plastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
plastik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Pestisit ve plastik tehlikesi bir arada

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Kasım 2023

“Suya atıyorlar su zehirleniyor, havaya atıyorlar hava zehirleniyor” diyor Hüseyin Girgin. Girgin,
Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine bağlı Evciler köyünde meyve üreten bir çiftçi. Mahide Savran ise “satışını yapan insanlar geri toplayabilirler” diyor. Savran da çiftçi, Ayvacık’ın Gülpınar köyünde ekmeğini topraktan kazanıyor. “Düzgün yakmak gerekiyor, çocukları ellememeleri için de uyarmalı” diyor. Bayramiçli İsmail Çaycıoğlu ise Yurttaşlık Derneği’nin yaptığı röportajda, pestisit kutusundan su içen komşusunun oğlunun vefat ettiğini üzülerek anlatıyor. Hepsi, kimyasal gübrelerin plastik ambalajları nedeniyle ortaya çıkan tehlikeden bahsediyor. Tarlada bırakılan, suya karışan, yakıldığında havayı kirleten bu atıklar, büyük bir çevre ve sağlık sorunu yaratıyor. Sorunun kalıcı çözümü pestisitleri kimyasal olmayan alternatiflerle değiştirmek. Bir yandan da kullanımı devam eden pestisit içeren ambalaj atıklarını güvenli bir şekilde toplamak gerekiyor.  

Tarımsal üretimde kullanılan pestisitler, bitkilere zarar verme potansiyeli taşıyan böcekleri, yabani otları yok etmek için kullanılan kimyasal bir zehir. Genelde plastik ambalaj içinde satılıyor. Kullanıldıktan sonra içinde kalan zehrin canlılara, doğaya bulaşması olasılığı nedeniyle atıklar da herkes için tehlike arz ediyor. Pestisitin kendisi de onu taşıyan ambalaj da kötü. Yurttaşlık Derneği de bu yüzden, ‘Daha Çok Sorumluluk Daha Az Plastik’ adlı projesi ile Kazdağları ve Edremit Körfezi havzasında, tarımsal üretimde plastik kirliliğini azaltmak için bir çalışma yürütüyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Küresel Çevre Fonu (GEF) da destekliyor.

Çalışma kapsamında, Çanakkale ve Balıkesir’in beş ilçesinde, aralarında çiftçilerin, pestisit üreticileri ve bayilerin de olduğu saha çalışmaları yapılmış. Sonuçlar, en akılcı bertaraf yönteminin, çiftçilerin gerekli önlemleri alarak atıkları belirli merkezlerde toplaması, buradan da belediyelerin kontrolünde geçici atık merkezine götürülmesi olduğunu gösteriyor. Bunun için de yeterli konteynır, toplama merkezi ve atıkların geri dönüşümü veya berterafını yapacak tesislere ihtiyaç var. Türkiye’de yılda 25 milyon 184 bin ton gübre torbası ve 3 milyon ton pestisit kabı tüketiliyor. Çevre ve Tarım bakanlıklarının en acil işlerinden biri bu tehlikeli atıkları toplamak olmalı. Diğer plastik atıklar için de gündemde olan ama hayata geçirilmeyen depozito uygulaması bu tehlikeli atıkların toplanmasında da çözüm olabilir.

Birkaç hafta önce Heinrich Böll Stiftung Derneği’nce yayımlanan Pestisit Atlası’nda en yoğun pestisit kullanımının Adana, Antalya, Aydın, Bursa, İzmir, Manisa ve Mersin’de olduğu belirtilmişti. Bu bölgelerde de tarımsal üretim alanlarında benzer sorunlar yaşanıyor. Mesele bir bölgeyle ilgili değil; ülke çapında uygulanacak kararlara ihtiyaç var.

Pestisit Atlası raporunun Türkiye bölümünü hazırlayan Dr. Bülent Şık, pestisit ve kalıntılarından en çok çocukların etkilendiğine dikkat çekiyor. Raporda, Avrupa Birliği yasakladığı pestisit türlerinin üretimi ve ihracatıyla ilgili önlem almaması nedeniyle eleştiriliyor. Lüksemburg ve Danimarka ise pestisit kullanımını hızla azaltan örnek ülkeler. Türkiye’de ise var olan yasaklar bile uygulanmıyor. Yasaklanmış pestisit etken maddelerine Türkiye’den ihraç edilen gıda ürünlerinde rastlanınca biz de ne yediğimizi anlıyoruz. Birçok yasak da Avrupa’dan çok sonra yürürlüğe giriyor. Çocukların bilişsel yeteneklerine zarar verdiği için 2016’da AB’de yasaklanan klorpirifosinin, Türkiye’de 21 Mayıs 2020’de yasaklanması gibi.

Pestisit ve plastik kirliliğini, Avrupa’dan gelen son atık verileriyle birlikte düşünmeliyiz. Avrupa’nın ‘geri dönüştürülebilir plastik atıklarının’ gönderildiği ülkeler arasında Türkiye birinci sırada. Tehlikeli plastik atıklarımızı tarladan toplayamadığımız gibi, yurtdışından da atık alıp duruyoruz. İthal edilen bu atıkların, bir süre sonra ‘nedeni bilinmeyen’ bir yangınla havamızı, toprağımızı ve suyumuzu zehirleyeceklerini hepimiz biliyoruz halbuki.

Atık ithalatını durdurmak, tarlalardaki zehirli plastik atıkları toplatmak, plastik şişelere depozito koymak ve pestisit kullanımını azaltmak belki de bir yasaya, karara bakıyor. Biz de o kararı alacaklara bakıyoruz ama ortada yoklar. Çevreyi koruyalım deyince hepsi makam arabalarına saklanıyor, askerini, jandarmasını üzerimize gönderiyor. “Sıfır atık” deyince sahnedeki yerlerini alıyorlar. O zaman hep birlikte bağıralım: Sıfır atık!   

İthal çöpümüz eksikti

Özgür Gürbüz-BirGün/22 October 2018

Dört gün önce Guardian gazetesi, Türkiye’ye İngiltere’den gönderilen plastik atık miktarının arttığını yazdı. Bu yılın ilk üç ayında 27 bin tondan fazla plastik atık Türkiye’ye gönderilmiş. 2017’nin aynı döneminde gönderilen miktar 12 bin tondu. İngiltere’den plastik atık ithalatımız ikiye katlanmış.

Olmayan bir şeyi alsak iyi. Bizde tonlarcası var. WWF-Türkiye’nin “Plastik Kapanından Çıkış” adlı raporuna göre, Türkiye yılda 1 milyon 240 bin ton plastik üretiyor ve bunun sadece yüzde 40’ı geri dönüştürülüyor. Türkiye aynı zamanda Akdeniz’e en fazla plastik atık boşaltan ülke. Günde 144 ton plastik atık Akdeniz’e gidiyor. Kendi atığımızı toplayamadığımız gibi bir de zengin ülkelerin plastik çöplerini alıyoruz.

Atık ticareti sadece zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasında yapılmıyor. İsveç gibi bazı ülkeler, başka ülkelerin atıklarını alıyor, “doğru bir çözüm olmasa da” yakıyor ve enerji üretiyor. Yakma sonucu ortaya çıkan dioksinlerin büyük bölümü tutulsa bile karbondioksit çıkışı nedeniyle bu yöntem bile İsveç’te eleştiriliyor. Bizim sorunumuz ise başka. Doğru dürüst bir geri dönüşüm sistemimiz yok. Kentsel atıkların yüzde 10’undan azı geri dönüştürülüyor. Kalan yüzde 90 toprağa gömülüyor. Kendi sistemini kuramamışken Türkiye’nin başka ülkelerden atık alması onlarca soru işaretini de beraberinde getiriyor. Gelen atıklara ne oluyor? Geri dönüşüme mi gönderiliyor yoksa denize veya toprağa mı gömülüyor? Tüm bu işlemler yapılırken kabul görmüş standartlara uyuluyor mu?

Sorun sadece plastik atık ithalatı da değil. 2017 yılında yürürlüğe giren tebliğ ile tehlikesiz atık kapsamında yer alan kullanılmış elektronik devre kartları veya dış lastiklerin ithalatına yeşil ışık yakıldı. Afrika ve Asya ülkelerinde elektronik devre kartlarındaki altın ve gümüş gibi değerli metallerin çıkarılması sırasında doğaya ve insan sağlığına verilen zararı biliyoruz. Türkiye’de denetimlere güvenebilir miyiz? Radyoaktif atıkların ülkeye elini kolunu sallaya sallaya girdiği, mevzuat ile gerçek hayat arasında dağlar kadar fark olduğu bir ülke Türkiye.

Çöp ya da atık, bu sorunu çözmenin bir tek yolu var. Atık çıkmaması için başta depozito olmak üzere sıkı kurallar koymalıyız. Karton-plastik karışımı içecek kutularından plastiğe, cam şişeden alüminyum kutulara kadar her şey depozitolu olmalı. Bu çöpler evlerde ayrıştırılmalı ve mahallelerde ayrı çöplere atılmalı. Atık toplama merkezleri kurularak, insanların evlerindeki çöpleri o merkezlere götürmeleri teşvik edilmeli. Atığını ayrıştırmayana ceza, ayrıştırana da ödül verilmeli.

Sorun büyüdükçe çözüm arayışları da artıyor ama yeterli mi, tartışılır. Örneğin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, plastik şişe getirenin İstanbul Kart’ına para yükleyen makinaları kullanıma sokuyor. Küçük pet şişe (0,33 l) atarsan 2 kuruş alacaksın. 130 şişe suyu makinaya atarsan bir metro bileti bedavaya geliyor. Umarım kimse bu kadar pet şişe tüketmiyordur. İyi niyetli bir çaba ama etki yaratması zor. Şimdi aynı pet şişenin depozitolu olduğunu ve depozito bedelinin de 50 kuruş olduğunu düşünün. Aynı makinaya pet şişe atanın kartına 50 kuruş yazılsa, hangisi daha etkili bir geri dönüşüm seçeneği olur? İki kuruş için kimse uğraşmayacak ama geri ödenecek para 50 kuruş olursa o şişeler makinaya gider. Sistem kurulmuş, yapılması gereken tek şey depozitoyu hayatımızın bir parçası haline getirmek.

Atık sorunu ancak sıkı kurallarla çözülür. Çöp toplama günleri, farkındalık çabaları birer yanılsama. Kurallar koymaz, dünyaya ayak uydurmaz veya gecikirseniz, birçok alanda olduğu gibi çöp teknolojiler ülkenizi istila etmeye başlar. İklim hedefimiz yok ülke kömür santrallarıyla doluyor. Güvenlik kültürü ve demokrasi yok, nükleerciler için pazar olduk. Hava kirliliğine dair sınır değerlerimiz dünyadan düşük, herkesin yasakladığı dizel otomobiller yollarımızı kapladı. Dünyanın en iyi çevre standartlarını değil, şirketlerin işine gelen hedefleri benimserseniz “üçüncü dünya”ya kapılarınızı açarsınız. “Dünya beşten büyüktür” tekerlemesiyle olmuyor bu işler…

Türkiye çöp üretiyor

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Temmuz 2018

Samandan, patatese her şeyi ithal eden Türkiye’de herkes ülkenin üretim yapamamasından şikayetçi. Haksızlık etmeyelim, Türkiye her gün bol bol çöp üretiyor. Aslında “atık” demem gerek ama diyemiyorum çünkü belediyelerin topladıkları atığın yüzde 90’ı çöpe gidiyor. TÜİK’in en son verilerine göre, 2016 yılında belediyelerce toplanan 31,6 milyon ton atığın yüzde 61,2’si düzenli depolama tesislerine, yüzde 28,8’i belediye çöplüklerine ve yüzde 9,8’i geri kazanım tesislerine gönderilmiş. Yüzde 0,2’si ise ya açıkta yakılıyor ya da dereye veya araziye boşaltılıyor. Anlayacağınız, tüketim toplumunun en kötü örneklerinden biri haline gelen Türkiye, aşırı tüketimle atık miktarını artırdığı gibi, çıkan atığı da değerlendiremiyor.

Avrupa’ya baktığımızda hedeften ne kadar geride kaldığımızı daha iyi görüyoruz. 2015 yılında Avrupa’nın bu konudaki lideri Almanya belediye atıklarının yüzde 66’sını geri dönüşüm ve kompost tesislerine göndermiş. 10. sıradaki İtalya’da bu oran yüzde 44, listenin ortalarında yer alan İspanya’da yüzde 33. Son sıralardaki Romanya bile yüzde 13’ü yakalamış. Türkiye AB kayıtlarında Sırbistan’la birlikte sonuncu gözüküyor. 2015 verisine göre yüzde 1’de kalmışız. Biz, TÜİK’in 2016 verisini esas alıp yüzde 10 diyelim ama o da bizi Avrupa’nın en kötü üç ülkesinden biri olmaktan kurtarmıyor.

İşin daha da kötüsü şu; bu çağda “geri dönüşüm” asıl hedef bile olamaz. Hedef, sıfır atık çıkarmak olmalı. Geri dönüşüm son çare, çözüm değil. Önce atık üretimini azaltmak gerek. Bu hedefe ulaşmak için de kullanılmış ürüne odaklanmak yetmez, üretim sürecinin tamamını değiştirmeliyiz. Döngüsel ekonomi kapsamında, yeni atık politikası şu üç madde üzerinde inşa edilmeli.

* Ürün üretiminde, ekolojik tasarımların da yardımıyla daha az hammadde kullanarak veya hammadde israfını önleyerek aynı ürünü üretmeyi başarmalıyız.

* Ürünleri daha verimli kullanmalıyız. Paylaşım ekonomisini yaygınlaştırarak, kullandığımız bir ürünü başkalarının da kullanmasını sağlayabiliriz. Ortak kullanılan otomobiller, bisikletler buna iyi bir örnek. Kullanılmış giysilerin, ev eşyalarının paylaşımının yaygınlaştığını düşünün.

* Ürünlerin yaşam ömrü uzatılmalı. Daha dayanıklı ürünler atık miktarını azaltır. Kullandığımız eşyalar bozulunca atmak yerine tamir etmeliyiz. Terzi ve tamirciler gibi ürünlerin ömrünü uzatan meslekleri destekleyecek mali politikaları ciddi ciddi konuşmak gerek.

Kavramları da yerli yerine oturtsak iyi olacak. Geri dönüşüm, kullanılmış bir üründen yine aynısını yapmaktır. Kullanılmış cam şişesinden cam şişe yapmak gibi. Plastik şişeden kalitesi daha düşük bir plastik torba üretmek geri dönüşüm sayılmaz çünkü bir süre sonra plastik yeniden kullanılamaz hale gelir ve döngü sonlanır. Camdan cam yapmak ise ömür boyu devam eder…

Şirketlerin yeşile boyama oyununa da düşmeyin. Örneğin, içine bitki katılmış plastik şişeleri çevreci sanmayın. Şirketlerin cam şişeden kaçma çabası bunlar. Plastik şişenin birazı bitkiden üretilse ne fark eder? Plastik doğada yok olur mu? İçine süt ve meyve suyu koyduğunuz plastik, karton ve alüminyum karışımı karton kutular da çevre dostu değiller. Geri dönüşümü zor, kimse uğraşmıyor. Doğada çözünür dedikleri plastik torbanın, parçalara ayrılması için çok özel koşullar gerektiğini unutmayın. Bez çanta ve mataradan vazgeçmeyin. Söz konusu şişeyse önceliğimiz cam olmalı, mecbur kalınan yerde ise depozito ücreti alınan plastik şişe veya karton kutu kullanılmalı. Gereksiz ambalajlar, pipet gibi tek kullanımlık ürünlerin üretimi ise mecbur kalınan yerlerde sınırlandırılmalı, caydırıcı ücretler ve vergiler eklenmeli.

Cam şişeyle, depozitoyla uğraşmak istemeyen şirketler, daha kolay ve fazla kâr elde edebilmek için çevreyi kirletmeyi tercih ediyor. Hükümet de halkın sağlığını değil şirketleri koruduğu için sesini çıkarmıyor. Tüm sorunumuz bu. Hedefimiz sıfır atık olsun ama çıkan atıkları sıfırlamaya değil, çıkardığımız atık miktarını sıfırlamaya çalışalım. 

Denizleri korumak için yeni bir anlaşma

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Aralık 2017 

Birleşmiş Milletler kırmızı alarm veren denizleri koruyacak bir anlaşmayı hayata geçirmeye hazırlanıyor. Denizlerin korunması genelde ülkelerin egemenlik alanlarıyla sınırlı ama bu alanlar asıl korunması gerekenin yanında devede kulak kalıyor. Açık denizler sahipsiz. Kimsenin egemenliğinde olmayan açık denizler deyince gezegenin yüzeyinin yarısından bahsediyoruz.

2020’ye kadar adına Açık Denizler Anlaşması denilen mutabakatın resmileşmesi bekleniyor. Kaybedecek vakit yok. Denizler sürekli kirleniyor, balık stokları tükeniyor ve deniz canlılarının nesli tehdit altında. Denizden geçimini sağlayan 350 milyon insanın geleceği de belirsiz. Denizle işim olmaz diye düşünmeyin, soluduğumuz oksijenin yüzde 50’si engin mavilik tarafından üretiliyor.

Durum ciddi. Balık stoklarının yüzde 61’i tamamen tükenmiş. Yüzde 29’u da fazlasıyla hırpalanmış. Toplayın, yüzde 90 ediyor. Milyonlarca insanın protein kaynağı balık stoklarının sadece yüzde 10’u iyi durumda. Bir yandan denizlerin içini boşaltıyoruz, öte yandan her gün tonlarca çöpü denizlere bırakıyoruz.

Yılda 300 milyon ton plastik üretiyoruz. Yarısı bir kez kullanıp attığımız plastik şişe ve bardak gibi, belki de 15 saniyede tüketip çöpe, sokağa bıraktığımız eşyalar. Üretilen plastiğin 8 milyon tonu da her yıl denizlere gidiyor. Her yıl 8 milyon ton plastik... Her birinin parçalara ayrılması (yok olması değil) yıllar alıyor. Parçalanan plastiklerin son durağı da balıkların, kuşların karnı oluyor. Onları öldürüyor. Bazılarını ise son defa aldığımız deniz ürünleriyle birlikte tabağımızda ve midemizde görüyoruz. Bizi de zehirliyor.

Günümüzde denizlerin sadece yüzde 3,4’ü koruma altında. Açık Denizler İttifakı adı altında bir araya  gelen 35 çevre örgütü, Deniz Koruma Alanları’nın artırılmasını ve bu rakamın yüzde 10’a çıkarılmasını istiyor.  Balık stoklarını yeniden canlandırmak için denizlerin yüzde 30’unda balık avlanmasının yasaklanmasını talep edenler de var.

Mesele ciddi. BM’de yeterli destek sağlanırsa, iklim değişikliğini durdurmak için ortaya çıkan Paris Anlaşması gibi bir anlaşmanın hayata geçmesi bekleniyor. 140 ülkenin desteğiyle müzakere sürecinin başlamasına karar verildi. Müzakereler olumlu sonuçlanırsa BM önümüzdeki iki yıl içinde dört toplantı yaparak anlaşma taslağını hazırlayacak. Sonu umarım Paris Anlaşması gibi olmaz. İşi hafife almadan, politikaya kurban edilmeden, denizlerin korunması için gerekli tüm tedbirlerin alınmasını sağlayan bir uluslararası mutabakat ortaya çıkar.  Denizler kurtulur.

İnsanın bencilliği, kapitalizm ve sorgusuz sualsiz endüstrileşmenin bedelini hem kendimize hem de hiç suçu olmayan canlılara ödetmekten vazgeçeriz. Mesele elbette sistem ama sistemi değiştirmeye çalışırken boş durmanın da alemi yok. Bugün elinize bir plastik şişe, plastik torba almadan önce bunları bir düşünün isterseniz. Çantanıza su dolu bir matara, alışveriş için bez torba koyarak sokağa çıkmak sevdiklerinizi zehirlemekten daha zor olmasa gerek. Bakkala, bir poğaçayı naylon torbaya koymaya çalışan simitçiye, “plastik istemiyorum” demenin keyfi bambaşka. Yeni yıl kararı arayanlara hararetle tavsiye ederim.

Herkese, düşüncelerimize, yaşam tarzımıza ket vurulmayan özgür bir yıl dilerim.

Diş macununuzdaki plastikler

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Ocak 2017

Foto: Georg Mayer/Greenpeace
Bir kullanımlık şırıngalar, elektronik devrelerin yerleştirildiği kartlar gibi yaşadığımız endüstriyel hayat tarzında yerini kolay kolay başka bir ürünle dolduramayacağımız plastik ürünler olduğunu hepimiz biliyoruz. Plastik belli alanlarda vazgeçilmez görülebilir ama bazı alanlarda da kullanımı bir o kadar gereksiz ve yerine kullanabileceğimiz onlarca alternatif madde var. Plastik torbanın yerini kağıt torba veya file alabilir, pet şişelerin yapacağı işi çantamızdaki bir matara görebilir. Çoğu zaman bunun gibi daha çevreci ürünlerin gereksiz tüketiminin önündeki tek engel tembelliğimiz. Bir de hiçbir işleve sahip olmadığı halde kullandığımız plastik maddeler var. Örneğin mikro plastikler.

Mikro plastikler büyüklüğü 5 milimetreden küçük plastik parçacıklara verilen ad. Bu küçük plastik parçalara özellikle kozmetik ürünlerinde rastlıyoruz; örneğin diş macunlarında. İçinde küçük plastik tanecikler barındıran ve çok güzel göründüğünü düşündüğünüz bu macunları kullanarak belki de plastik yutuyorsunuz. Renkli taneciklerle dolu duş jelleri ve yüz kremleriyle temizlendiğinizi düşünüyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Aslında yaptığınız vücudunuza plastik sürmek. Bir plastik torbayı elinize alıp vücudunuza sürer miydiniz? Herhalde hayır ama o küçük renkli taneciklere sahip ürünleri kullanarak yaptığınız aslında tam da bu.

Mikro plastiklerin tek kaynağı kozmetik malzemeleri değil. Endüstriyel aşındırıcılardan, büyük plastiklerin (naylon torbalar, araç lastikleri gibi) parçalanmasıyla oluşan küçük parçacıklara kadar birçok yerde mikro plastik var. Boyutlarının küçük olması arıtma sistemleri tarafından yakalanmalarını zorlaştırıyor ve çoğu nehir ve denizlere karışıyor. Buradan da denizlerdeki canlılara ulaşıyor. Mikro plastikler şimdilik büyük plastikler gibi deniz canlıların ölümüne neden olmuyor ancak ticari balıkların hemen hepsinde az miktarda olsa da görülüyor. Koli bantlarından ağ parçalarına kadar daha büyük boydaki plastik atıkların, deniz canlılarının yaşamını tehdit ettiği biliniyor. Ağlara takılan, plastik atıklarına dolananlar arasında kutup ayısı, martı ve balina gibi canlıların olduğunu hatırlatalım. Büyük plastik parçaları özellikle de naylon torbaları yanlışlıkla yiyen canlılar da var. Deniz kaplumbağaları onları deniz anası sanıyor ve bu yüzden boğulup ölebiliyor örneğin. Büyük plastiklerin etkisi biliniyor ve ölçülebiliyor. Mikro plastikler ise görünmez bir tehlike gibi, balıklara, midyelere, yani besin zincirine ulaşıyor ve bizleri de tehdit ediyor. Birikim sürerse etkilerini daha net göreceğimiz kesin.

İyi haber de verelim. ABD mikro plastikleri bu yılın yarısından itibaren yasaklıyor. Birleşik Krallık (İngiltere) ve Kanada ise yıl sonuna kadar zaman tanıdı. Birçok kozmetik devi de yeni ürünlerinde mikro plastik kullanmamayı ve eski ürünlerini yasaklamayı kararlaştırdı. Karar almayanları uyarmak ve o ürünleri hem denizlerimiz hem de sağlığınız için kullanmamak ise size düşüyor. Süsten başka bir işe yaramayan bu kozmetik ürünlerini almayarak, Türkiye’de Greenpeace’in başlattığı kampanyaya destek vererek, Türkiye’de de bu ürünlerin yasaklanması için yetkililere çağrıda bulunarak veya sosyal medyadan mesajlarınızı ileterek işin bir ucundan tutabilirsiniz. Erken tedbir alırsak diğer ülkelerde kullanılması yasaklanan bu ürünlerin Türkiye’ye gelmesini de önleriz. Bir duş aldığınızda 100 bin plastik tanesini okyanusa gönderdiğinizi unutmayın.

Gazetecilik Suç Değildir
Yaklaşık altı yıldır bu köşeden, haftada bir kez de olsa çevre sorunlarına dikkat çekmeye ve beraberinde çözüm yollarını da dile getirmeye çalışıyorum. Köşenin amacı ve sorumluluğu gereği, gündem ne olursa olsun çevre ve enerji başlıklarının dışına taşmamaya özen gösteriyorum. Zaten, BirGün’de diğer konuları dile getiren çok sayıda yazarımız var. Ne var ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu durum bu konuda birkaç kelime etmemi gerektiriyor. Çok sevdiğim dostlarım, örnek aldığım meslektaşlarım sadece fikirlerini söyledikleri, gazeteciliğin gerektirdiklerini yaptıkları için hapse atılıyor. Türkiye’yi kan gölüne çevirenler, hedef göstererek, nefret tohumları ekerek onlara yol gösterenler serbest dolaşırken bu tehlikelere karşı bizi uyaranların hapse atılması kabul edilemez. Arkadaşlarımız serbest bırakılana, Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önündeki engeller kaldırılıncaya kadar haykırmaya ve yazmaya devam edeceğiz. Çünkü #GazetecilikSuçDeğildir.

Çevre Bakanlığı 500 bin kişiyi işten çıkardı

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Ocak 2016

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 2011 yılındaki yönetmeliğe dayanarak sokaktaki kağıt toplayıcılarından kağıt satın alan lisanslı depolara 140 bin TL ceza keseceğini söyledi. Nereden esti, beş yıl sonra ne değişti de bakanlık yönetmeliğini hatırladı bilmiyoruz. Bildiğimiz, bu ceza tehditinin, kağıt toplayıcılarının topladıkları kağıtları satamaz hale getirdiği. Sayılarının 500 bini bulduğu tahmin edilen kağıt toplayıcıları işsiz kaldı. Belki de, Türkiye tarihinin en büyük işten çıkarma vakasıyla karşı karşıyayız. Sigortasız, sağlıksız koşullarda çalışan bu işçiler böylece parasız da kaldılar. Ailelerini nasıl geçindirecekler, nasıl yaşayacaklar belli değil.

Türkiye’de sadece kağıt değil, plastik, metal ve cam atıklarını da toplayan bu işçilerin geçim derdi, çalışma koşullarıyla ilgili sorunları işin bir boyutu. Onların atık toplamasını yasaklamakla işin çevre boyutunu da çözümsüzlüğe itiyorsunuz. Ortada, her yıl toplanmayı ve ayrıştırılmayı bekleyen 30 milyon ton (2010 verisi) civarı kentsel katı atık var. Bunun ne kadarı geri dönüştürülebilir belli değil. Avrupa Çevre Ajansı’na verilen 2013 yılına ait bir raporda, 2009 yılında geri dönüşüme giden ambalaj atığının 2,5 milyon ton olduğu, bakanlık verilerine dayanarak yazılmış. Aslında cam için kağıt, plastik ve metal için geri dönüşüm kotalar var ama orada da türlü türlü oyunlar dönüyor. Örneğin, 2016’da, o yıl üretilen plastik atıkların yüzde 52’sinin geri dönüşüme gitmesi gerekiyor. Her yıl kotalar yükseliyor ama kimse o toplanmayan yüzde 48’e ne olduğunu söylemiyor. Denizde, dağda, sokakta karşınıza çıkıyor o plastik şişeler. Makyaj güzel ama yağmur yağınca akıp gidiyor.

Durum böyleyken Çevre Bakanlığı’nın yaptığı abesle iştigal. Bakanlık çöpünü ayrıştırmayana ceza kesmiyor ama toplayanı, ayıranı cezalandırıyor. Onların şartlarını iyileştireceğine kötüleştiriyor. Avrupa’da birçok ülkede atıklarını doğru dürüst ayırmayana, örneğin plastik atığının içine kağıt atana ceza kesilir. Türkiye’de böyle ciddi yaptırımlar yok. Herkesin atığı doğrudan çöpe gidiyor. Birkaç merkezle sınırlı ayrıştırma merkezlerine uğramazsa da büyük olasılıkla çöp depolama alanlarına yani toprağa bırakılıyor. Bu atıkları evde yani kaynağında ayrıştırmayı başaramamışız, sağlığını riske atıp, karın tokluğuna bizim için ayıranları da çalıştırmıyoruz. Bu mu bakanlığın çözüm önerisi?

Türkiye’de evindeki atıkları çöpe atmadan önce ayıran, ayırdıklarını da gıda atıklarının olduğu çöpler yerine geri dönüşüm için konulmuş kutulara atan kaç kişi var? Bir elin parmakları kadar azız sanki. Çöplerini ayıranlar da mutsuz. Sık sık her yerde geri dönüşüm kutularının olmamasından şikayet ediyor. Haksız değiller ama her evin başına bu atık kutularının konulamayacağını kabul edelim. Bu konuda fedakarlık yapmalıyız. Atıkları taşımak zor geliyorsa, üretmemeye çalışalım. Sorunun çözümü aslında bu. Her sabah bir simit alıp onu naylon torbaya koydurtmayın. Markete, pazara torbayla gidin. Çantanıza bir bez, olmadı naylon torba alın yırtılana kadar onu kullanın. Pet şişelerde su içmeyin, bir matara alın, suyunuzu evden doldurun. Çevrecilik fidan dikmekle, ben çevreciyim deyip yürüyüş yapmakla olmuyor. Hayatımızı her alanda değiştirmek zorundayız.

İşin üretici boyutu da var, onları da atlamayalım. Bu ülkede cam şişeyi unutturan, depozito uygulamasını arka plana iten, ürettikleri ambalajları toplamak istemeyen büyük firmalar değil mi? Almanya’da plastik şişede bile depozito var. O şişeyi geri götürmenizi sağlamak için sizden depozito alırlar. Var mı bizde öyle bir kural? İçecek ambalajlarını düşünün. Cam şişe dışında çevreci bir paketleme ürünü yok ama ne hikmet ki en pahalısı o. Karton kutu denilen ama aslında kartonun yanı sıra plastik ve alüminyum da içeren ambalajlardan uzak durun. Söylemek kolay ama yapmak zor çünkü cam şişede aynı içeceği almak Türkiye’de neredeyse iki kat pahalı. Atık işçileriyle uğraşan bakanlık bunları neden görmüyor? Neden cam şişede depozitoyu zorunlu kılıp, tüketiciye şişe bedeli ödetmek yerine bu ürünlerin ucuzlamasını sağlamıyor? ‘Kartonumsu’ kutular, pet şişeler için neden çevreyi kirletme vergisi koymuyor? Bu ürünlerin okullara girişini niçin yasaklamıyor? Ülkenin atık politikasını siz mi yoksa bu şirketler mi belirliyor?

Atıkları geri dönüştürmek için cezai yaptırımlar da içeren uygulamaları hayata geçirme zamanı geldi. Atık işçileri de bu yeni sistemde, gerek toplanan atıkların ayrıştırılmasında gerekse daha modern yöntemlerle toplanmasında çalışabilir. İçimizde en tecrübelilerimiz onlar. Sigortaları, güvenceleri olur. Türkiye’de nereye baksanız pet şişe görüyorsunuz. Siz ise pet şişeyi üreteni, atanı cezalandırmak yerine karın tokluğuna, sağlığı pahasına toplayanı işinden ediyorsunuz. Vallahi bravo!

Sadece sütten değil ambalajından da kork

Özgür Gürbüz-Birgün/20 Mayıs 2012

Türkiye'de her gün 7 milyon 200 bin öğrenciye süt dağıtılıyor. İlk gün yaşanan zehirlenme olayından sonra konu birçok yönüyle tartışılmaya başlandı. UHT sütlerin sağlıklı olup olmadığı, çocukların laktoza karşı hassaslığı, aç karnına okula gelmeleri gibi birçok konu defalarca gündeme geldi. Muhalefetin eleştirileri hükümeti kızdırınca rüzgar yine tersine döndü ve medyada kampanyayı öven haberler ağırlık kazandı. Süt üreticilerinin desteklediği kurumların halkla ilişkilercileri bile 'süt uzmanı' kesilip televizyonlarda nutuklar atmaya, kampanyayı övmeye başladılar. Hepsinin atladığı nokta ise kampanyanın yerlerde sürünen 'çevre' boyutu oldu. Kimse her gün dağıtılan 7 milyon 200 bin tetrapak kutunun (karton kutu da deniyor) başına ne geldiğini düşünmedi bile.

Gelin birlikte hesaplayalım. Günde 7,2, haftada 36 ve ayda 144 milyon adet tetrapak kutu kampanya boyunca çöpe gidecek. Kampanya 10 ay sürse bu 1 milyar 440 milyon kutu demek. Bu kutular doğaya bırakıldığında yok olmaları onlarca yıl sürebiliyor. İki dakikada içilen bir süt için onlarca yıllık bir günaha imza atmak doğru mu? Ne doğru ne de çevreci. Çünkü bu ambalajlar sanıldığı kadar kolay geri dönüştürülemiyor. Peki çözüm nedir, ne yapmalı?

SÜTLER CAM ŞİŞEDE DAĞITILMALI
Bütün ambalajlar içerisinde en çevreci olanı tartışmasız cam şişeler. Okul Sütü Kampanyası'nda dağıtılan süt, cam şişelerle dağıtılsa çocuklar için örnek teşkil edecek bir çevre hareketine de öncülük edebilir. Sütler sınıflara kasalarla gelir. Okulda sütünü içen çocuk sınıftaki kasaya cam şişeyi geri bırakır ve belki de ilk kez bir geri dönüşüm uygulamasını hayata geçirmiş olur. İlköğretim çağında geri dönüşümle tanışan, çevreci ambalajları seçmeyi öğrenen çocuklar doğa koruma konusunda da bilinçlenmiş olurlar. Okula her gün süt getiren araçlarla kasalar geri götürülebilir. Böylece ek bir külfet veya enerji sarfiyatına da neden olunmaz. Sadece şişelerin temizlenmesi için su ve enerji harcanır ki, bu da kutuların üretimi ve kullanıldıktan sonra atık haline gelmesiyle kıyaslandığında göze alınabilecek bir bedel. Onları dağ ve bayırdan toplamanın enerji kaybı daha fazla bile olabilir. Süt kampanyası devam edecekse, dağıtılan sütler cam şişede dağıtılmalı; bu çok açık. Şimdi gelelim şu ambalaj meselesine... 

İyi bir halkla ilişkiler kampanyası sonucu, yanlış da olsa 'karton kutu' dediğimiz bu ambalajlar aslında plastik, alüminyum ve kartondan oluşuyor. Bu da doğal olarak 'geri dönüşümü' zorlaştırıyor. İcat eden firmanın adından dolayı bu ambalajlara genelde tetrapak kutu deniyor. Geri dönüşüm için kutuların yapımında kullanılan hammaddeleri tekrar elde etmek, yani plastik, alüminyum ve kağıdı ayırmak gerekiyor. Teknik olarak bu mümkün ama bu teknolojiye sahip geri dönüşüm firmalarının sayısı sınırlı. Türkiye'de bu teknolojiye sahip kaç firma var, üretilen karton-plastik karışımı kutuların yüzde kaçı bu tesislerde geri dönüştürülüyor belli değil. Firmaların geri dönüşümle ilgili rakamlarını kim denetliyor o konu da karışık. Çevre Bakanlığı bu konuda ÇEVKO Vakfı'nı yetkilendirmiş ancak bu vakfın kurucuları zaten ambalaj atığını üreten firmalar. Örneğin, bu kutu pazarının dünya lideri Tetra Pak firması ÇEVKO'nun da kurucuları arasında. Sadece tetrapak kutu değil tüm geri dönüşüm sisteminde bağımsız denetçi eksiği göze çarpıyor.

SADECE YÜZDE 20'Sİ GERİ DÖNÜŞÜYOR
Dünyada bu kutuların geri dönüşüm oranı 2011'de ancak yüzde 20'ye ulaşmış. Bu rakamı da dikkatli okumalı. 2011'de üretilen kutuların sadece yüzde 20'si geri dönüştürülmüş, kalan yüzde 80 ise ya çöpe ya da doğaya atılmış. Firmalar dönüşüm oranlarını her yıl artırdıklarını söylüyorlar ama bu geçmiş yıllarda doğaya bırakılan ambalajların toplandığı anlamına gelmiyor. Verilen rakamlar hep o yılın üretiminin ne kadarının geri dönüştürüldüğünü belirtiyor. Toplanmayan atıklar denizlerde, toprakta yıllarca çürümeyi bekliyor veya yakılıyor. Her durumda çevre kirliliğine neden oluyor.

Kafanız karışmış olabilir. Daha önce çeşitli gazetelerde bu kutulardan kütüphane, yatak yapıldığını okumuş olabilirsiniz. Medyaya yansıyan 'yeşile boyama' kampanyalarına kanmayın. Onlar size geri toplanan ve preslenerek mobilya yapılan kutuları gösteriyor, aslında yeniden kullanımdan bahsediyor. Geri dönüşüm ve yeniden kullanım iki farklı şey. Sürdürülebilirlik, doğanın söz konusu üretimi yaptıktan sonra eski halinde kalabilmesi, üretimden önceki işlevini sürdürebilmesidir. O ürünün üretiminde kullanılan hammaddenin yeniden elde edilmesidir.   Çevrecilik de zaten çöplerden ev yapmak değil, çöp üretmemektir. 

DEPOZİTO ŞART
Gelelim şu süt ve meyve suyu kutularına. Bu kutuları her yıl daha fazla kullanıyoruz. Marketlerde cam şişede meyve suyu, süt bulmak neredeyse bir mucize. Depozito uygulaması unutuldu, çevreyi kirleten ambalajlar için cezai bir yaptırım ya da caydırıcı bir fiyatlandırma mekanizması yok. Bir milyarı geçen nüfusuna rağmen Çin bile süpermarketlerde naylon torbaları cüzi de olsa para karşılığı vererek bir duyarlılık oluşturmaya çalışırken Türkiye'de ambalaj ve çevre konusu “saldım naylon torbayı çayıra mevlam kayıra” anlayışıyla yönetiliyor. Şirketler ne derse o oluyor. Onlarca sosyal sorumluluk kampanyası yürüten bu firmaların internet sitelerinde geri dönüşümle ilgili bilgiler ya çok eski ya da eksik. Örneğin tetrapak kutularda, söz konusu geri dönüşümü yapabilecek teknolojiye sahip firmalar Türkiye'de var mı, varsa nerede çalışıyor belli değil. Bu yazıda sorduğum soruları aslında benim değil hükümetin firmalara sorması gerekir. Ne var ki hükümet halk sağlığı ve çevre koruma konularında adeta hayalet gibi, ortada yok. TBMM Çevre Komisyonu ne yapıyor merak ediyorum doğrusu.

1980'lerden sonra yeniden tasarlanan Türkiye'de serbest piyasaya tam geçiş için adımlar atılırken, sermayenin ülkeye gelmesi için gerekli ortamın hazırlanması yolunda hiçbir 'fedakarlıktan' kaçınılmadı. Geri dönüşüm gibi firmaların karını azaltan, kullan-at mantığıyla şahlanan tüketimin hızını yavaşlatan, depozito ve benzeri uygulamalar şirketlerin sinirlerini bozuyordu. Kese kağıtları ve fileler yerini plastik torbalara, depozitolu cam şişeler ise yerlerini pet şişelere, alüminyum ve tetrapak kutulara bıraktı. Gelişmiş birçok ülkede depozito uygulamaları ısrarla sürdürülürken, ülkemizde geri dönüşümün kaderi bin türlü sağlık tehlikelerine karşı sokaklarda çöpleri karıştıran 'kağıt toplayıcıları'na bırakıldı. Sizin ve çocuklarınızın geleceği için hayatlarını tehlikeye atan, sigortasız çalışan bu insanların emeğinin hor görülmesi ve dışlanmaları ise işin bir başka boyutu.

Sağlıklı büyümeleri için çocuklarına süt içiren Türkiye, aynı çocuklara, sağlıklı yaşamak için muhtaç oldukları doğayı kendi elleriyle yok ettirdiğinin farkında değil.