fazla doğalgaza bağımlı bir ülke olmasına rağmen nükleer enerjiden vazgeçme kararı aldı ancak Ankara, Avrupa ve dünyadaki nükleer karşıtı kararlara ve yerel muhalefete rağmen Rus şirketine yeşil ışık yakmaya devam ediyor. Rus şirketi, Akkuyu'da inşaata 2013 yılında başlamayı planlıyor.

Havadan sudan bir yazı

Bitki ve hayvanların yüzde 20 veya 30'u ölecek. İki milyar insan susuz, yüz milyonlarca insan da aç kalacak. İşte, bugün kurduğumuz modern dünyada özgürlük ve konfor olarak adlandırdığımız birçok şeyin hediyesi bu.

Özgür Gürbüz-BirGün / 12 Haziran 2011

Malum, seçim yasakları var. O yüzden bugün havadan sudan bahsedeceğim. Üsütne biraz da börtü böceğin durumunu anlatacağım. İnsanın havaya, suya, kuşa, tırtıla ne zalimlikler eylediğini, dilim döndükçe anlatmaya çalışacağım.

Önce havadan başlayalım. Belki farkında değilsiniz ama ortalık bayağı ısındı. Küresel iklim değişikliği dünyayı tehdit etmeye devam ediyor ve insan kaynaklı bu belayı durdurma veya daha gerçekçi olursak yavaşlatma şansımız giderek azalıyor. Sanayi devrimiyle başlayan dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 0,74 dereceyi bulmuş durumda. Küresel ısınma konusunda bilimsel verileri sağlayan Uluslararası İklim Değişikliği Paneli'nin, 2 bin 500 bilim insanı tarafından hazırlanan ve 2007 yılında açıklanan son raporunda ortalama sıcaklıktaki artışın 0,74 dereceyi (1906-2005) bulduğu belirtilmişti. Gazeteci yuvarlamasıyla, bugün dünyanın olması gerekenden yaklaşık 1 derece daha sıcak olduğunu söyleyebiliriz. Bu ısınmanın çoğu da son 50 yılda gerçekleşmiş, yani biz insanoğlunun sanayileşip, modernleştik sandığı süreçte. Otomobile binmeyi özgürlük, büyük ekran televizyonu ilerleme, köprü ve otobanları kalkınma hamlesi olarak algıladığımız günler.

İki milyar insan susuz
Dünyanın ısınmasının bedeli ağır olacak. Buzlar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek, tatlı sulara tuzlu sular karışacak, temiz su kaynakları azlaacak, fırtına ve kasırgaların sayısı ve şiddeti artacak. Liste uzayıp gidiyor. Eğer ortalama sıcaklıktaki artış, 1,5-2,5 dereceyi geçerse dünyadaki bitki ve hayvanların yüzde 20 ila yüzde 30'u ölecek. İnsan börtü böceğin dilinden pek anlamıyor o yüzden bu rakamı gelin bir de şöyle anlatmaya çalışalım. Dünyada 7 milyar insanın yüzde 30'unun öldüğünü düşünün. Tam 2 milyar 800 milyon insan. Bu insanların teker teker öldüğünü düşünün, ne hissedersiniz? İşte bitkiler ve hayvanlar da aynen öyle hissedecek. Bütün bu katliamın sorumlusu insanın veya “kapitalist insanın” ölen kuşları pek de ciddiye almayacağını düşünürek, 2 derecenin üzerindeki bir artışın iki milyar insanı susuzlukla karşı karşıya bırakacağını ve yüz milyonlarcasını da aç bırakacağını ekleyelim. Milli piyango gibi, size de çıkabilir! Biletler de bedava...

Bende kötü haberden bol bir şey yok. Küresel ısınmanın en büyük sorumlusu fosil yakıtlar, yani kömür, petrol ve doğalgaz. Kömür diğerlerinden daha önemli çünkü kömürün küresel enerji tüketimindeki payı bu yılın ilk beş ayı itibariyle yüzde 29,6'ya çıktı. 1970'ten bu yana en yüksek orana ulaştı. Bu ne demek? Bu, küresel ısınmanın baş aktörü kömürün daha fazla yakıldığı ve atmosfere daha fazla seragazı bırakılması demek. Dünya kömür tüketiminde başı, yerkürenin fabrikası haline getirilen Çin'in çektiğini belirtelim. Dünyada tüketilen enerjinin yüzde 20,3'ünden, kömür tüketiminin ise yüzde 48,2'sinden Çin sorumlu. Küresel ısınmanın bir başka sorumlusu ise petrol ve petrol tüketiminde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başı çekiyor. ABD her gün 19 milyon 148 bin varil petrol tüketiyor. Çin'in tüketiminin iki katından biraz fazla. Yaklaşık 160 milyon nüfusa sahip Bangladeş'in tüketimi ise günde sadece 101 bin varil. Türkiye ise her gün 624 bin varil tüketiyor, Bangladeş'in altı katı.

Sular yükseliyor
Şimdi de biraz sudan bahsedelim. Küresel ısınma nedeniyle deniz seviyesinde sanayi öncesi döneme göre halihazıda 10-20 cm yükselme meydana geldi. Bilimsel tahminler, Grönland'daki buz tabakasının erimesi durumunda deniz seviyesinde 7 metrelik bir yükselmenin gerçekleşebileceğini söylüyor. En kötü senaryolardan biri bu. Ancak felaket görmek için en kötü senaryoyu beklemeye gerek yok. Bu yüzyılın sonuna doğru deniz seviyesinde meydana gelecek bir metrelik yükselme milyonlarca insanın hayatını kabusa çevirmeye yetecek. Sadece Bangladeş'te 30 milyon insan yaşadığı toprakları terkedip, “iklim göçmeni” olacak. 30 milyon insanın pılıyı pırtıyı toplayıp göç ettiğini bir gözlerinizin önüne getirin. Hepsi bir günde olmayacak tabi ama akın akın göç edecekler. Bangladeş örneğinde olduğu gibi sadece petrol tüketimini ele alsanız bile küresel ısınmayla birlikte yaşanan bir başka sorunu, adaletsizliği görürsünüz. Petrolü, kömürü tüketen başka, bedelini ödeyen bambaşka. “Adaletin bu mu dünya” adlı şarkıyı bilirsiniz. İklim değişikliği konusunda halimizi en iyi o şarkı anlatıyor.

Bir bardak suyu çok görenler dereleri istiyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 5 Haziran 2011


Onlarca insan Anadolu'yu adım adım dolaşarak Ankara'ya geldi. Gezmek görmek için değil, dertlerini tüm Türkiye'ye duyurmak için yürüdüler. Karış karış, develeriyle, atlarıyla, komşularıyla kısacası tüm dostlarıyla yürüdüler. Dertleri neydi biliyor musunuz? Köylerine, ovalarına, nehirlerine kurulması planlanan hidroelektrik santralleri, nükleer reaktörleri, termik santralleri protesto etmek. Dereler özgür aksın dediler, çocuklar radyasyon korkusuyla büyümesin istediler. Peki, ne oldu?

Kemaliye'yi Vermöyük!
Yaşam hakkını savunmak için yollara dökülenler Ankara'ya, ülkeyi idare edenlerin yaşadığı başkente alınmadılar. Polis etraflarını çevirdi. Aynı savundukları dereler, ovalar, denizler gibi onlar da kuşatıldı. Portatif tuvalet için bile 10 gün beklediler. Tuvaletlerin mecburen kamp kurdukları alana sokulmasına uzun bir süre izin verilmedi. Ankara Tabip Odası'nın eylemcilerin ciddi sağlık tehditleriyle karşı karşıya kaldıkları yönünde uyarıları var. Buna rağmen alana iki adet seyyar tuvalet zor sokuldu. Tuvaletlerin orada kalıp kalmayacağı da meçhul! Polis sayıları onlarla ifade edilen bu grubun tuvalete gitmesini bile istemiyor anlayacağınız. AKP iktidarında “işemek” bile yasak diyeceğim, birileri alır bunu reklam filmi yapar diye korkuyorum.

Bolivya örneği unutulmadı
Türkiye'deki büyük bir kesim ise bu “işkence” karşısında sessiz. Yandaş medya yazmıyor, diğerleri gazetecilik reflekslerini yitirmiş gibi. Ankara'nın Gölbaşı mevkiinde kamp kurmak zorunda kalan direnişçilere sadece su değil yemek iletme konusunda da sorunlar yaşanıyor. Bugün insanları susuz, aç bırakmak isteyenlerin dereleri, nehirleri 49 yıllığına devletten kiraladıklarında neler yapabileceklerini düşünebiliyor musunuz? Bolivya'da insanlar su dağıtım şebekesinin özelleştirilmesinden sonra pahalı su faturalarını ödeyemediği için çözümü yağmur suyu toplamakta bulmuştu. Şebekenin yeni sahibi özel şirketler ise Bolivyalıların yağmur suyu toplamasını bile engellemeye çalışmıştı. Halk ayaklanmasa, 21. yüzyılın Bolivya'sında belki de insanlar susuzluktan ölecekti. Bunları unutmamak lazım. Ankara'da olan bitenler böyle bir geleceğin bizden hiç uzak olmadığını gösteriyor. 

Metin Lokumcu
Ankara'da yaşam hakkı savunucularına uygulanan işkence, Hopa'da tarifi mümkün olmayan sonuçlara yol açtı. Bir “can” alındı. Başbakan, hidroelektrik santralleri protesto eden Metin Lokumcu'yu dinlemek yerine biber gazı ordusunu üzerine salınca bir öğretmen, öğrenmemekte direnenler yüzünden yaşamını yitirdi. Ne yazabilir, ne söyleyebilir ki insan? Ne yazsam bu iktidar anlamaz. Bir dere için canından olan Lokumcu'yu o deredeki balık anlar, su anlar, yosun anlar, taş anlar ama düşlerinde bile bir kez olsun balık, yosun görmeyenler, rüyaları ve kabusları paradan ibaret olanlar anlamaz. Bakmayın meydanlarda attıkları “Allah”lı, “kul hakkı” bol nutuklara; “insanı”, “yaşamı” sevmeyen ama parayı seven bir kuşağın en hırslıları o gördükleriniz. 

Partilerin enerji politikaları
Bir hafta sonra Türkiye'de milyonlarca insan sandık başına gidecek. O gün bu köşede seçim yasağı nedeniyle başka şeyler yazmam gerekecek. O yüzden ben en iyisi bugünden yazayım. Biliyorum, memlekette dert bir değil. Kimi maaşına zam almak için oy atacak, kimi daha fazla demokrasi için. Kimi ana dilde eğitim isteyecek kimi şifresiz, kayırmasız bir üniversite sınavı. Yaşa, sosyal sınıfa, çalışma ve ilgi alanına göre herkesin yeni iktidardan beklentisi farklı olacak. Ben size sadece Meclis'e girmesi beklenen üç parti (AKP, CHP ve MHP) ile Emek, Demokrasi Özgürlük Blok'unun enerji konusunda neler yapmayı planladıklarını anlatayım, kararı siz verin. AKP, Mersin ve Sinop'a sekiz adet nükleer reaktör yapmayı planlıyor. CHP de hayır demiyor. Halk oylamasından yana., halka soralım diyor. Yaşam hakkının referandumu olur mu; bence pek olmaz. CHP, nükleer santral kurulmasına kategorik olarak karşı olunmayacak, nükleer santral projelerinde nihai karardan önce atıkların güvenli bir şekilde saklanması sorunu çözülecek diyor. MHP de nükleere karşı değil. Bir tek blok adayları nükleer ve fosil yakıt kaynaklı santrallerin üzerini çizme cesaretini göstermiş. Hasankeyf, Munzur ve Karadeniz'deki HES projelerinin durdurulmasını vaat ediyorlar. Siyanürle altın aranmasının yasaklanması da bağımsız adayların planları arasında.

AKP, MHP ve CHP’nin hidroelektrik potansiyeli kullanma konusunda, bu konudaki hassasiyetleri nasıl gidereceklerini belirtmeden yaptıkları açıklamalar var. Bir sürü teknik soru yanıtlanmamış. İktidar partisinin duruşu ise çevre açısından kat ve kat daha tehlikeli. AKP'nin kömür, su, nükleer, ellerine ne geçerse, hem de tüm sınırları zorlayarak kullanmayı amaçlayan hedefleri, çevre ve yaşam açısından ciddi tehlike sinyalleri veriyor. Bugün, Dünya Bankası verileriyle söylersek yüzde 14'lerde olan kayıp-kaçak oranını yüzde 5'in altına düşürme hedefi gibi, altına imza atacağım bir hedef bile resmin tümüne bakınca kuşku yaratıyor. Onu da yapalım, bunu da yapalım gibi bir hal var. Boş nehir kalmasın, yeraltındaki tüm kömür yakılsın, her yere nükleer kurulsun! Benim anlayamadığım, Enerji Bakanlığı'nın abartılı olduğunu bile söyleyebileceğimiz talep tahminlerinin üstünde enerji/elektrik üretimini amaçlayan bu hedeflerle ne yapılmak istendiği. İnsan bize 100 lazım deyip, ülkedeki tüm kültürel, doğal değerleri hiçe sayarak 200 üretmeye çalışır mı? Ne yapacağız bu kadar enerjiyi, elektriği? Yiyecek miyiz, yutacak mıyız yoksa satacak mıyız? “Anadolu'yu vermeyoz” diyenlere su ve yiyecek verilmesi engellendiğine göre herhalde bundan böyle elektrikle besleneceğiz. Hayal gibi ama zorla değil mi; o da olur. 

Avrupa nükleere sırtını döndü

Japonya'daki Fukuşima kazasının nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.

Özgür Gürbüz-Bianet/4 Haziran 2011

1986'daki Çernobil kazasından sonra dünyanın o "eski dünya" olmayacağı herkesçe söyleniyordu. Nükleer endüstri Çernobil kazasından sonra uzun süre kendisini toparlayamadı. Siparişler iptal edildi, birçok ülkede santraller kapatıldı. Yenilenebilir enerji yatırımları ve doğalgaz öne çıktı. Kazanın, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin yıkılmasına neden olan faktörlerden biri olduğunu iddia edenler bile var.

Japonya'daki Fukuşima kazası sonrası ise Çernobil'in unutulduğunu düşünen ve küresel ısınmayı durdurma konusunda fosil yakıtlar karşısında yakaladığı avantajını kullanmak isteyen nükleer endüstrinin "rönesans" hamlesi yarım kaldı. Fukuşima'nın nükleer endüstriye kalıcı bir darbe daha indirdiği kesin. Ancak bu defa kazanın etkileri nükleer santral siparişlerinin azalmasıyla sınırlı kalmayabilir. Bir enerji devrimi ya da en azından evrimi ve ötesi mümkün.

Almanya ve İsviçre'de nükleer reaktörler kapatılıyor
Fukuşima kazasından bir süre önce Almanya'da bambaşka nükleer şarkılar çalınıyordu. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'in oluşturduğu, "Kızıl-Yeşil" koalisyonunun 2002'de aldığı tüm nükleer santralleri 2022'ye kadar kapatma kararı ötelenmiş, nükleer enerji şirketleri, sağ partilerden oluşan Angela Merkel koalisyonuna çeşitli vergiler ödemeyi taahhüt ederek, 2032 hatta 2037'ye kadar santrallerini çalıştırmayı garanti altına almışlardı.

Bu rüya çok uzun sürmedi. Almanya'da Fukuşima kazasından sonra büyüyen anti-nükleer hareket oylara da yansıyınca Almanya Başbakanı Angela Merkel ve arkadaşlarının fazla seçeneği kalmadı. Kızıl-Yeşil Koalisyonu'nun 2022'ye geri dönüldü.

Hatta daha fazlası yapıldı. Almanya'daki 17 reaktörün en eski yedi tanesi Japonya'daki kazadan sonra üç aylığına zaten kapatılmıştı. Bu santrallerin fişi şimdi tamamen çekildi, bir daha hiç açılmayacaklar. Bu yedi reaktöre 2007 ve 2009'da ciddi kazalarla adını duyuran Krümmel de eklendi. Geriye kaldı dokuz. Onların da 11 yıl süresi var.

Her ülkenin sahip olduğu enerji kaynakları çeşitlilik gösteriyor. Çevre, demokrasi kıstasları farklı. Sanayi ve kalkınma gibi enerji talebini şekillendiren politikaları da değişken olunca bir ülkenin diğerine bakarak benzer kararlar almasını beklemek pek gerçekçi değil. Ancak, söz konusu ülke, elektriğinin 2010 yılında yüzde 28'ini nükleer santrallerden sağlayan dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olunca işler değişiyor.

Kısacası Almanya nükleersiz yaparsa herkes yapabilir demek pek de yanıltıcı olmaz. Nitekim, beş nükleer reaktör işleten ve elektriğinin yüzde 38'ini nükleerden sağlayan İsviçre de aynı yolda ilerliyor. 2034'e kadar ülkedeki beş reaktör kapatılacak. Yapılması planlanan üç reaktörle ilgili planlar da çöpe atıldı. İsviçre, hidroelektrik santrallerden üretip komşu ülkelere sattığı ve 1 milyar doların üzerinde gelir elde ettiği elektrik enerjisini kendisine saklayacak ve yenilenebilir enerjiye yatırım yapacak.

İtalya'da referandum
İsviçre'den elektrik satın alan ülkeler arasındaki İtalya da, Çernobil sonrası kapattığı dört reaktörün yerine yenilerini yapmayı planlıyordu. Görünüşe bakılırsa bu da çok kolay olmayacak. Hâlihazırda zor günler yaşayan Berlusconi hükümeti, bu ay yeni nükleer santrallerin kurulup kurulmamasıyla ilgili bir sınav daha verecek. Ülkedeki yüksek mahkeme nükleer santrallerin kurulması konusunda referanduma gidilmesi gerektiğine karar verdi. 12 ve 13 Haziran'da halk kararını sandıkta verecek. 1987'de yapılan halk oylaması ülkedeki dört reaktörün kapatılmasıyla sonuçlanmıştı. Berlusconi, halk oylamasının daha sonra yapılmasını, muhtemelen halkın Fukuşima'yı unutmasını istiyordu ancak bu istediği olmadı. Bir sürpriz olmazsa İtalyanlar bir kez daha nükleere hayır diyecek ve Avrupa'da nükleer enerjiye sırtını çevirmiş ülkelerin arasında yerini alacak.

Avrupa'da nükleer karşıtı ortak bildiri
Avrupa'da yaşanan ilginç bir gelişme de Avusturya, Yunanistan, İrlanda, Letonya, Lihtenştayn, Lüksemburg, Malta ve Portekiz'den gelen resmi delegasyonların açıkladığı nükleer karşıtı ortak bildiriydi. İklim değişikliğinden, sürdürülebilir enerjiye uzanan taleplerin nükleersiz gerçekleşmesini istediklerini belirten bu ülkeler, nükleer endüstrinin yoluna kocaman bir taş daha bıraktılar. Nükleer santralleri kapatma kararları devam eden İspanya ve Belçika'yı, hiç nükleer santrali olmayan Danimarka, Norveç'i de bu resme eklediğinizde Avrupa'da nükleer reaktör satmanın artık ne kadar zor olduğu açıkça görülüyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı'nın listesinde yapım aşamasında 64 yeni reaktör (Bazılarının inşaatı yıllardır sürüyor, bazılarında ise inşaatın sürdüğü bile şüpheli) olduğu belirtiliyor. Bunların 27 tanesi Çin'de, 11 tanesi Rusya'da, 10 tanesi Güney Kore ve Hindistan'da yer alıyor.

Geriye 16 reaktör kalıyor ve bunların sadece üç tanesi Batı Avrupa ve Kuzey Amerika'da. Fransa ve Finlandiya'daki en son teknoloji reaktör projelerinin zamanında bitirilemeyeceği ve tahmin edilenin çok üstünde rakamlara mal olacağı şimdiden ortaya çıktığı için hiçbir nükleer taraftarı bu projelerden bahsetmek istemiyor.

Amerika Birleşik Devletleri'nde (ABD) yapımı süren reaktör ise inşaatına aslında 1974'te başlanıp, sonra yarım bırakılan Watts Bar-2 reaktörü. O da değil örnek olmak, 40 yıldır bitmeyen inşaatın maliyetini kurtarsa iyi. Kısacası, enerji talebi hızla artan, çevresel kaygıları sınırlı ya da sırlandırılmış, halkın karar mekanizmalarına katılmasıyla ilgili kültürün gelişmediği ülkelerde nükleer enerji daha kolay yol alıyor.

Yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların artması da atom santrallerinin işini daha fazla zorlaştırıyor. Ekonomi penceresinden baktığınızda, yenilenebilir enerji kaynaklarından gün geçtikçe daha ucuza elde edilen enerji ve özellikle istihdam konusu nükleer enerjinin elini kolunu bağlıyor.

Bugün Almanya'da 370 bin kişi yenilenebilir enerji sektöründe çalışıyor ve nükleer santrallerin daha fazla elektrik üretme vaadi, daha fazla iş yaratmadıkça ekonomik kriz sonucu işini kaybeden insanlar için pek fazla bir şey ifade etmiyor.