Akkuyu Ruslara satıldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 25 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.

Rusya ile Türkiye arasında imzalanan “Akkuyu Sahasında Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliği”anlaşmasıyla Mersin'in Gülnar'a bağlı Büyükeceli Beldesi'nde kurulması düşünülen atom santralinin sahibi de belirlenmiş oldu. Anlaşmanın adının tesisi ve işletimi olduğuna bakmayın, kapalı kapılar açıldıkça ortaya saçılan bilgiler, santralin yüzde 100 Ruslara ait olacağını söylüyor. Anlaşma zaten devletler arası bir anlaşma. Ruslar, Türkiye'nin bakir kalmış nadir koylarından birine nükleer santrali konduracak, işletecek ve ömrü dolunca da bavullarını toplayıp gidecek. Meseleyi hafife aldığımı düşünmeyin, bence bu meseleyi hafife alan AKP hükümetinin ta kendisi!

Önce, Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Başbakan Erdoğan'ı aynı masaya getiren süreci anımsayalım. AKP hükümeti 2004 yılında, 40 yıldır dillendirilen “elektriksiz kalacağız” bahanesine sarılarak, ortada fol yok yumurta yokken nükleer santral kurmaktan bahsetmeye başladı. Elektrik açığı ve bunun sadece nükleerle karşılanabileceği masalı pek tutmayınca halk bu defa da korkutma yöntemiyle nükleere alıştırılmaya çalışıldı. Aba altından “dışa bağımlılık” sopası çıktı, Ukrayna'yla Rusya arasında yaşanan doğalgaz krizi halkın gözüne sokularak, doğalgaz ve petrolde Ruslara bağımlıyız, tek çare nükleer sloganları atıldı. Halbuki, Rusya'dan alınan doğalgaz sadece elektrik üretiminde kullanılmıyor, ısıtmada da kullanılıyor. Isıtma amaçlı kulanılan doğalgazın yalnız ve yalnız elektrik üretebilen nükleer santralle ikamesi teknik bir fiyaskoydu. Kaldı ki, atom santrali devreye girdiğinde Rusya'dan alınacak gazın azalması için eldeki doğalgaz santrallerinin kapatılması gerekir. Hükümetin kapatılacak santraller listesi diye bir listesi olduğunu hiç sanmıyorum. Çoğu, “al ya da öde” anlaşmalarıyla geleceğini garanti almış santralleri kapatmadıkça, Rusya'dan gelen doğalgaza bağımlılık kaçınılmazdır. Kısaca AKP hükümeti bu noktada halkı kandırmaktadır. Zaten AKP, santral inşasını doğalgazda yüzde 65, petrolde yüzde 30'lara varan oranda bağımlı olduğumuz Rusya'ya vererek bu konunun hiç de umurlarında olmadığını açık seçik itiraf etmiştir. Başbakanımız da anlasın diye İngilizce yazıyorum, yalan number one!*

Nükleer santrali halka sevimli gösterme çalışmaları sırasında nükleer enerji taraftarları ve hükümet sıkça teknoloji transferinden bahsetti. Kurulacak santral sayesinde Türkiye işi öğrenecek, ileride kendi santrallerini bile geliştirebilecekti. Rusya'dan alınan anahtar teslim santral, Türkiye'ye öğretse öğretse nasıl harç karılır onu öğretir. Santral yapıldıktan sonra nükleer mühendisler santral gezisi yapıp, cep telefonlarıyla çaktırmadan fotoğraf da çekebilirler tabii. Teknoloji transferiyle ilgili ne var bu anlaşmada? Türkiye yıllardır yabancı firmalardan onlarca termik santral aldı. Nükleer enerjinin de bir çeşit termik santral olduğunu akılda tutarak, Sayın Enerji Bakanı Taner Yıldız'dan rica edelim, bize yerli yapım bir termik santral göstersin. Göstersin ki, anahtar teslim santral alarak nasıl teknoloji transferi yapıldığını öğrenelim. Kaldı ki, transferini yapacağınız nükleer enerji geleceğin değil geçmişin teknolojisi. İspanya 10 yılda rüzgar ve güneşe verdiği destekle, dünya çapında hatırı sayılır pazar payına sahip yerli firmalar yarattı. Türkiye 60 yıl geriden gelip, nükleerde hangi seviyeye gelecek ve batıda Fransa'nın, doğuda Rusya'nın sınırlı pazar payına ortak olacak? Çin'in çok ucuza reaktör üretmeye başladığını da anımsatalım. Bugünün dünyasında satamadığınız, hiçbir teknoloji transferi uzun süreli olmaz. Yaptığınız yatırımın geri dönüşü olmazsa, yaptığınız zaten yatırım sayılmaz. Bunu da yazın kenara, iki numaralı yalan.

Tarih 4 Mart 2010, yer TBMM. Bakan Yıldız, yenilenebilir enerjilere verilecek destek konusunda şu açıklamayı yapıyor: "Güneş 24-28 euro/sent yerine bu ülkede 12 dolar/sente kazandırılsa daha iyi olmaz mı? Teknolojisini, know how'ını dışarıdan alacağız. Bizim neyi finanse ettiğimizi çok iyi bilmemiz lazım değerli arkadaşlar: Teknoloji sahibini mi, buraya yatırım yapan yatırımcıyı mı, vatandaşın kendisini mi?"** 

Güler misin, ağlar mısın misali... Nükleerde, teknolojiyi de, teknik bilgiyi de ve hatta işletmecisini de dışarıdan almıyor musunuz Sayın Yıldız? Bize neyi kalıyor? Ruslardan santral alınca vatandaşı mı finanse etmiş olduk? Santralin ömrü dolduktan sonra ne yaplacağı belli olmayan posası, nükleer atık haline gelen kendisi. Tüm bu kandırmaca içerisinde gözden kaçan en önemli konu, santral çalışırken ortaya çıkacak ve binlerce yıl radyoaktif kalacak atıklarla, ömrünü tamamlayan santralin nükleer atk olan kendisinin ne olacağı. 5710 sayılı yasa, işletmeci firmaya üretilen kilovatsaat başı 0,15 cent katkı payı ödeme zorunluluğu getiriyor. İyi de, nükleer atık sorunu parayla çözülebilen bir sorun değil ki! Yüzlerce, binlerce yıl radyoaktif kalan bu atıklar nerede saklanacak? Büyükeceli köylülerine hatıra olarak mı dağıtılacak, hiçbir şey belli değil. AKP, önce atık sorunuyla ilgili planını açıklamalı, halkı ikna etmeli, sonra pazarlık masasına oturmalıydı. Nükleer atık sorunu halledildi savı palavradan ibaret; yalan üç!

Tam da Anayasa değişikliğiyle ilgili tartışmaların yapıldığı ve referandumdan bahsedildiği günlerde neden santral kondurulmak istenen Büyükeceli'de yapılan halk oylaması akla gelmiyor. Belli ki, ticaret ve halkın sağlığı söz konusu olunca sözde demokrat AKP, vatandaşın fikrini almaya yanaşmıyor. 1999'da Büyükeceli'de yapılan halk oylamasında nükleere yüzde 84'le hayır dendi. Sinop'a sandık koymaya cesaretiniz var mı? 12 Eylül'ün etkisinin yaşandığı dönemde bile nükleer enerji tartışmalarında atık sorunu, halkın ne düşündüğü gündeme gelirdi. Şimdi ise tepeden inme kararlarla, kendi düzenledikleri ihaleleri, yasaları da hiçe sayarak bir oldu bitti yapılmaya çalışılıyor. AKP'ye oy veren ve destek çıkan liberallere ayrıca selam olsun!


*Bir numaralı yalan.
**TBMM Genel Kurul Tutanağı, 23. Dönem, 4. Yasama Yılı, 69. Birleşim.

Zhao Zuohai ve Huang Guangyu'nun öyküleri

Özgür Gürbüz - BirGün Gazetesi / 23 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için tıklayınız.

Çin'de attığınız her adımın, yediğiniz her meyvenin bir öyküsü var. Başlarından kar eksik olmayan yüce dağlardan çıkan ejderhaların, taştan aslana, aslandan güzel bir kadına dönüşen mistik canlıların diyarındayız. Bu nedenle bu haftaki yazımızı iki Çin öyküsüne ayırdık. Hanedanların zamanından değil ama günümüz Çin'inden iki öykü.

İlk öykümüzün kahramanı Zhao Zuohai, Çin'in turist geçmez köylerinden birinde aklı tarlasında, gözü sabanında olan bir çiftçi. Bir zamanlar evliydi, dört de çocuğu vardı. 1999'da cinayet suçundan hapse girdi, 11 yıl hapiste kaldı. Öldürdüğü söylenen kişi 30 Nisan'da canlı kanlı ortaya çıkınca suçsuz olduğu anlaşıldı ve serbest bırakıldı. 57 yaşındaki Zhao, Shangqiu kentindeki yerel mahkemenin kararıyla hapishaneden bol sıfırlı bir çekle ayrıldı. Zhao'yla ben işte o zaman tanıştım. Gazetelerde fotoğrafı vardı, ben fotoğrafa, o da fotoğraftan bana baktı; tanıştık. Devlet Tazminat Kanunu uyarınca toplam 650 bin yuan tazminata hak kazanan Zhao, gazetelere elinde tuttuğu çeki gösterirken alnından şakaklarına kadar uzanan kalın damarları adeta gerilmiş, kalınca bir sicim gibiydi. Alnındaki damarlar haksız yere 11 yıl boyunca parmaklıklar ardında tutulmanın verdiği kızgınlıkla daha bir irileşmişti.

Gülemeyen adamlar
"Gülemeyen adamları" bilir misiniz, Zhao işte onlardan biriydi. Fotoğrafa baktıkça bende, 18 yıl daha hapiste kalacağını sanan Zhao'nun gardiyanın durup dururken kendisine gelip, “serbestsin” demesine sevinemediği hissi uyandı. Herhalde geçen 11 yılı, gelecek 18 yıldan daha çok düşünüyor olmalıydı. Aklı tarlasında desem de, bir gün Zhao'nun da gözü dönmüş, şeytana uymuş. İddiaya göre aynı adı taşıyan Zhao Zhenshang komşusuyla para ve bir kadın yüzünden kavgaya tutuşmuş. Kavgada başına aldığı darbeyle Zhao yere yığılmış ancak komşusu onu öldü sanarak kayıplara karışınca işler değişmiş. Zhao’nun kendisini öldüreceğinden korkmuş. Yaklaşık iki yıl sonra köyde kafası kesik bir cesed bulununca Zhao’nun gerçekten de intikam aldığı sanılmış. 2002 yılında önce ölüm cezasına çarptırılmış, sonra ceza hafifletilip 29 yıl hapse çevrilmiş. Zhao, cezasının bitmesine 18 yıl kala, öldürdüğü sanılan komşusunun ortaya çıkmasıyla serbest bırakıldı ve yaklaşık 100 bin dolarlık bir tazminata hak kazandı. 11 yıl sonra köye dönen komşusu 56 yaşındaki Z. Zhenshan ise gazetecilere köyünü çok özlediğini, fazla para kazanamadığını, hiç evlenmediğini ve utancından köye geri gelemediğini anlattı.

Karısı başka biriyle, çocukları evlatlık
Aradan geçen 11 yıl çok şeyi değiştirmişti. Zhao hapisteyken kendisinden umudu kesen karısı yeniden evlenmiş. Dört çocuğundan ikisi evlatlık verilmiş, diğer ikisi ise göçmen işçi olarak köyden ayrılmış, Çin'in başka kesimlerinde çalışmaya başlamış. 11 yılı hapiste geçen bir adam ansızın gelen, “hata oldu” haberine sevinebilir mi, suçsuz olduğunu anlatmaya çalışarak geçirdiği 11 yıldan sonra, dudakları uçlarından yukarı doğru kıvrılabilir, gülümseyebilir mi; tahmin etmek çok güç.

Zhao'nun, Çin'in resmi haber ajansı Şinhua ve gazetecilere verdiği demeçler başka bir trajediye daha işaret ediyor. Zhao, yakalandıkta sonra karakolda suçunu itiraf etmesi için dövüldüğünü, 30 günden fazla bir süre uyutulmadığını söyledi. 11 yıllık hapsi, “Ölsem daha iyiydi” dediği karakol macerasıyla başladı. Şimdi tek isteği kendisine yeni bir ev inşa etmek ve çocuklarını geri almak. Yerel polis, sorgulamayla ilgili Zhao'nun iddialarını araştırmaya başladı ve kendisine suçluları bulma sözü verdi. İki polis şimdiden gözaltında. Shangqiu Polis Şefi gazetelere verdiği demeçte, “İşkenceyle itiraf ettirmek yanlış, polis memurları bu gibi olayları daha entelektüel ve bilimsel yöntemlerle çözmeyi öğrenmeliler” dedi. Çin'in nasıl değiştiğine iyi bir örnek belki de.

Altı milyar dolarlık mahpus
Gelelim ikinci öykümüzün kahramanına. Adı Huang Guangyu, bir zamanlar Çin'in en zengin adamıydı. Yasadışı ticari anlaşmalara imza atmak ve rüşvet gibi suçlardan dolayı 14 yıl hapse mahkum oldu. 600 milyon yuan (88 milyon dolar) tutarında para cezası ve 200 milyon yuan değerindeki mülküne el konulması da cabası. Guandong eyaletindeki fakir bir ailenin çocuğu olan Huang, 40 yaşlarında. 1987 yılında ağabeyiyle birlikte Pekin'de ev aletleriyle ilgili bir şirket kurarak işe başlamıştı. 2008'de mal varlığı 6 milyar doları geçti. 2008 Kasım'ında tutuklanan Huang'ın, kurduğu GOME adlı şirketin hala üçte birine sahip olduğu söyleniyor. Elindeki hisselerin mali değeri 2 milyar dolar civarında. Hapiste geçireceği 14 yıl boyunca milyar dolarları bulan bu serveti Huang'ı ne kadar mutlu edecek bilinmez. Bilinen şu ki, Huang davası Çin'de çok kısa sürede ve yasadışı yollardan zengin olan onlarca işadamı için bir uyarı niteliğinde.

Zhao Zuohai yanlışlıla hapise girdiği için zengin oldu, Huang ise yanlış yolları izleyerek zengin olduğu için hapse girdi. Huang, hapise girmeden önce milyarderdi şimdi ise tahminen diğer mahkumlar gibi rutubetli bir hücreye, demir parmaklıklara ve bir ranzaya sahip. Zhao, çiftçiyken göremeyeceği kadar çok paraya sahip oldu ama karısını ve çocuklarını kaybetti. Hayal ürünü ya da gerçek, öykülerden ders çıkarmak lazım. İnsanı neyin mutlu ettiğini, kısacık ömrümüzde neyin peşinde koşmamız gerektiğini içinde ejderha olsun ya da olmasın öyküler bize çok iyi anlatıyor. Çin'deki bu iki modern hayat öyküsünden, paranın mutluluk getirmediği sonucunu çıkarıp bir kenera not alsak, acaba yanlış mı yapmış oluruz?

Sigara yasağı Çin'e uzandı

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak ve BirGün'e erişmek için tıklayınız.

Bu yıl altı milyon türdeşimiz aramızdan ayrılacak. Yapılan tahminler böyle. Altı milyon insan, sigarayla bağlantılı hastalıklar yüzünden ölecek. Dünya Akciğer Vakfı ve Amerikan Kanser Cemiyeti'nin 2009 yılındaki tahmininin yılın yarısına geldiğimiz şu günlerde hangi oranda gerçekleştiğini söylemek zor; umarım yanılmışlardır. Ne yazık ki temenniler sigaranın zararlarını hafifletmiyor. Sigara kullanımı günümüzdeki eğilimini korursa, 2020'de sigara yüzünden ölecek insan sayısı 7'ye, 2030'da ise 8 milyona çıkacak.

Çin'de her 10 erkekten 6'sı sigara içiyor
Aynı araştırma dünyada 1 milyar erkeğin ve 250 milyon kadının sigara içtiğini söylüyor. Erkeklerin yüzde 50'si, kadınların ise yüzde 9'u gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Çin'in sağlık kuruluşlarında başlayan sigara yasağının 2011'den itibaren ülkedeki tüm kapalı alanları kapsayacak olması, belki de bu yüzden kritik bir öneme sahip. Sigara alışkanlığı Çin'de erkekler arasında çok yaygın. 311 milyon erkek düzenli olarak sigara kullanıyor. Erkek nüfusunun yüzde 60'a yakını. Kadınlarda ise bu oran yüzde 3,7'lerde kalıyor. Rakamla ifade edersek 13 milyon 500 bin kadından bahsediyoruz. Türkiye'de sigara içen kadın sayısı 4,5 milyonu geçiyor, yani her beş kadından biri sigara içiyor. Erkeklerde ise her iki erkekten biri. Ülkelerin nüfusları sizi aldatmasın, özellikle kadın tiryakilerin çokluğu ve sigarasever erkeklerin Çin'dekine yakın oranı, Türkiye'yi oldukça riskli bir ülke haline getiriyor. Sigara yasağının Çin gibi dev bir coğrafyada 2011 yılında hayata geçirileceği düşünülürse, bizdeki yasağın geç kaldığı bile söylenebilir. Çin'de yasağın ne kadar ve nasıl uygulanacağı konusunda bir şey söylemek için erken. Ancak, Türkiye'de yasağın ne kadar etkin bir biçimde uygulandığı tartışılır. Bunun temelinde iki ülke arasındaki yapısal farklar yatıyor. Gelin, devletin devleti yönetiği Çin ile, özel şirketlerin, esnafın, ticaret erbabının kral olduğu Türkiye'yi kıyaslayalım.

“Sana bir çakarım”
Çin'in sigarayla ilgili ilk yasağı sağlık kuruluşlarında başladı. Bu yılın sonunda, ülkedeki sağlık kuruluşlarının yarısının “dumansız hava sahası”na sahip olması bekleniyor. Gelecek yıldan itibaren, ofisler dahil olmak üzere, kamunun kullanımına açık kapalı alanların tümü, ulaşım araçları genişletilen yasaktan nasibini alacak. Yasağın hayata geçmesinin ardından sıkı kontrollerin yapılacağını tahmin etmek yanlış olmaz. Çin başbakanının sokak sokak dolaşıp, “Sana bir çakarım” diyerek espriler yapacağına ise pek ihtimal vermiyorum. Memlekete son gelişimde, İstanbul'un Beşiktaş semtinde gördüğüm manzara sigara içenlerden önce sigara yasağının kendisinin mefta olduğuydu. Gördüm ki, AKP esnafa söz geçiremiyor. Çünkü devlet, özelleştirile özelleştirile, “özel devlet” olmuş. Halkın sağlığına bile esnaf karar veriyor. Devlet ve “özel devlet” arasındaki farkı, Çin ve Türkiye üzerinden bir başka örnekle pekiştirelim.

40 milyar plastik torbadan tasarruf
Bir milyar 300 milyonluk nüfusun yarısının kentlerde yaşadığı, süpermarketlerin tıklım tıklım dolduğu bu devasa topraklarda insan ve çevre sağlığı için uygulanan ve bizde uygulanamayan(!) bir başka kural daha var. 1 Haziran 2008'den bu yana Çin'deki süpermarketlerde plastik torbalar para karşılığı satılıyor. Çin hükümeti, kalınlığı 0,025 mm'den ince plastik torbaların kullanımını ve süpermarketlerde ücretsiz plastik torba verilmesini yasakladı. Kuruş misali de olsa, torba istiyorsanız bedelini ödüyorsunuz. Birçok kişi bir kullanımlık torbalar yerine daha dayanıklı plastik veya bez torbalara döndü. Süpermarket dışında bazı dükkanlar da müşterilerine plastik torba vermekten kaçınıyor. Çince sözlüğüm boşuna iple bağlanıp paketlenmedi bana. Bu çok dar kapsamlı görünen yasak, bir yılda Çin'in 1 milyon 600 bin ton petrol tasarruf etmesine yol açtı. Çin, bir yıl içerisinde 40 milyar plastik torba az kullandı.

Sizce, 70 milyonluk Türkiye'de neden bu tip önlemler alınamaz? Çünkü, iktidar partisine özel sektörden gelen destek kesilir, plastik üreticileri ayağa kalkar, “batarız” derler. Doğrudur, batabilirler de. Çin'deki yasağın, ülkenin en büyük plastik torba üreticisi Suyping Huaçiang'ın kapanmasına neden olduğu gazetelerde yazıldı. Firma bir devlet şirketiydi. Kısacası, devlet 400 milyon TL civarında geliri olan firmayı, halk ve çevre sağlığı için gözden çıkardı. Çalışan işçileri başka alanlara kaydırdı. Belki, plastik torba üretimindeki birçok işçi şimdi bez torba üretiyor.

Tüm bunları yapabilmek için devletin “özelleştirilmemesi” gerek, sırtını özel sektöre dayayıp, halkın çıkarlarıyla ilgilenmeyen bir partinin kafasını, içine soktuğu plastik torbadan çıkarması zor. Bize, “halkın sağlığı şirketlere bırakılmayacak kadar önemlidir" diyecek birileri lazım.

Evim evim, pahalı evim

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Mayıs 2010

Yazıyı BirGün'den okumak için lütfen tıklayınız.

Çin evleri denince aklınıza, güneşte kurutulmuş ıslak bir şapkanın, içe kıvrılmış uçları gibi köşeleri olan çatılar geliyor olabilir. Çin'deki eski evlerin, sarayların ve tapınakların mimarisini özetlemek için bu eğlenceli tanımı kullanabiliriz ancak Çin'de yeni inşa edilen evlerin kıvrık uçlu çatıları, sıralı kiremitleri ve avluları olduğunu söylemek zor.

Çin'in büyük metropollerinde inşa edilen yeni evler, bizim “modern” sitelerimize benziyor. Blok blok inşa edilen 20-25 katlı dev apartmanlardan bahsediyoruz. Göğe ulaşma çabaları ve estetik açısından bizim büyük kentlerin dışında kurduğumuz sitelere benzese de, belirgin bazı farkları var. Öncelikle çok pahalılar. Pekin ve Şanghay gibi büyük kentler başta olmak üzere ev fiyatları son yıllarda aldı başını gidiyor. Emlakçılarda ilanlar, metrekare fiyatlarıyla camlara asılıyor. Pekin'de ikinci el bir evin metrekaresi ortalama 15 bin yuandan alıcı buluyor. Kentin merkezindeki fiyatlar bunun birkaç katı; hiç bahsetmeyelim. 100 metrekarelik, ikinci el bir ev almaya kalksanız en iyi olasılıkla 1 milyon 500 bin yuan ödeyeceksiniz ki, bu da bizim paramızla yaklaşık 350 bin liraya denk geliyor. Çinli dostlar neden çok çalışıyor sorusunun günümüzde en kestirme yanıtı bu; ev almak için!

Çin'de ev fiyatlarının yüksekliğini sadece 1 milyar 300 milyonu geçen nüfusa bağlamak doğru değil. Son yıllarda yaşanan hızlı kentleşme, kırsaldan kente çalışmak için gelen ve işleri bitince köylerine dönen göçmen işçilerin artık bu yorucu yolculuğu yapmak yerine kentlere yerleşmeye çalışması ve bir rant aracı olarak evlere olan ilginin artması ilk nedenler arasında. Bugün, Çinlilerin ve dolayısıyla hükümetin üzerinde en çok konuştuğu konulardan biri ev fiyatları. Kentlerde yaşayanlar, başlarını sokacak bir evi nasıl alacaklarının hesabını yapmaya çalışıyor ama elinde ciddi bir nakit parası olmayanlar, işin içinden çıkamıyor. Yeni ev almış bir dostuma, “krediyi kaç yıllığına aldın diye soruyorum” bana 30 yıl yanıtını veriyor. Ana para konusunda da ailesi ciddi bir yardımda bulunmuş. Yaşının 30'larda olduğunu bildiğim için, “Demek ki diyorum, çocukların için alıyorsun bu evi”. Esprim fena değil ama gülümsememiz Çin'de ev sahibi olmanın zorluğunu hafifletmiyor.

Pekin'de ailelere ikinci ev alma izni yok
Soru büyük ancak yöneticiler meydanı “görünmez ele” bırakmış da değiller. Pekin'de yerel hükümet, birkaç gün önce bu işe dur demeye niyetli olduğunu gösteren türde bir adım attı. Bundan böyle kentte hiçbir aile, ikinci bir ev satın alamayacak. Ev fiyatlarının artmasının bir nedeni de birçok kişinin, iki hatta üçüncü bir ev satın alarak bu işi ticarete çevirmesiydi. Merkezi hükümet de, üç ve üçten sonraki evler için kredi (tutsat) verilmesini yasaklayan bir karar aldı. Çin hükümetin aldığı önlemler arasında, ikinci ve sonraki evler için kredi isteyenlerden daha yüksek bir ana para talep edilmesi de var. Birçok yetkili, spekülatif hareketler yüzünden fiyatların tavan yaptığını ve ev piyasasının patlamaya hazır bir balona dönüştüğü uyarısını yapıyor. Benzer uyarıyı, ev kredilerine yönelik olarak yapanlar da var. Çin Merkez Bankası, sadece bu yılın ilk çeyreğinde emlak sektörüne verilen kredi miktarının 124 milyar doları bulduğunu söylüyor. Çin, bir yandan ev kredisi alımını zorlaştırmaya, bir yandan emlak vergilerini arttırmaya çalışıyor. Diğer taraftan da ucuz konut inşasını hızlandırarak fiyatların düşmesine uğraşıyor.

3 milyon yeni ev yapılıyor
Hükümetin 2010 yılı planları arasında, dar gelirlilere yönelik 3 milyon yeni evin yapılması, kötü bölgelerde yaşayan 2 milyon 800 bin ailenin evlerinin iyileştirilmesi, 1 milyon 200 bin ailenin harap omuş evlerinin tamir edilmesi ve 60 bin göçmen aile için ev inşa edilmesi yer alıyor. Hükümetin ciddi ısrarı, diğer bölgelerde alınan Pekin'dekine benzer tedbirler satışların biraz da olsa düşmesine ve fiyatların soğumasına neden oldu. Yine de uzmanlar, fiyat artışının durup durmayacağı konusunda net bir tahminde bulunmaktan kaçınıyor.

Üst üste değil de iç içe yaşamak
Pekin'e gelen turistlerin görmeye gittiği, “Siheyuen” adı verilen avlulu evler, bu avlulu evler arasında bağlantıyı sağlayan “Hutong” adlı geçitler bu kentleşme sürecine direnmekte zorlanıyor. Uçları kıvrık çatılı evlerin, tam bir mahalle havasını yansıtan, herkesin üst üste veya alt alta değil de iç içe yaşadığı “hutong”ların korunma altına alınmayanları, emlak sektörünün dev şirketleri tarafından satın alınarak yerlerine bildiğimiz apartmanlar dikiliyor. Korkarak yazıyorum, TOKİ duyarda, adını “To-Ci” yapıp Çin pazarına girer diye. Pek hoşuma gitmeyen bu dev apartmanların yine de, geniş bahçeleri, birbirine yapışmayan yüzleri, güneş alan pencereleri, açıldıkları dev caddeleri ve otoparkları var. Bağlandıkları toplu taşıma ağları, uydukları bir şehir planı ve kurallar var. “To-Ci” gelirse değil o eski “Hutong”ları, bu blokları da mumla ararız diye korkuyor insan.

Çin'de yaşlanmak

Özgür Gürbüz-BirGün / 2 Mayıs 2010
Yazıyı BirGün'den okumak için lütfen tıklayınız.

En zoru, hep ilk yazı olmuştur. İlk yazının en zor kısmı da başıdır. Başladın mı gerisi gelir; hayat gibi. Bu okuduğunuz da bir başlangıç yazısı, uzak diyarlardan yazılan uzunca bir mektubun ilk sayfası. Çin’in başkenti Pekin’den, bağımsız bir gazetenin sevgili okuyucularına merhaba!

Yazının en zor kısmı başı, peki ya şu kısacık ömrümüzün en çetrefilli kısmı neresi? Bebekler güçsüzdür ama çoğu zaman bir bakanı, elinden tutanı vardır; yemeyip yedireni bulunur. Yaşlanınca iş değişir, ‘vefa’ aranır sağda solda, çocuklarda. Bir ülkenin gelişmişliği de çocuk, genç ve yaşlılara verdiği önemle belli olur. Hele de şu kapitalist dünyada... Kapitalist devletler çocuğun bile çalışanını sever, gencin okurken okuluna harç ödeyenini, işçinin az maaş isteyenini. Üretim sürecinden çekilmiş, tüketime ilgisi azalmış yaşlıları ise kapitalizm hiç sevmez. Üretmeyeceksin, tüketmeyeceksin, bir de üstüne, nerede benim emekli maaşım diyeceksin!

Sanıyorum Pekin’de bir kum fırtınası günüydü. Havanın neden garip bir bulut tabakasıyla kapalı olduğuna aldırmayan bendeniz, daha önce hiç gitmediğim ‘Yuyantun Park’ına gitmeye karar verdim. Parkın girişinde beni yıllara meydan okuyan Çinli ‘amcalar’ karşıladı. Boyunlarına astıkları, karınlarının üzerinde duran kocaman makaralarla, metrelerce yukarıya bıraktıkları uçurtmalarının süzülüşünü seyrediyorlardı. Kentin hemen hemen her parkında olduğu gibi. Evet, Çin’de uçurtma deyince aklınıza hemen çocuklar gelmesin. Uçurtma uçurmak emeklilerin en büyük eğlencelerinden biri burada.

Emeklilik böyle bir şey olmalı
Emeklilerin ve yaşlıların tek eğlencesi uçurtma uçurmak değil tabii. Parkın hemen girişinde, çember çeviren oldukça yaşlı bir erkek, ilerisinde Tay-çi yapan dinç bir kadın, yanımdan hızlıca koşarak geçen bir başkası. Biraz daha ileride 20-30 kişilik bir kalabalık, Çin satrancı oynayan dört çifti izliyor. Satrancı izleyenler, bizim tavla oynayanları izleyen ve yorum yapan kalabalığı andırıyor. Kadını erkeğiyle ‘Ti jian zi’ oynayanları da unutmamak lazım. Badminton topuna benzer bir topu, el hariç vücudun diğer organlarını kullanarak birbirlerine paslayarak zaman geçirenleri izlemesi çok hoş. MÖ 5. yy’da Çin’de ortaya çıkan ve Asya’ya yayılan oldukça hareketli bir oyun. Öğle saatlerinde kentteki parkları gezme şansınız olursa karşınıza çıkacak olağan görüntülerden bahsediyorum. Emeklilik böyle bir şey olmalı dedirtiyor. Çin’de giderek artan kentli nüfus içerisinde, emekli aylığına hak kazananların ve emekli olmak için sigorta sistemine başvuranların sayısı da belki bu yüzden giderek artıyor. 2008 sonunda temel emeklilik sigortası kapsamındakilerin sayısı kentli nüfus içinde 218 milyonu geçti. Bunların 53 milyonu halihazırda emekli. Geri kalan 165 milyon ise emekliliğe hak kazanmak için prim ödüyor.

Bu işin bir boyutu. Bir de işin hükümeti düşündüren ve önlem almaya iten bir başka boyutu var. Giderek gelişen kentler, bitmek bilmeyen inşaatlar, yeni iş fırsatlarını da beraberinde getiriyor. Kırsal kesimden büyük kentlere çalışmaya gelen işçilerin sayısı 2008 sonunda tam 225 milyona ulaştı. ‘Göçmen işçi’ olarak adlandırılan bu işçilerin çalışmak için göçtükleri kentlerde barınma sorunlarının halledilmesi ve emeklilik sigortası kapsamına alınmasına çalışılıyor. Kentlilere kıyasla göçmen işçilerin yaşam şartları oldukça ağır. 2008 sonuna gelindiğinde göçmen işçilerin yüzde 10’undan biraz fazlası emeklilik sigortası kapsamına alınmıştı. Temel sağlık sigortası kapsamındaki göçmen işçi sayısı da 42 milyon 660 bin.

Büyük başın derdi de büyük
Çin’de işsizlik 1 milyar 300 milyonluk nüfusa göre, yok denecek kadar az. 2008 sonunda, çalışabilir nüfusun 775 milyonu istihdam edilmiş. Çin’i tedirgin eden, yaşlı nüfusun giderek artması. Birleşmiş Millletler, 2050’de, şimdi 150 milyon civarında olan 60 yaş üzeri nüfusun 438 milyona ulaşmasını bekliyor. Bugün çalışanlar yaşlandığında, geçimlerini sağlayacak maddi kaynaklara ihtiyaç duyacaklar.

Bugüne kadar kırsalda yaşayan Çinliler, zaten sınırlı olan tüketim ihtiyaçlarını kendi imkânlarıyla karşılıyor, kentlerde çalışan akrabalarının desteğiyle bir şekilde idare ediyorlardı. Bireysel tüketimin, kentleşmenin artığı Çin’de, bu geleneksel dayanışma yeterli olmayabilir. Çin’de eyaletler, özel şirketler farklı emeklilik sigortası sistemleri uyguluyor, hükümet başta göçmen işçiler ve kırsal alanlardakiler olmak üzere emeklilik planlarını sübvanse ediyor. 2009 yılında sosyal güvenlik için harcanan para 107 milyar doları geçti.
Çin denince akla büyük bir ülke, hızla büyüyen bir ekonomi ve devasa bir nüfus geliyor. Büyük başın derdi de büyük olur misali, böyle bir ülkeyi yönetmek beraberinde ciddi bir uğraşı da gerektiriyor. Parklarda emeklilerin uçurtma uçurmaya devam edebilmesi için, Çin’in bu zorlu mücadeleden galip çıkması lazım.

Yine oldu, yine olacak

Özgür Gürbüz / 3 Mayıs 2010

Meksika Körfezi'ndeki petrol platformlarından birinde meydana gelen kaza haftalardır gündemde. Medyanın haberi nasıl yanlış verdiğini, çevre ve ekoloji konularına ne kadar uzak olduğunu bir daha tekrarlamanın anlamı yok.* Bu kazadan başka dersler çıkarmamız lazım. Özellikle de teknolojiye güvenenlerin, teknolojik gelişmenin çevre sorunları da dahil olmak üzere karşılaştığımız tüm engelleri aşmada bize yardım edeceğini sananların, bu petrol sızıntısından ciddi dersler çıkarması gerekiyor.

1989'un 24 Mart'ında Exxon Mobil firmasına ait, "Exxon Valdez" adlı petrol tankerinin Alaska'da Prens William Geçidi'nde yaptığı kazadan sonra da, bugün duyduğumuz demeçlere benzer demeçler verilmişti. Amerika'daki Üç Mil Adası Nükleer kazasından sonra da, Çernobil'in ardından da... "Böyle bir kazanın tekrarlanması mümkün değil", "Gerekli önlemler alınacak" denmişti. Bugünlerde haberlerde gördüğünüz yorumcular, BP'nin sorunu çözecek yeterli ekipmana sahip olmadığını söylüyorlar. Yarın, yeni ekipmanlar tanıtacak ve bir dahaki sefere böyle bir sorun yaşnamayacağını söyleyecekler. Bu böyle sürüp gidecek, ta ki elimizde kaybedecek bir şey kalmayana dek. Çernobil'den sonra da aynı şeyler söylendi, boşuna 800 bin temizleyici elde kazma kürek gönderilmedi santralin üstüne. Şimdi benser bir kaza olsa elde harcanak insandan başka ne var sizce? Hindistan'da Dow Kimyasal'a ait tarım ilaçları fabrikasında meydana gelen kazadan sonra 20 bin kişi ölmüş, 150 bin kişi de ya sakat ya da hasta kalmıştı. Kırk yılda bir olacak şeydi hatta olmayacak bir şey. Ama, o da oldu. Siz sıkılmadınız mı bu masalları dinlemekten; ben sıkıldım.

En büyük ticari kazaya doğru
Exxon Valdez kazası sonrasında 10 milyon 800 bin galon petrol tankerden denize saçılmıştı. Bir kısmının hala deniz dibinde olduğu belirtliyor.** Meksika Körfezi'nde ise 21 Nisan'da hala belirlenemeyen bir nedenden ötürü platformda patlama meydana geldi. 22'sinde platform battı. Ardından, deniz dibindeki kuyudan petrol sızdığı öğrenildi. Platform çalışırken günde 8 bin varil petrol üretiyordu. İlk açıklamalarda sızıntının bu kadar büyük omadığı, bin varille sınırlı kaldığı söylendi ancak daha sonra bu rakam 5 bin varile (210 bin galon) çıktı. Battığı 23 Nisan'dan bugüne kadar (3 Mayıs) 10 gün geçtiğini düşünürsek şu ana kadar 45 bin varil petrol denize boşaldı. Bu da 2 milyon galonu geçtiğimizi gösteriyor. Deniz altındaki kuyunun ne zaman kapatılacağı da henüz belli olmadığına göre ikinci bir Exxon Valdez faciasıyla, dünyanın en büyük ticari petrol kazasıyla karşı karşıya kaldığımız rahatlıkla söyleyebiliriz. Daha önce Exxon (Mobil), şimdi BP (British Petrolium). Sırada kim var? Shell, Total, Petrol Ofisi?

Obama önce destekledi, şimdi kızıyor
Kazaya neden olan firmalara baktığınızda, dünyanın en ileri teknolojileriyle petrol arama ve çıkarma faaliyetleri gösteren firmalar olduğunu göreceksiniz. Çevre konusundaki hassayitlerine toz kondurmayan bu firmaların gerçek yüzleri hep işler ters gittiğinde ortaya çıkıyor. Yaptıkları işin çevreci olmadığı ve olamayacağından bahsediyorum. Kazaların, teknolojik gelişme hangi düzeye çıkarılırsa çıkarılsın önlenemeyeceğinden. Bu kazalar ancak ve ancak petrole, nükleere, kömüre, daha da açık konuşmak gerekirse, sınırsız tüketime olan bağımlılığın azaltılmasıyla önlenebilir. Politikacılar, iş adamları bu gerçeği kabul etmezler, araya gizlice veya açıktan fonlanmış, düşünce kuruluşları çıkar, profesörler işlerin nasıl abartıldığını, teknoloji tanrısının her şeyi çözeceğini söyler. Bugün BP'yi, yeterli çabayı göstermemekle suçlayan Barack Obama gibi politikacıların, çok değil, kazadan 21 gün önce, 1 Nisan 2010 tarihinde, kazanın olduğu Meksika Körfezi ve Atlas Okyanusu'nun bazı bölümlerini petrol ve doğalgaz aramalarına açtığı haberi unutulur.*** Obama'yı, BP'yi eleştirirken görürsünüz. Bunun üzerine bir de çevre dalında nobel benzeri bir ödül alır mı, alır.

"Kalkınma", "büyüme" gibi sahte sözcüklerle kandırıla kandırıla bu günlere geldik. Yeni teknolojilere olan hayranlık insanlığın gözlerini kör etti. Öyle ki, denize akan tonlarca petrolün çevre faciasını yarattığını anlamak için bile, petrole bulanmış kuş görmek istedik. Neden biraz nefes almıyoruz? Yavaşlamıyoruz? Evimize aldığımız son model televizyonun kumandasını eskitmeden yeni ve "daha iyi" olduğu söylenen bir başka televizyonu almamız gerektiğinin bize dayatıldığını fark etmiyor muyuz? Yeni şeyler almadığımızda, daha az almak için daha az çalıştığımızda, kısacık ömrümüzden daha çok zamanı kendimize ayıracağımızı göremiyor muyuz acaba?
Yavaşlamadan olmaz Daha yavaş bir dünya yaratabiliriz. İster Meksika Körfezi'ndeki balıklar için ister çoluk, çocuklarınız için bunu yapın. Bugün dünya için bir hesap yapın. Her hafta sevdiklerinizle doyasıya kaç saat vakit geçirdiğinizi bir hesaplayın. Çocuğunuzla kaç kere parka gittiğinizi, sevgilinizi kaç kere öptüğünüzü, ömrünüzün sadece 30-40 yılını beraber geçirdiğiniz anne ve babanızı ne kadar sık gördüğünüzü. Bugün dünya ve kendiniz için bir hesap yapın, kapitalizmin dayattığı bu saçma hayatla hesaplaşma zamanı gelmedi mi sizce?

Satın alınmayacak bir televizyonun, bir otomobilin, haftada 40 değil 30 saat çaışmanın bizlere canınızdan çok sevdiğiniz insanlarla geçirecek kaç saate bedel olduğunu düşünmek lazım. Sendikalarda, siyasi paritlerde "büyüme" saplantısın karşısında örgütlenelim. Bireysel çabalar bir yere kadar bizi götürür. Tüketim hırsımızı frenlemenin sadece bireysel bir tercih olmadığı bir dünyada yaşıyoruz. Çalıştığımız işlere, emrine amade olduğumuz şirketlere, "hayır ben bunun için çalışmıyorum demek için tek başına olmamız gerekiyor.
Bugün hesap günü, kendimizle hesaplaşma günü olsun; yarın da birlikte harekete geçme.

*http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2010/04/petrole-bulanms-kus-yoksa-cevre.html **http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=971102&Date=17.01.2010&CategoryID=85 ***http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/04/100401_obamadrill.shtml

EXPO, Çin'de 1 Mayıs'ı gölgede bıraktı

Özgür Gürbüz / 1 Mayıs 2010

Çin'den e-günlüğe yazılan ilk yazıyı “1 Mayıs”a getirerek fiyakalı bir giriş yaptığımı düşünenler yanılıyor. Rastlantı sonucu 1 Mayıs'ta başlayan bu macera, cumartesi sabahı erkenden kalkıp Tiananmen Meydanı'na gitmeme neden oldu. Meydan kalabalık. Yabancı turistten çok yerli turist var. 1 Mayıs nedeniyle Çin'de her yıl, Mayıs ayının ilk üç günü resmi tatil ilan ediliyor. Resmi tatili fırsat bilen binlerce Çinli, başkent Pekin'in bu tarihi meydanına ve Yasak Şehir'e adeta akın etmiş. Açıkçası, Çin'i ziyaret etme şansınız varsa tatil günlerinde gelmemeye çalışın. Ne metroda yer bulabiliyorsunuz ne de turistik mekanları rahat rahat gezebiliyorsunuz. İzninizle, bir başka tavsiyem daha olacak. 1 Mayıs'ı görkemli bir mitingle kutlamak istiyorsanız Taksim Meydanı'na çıkmanız, Tiananmen'e gelmenizden daha akıllıca olabilir. Hava değişikliğinde ısrar ediyorsanız, Küba'yı öneririm.

Çin'de 1 Mayıs kutlamaları bu yıl Şanghay'da açılan Dünya Fuarı'nın gölgesinde kaldı. 30 Nisan'da görkemli bir açılışla kapılarını ziyaretçilere açan EXPO 2010, 1 Mayıs sabahı gazete ve televizyonların odak noktası oldu. Tiananmen Meydanı'nın doğusundaki Çin Ulusal Müzesi'nin girişine asılan dev elektronik tabela da bunun bir göstergesi sanki. EXPO'nun kaçıncı günü olduğu ve o ana kadar kaç ziyaretçinin fuarı gezdiği anında meydana duyuruyor. Tabela, sabah 10 sularında ziyaretçi sayısının çoktan 50 bini geçtiğini söylüyordu. Benden EXPO'yu anlatan bir yazı bekliyorsunuz, biraz daha sabretmeniz gerekecek. Bu kalabalık azalmadan Şanghay'a gitmeye hiç niyetim yok. Gerçi, Çin'de kalabalığın azalma olasılığı da biraz düşük. Altı ay açık kalacak fuara toplam 70 milyon ziyaretçi bekleniyor, bir Türkiye kadar insan. Varın kalabalığın hesabını siz yapın.

Açılışını Çin Cumhurbaşkanı Hu Jintao'nun yaptığı EXPO'ya, Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy ve Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso gibi üst düzey siyasetçiler de katıldı. Televizyonlardan naklen yayınlanan törenlerde sık sık Nicolas Sarkozy ve eşi Carla Bruni ekrana geldi. Carloa Bruni, burada da hayli popüler anlayacağınız. Açılışta Çin Komünist Partisi yetkilileri de hazır bulundu. Havai fişekler, birbirinden etkileyici gösteriler ardı ardına sergilendi. Çinli yetkililer, hazırlığı sekiz yıl süren ve adeta bir şehri andıran EXPO için 4 milyar 200 milyon dolar harcandığını belirtiyor. Şanghay'ın altyapı için harcadığı belirtilen 45 milyar doları ve diğer maliyet kalemlerini de bunun üzerine koyarsanız, tüm maliyet 58 milyar doları buluyor. Aman Yunanistan duymasın! Ülkelerin sanayi ve teknoloji alanındaki ilerlemelerini göstererek, bir anlamda birbirlerine hava attıkları bu fuarın açılışının 1 Mayıs'lara denk gelmesi de ilginç bir rastlantı olsa gerek. Fuarın ilk çıktığı yer İngiltere. 1 Mayıs'ı, Mayıs ayının ilk pazartesini tatil ilan ederek kutlayan ve böylece 1 Mayıs pazartesiye denk gelmediği sürece işçileri, bayramlarında çalıştıran bir ülke İngiltere. Şüphelenmekte çok da haksız sayılmam sanırım.

“Çin'deki 1 Mayıs kutlamalarıyla ilgili söyleyeceklerin bu kadar mı” diye soranlarınız olabilir. Değil elbette. 1 Mayıs'ın tatil olarak kutlanması nedeniyle, o Çin'e özgü, alışılagelmiş dev törenler ortada yok. Gazetelerde, sokakta işçi bayramı pek konuşulmasa da, bu, hiçbir şey yapılmıyor anlamına gelmiyor. Her yıl geleneksel olarak yapılan, “Ulusal İşçi Kahramanlar” töreni bu yıl da gerçekleştirildi. 27 Nisan'da yapılan ödül töreninde 2 bin 985 işçiye, Cumhurbaşkanı başta olmak üzere üst düzey idarecilerce başarı ödülleri verildi, görkemli bir tören düzenlendi. 1 Mayıs için düzenlenen özel konserler de var. Ulusal Gösteri Sanatları Merkezi Korosu ve Pekin Senfoni Orkestrası, 1 Mayıs için özel gösteriler sunuyor. Evlenmek için İşçi Bayramı'nı seçen 25 çiftin toplu düğününü de unutmamak lazım.

Sözü, “Halkın Günlüğü” gazetisine 1 Mayıs ile ilgili bir yazı göndererek, adeta “Hey, bugün 1 Mayıs” diyen okuyucu mektubuna bırakalım. 80'lerin sonunda doğan gençlerin çalışmadan para kazanmanın iyi olduğunu düşünmesinden yakınan “Kingkong” rumuzlu okuyucu, “Tüm-Çin Sendikalar Federasyonu”nun yaptırdığı ankete yanıt veren işçilerin, yüzde 23,4'ünün son 5 yılda hiç zam almadıklarını, yüzde 75'inin de gelir dağılımının adaletsiz olduğunu söylediğini yazıyor. Sendika da tatilde olduğu için açıp soramadık. Kingkong'un yalancısıyız.