Akkuyu’nun açılışı seçime yetişmedi

Özgür Gürbüz-BirGün / 31 Mart 2023

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Akkuyu Nükleer Santralı’nı seçim öncesi açarak, “nükleer güç olduk” sloganı üzerinden oy toplama projesi suya düşmüşe benziyor. Elbette AKP’de pes etmek yok! Çelik karyola üzerine beton dökerek hastane temeli atan üstün iletişim zekası, bu gecikmeye de bir kılıf uydurdu. 29 Mart’ta Enerji Bakanı Fatih Dönmez santrala nükleer yakıtın 27 Nisan’da geleceğini duyurdu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise dün aynı haberi santral açılışı 27 Nisan’da yapılacakmış gibi anlattı. Niyet santralı seçim öncesi açmaktı ama 19 yıldır bitmeyen Akkuyu Nükleer Santralı aslında itiraf edilmeyen bir gecikme daha yaşadı.

Foto: Akkuyu Nükleer
Erdoğan, yaptığı açıklamada nükleer santralla nükleer reaktörü de birbirine karıştırdı. "Burada bizim dört tane nükleer enerji santrali var. 27 Nisan'da bir tanesinin açılışını yapıyoruz. Ardından diğer üçünün de açılışını yapacağız. Bunlarla ciddi manada bir enerji depolayacağız. Bunun ardından da üç tane daha planlıyoruz. Bu üç taneyi de inşallah önümüzdeki beş senede halletmemiz gerekiyor. Türkiye enerjide bir sıkıntıya girmesin, bunu yapmaya mecburuz" dedi. Doğrusu ise şöyle olacaktı: “Akkuyu’daki nükleer santralda dört tane nükleer reaktör var, onlardan birine yakıt 27 Nisan’da geliyor ama reaktöre yüklenmesine daha var. Akkuyu’yu bitirirsek, Türkiye’nin üç yerinde daha nükleer santral yapmak istiyoruz” olmalıydı. Metni Fahrettin Bey mi yazmış, ‘prompter’ mı arıza yapmış orasını ben bilmem. Cümlenin düzeltilmiş hali bu ama işin doğrusu bu değil. Onu da anlatalım...

AKP Hükümeti, eski başbakan Bülent Ecevit’in, “nükleer santral içime sinmiyor” diyerek verdiği iptal kararından dört yıl sonra, 7 Mayıs 2004 tarihinde, eski Enerji Bakanı Hilmi Güler’in açıklamasıyla Akkuyu’da nükleer santral yapacaklarını açıklamıştı. Evet, nükleer santral bitme aşamasına geldi ancak ilk açıklamadan bu yana 19 yıl geçti. Açılışı da nükleer yakıtın sahaya gelmesiyle olmayacak. Santralın yüzde 75’lik oranla en büyük hissedarı Rosatom’un Genel Müdürü Aleksey Likhaçev’in 1 Mart 2023’te WNN haber portalına açıkladığı gibi, ilk reaktörün inşaatının tamamlanması yılın üçüncü çeyreğini bulacak.

19 yıllık sürede “nükleersiz elektriksiz kalırız” bahanesinin doğru olmadığı görüldü. Ucuza elektrik üretecek diye pazarlanan nükleer enerjinin bugün güneş ve rüzgara kıyasla 5-6 kat daha pahalıya elektrik ürettiği sözle değil, hükümetin bizzat yaptığı rüzgar ve güneş ihalelerinde ortaya çıkan fiyatlarla defalarca ispatlandı. Santrali yapan Rusya ile anlaşma imzalandığında 1 dolar 1,52 TL’ye denk geliyordu. Rusya’ya verilen alım garantisi dolara endeksli olduğu için santral 1 kilovatsaat elektrik dahi üretmedi ama satacağı elektrik aslında 12 kat zamlandı. Türk Lirası değer kaybettikçe Akkuyu’nun sahibi Rusya’dan alacağımız elektriğe daha çok para ödeyeceğiz ve bu bedel elektrik faturalarına öyle ya da böyle yansıyacak. TL kazanan insanlar dolara endeksli elektrik faturalarıyla baş etmek zorunda kalacak. Nükleer santral ‘yap-işlet’ yöntemiyle yapıldığı ve Rusya ile yapılan uluslararası anlaşmanın 5. maddesinin dördüncü fıkrasına, Rus yetkili kuruluşlarının Akkuyu Nükleer A.Ş.’ deki toplam paylarının hiçbir zaman yüzde 51’den az olamayacağı şartı konduğu için de Akkuyu hiçbir zaman Türkiye’nin nükleer ‘yerli ve milli’ santralı olamayacak.

Akkuyu’da deprem riski var

WWF-Türkiye’nin düzenlediği Yeşil İyileşme Forumu’nda Prof. Dr. Naci Görür’e bölgenin deprem riskini sordum. Kıbrıs’ın güneyinde çok büyük depremler tarih boyunca olmuştur, olabilir diyen Görür, “Bu depremlerden her yer etkilendiği gibi bizim santralda etkilenir ama bunlar düşünülmüştür” diyor. Aktif olup olmadığını sorduğum Ecemiş fayı konusunda da Görür’ün yanıtı kısa ve net oldu: “Kayseri üzerinden gelir, santrala 30 km kadar yaklaşır. Aktif olmasına aktif de geniş zaman aralığı içerisinde depremler oluyor ama 6,5’a kadar ürettiğini biliyoruz” diye ekliyor. Kıbrıs’taki gibi dalma batma zonlarında Tsunami görülebileceğini de belirten Görür özetle nükleer reaktör binalarının depreme dayanıklı yapılması halinde sorun yaşanmaması gerektiğini düşünüyor. Nükleer santrala karşı olsam da Naci Görür’ün bu temennisine katılmamak mümkün değil. Ancak, nükleer santrallarda reaktör binalarının depreme dayanıklı yapılmasının sorunu çözmediğini de hatırlatmalıyım. Fukuşima’da da nükleer reaktörlerin olduğu binalar depremde yıkılmadı ancak elektrik kesintisi sonrası reaktörlere soğutma suyu pompalanamadığı için üç reaktör de kontrolden çıktı ve çekirdek erimesine kadar gitti. Olası bir depremin Akkuyu’yu nasıl etkileyeceği sorusunun basit bir yanıtı olmadığını unutmamak gerek.

Son Uyarı

Özgür Gürbüz-BirGün / 24 Mart 2023

İklim krizinin bilimsel gerçekliğini araştıran ve yapılması gerekenleri sıralayan en önemli kurumdan son bir uyarı daha geldi. Önce iyi haberi verelim. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutma şansımız hâlâ var diyor. Kötü haber ise zamanımızın giderek azaldığı. Seragazı emisyonlarını 2030 yılında, 2019 seviyesinin yüzde 43 altına çekmeliyiz. Seragazlarını nereyse yarı yarıya azaltmak için önümüzde yedi yıl kaldı.

Yedi yılda böylesine bir azaltım yapabilirsek de iş bitmeyecek. Emisyonları azaltmaya devam etmeliyiz. 2035’te yüzde 60, 2040’ta yüzde 69 ve 2050’de yüzde 84’lük azaltım hedeflerine ulaşmamız gerekiyor. İklimin doktoru olsa şöyle derdi: “Üç fosilden; petrolden, kömürden ve gazdan uzak duracaksın. Yoksa o bildiğin havaları bir daha göremezsin”.

Doktorların uyarıları malumunuz hastaneden çıkınca unutulur. Dünyadaki insanların durumu da buna benziyor. İklim konferanslarında, iklim raporlarında doktoru karşısında görünce hasta olduğunu hatırlıyor. Muayene bitince yeniden gaza basıyor. 2010 ila 2019 arasında net seragazı emisyonlarının yüzde 12 oranında artması, bahsettiğim davranış bozukluğumuzun özeti gibi.

Ortalama yüzey sıcaklığındaki artış 1,1 dereceye ulaştı. Varsayalım emisyonları çok hızlı bir şekilde azalttık. Bu durumda bile sıcaklık artışının Paris Anlaşması’nın öncelikli hedefi olan 1,5 derecenin üzerine çıkıp gerilemesi mümkün. Sonuç iyi olsa da bir süre 1,5 derecenin üzerinde kalmak bile bazıları kalıcı olmak üzere ciddi sorunlar doğuracak. Suların yükseldiği kıyı kesimlerde, dağlar ve buzullarda geri döndürülemeyecek hasarlar oluşabilir. 1,5 derecenin üzerinde kaldığımız geçici süre boyunca, bizi de yakından etkileyen orman yangınları ve kuraklık afetlerinin sayısı ve şiddetinin artması bekleniyor. Özetle, emisyonları azaltmak bir zorunluluk, gecikilen her dakikanın faturası ise büyük.

IPCC’nin Sentez Raporu, işin yapılabilirlik kısmına da değiniyor. Hangi yöntemlerin emisyon azaltımında düşük maliyetle çok fayda sağladığına baktığımızda enerjide güneş ve rüzgarı açık ara önde görüyoruz. Ulaşımda toplu taşıma ve bisiklet, maliyeti net olmasa da elektrikli araçlar ile yakıtı verimli kullanan araçlar listenin en başında. Maliyeti daha yüksek olmasına rağmen alanlarında emisyon azaltım potansiyeli olan diğer çözümler arasında ise enerjiyi verimli kullanan binaları, doğal alanların korunmasını, ekosistemlerin onarılmasını, tarımda karbon gömme yöntemlerini ve sanayide yakıt değişimi ile enerji verimliliğini sayabiliriz.

Fosil yakıtlardan kurtulmanın ötesinde, değişmesi gereken bir yaşamdan bahsediyoruz. IPCC raporları hükümetlerin onayından geçse de ‘bekleyen tehlikeyi ve ne yapılması’ gerektiğini söyleyen çalışmalar, ‘hangi adımların atılması gerektiğini’ siyasetçilere bırakıyor. İş de aslında burada düğümleniyor.

Hükümetler, ellerinde insan etkisiyle iklimin değiştiğini gösteren bu kadar net raporlar olmasına ve sorumluları bilmelerine rağmen çözümü uygulayamıyor çünkü şirketlerin çıkarları, politika yapıcılar üzerindeki etkileri kapitalizmde adeta sınırsız. Sorunu yaratan ve çözümü sunan araçlar hep aynı kişilerin ellerinde. Değişim olması gerektiği zamanda değil, onların istediği zamanda oluyor. Kamunun zayıflamasıyla, üretim araçlarıyla birlikte karar alma mekanizmaları da şirketlerin eline geçti. Medyanın büyük bir bölümü yine bu şirketlerin finansmanıyla ayakta kalıyor. O yüzden de onların istediklerini söylüyor. Yedi yıl içinde küresel emisyonları azaltacak değişimi bu sistem içerisinde yaratmak mümkün değil.

Dünyadaki canlıların hayatını çok zorlaştıracak iki derece hedefi bile kapitalizmin sınırları içerisinde yakalanamaz. Yurttaşları sel sularında can verirken özel şirketlerin kömür santrallarına “he” demek zorunda bırakılan hükümetlerden daha güçlüsüne ihtiyacımız var. Toplu taşımayı ‘bir tercih’, enerji verimli binaları ‘lüks’ olmaktan çıkaracak yeni bir dünya düzeni için kolları sıvamalıyız. Kapitalizm, bilim insanlarının bu son uyarısını kahve zincirlerindeki bardakların geri dönüşümüne eşitlemeden, gerçek çözüm yollarını uygulayacak siyasi değişimi hayata geçirmeliyiz. Hangisi zor? Sel sularıyla boğuşmak mı yoksa sistemi değiştirmek mi? Sorunun yanıtı sizin tercihiniz olacak.

Çanakkale’den deprem bölgesine tohum desteği

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Mart 2023

Depremin üstünden geçen 40 güne rağmen kentlerde geçici konaklama ile ilgili sorunlar devam ediyor. Yağışların da etkisiyle bazı çadırkentlerde depremzedelerin işi daha da zorlaştı. Buna rağmen deprem bölgesinde hayatı iyileştirme çabaları sürüyor. İlk gün olduğu gibi bugün de yaraları sarma konusunda elimizdeki en etkili ilaç dayanışma.

Dayanışmanın en güzel örneklerinden birini de Çanakkale Belediyesi gösterdi. Çanakkale Yerel Kalkınma Derneği’nin aracılığıyla, belediye bünyesindeki Tohum Sandığı’ndan 17 bin 500 yerel ve atalık tohum, Samandağ ilçesine bağlı 14 köyde dağıtılmak üzere Hatay’a gönderildi. Atalık tohumların arasında Çanakkale’nin meşhur domatesi de var. Beş bin domates, beş bin biber, beş bin patlıcan ve 2 bin 500 kabak tohumu, depremden sonra yeniden ekip biçmeye, gıdasını sağlamaya çalışan köylülere, yereldeki gönüllüler aracılığıyla dağıtılacak. Tohumlar sadece ihtiyaçları karşılamayacak, hayata adeta yeniden başlamaya çalışan birçok kişi için de umuda tutunmanın bir aracı olacak.

Çanakkale Belediyesi Tohum Sandığı projesini 2017 yılında hayata geçirmiş. Çanakkale Belediye Başkan Yardımcısı İrfan Mutluay, Tohum Sandığı aracılığıyla, Çanakkale’de yüzlerce yıldır yetiştirilen, dedelerimizin, ninelerimizin tohumlarını koruyarak paylaşıyoruz diyor. Daha önce özenle çoğaltılan tohumlar hep bölgede üretim yapanlara verilmiş. Mutluay, “İlk defa bu genetik miras başka bir bölgeyle bu dayanışma ağının bir parçası olarak paylaşılacak. Bundan da ayrıca gurur duyuyoruz” diyor. Çanakkale Yerel Kalkınma Derneği Başkanı Yaprak Aydın da deprem bölgesindeki bir ihtiyaca hızlı yanıt verdikleri için mutlu olduklarını belirterek, “Sürekliliği, kendi kendine yetebilmenin önemli bir destekleyicisi olması nedeniyle tohum desteği oldukça kritik bir öneme sahip” açıklamasını yapıyor.

Bugün Tohum Sandığı görevini üstlenen tarihi bina Çanakkale’nin ilk su deposu. Öğrenci ve ilgililere eğitim verecek şekilde düzenlenmiş. İlk kurulduğunda 15 farklı tohum çeşidine ev sahipliği yapan Tohum Sandığı’nda bugün yüzün üzerinde yerel ve atalık tohum var. Sandık, tohumları çiftçilere ve bireylere ücretsiz veriyor. İstenirse danışmanlık hizmeti de sunuluyor. Tek istenilen, çiftçilerin aldıkları tohumdan yüzde 20 fazlasını geri getirmeleri. Böylece bir yıl sonra belediyenin elinde dağıtılacak daha fazla tohum oluyor. Bugün olduğu gibi acil durumlarda da tohumlar başka bir yörede umudu yeşertebiliyor.

Çanakkale Belediyesi tohum üretimi için elindeki yeşil alanları değerlendiriyor. Park için ayrılmış ama henüz kentin içinde değil çeperlerinde kalan alanlar boş bırakılmıyor ve tohum üretimi için kullanılıyor. Belediyenin elinde bu nitelikte 155 dekar alan var. Çanakkale Belediyesi, son dört yılda 300 metrekareden 2 bin metrekareye çıkarılan sera kapasitesi sayesinde de park ve bahçeleri için gereksinim duyulan süs ve tıbbi aromatik bitkilerinin hepsini kendi üretmeye başlamış. Sadece çalı ve fidan konusunda alım yapıyorlar. Dışa bağımlılığı azaltıp, tasarruf etmişler. Belediye, toprak analizi konusunda da yeniden destek vermeye hazırlanıyor.

Beton kentlerin yıkıntılarında hep acıları görmeye alıştırıldık. Kentlerde yeşili öne çıkaran, tüketimi değil üretimi destekleyen uygulamalar da hayat bulabiliyor. Umut tohum olup, Çanakkale’den Hatay’a uzanabiliyor. Gözlerimiz artık acıyı değil bu umudu görmek istiyor.

 

 

Turizmde Cepten Yemeye Devam

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Mart 2023

Foto: Phaselis'e Dokunma Hareketi
Antalya’nın Kemer ilçesinde yer alan Phaselis antik kentindeki Cennet ve Bostanlık koylarını betona boğuyoruz. Phaselis 1. derece arkeolojik sit alanı. Tabiri caizse oraya ‘çivi bile çakmamanız’ gerek ama AKP Hükümeti, ‘Phaselis Antik Kenti Ören Yeri ve Bütünleyici Kıyı Alanı Çevre Düzenlemesi’ adıyla o güzelim koyları talan ediyor.

Phaselis, Antalya sınırları içerisinde el değmemiş birkaç koya ev sahipliği yapıyor. Kum plajı denize rahat bir erişim sağlıyor, denizin kenarındaki ağaçlar da gölge isteyene gölge veriyor. Sandalyesini veya havlusunu alan yıllardır bu alanda denize giriyor, tarih ve doğanın keyfini çıkarıyor. Hükümet ise bölgedeki beton eksikliğini görmüş olmalı ki, ağaçların altında değil bir işletmenin çatısı altında güneşlenmenizi sağlayacak pergolalar inşa etmek istiyor. Denizle orman arasında dondurma satılacak bir büfe, şezlong kiralayacak bir ofis olmadığını da fark etmişler. Betondan zeminler üzerine oturtulmuş bir kafenin yokluğu da gözlerinden kaçmamış.

Bölgeyi biliyorum. O koylara gidenler zaten yanında yiyeceğini ve içeceğini götürür. Var olan duşlar da herkese yeter. Tarihle baş başa, başka bir yerde yapılamayacak bir tatili orada yapıp, çok fazla para harcamadan eve dönmek mümkün. Türkiye’de sayıları giderek azalan bakir alanlardan biri burası. İşte bu yüzden, Phaselis’e Dokunma Hareketi, doğa ve kültürü korumaya çalışanlar bölgeyi korumak için el ele verdi. Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’ndan projeyi durdurmasını istiyorlar. Arkeolojik sit alanından kepçelerin bir an önce çıkarılması ve dökülen betonun kaldırılması gerek.

***

Türkiye’nin 2022 yılı turizm geliri 46 milyar doları geçti. Ülkeye 51 milyon turist geldi. Gayrisafi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) yaklaşık yüzde 5’i turizmden elde edildi. 2019’da Türkiye’yi yine 51 milyon turist ziyaret etmişti ama o yıl turizm gelirlerinin GSYH içindeki payı yüzde 5,4’tü. Turizm gelirleri artsa da GSYH içindeki payı düştü. İspanya’da turizmin GSYH içindeki payı yüzde 15’lerde. İspanya ve Türkiye’ye kıyasla beton otellere daha az gönül vermiş Yunanistan’da ise bu oran yüzde 20’lere ulaşıyor.

Bu gerilemedeki etkenlerden biri Türk lirasının değer kaybı ve Türkiye’nin ‘ucuz tatil’ ülkesine dönüşmesi. 2021’de Türkiye’ye gelen her turist 1028 dolar harcarken, 2022’de 901 dolar harcadı. Aynı sayıda turist gelmesine rağmen, daha az harcadıkları için 6,5 milyar dolarlık bir kayıp (51 milyonu baz alırsak) söz konusu.

Bir ülkenin turizm gelirinin GSYH içindeki oranının yüksek olmasıyla doğa koruma arasında bir ilişki var. Büyük oteller aracılığıyla yapılan ve ‘paket tur’lara dayanan turizmin geliri daha düşük. Avantajı ise turizm konusundaki yetersizliğinizi kapatması. Otel, havuz ve halka ait olması gereken bir plajı sahiplendiğinizde satacak bir ürününüz oluyor. Diğerinde ise ‘ürün’ ülkenin tarihi ve kültürel zenginlikleri. Onları bilmek, farkında olmak yetmez, korumak da gerekir. Türkiye Phaselis örneğinde olduğu gibi binlerce yıllık bir ‘sermayeyi’ korumayı değil, satıp 20 yılda tüketmeyi tercih ediyor. Mirasını har vurup harman savuran bir insan gibi.  

Elinizde satabileceğiniz sadece güzel bir plaj varsa oraya en büyük oteli dikmeye çalışırsınız. Bunu yapan ülke, 12 bin yıldır farklı medeniyetlere ev sahipliği yapan Anadolu’nun mirasını taşıyan Türkiye ise Akdeniz ve Ege’nin güzel plajları düzenleyeceğiniz turların sadece süsü olur. Türkiye’deki terslik de burada. Turizm politikası o kadar yanlış ve kısa dönemli çıkarlar üzerine kurgulanmış ki, dünyanın turizm başkenti olacak bir ülke; Göbeklitepe’yi, Kapadokya’yı, onlarca farklı kültürün mirası yemeklerini, Şamanizm’den Sufizm’e uzanan inançsal zenginliğini, Hititlilerden Antik Yunan’a, Selçuklulardan Osmanlı’ya kadar uzanan tarihsel geçmişini görmeleri için tüm dünyaya davetiye göndereceğine, o zenginliğin ortasında beton kararak dondurmacı ve büfe yapıyor.

Kanal İstanbul ve Asbest Tehlikesi

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Mart 2023

Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum, “İstanbul'da 1,5 milyon riskli konutu belirlediğimiz iki rezerv alana, hem Anadolu hem Avrupa Yakası'na taşıyacağız” dedi. İnsan “nereye acaba” diye merak ediyor. İstanbul’un güneyinde yer yok. Ya kentin su ve temiz hava kaynağı Kuzey Ormanları’na doğru ilerlenecek ya da batı ve doğusu iyice betona gömülecek. Bu konutların nasıl saptandığı da belli değil. Ortada bilinen bir tarama yok diyen Gezi Davası’ndan tutuklu şehir plancısı Tayfun Kahraman, amacın kent merkezindeki değerli arazileri boşaltmak olduğunu söylüyor. İşin en akıl almaz kısmı ise hükümetin bu planından İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin haberinin olmaması.

İstanbul’daki riskli konutların boşaltılmasına ihtiyaç var ama betonlaşmamış alanları korumaya, kenti küçültmeye ondan daha fazla ihtiyaç var. İstanbul’dan Anadolu’ya göçü teşvik edecek politikalar şart. Yapmamız gereken İstanbul’dan hangi sektörleri başka kentlere taşıyabiliriz, onu konuşmak. Yapmamamız gerekense ‘finans merkezi’ gibi projeler. İstanbul’a en az 100 bin kişiyi daha çekecek, günlük yoğunluğu artıracak bu tip fikirlerin acilen durdurulması gerekiyor. İstanbul’dan Anadolu’ya iş götürülmesi gerekirken rant nedeniyle tersi yapılıyor.

***

Kanal İstanbul sevdalılarına bir sorum var. Kanal İstanbul yapıldı ve İstanbul’da beklenen deprem yaşandı diyelim. Muhtemelen elektriksiz, susuz kalacak kentten sağ kalanları güvenli bölgelere nasıl çıkaracaksınız? Bir tarafı İstanbul Boğazı bir tarafı Kanal İstanbul’la çevrili adaya dönen alandaki 17 ilçede 8 milyon insan mahsur kalacaktı. Bu insanlar deprem riski az Trakya’ya 3-4 köprü üzerinden geçebilecekti. Yolların ve köprülerin sağlam kaldığını düşünsek bile trafiği, keşmekeşi bir hayal edin. Kanal İstanbul’un özellikle Marmara Denizi’ne açıldığı bölgenin zayıf olduğu, olası bir depremde buradan başlayarak kanal ve beraberindeki yapılarda ciddi hasar meydana geleceğini de uzmanlar zaten belirtiyor. Kanal İstanbul’un ne kadar ‘çılgın bir proje’ olduğunu aklı başında herkes artık görüyor olmalı. Finans Merkezi gibi acilen iptal edilmesi gereken ikinci bir proje de Kanal İstanbul.

***

Deprem bölgesinde barınma, gıda, eğitim ve sağlık sorunları devam ediyor. Çözülmesi gereken bir başka mesele ise enkaz kaldırma sonrası biriken inşaat atıkları. Çevre Mühendisleri Odası, deprem bölgesinden en iyimser tahminle 104 milyon ton inşaat ve yıkıntı atığı çıkacağını hesaplıyor. En büyük tehlike de asbest! 2013 yılından sonra kullanımı yasaklanan asbest kansorejen bir madde. Solunum yoluyla akciğere yerleşen asbest lifleri kansere neden oluyor.

Normal koşullarda inşaat atıkları yetkili geri dönüşüm merkezlerine gönderilir, orada plastik, metal ve beton yeniden kullanılmak üzere ayrılır. Hafriyattaki beton yol yapımında, kaldırımlarda yeni binaların güvenlikle ilgili olmayan kısımlarında bile kullanılabiliyor. ÇMO İstanbul Şube Yönetim Kurulu Üyesi Utku Fırat, öncelikle bölgedeki tüm geri dönüşüm ve bertaraf tesislerinin kontrol edilerek tespitin yapılması, yetersizlik durumunda da en azından 2. sınıf düzenli depolama kriterlerine uygun yeni tesislerin yapılması gerektiğini söylüyor. Tesisler, önemli doğal alanlardan, su kaynaklarından ve tarım bölgelerinden uzak olmalı diyor.

İnşaat atıklarının özellikle asbest tehlikesi yüzünden insan yerleşimlerinden uzak, rüzgarla dağılmayacak bölgelere taşınması gerektiğini belirten Fırat, enkazların yanında kalanların ve hafriyat işinde çalışanların sürekli FFP3 tipi maske takmasını, yetkililerin de bu konuda gerekli tedbirleri alması gerektiğini vurguluyor. Atık taşıyan kamyonların branda kullanması, düzenli sulama yapılarak asbest liflerinin havada dağılmasının önlenmesi de kritik. Sürecin kamu eliyle yürütülmesi gerektiğini vurgulayan Fırat, “Başımıza bu felaketi açan kamu denetiminin etkisiz kılınmasıydı. Ya rantı ve kârı ya da insan ve diğer canlıların sağlığını savunacağız” diyor.