Zizek ve hayal kırıklığı

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2017

Geçtiğimiz haftanın çevre gündeminin sürprizi Slavoj Zizek oldu. Sendika.org’da yayınlanan ‘Geri dönüşüm, organik gıda, bisiklet… Dünya böyle kurtarılmaz’ başlıklı makalesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi dünyanın geri dönüşüm, organik gıda veya yenilenebilir enerji kaynaklarıyla kurtulmayacağını söylüyordu. Hayal kırıklığıyla okuduğum makale bir sistem eleştirisini amaçlasa da, solun çevre konusundaki eski ezberlerini hatırlattı. Yeni bir şey söylemedi. Çeviride hata yoksa ‘Zizeksever’leri bile üzmüş olabilir. Katılmadığım noktaları yazmanın 'nasıl bir dünya istiyoruz' tartışmalarına yardımcı olacağını da umarak, eleştirinin kısa bir eleştirisini bu köşeye taşımaya karar verdim.

Zizek’in çevre sorunlarının sistemden (günümüzde kapitalizmden) kaynaklandığı giriş bölümüyle fazla sorunum yok. Elbette çevre sorunlarının giderek büyümesi, içinde bulduğumuz tüketim toplumundan, bireysel yaşam tarzlarımızdan, sosyal devletten uzaklaşıp, kârlarını artırmaktan başka bir şey düşünmeyen şirketlerin eline bırakılan doğal varlıkların fütursuzca kullanılmasından kaynaklanıyor. Zizek de buzulların erimesini fırsat gibi gören zihniyete işaret ederken aslında özetle bu durumdan bahsediyor. Sorun burada değil, saptama doğru ancak iş çözüme gelince sadece çözüm önerilerini eleştirmekle yetiniyor. Ekoloji konusundaki inkarcılara, “Kaybımıza neden olacak sürece karşı yapacağımız fazla bir şey olmadığını biliyorum. Ama bu düşünceye katlanamıyorum ve hiçbir işe yaramazsa bile deneyeceğim” diyenleri de ekliyor ve bu düşüncenin organik gıda almak gibi vicdanımızı rahatlatan bir eylemden başka bir şeyle sonuçlanmayacağını öne sürüyor. Çözüm önerisi ise komünizme doğru giden uluslararası bir dayanışma. Üretim ve tüketim süreçlerine dair bir öngörü yok. Sadece dayanışma… İş sadece dayanışmayla çözülseydi son 15 yılda 10’dan fazla toplantı yapan Dünya Sosyal Forumu bile sorunun çözümüne çare olabilirdi.

Zizek’le anlaştığımız noktalarla devam edeyim. Sorunların çözümünü sadece bireylerin tercihlerine bırakırsak yetersiz kalırız; evet. Makalede değindiği ve çevre sorunlarının çözümü için sıkça önerilen beş maddenin yetersizliği konusunda da Zizek’le anlaşabiliriz. Konuyu yakından takip eden herkes biliyor ki teknoloji bu sorunları çözemez ya da işi oluruna bırakırsak doğa sorunların bir şekilde üstesinden gelemez. Kişisel tedbirler veya piyasa mekanizmaları da tek başlarına çözüm olmayacak. Doğaya dönmek ise sadece sorunun kaynağından kaçarak yüzleşmeyi geciktirmeye yarıyor. Kapitalizm tüketmeye devam etikçe, sizin kurduğunuz küçük ekolojik çiftlikler, eşitlikçi toplumlar bir gün hedef alanına giriyor. En iyi örnek, kentte kalarak sorunları çözemezsiniz diyerek 20 yıl önce Kaz Dağları’na kaçan birçok doğa dostu arkadaşımızın bugün orada madenlere, termik santrallere karşı, bizim 20 yıl önce kentte, siyaset içinde verdiğimiz mücadelenin benzerini örgütlemeye çalışması herhalde.  

Zizek’le nerede anlaşamıyoruz o halde? Elbette çözümde. Zizek’in bahsettiği komünist toplum enerjisini hangi kaynaklardan üretecek belli değil? Vicdanı aklamaya yaradığı iddia edilen yenilenebilir enerji kaynaklarından başka bir yol var mı elektrik üretimi için? Kullandığımız kağıtları geri dönüştürmenin bizi devrime götürmeyeceğini kabul edelim ama şu soruya da yanıt verelim: Geri dönüştürmemek mi devrimin kapısını aralayacak? Zizek’in hayalini kurduğu toplum daha çok tüketenleri mi tercih ediyor yoksa daha az tüketenleri mi? Sevgili Zizek, tüm bu bireysel tedbirleri alanların, ekolojik ya da sosyalist devrime giden yolun sadece bu eylemlerden geçtiğini düşündüğüne kendisini inandırmış ama gerçekte durum bu mu? Böyle bir genelleme, Zizek gibi bir sosyoloğa yakışmıyor. Benim gibi geri dönüşüme inanan, plastik torba kullanmamaya çalışan, hayatına otomobil sokmayı reddetmiş birçok insan bunu sadece doğru olduğu için ve daha az tüketmek adına yapıyor. Bu bizim ekolojik devrime giden yolda yapısal değişiklikleri hiçe saydığımız anlamına gelmiyor. Aksine biz hazırız. Devrimden sonra kurulacak dünya toplu taşımanın öne çıktığı, bireysel tüketimin azaldığı, kaynak kullanımında verimin ön plana çıktığı bir dünya olmayacak mı? O günü bir mahşer günü gibi bekleyenlere kıyasla bizim uyum sorunu yaşamayacağımız ortada. Politik süreçte insanları ikna etme konusunda da avantajlıyız. Sizce, evlerimizin çatılarına koyacağımız ve kendi elektriğimizi üreteceğimiz güneş panellerini anlatan 40 seminer düzenlemek mi daha inandırıcı, bir evde bu sistemin çalıştığını göstermek mi? Vaatlerimizin yanına hayata geçirdiğimiz örnekleri koyuyoruz. Konforumuzdan ödün vererek samimiyetimizi gösteriyoruz. Bir yandan da politikada değişim için uğraşmayı sürdürüyoruz. Yapmamak mı daha iyi?

Zizek’in tavsiyesi ekolojik devrime kadar bir kapitalist gibi yaşamaksa, ben ona da kocaman bir “hayır” diyorum.

Enerjide cebimiz delik

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ocak 2017

Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 75’lere çıktı. Dışa bağımlılık bir sorun, özellikle de ateş pahasına dışardan aldığınız enerjiyi üretimden çok tüketime harcadığınızda. Sorunun adı dışa bağımlılık ama sorunun kaynağı dışarıda değil, içeride. Tek sorumlu ülkenin enerji politikasını belirleyen iktidar. Tüketici davranışını da, sanayinin tercihini de hükümet belirliyor. İktidara geldikleri 2002 yılında Türkiye enerjide yüzde 67 oranında dışa bağımlıydı şimdi bu oran yüzde 75’i buldu.

Merak ediyorsunuzdur, her söylemlerinde dışa bağımlılığı azaltacağız diyenler nasıl oldu da dışa bağımlılığı artırdı diye. Halbuki, Türkiye’nin neredeyse her deresine, belki de onları ‘kurutma/tahrip etme’ pahasına baraj yapıldı. Yerli kaynak sayılan hidroelektrik potansiyeli çok daha fazla kullanılmaya başlandı.  Bugün Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 6’sından fazlası akarsular* üzerine kurulan hidroelektrik santrallerden geliyor. Bir o kadar da rüzgar ve jeotermal toplamından elektrik üretiliyor. Tüm bunlara rağmen dışa bağımlılık azalmadı. Çünkü sorun, işin üretim değil tüketim tarafındaydı ama enerji politikasını yönetenler bunu görmemekte ısrar etti. Hidroelektrikle bu iş olmadı şansımızı bir de kömürde deneyelim dediler.

Enerji Bakanlığı 2012 yılını ‘kömür yılı’ ilan etti. Bahanesi de enerjide dışa bağımlılığı azaltmak ve istihdamı artırmak diye açıklandı. Hükümet ne derse tersi oluyor demeyecekseniz ne olduğunu söyleyeyim. Tersi oldu. 2012 yılında 28 milyon ton civarında olan kömür ithalatımız 2015 sonunda 35 milyon tona dayandı. 2002 yılında ise kömür ithalatı sadece 11 milyon tondu. Elektrik üretiminde yerli kömürün önünü açacağız diye boş verilen çevre kuralları ve halk sağlığı, defalarca uyardığımız gibi, ithal kömürün de önünü açtı. ‘Kömür yılından hemen sonra, 2013’te ithal kömürle çalışan santraller Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 12’sini karşılıyordu. Yerli kömürü ve istihdamı artırmak için alınan tedbirler sonucu bu oran 3 yılda yüzde 17’yi geçti. Türkiye’deki elektrik üretiminde ithal kömürün payı barajlı hidroelektrikleri yakaladı. Dışa bağımlılık arttı, ülke kül ve ise boğuldu.

Dışa bağımlılığı azaltmak için yapılan tüm bu hamleler doğalgaz ithalat miktarının artışını durdursa da yerini ithal kömürle doldurmaya çalıştığımız için sonuç değişmedi. Daha kirli bir kaynağı seçtiğimiz için hem sağlığımızı hem de doğamızı daha fazla riske attık.

Ne yapılmalıydı ya da yapılmalı, onu da dilimiz döndüğünce anlatalım. Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak istiyorsak işe ilk başta tasarruf ve verimlilikle başlamalıyız. DPT raporlarında Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarruf potansiyelinin yüzde 20-25 oranında olduğu yazıyor. Bu şu demek; bizim cebimiz delik. 100 lira atıyoruz, 25 lirası delikten boşa gidiyor. O yüzden de 100 lirayı cepte tutmak için 130 lirayla evden çıkıyoruz. Enerji dilinden söylersek, elektrik talebi 100 ise biz 100 üretmek yerine 130 üretmeye çalışıyoruz çünkü biliyoruz ki 30’unu boşa harcayacağız.

Yapmamız gereken cepteki deliği dikmek elbette. Binalara yalıtım şartı getirmeli, yalıtım yapmak isteyene uygun teşvikler sağlamalıyız. Toplu taşımayı yaygınlaştırmalı, sanayide enerji yoğun üretim yöntemlerinden, çimento gibi ürünlerin ithalatı için enerji harcamaktan vazgeçmeli, ekonomiyi bilişim gibi alanlarda büyütmeliyiz. Verimli motorlarla üretip, akıllı elektrikli aletlerle tüketmeliyiz. Sınırları çizilmiş tüketimi, tüketilen yerde üretim yapan, küçük ve yenilenebilir enerji santrallerine kaydırarak dışa bağımlılığı da azaltabiliriz. Güneş paneli ve rüzgar türbinlerinin üretimi ve parçası için fabrikalar açıp istihdam sorununa enerji yatırımlarıyla çözüm bulmak da mümkün. 300 kişinin çalıştığı bir ithal kömür santrali yerine 30 bin kişinin ürettiği yenilenebilir enerji sektörü kurmak hayal değil.

Mesele, cepteki deliği dikip halkı rahatlatmak yerine cebi doldurmayı amaçlayan şirketlere göz kırpan politikaları hayata geçirmekse lütfen o bildiğiniz yolda, durmadan devam edin. Bıçak kemiğe dayandı diyorsanız da bu gidişata “hayır” deyin. Bu ülkenin insanları da temiz hava solumayı, güzel günler görmeyi herkes kadar hak ediyor.

*Barajsız hidroelektrik santraller

Çevre ve başkanlık

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ocak 2017

Başkanlık ya da daha açık konuşmak gerekirse padişahlığın çevre mücadelesini nasıl etkileyeceğini merak edenlere, bir örnekle neler olabileceğini açıklayalım. Türkiye’deki çevre sorunlarında çoğunluğun aynı düşündüğü, mutabakata vardığı konular azdır. GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) bunlardan biri. Türkiye’de yapılan hemen hemen tüm anketlerde halkın GDO’ya hayır dediği biliniyor. Gezici Araştırma tarafından yapılan bir ankette GDO’nun kötü bir şey olduğunu düşünenlerin oranı yüzde 79, GDO’lu ürün almam diyenlerin oranı ise yüzde 83 çıkmıştı. Şimdi karamsar bir senaryo çizelim.

Varsayalım, MHP ve AKP milletvekillerinden, “ben bu başkanlığa evet diyerek halkın yüzüne nasıl bakarım” diyen 10 milletvekili çıkmadı ve şu anda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülen Anayasa değişikliği kabul edildi. Ülke başkanlıkla yönetilmeye başlandı. Ve diyelim ki siz başkanlığın çalışmaya başladığı bir dönemde, Türkiye’de GDO’lara karşı duran bir çevreci, çiftçi ya da sağlıklı gıda hakkını savunan bir yurttaşsınız. Yediğiniz ürünün genetiğiyle oynanmasın, çoluğunuz çocuğunuzun antibiyotik direnci zayıflamasın, türlü hastalıklarla yakalanma riskiyle karşı karşıya kalmasın istiyorsunuz. Ya da Türkiye’de boğazına kadar derde batmış çiftçiler, GDO’lu tohumlarla dev şirketlerin elinde oyuncak olmasın diye çabalıyorsunuz.

Başlattığınız ‘GDO’ya Hayır’ kampanyası halktan da büyük destek aldı. Anneler, babalar, çiftçiler ve çevreciler yanınızda. Varınızı yoğunuzu ortaya koydunuz ve mücadeleniz sonucu GDO karşıtı bir yasa Meclis’e geldi. Milletvekillerini Türkiye’de GDO’lu hayvan yemi kullanımını yasaklayacak, ekime izin vermeyecek bir yasa hazırlama konusunda ikna ettiniz. Kanun Meclis’ten de geçti, yıllar süren çabanızın verdiği gururla eve dönmeye hazırlanıyorsunuz ama o da ne? Ülkenin Başkanı (Cumhurbaşkanı) kanundan memnun değil, GDO’nun serbest bırakılmasını istiyor. Son Anayasa değişikliğiyle kendisine verilen yetkiyi kullanıp, bir gerekçeyle GDO’yu yasaklayan kanunun Anayasa’ya aykırı olduğunu öne sürüyor ve Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açıyor.

Bugünkü kurallar geçerli olsa Cumhurbaşkanı kanunu iki kez geri gönderebilir, Meclis ısrar ederse üçüncüde mecburen kabul ederdi. Başkanlıkta öyle olmuyor, iş Anayasa Mahkemesi’ne gidiyor. Anayasa Mahkemesi’ne güveniyorsunuz, onlar da sonuçta bu ülkenin insanları, yüzde 80’i gibi düşünüp GDO’ya hayır diyeceğini sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Çünkü son değişiklikle üye sayısı 15’e düşürülen Anayasa Mahkemesi’nin üç üyesi, üyelerini ‘Başkan’ın belirlediği YÖK tarafından öneriliyor ve ‘Başkan’ tarafından seçiliyor. Dört üyesini doğrudan ‘Başkan’ seçiyor. Üç üyesi, ‘Başkan’ın iktidar partisi genel başkanı olarak kontrol ettiği Meclis tarafından seçiliyor. Kalan beş üye de Yargıtay ve Danıştay'ın gösterdiği adaylar arasından yine ‘Başkan’ tarafından seçiliyor.

Başkan’ın seçtiği üyeler Başkan’ın iradesine karşı mı gelecek? Haliyle, Türkiye’yi GDO’dan koruyacak kanun Anayasa Mahkemesi'nce iptal ediliyor çünkü tüm üyeler zaten Başkan’ın adamları. Başkan neden böyle bir karar versin? Nedeni çok. Konuyu yanlış biliyor olabilir, yanlış bilgilendirilmiş olabilir. Olmaz ya, yolsuzluğa meyilli olabilir, dev GDO şirketlerinden paraları cebe indirmiş olabilir. Bizim ülkemiz de hiç olmaz ama GDO karşıtları türbanlı bir bacımıza saldırdı, ben de gördüm diyen bir gazeteciye inanmış olabilir. Hadi, bunlar olmadı kandırılmış olabilir. Olasılığı yüksek. Sonuç? Halkın yüzde 80’inin iradesinin yerlerde süründüğü bir ülke. İşte tartışılan Anayasa değişiklikleri ve başkanlık denen ucube sistem bunu yapabilir.  Halk oylamasında yüzde 51’i bulan bir başkan yüzde 80’i hiçe sayabilir. Bu sadece bir örnek; tek adam rejimi bunun gibi birçok adaletsizliğe zemin hazırlıyor.

Çevre mücadelesinden bunun gibi halkın çoğunluğunun hayır dediği onlarca örnek verilebilir. Şimdi soralım; tehlikenin farkında mısınız? Penguen medyasını kapatıp, sosyal medyadan, kalan birkaç kanaldan Meclis’teki görüşmeleri izleyince siz de tehlikenin büyüklüğünü fark edeceksiniz. Tepkinizi esirgemeyin. Demokrasi gökten zembille inen bir mucize değil bir mücadeledir.

Diş macununuzdaki plastikler

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Ocak 2017

Foto: Georg Mayer/Greenpeace
Bir kullanımlık şırıngalar, elektronik devrelerin yerleştirildiği kartlar gibi yaşadığımız endüstriyel hayat tarzında yerini kolay kolay başka bir ürünle dolduramayacağımız plastik ürünler olduğunu hepimiz biliyoruz. Plastik belli alanlarda vazgeçilmez görülebilir ama bazı alanlarda da kullanımı bir o kadar gereksiz ve yerine kullanabileceğimiz onlarca alternatif madde var. Plastik torbanın yerini kağıt torba veya file alabilir, pet şişelerin yapacağı işi çantamızdaki bir matara görebilir. Çoğu zaman bunun gibi daha çevreci ürünlerin gereksiz tüketiminin önündeki tek engel tembelliğimiz. Bir de hiçbir işleve sahip olmadığı halde kullandığımız plastik maddeler var. Örneğin mikro plastikler.

Mikro plastikler büyüklüğü 5 milimetreden küçük plastik parçacıklara verilen ad. Bu küçük plastik parçalara özellikle kozmetik ürünlerinde rastlıyoruz; örneğin diş macunlarında. İçinde küçük plastik tanecikler barındıran ve çok güzel göründüğünü düşündüğünüz bu macunları kullanarak belki de plastik yutuyorsunuz. Renkli taneciklerle dolu duş jelleri ve yüz kremleriyle temizlendiğinizi düşünüyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Aslında yaptığınız vücudunuza plastik sürmek. Bir plastik torbayı elinize alıp vücudunuza sürer miydiniz? Herhalde hayır ama o küçük renkli taneciklere sahip ürünleri kullanarak yaptığınız aslında tam da bu.

Mikro plastiklerin tek kaynağı kozmetik malzemeleri değil. Endüstriyel aşındırıcılardan, büyük plastiklerin (naylon torbalar, araç lastikleri gibi) parçalanmasıyla oluşan küçük parçacıklara kadar birçok yerde mikro plastik var. Boyutlarının küçük olması arıtma sistemleri tarafından yakalanmalarını zorlaştırıyor ve çoğu nehir ve denizlere karışıyor. Buradan da denizlerdeki canlılara ulaşıyor. Mikro plastikler şimdilik büyük plastikler gibi deniz canlıların ölümüne neden olmuyor ancak ticari balıkların hemen hepsinde az miktarda olsa da görülüyor. Koli bantlarından ağ parçalarına kadar daha büyük boydaki plastik atıkların, deniz canlılarının yaşamını tehdit ettiği biliniyor. Ağlara takılan, plastik atıklarına dolananlar arasında kutup ayısı, martı ve balina gibi canlıların olduğunu hatırlatalım. Büyük plastik parçaları özellikle de naylon torbaları yanlışlıkla yiyen canlılar da var. Deniz kaplumbağaları onları deniz anası sanıyor ve bu yüzden boğulup ölebiliyor örneğin. Büyük plastiklerin etkisi biliniyor ve ölçülebiliyor. Mikro plastikler ise görünmez bir tehlike gibi, balıklara, midyelere, yani besin zincirine ulaşıyor ve bizleri de tehdit ediyor. Birikim sürerse etkilerini daha net göreceğimiz kesin.

İyi haber de verelim. ABD mikro plastikleri bu yılın yarısından itibaren yasaklıyor. Birleşik Krallık (İngiltere) ve Kanada ise yıl sonuna kadar zaman tanıdı. Birçok kozmetik devi de yeni ürünlerinde mikro plastik kullanmamayı ve eski ürünlerini yasaklamayı kararlaştırdı. Karar almayanları uyarmak ve o ürünleri hem denizlerimiz hem de sağlığınız için kullanmamak ise size düşüyor. Süsten başka bir işe yaramayan bu kozmetik ürünlerini almayarak, Türkiye’de Greenpeace’in başlattığı kampanyaya destek vererek, Türkiye’de de bu ürünlerin yasaklanması için yetkililere çağrıda bulunarak veya sosyal medyadan mesajlarınızı ileterek işin bir ucundan tutabilirsiniz. Erken tedbir alırsak diğer ülkelerde kullanılması yasaklanan bu ürünlerin Türkiye’ye gelmesini de önleriz. Bir duş aldığınızda 100 bin plastik tanesini okyanusa gönderdiğinizi unutmayın.

Gazetecilik Suç Değildir
Yaklaşık altı yıldır bu köşeden, haftada bir kez de olsa çevre sorunlarına dikkat çekmeye ve beraberinde çözüm yollarını da dile getirmeye çalışıyorum. Köşenin amacı ve sorumluluğu gereği, gündem ne olursa olsun çevre ve enerji başlıklarının dışına taşmamaya özen gösteriyorum. Zaten, BirGün’de diğer konuları dile getiren çok sayıda yazarımız var. Ne var ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bu konuda birkaç kelime etmemi gerektiriyor. Çok sevdiğim dostlarım, örnek aldığım meslektaşlarım sadece fikirlerini söyledikleri, gazeteciliğin gerektirdiklerini yaptıkları için hapse atılıyor. Türkiye’yi kan gölüne çevirenler, hedef göstererek, nefret tohumları ekerek onlara yol gösterenler serbest dolaşırken bu tehlikelere karşı bizi uyaranların hapse atılması kabul edilemez. Arkadaşlarımız serbest bırakılana, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılıncaya kadar haykırmaya ve yazmaya devam edeceğiz. Çünkü #GazetecilikSuçDeğildir.