Dünya hidrojeni tekrar keşfediyor

Hep “yeni” bir buluşun sorunlarımızı çözmesini bekleriz. Hidrojen enerjisi ise yeni değil ama bu ezberi bozmaya niyetli. 

Özgür Gürbüz-Digital Age/Mart 2021 World's 1st hydrogen-powered train launches in Germany

Doğanın ve yaşamın değeri sıfıra yakın olduğunda, yerin yüzlerce metre altındaki petrolü çıkarmak, mavinin derinliklerindeki gaz ile ısınıp iklimi değiştirmek ya da havayı kirletme pahasına kömürü yakmak insana hep “ucuz” geliyor. İklim krizinin sadece kutup ayılarının sorunu olmaktan çıkıp yaşadığımız kente gelmesiyle hesaplar değişmeye başladı.
 
Fosil yakıtlar (petrol, kömür ve doğalgaz) iklim krizi nedeniyle gözden düşerken yıllardır rafta bekletilen hidrojen enerjisi de yeniden hatırlandı. Hidrojenin araçlardan evlere kadar hayatın birçok yerinde kullanılması ve yenilenebilir enerji kaynaklarıyla üretilerek seragazı emisyonlarını azaltması umuluyor. Hidrojen raftan indirildi ama bu defa ona giydirilmek istenen elbise oldukça büyük.

Soruların yanıtı hidrojende mi gizli?

Güneş ve rüzgarın önderliğinde yenilenebilir enerji kaynakları özellikle elektrik üretiminde paylarını hızla artırıyor. Bu yeterli mi? Hayır. Gezegenin ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutmak için enerji dönüşümünü her alana yaymak gerekiyor. O zaman zor sorular birbirini izliyor. Ulaşımda petrolsüz araçlarla yol almak mümkün mü? Tren, metro, otobüs, kamyon, gemi ve uçak gibi ağır ulaşım araçları ne olacak? Binaları doğalgazla ısıtmazsak ne yapacağız? Son zamanlarda bu soruların birçoğunun yanıtında hidrojenin adı geçmeye başladı. Birçok ülkenin hidrojen enerjisi stratejilerini ve hedeflerini açıklamasıyla dikkatler dünyanın en çok bulunan bu elementine çevrildi. Hidrojenin, 2021 yılında enerji alanında en çok konuşulan konulardan biri olacağı kesin.

Yeşil hidrojen çağı

Hidrojen enerjisi aslında 200 yıldır hayatımızda. Sanayide hidrojen kullanımı uzun yıllardır devam ediyor. Uluslararası Enerji Ajansı’na (UEA) göre hidrojenin rüştünü ispatlaması binalarda, ulaşımda ve elektrik üretiminde kullanılmasıyla olacak. Hidrojen hemen hemen her yerde ama yalnız değil. Onu diğer elementlerden ayırmak gerek. Hidrojen elde etmenin de dolayısıyla farklı yolları var. Sudaki hidrojeni elektroliz yoluyla ayrıştırmak bunlardan biri. Biyokütle ya da fosil yakıtlardan da hidrojen elde etmek mümkün ama çevreci bir yakıt istiyorsak, hidrojen elde ederken kullandığınız enerjinin yenilenebilir kaynaklardan gelmesi şart. Bu koşullarla elde edilen hidrojene “yeşil hidrojen” adı veriliyor. Yeniden gündeme gelen hidrojeni geçmişinden ayıran en önemli fark, bu yüzyılda “yeşil hidrojen”in öne çıkması.

Artış hızı ve hedefler yüksek

Hidrojenin yükselişi rakamlara da yansıyor. UEA’nın verilerine göre 2019 yılı elektroliz kapasitesindeki artışta rekor yıl oldu ve üretim kapasitesi 25 MW’a ulaştı. 2010 yılında bu rakam 1 MW’tan azdı. 2023’te ise yeni kapasite artışının 1500 MW’a ulaşacağı tahmin ediliyor. Yakıt hücreli elektrikli araç pazarı da 2019’da neredeyse ikiye katlandı. En büyük artış da Çin, Japonya ve Kore’de gerçekleşti. Düşük karbonlu hidrojen üretiminin de 2023’te duyurulan projelere bakıldığında beşe katlayacağı görülüyor.

Öncü ülkeler hedeflerini belirledi

Kendisinden bu kadar çok şey beklenen bir enerji kaynağının politik destek olmadan büyümesi mümkün değil. Birçok ülke hidroejene verdiği desteği ölçülebilir hedefler ve politikalarla gösteriyor. Öncü ülkelerden Japonya, 2025 yılına kadar yakıt hücreli 200 bin aracı yollarda görmeyi planlıyor. 2030 yılında ise bu rakamı 800 bine, otobüs sayısını da 1200’e çıkarmayı hedefliyor. Japonya’nın hedeflerinin arasında, belki de en önemlisi, mikro kombine ısı ve güç üniteleri de var. Kesintisiz elektrik ve ısı üretecek bu “hidrojen santralları”nın sayısının 2030’da 5 milyon 300 bini bulması ve hane sayısının yüzde 10’una erişmesi hedefleniyor. Bu hedefe ulaşılırsa konutların enerji talebinin, mevcut kombi ve elektrik şebekesi kaynaklı sitemlere oranla, yüzde 3, emisyonlarının ise yüzde 4 oranında azalacağı düşünülüyor (Hydrogen and Fuel Cells in Japan, Jonathan Arias). Hollanda’dan İspanya’ya, Almanya’dan Fransa’ya kadar birçok ülke hedeflerini belirledi. Kore’nin ulaşımın dışında, elektrik enerjisinde kullanılacak 15 GW’lık yakıt hücresi hedefinin 1,5 GW’ı önümüzdeki yıl sonuna kadar hayata geçecek. 15 GW, Türkiye’nin mevcut elektrik üretim kurulu gücünün yaklaşık yüzde 20’sine denk; ayrıca belirtmeye değer bir hedef.

Kaynak: Eco Institute
Maliyet engeli aşılacak mı?

Hidrojenin önünü açacak en büyük değişim, teknolojik gelişimden önce maliyetlerin düşmesi olacak. Öko Enstitüsü’nün güncel ve detaylı bir çalışması işin ekonomisini anlamak açısından ufuk açıcı. “Gri hidrojen” dediğimiz doğalgazla hidrojen elde edilen ve karbondioksitin atmosfere verildiği üretim modellerinde MWh için maliyet 40 avro civarında. Çevre için katkısı olmayan bu yöntemin maliyeti Türkiye elektriğin piyasa fiyatının (48 ABD Doları) biraz üstünde. Karbon gömme yöntemiyle desteklenen ve doğalgazdan elde edilen hidrojenin maliyeti ise günümüzde MWh saat başına 50 avro civarında. Gri ve mavi hidrojenin maliyetlerinin karbon piyasasındaki fiyat artışlarıyla yukarı çıkması beklenirken, üçüncü seçenek yeşil hidrojenin karbon fiyatlarının yükselmesiyle maliyet avantajı yaşayacağı düşünülüyor.

İklim açısından ciddi katkıda bulunacak “yeşil hidrojen”in günümüzdeki maliyeti ise 100 avroyu buluyor. Şu an için oldukça pahalı görünen bu seçenekle üretilecek elektriğin maliyetinin 2030’da 70, 2050 yılında da 50 avroya kadar düşmesi bekleniyor. Bu da kilovatsaat başına sırasıyla 8,5 ve 6 dolar sente denk düşüyor ki, Türkiye’deki çevre açısından sorunlu kömür, nükleer ve gaz santralıyla rahatlıkla baş edebilecek seviyelere geleceği görülüyor. Hidrojen enerjisine politik destek sürdüğü takdirde önümüzdeki 10 yılda adını daha fazla duyacağımız kesin.

***

Hidrojen enerjisi nerede kullanılır?

Hidrojen, yeşil enerjinin ulaşmakta zorlandığı alanlara merhem olabilir. Uçakları, gemileri dev elektrik bataryalarıyla donatmak oldukça zor; ağırlıkları da ayrı bir problem. Hidrojen enerjisi ise hem hafif hem de enerji yoğun bir seçenek olduğu için bu sorunu çözebilir. Doğalgaz altyapısını kullanarak konutların ısınma sorununa da çare olabilir. Sıvı halde borularla veya gemilerle taşınabilir. Elektriğe ya da metan çevrilebilir. Güneşin çok olduğu zamanlarda fazla üretim hidrojen eldesinde kullanılarak depolanabilir, akşam saatlerinde güneşin açığını kapatabilir. Enerji depolama sorununu bataryalarla, yakıt hücreleriyle çözmesi, bildik enerji sisteminin tamamen vedasına yol açabilir. Hidrojenin yeniden konuşulmaya başlamasının ardında bu esneklik yatıyor.

Güneş Cumhuriyeti

Özgür Gürbüz/24 Mart 2021*

İklim krizinden çıkışın formülü biliniyor. Fosil yakıtlar dediğimiz kömür, petrol ve doğalgazı
bırakacağız, güneş ve güneş temelli yenilenebilir enerji kaynaklarına sarılacağız. Enerjiyi hem daha akıllı hem de tasarruflu kullanacağız. Basit gibi görünen bu değişim gerekli çünkü küresel seragazı emisyonlarının yüzde 70’ten fazlası enerji kullanımı nedeniyle atmosfere bırakılıyor. Ulaşımdan ısınmaya, elektrik üretiminden sanayiye hayatın her alanında karşımıza çıkan enerjinin üretim ve kullanımını değiştirmek zorundayız.

Bugüne kadar kullandığımız her tür enerji kaynağında büyük işletmelere, santrallara muhtaçtık. Elektrik üretiminde dev kömür santralları, petrol üretiminde rafineriler gibi… İklim krizini durdurmak için fosil yakıtlardan sürdürülebilir enerji kaynaklarına geçiş ise bize farklı bir seçenek sunuyor. Elektrik üreten santrallar küçülüyor, enerji ihtiyacın olduğu yerde ve yerel kaynaklarla üretilebliyor.

Evinizin çatısına kurduğunuz güneş panelleriyle elektrik ihtiyacınızı karşılayıp, ısı pompaları ve yine güneşin yardımıyla ısınabiliyoruz. Otomobil iyi bir şey değil ama varsa elektrikli aracınızın bataryasını da güneş panelleriyle doldurmak mümkün. Eski sistemde bu işleri yapabilmek için sizden çok uzakta bir rafineriye veya dev bir elektrik santralına ihtiyacınız vardı. Ya da doğalgazı dünyanın bir ucundan diğer ucuna taşıyan boru ya da tankerlere mahkumdunuz. Tüm dünyada bu enerji dönüşümünü gerçekleştirmek zaman alacak ama enerjiyi yerelleştirmek ve doğaya en az zararı verecek şekilde yaşamak ekonomik ve teknik açıdan artık sorun değil.

Hayvancılıkla geçinen bir köy, biyogaz tesisiyle hayvan atıklarını elektrik ve ısıya çevirip, köydeki evleri ısıtıp, ampulleri yakıp ihtiyaç fazlası elektriği de şebekeye verebiliyor. Verebiliyor diyorum çünkü Avrupa’da böyle köyler gördüm. Danimarka’dan Amerika’ya birçok ülkede büyük rüzgar ve güneş santralları enerji kooperatifleri gibi yöntemlerle birçok kişinin işbirliğiyle kuruluyor. Düşünsenize, evinizde tükettiğiniz elektrik aslında sahibi olduğunuz bir rüzgar çiftliğinde üretiliyor. Hayal mi diyorsunuz?

2019 itibarıyla Almanya’da kurulu yenilenebilir enerji kaynaklarının yüzde 30,2’si bireylerin mülkiyetinde. Ülkedeki biyogaz tesislerinin dörtte birine sahip çiftçilerin payı ise yüzde 10. Almanya’da gördüğünüz tüm yenilenebilir enerji gücünün yüzde 40’ının mülkiyetinin bireylerin elinde olduğunu söyleyebiliriz. Kömür, doğalgaz veya nükleer santrallar için bunu hayal bile edemezdik. Üretimdeki payları da kayda değer. Küçümsenen yenilenebilir enerji kaynakları bugün dünyanın dördüncü büyük ekonomisinin elektrik ihtiyacının yüzde 46’sını karşılıyor.

Yaşanan değişim sadece enerji üretiminde farklı ve temiz bir yöntemi seçmekle açıkanamaz. Birkaç şirkete ve sınırlı kaynaklara bağlı, seçme şansınızın olmadığı impartorluğu andıran bir sistemden, bireylerin özgürce ve doğayı koruyarak kend ihtiyacını karşılayacak üretimi seçtiği bir cumhuriyete geçişten bahsediyoruz. Bir cümleyle özetlersek, iklim krizini durdurmak için verdiğimiz çabalar bize fosil yakıt imparatorluğundan güneş cumhuriyetine geçme şansını da veriyor.

* Bu yazı WWF-Türkiye'nin 2021 yılındaki Dünya Saati kampanyası için yazılmıştır.

Nükleeri iklim sosuyla satmak

Foto: Greg Webb - UAEA
Özgür Gürbüz-BirGün/11 Mart 2021

Türkiye’ye nükleer santral pazarlama çabalarının ilk evresinde “sudan ucuz” sloganı öne çıkmıştı. Nükleer enerjinin hidroelektrik santrallardan bile daha ucuza elektrik ürettiği iddia ediliyordu. Nükleer karşıtları ise hem sosyal maliyetlerin hesaba katılmadığını hem de yapılan hesabın doğru olmadığını söyleyerek bu iddianın asılsız olduğunu vurguluyordu.

Mersin Akkuyu’da yapılmak istenen nükleer santrala verilen alım garantisiyle bu tartışma son buldu. AKP hükümeti, nükleerden üretilen elektriğin kilovatsaatine 12,35 dolar sent alım garantisi verirken, rüzgar ve güneşin ürettiği aynı elektriğe 4,16 sent alım garantisi vererek “hangisi pahalı” sorusunun yanıtını bizzat verdi. “Bizi neden 3 kat pahalı ve tehlikeli nükleer santral kaynaklı elektriğe ve Rusya’ya mahkum ediyorsunuz” sorusuna ise yanıt veremiyor.

İklim krizini durdurmak için acele etmeliyiz

Nükleer enerjiyi ucuz diye satamayanlar şimdi iklim krizi simidine sarılıyor. Nükleer santralları, iklimi değiştiren seragazlarını çıkarmayan, yani “karbonsuz” diye pazarlama derdindeler. Ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derecenin altında tutmak için önümüzdeki 9-10 yıl içerisinde küresel seragazı emisyonlarını neredeyse yarı yarıya azaltmamız gerekiyor. Paris İklim Anlaşması’nın 2 derece hedefi için de gereken bundan çok farklı değil. Yani hızla kömürden, petrolden ve gazdan vazgeçmemiz gerekiyor.

Nükleer lobi bu durumu kullanarak Batı’da kaybettiği pazarları kazanmak, Doğu’da ise karbonsuz seçenek için ayrılan bütçeleri kendi kasasına yönlendirmek için var gücüyle çalışıyor. Soru şu. Bir an için nükleerin kaza ve atık sorununun olmadığını, maliyetinin de makul olduğunu varsayalım; bu durumda bile nükleer iklim krizini durdurmada bir seçenek olabilir mi?

Nükleer karbonsuz değil

Karşılaştırmaya başlamadan önce nükleerin karbonsuz olmadığının altını çizelim. Nükleer santrallar elektrik üretirken seragazı emisyonu çıkarmaz ancak yapım sürecinde büyük miktarlarda çimento ve demir kullanılır. Uranyum zenginleştirme ve yakıt üretimi gibi aşamalarda da çimento ve demir üretiminde olduğu gibi ciddi miktarda enerji tüketilir. Yapım süreci, tonlarca seragazı emisyonunun çıkmasına neden olur. Kömür santralına göre daha az olsa da bu onu krizi çözen kaynak yapmaz çünkü iklimi koruma yarışı kömürle nükleer arasında değil. Nükleeri rüzgar ve güneş gibi kaynaklarla kıyaslamak, bunu yaparken de hepsinin beşiktan mezara (yapımdan söküme) çıkardıkları seragazı emisyonlarını hesaba katmak gerek. Katınca iş değişiyor.

Nükleerin emisyonu rüzgardan 6 kat fazla

2008 yılında yayınlanan bir çalışmada[1] üretilen her kilovatsaat için nükleer santrallardan 66 gram karbondioksit eşdeğeri seragazı emisyonu çıktığı görülüyor. Aynı elektriği rüzgardan üretirseniz sadece 9-10 gram seragazı emisyonu çıkıyor. Derdiniz sadece iklim krizini durdurmaksa, rüzgarı tercih etmenizin nükleere oranla şansınızı 6 kat artıracağını söyleyebiliriz. Emisyon açısından nükleere gelinceye kadar daha birçok seçenek olduğunu da belirtelim. Bir kilovatsaat elektriği üretirken, çeşitlerine göre hidroelektrikte 10-13, biyogazda 11, güneşte 13-32, biyokütlede 14-41 gram arası seragazı emisyonu ortaya çıkıyor. Gördüğünüz gibi tek kıstasın iklim olduğu bir durumda bile nükleere sıra gelmiyor. Nükleer enerjinin kilovatsaat başına yol açtığı seragazı emisyonunun 100 gramdan fazla olduğunu gösteren başka çalışmalar olduğunu da belirteyim.

Bahsettiğimi çalışmada olmasa da en iyi seçeneğin enerji verimliliği/tasarrufu olduğunun altını çizmeliyim. Seragazı emisyonlarını azaltmanın en ucuz ve hızlı yolu olduğu gibi onlarca kişiye de istihdam sağlayabilir. Elektrik üretiminde ortaya çıkan ısıyı da değerlendiren bazı gaz ve biyoyakıtlı kojenarasyon santralların bile nükleerden daha az seragazına yol açtığını da vurgulayalım. Baz yük santral isteniyorsa çözüm yine nükleer değil.

Mevcut nükleer filo yaşlı

Foto: Greg Webb - UAEA

Nükleer enerjinin iklim krizini çözemeyeceğini ispatlamanın basit bir yolu daha var. Yazımın başında da belirttiğim gibi iklim krizini durdurmak için fazla zamanımız yok. Nükleer santral yapmak ise oldukça uzun sürüyor. 1000 MW büyüklüğünde bir reaktörü inşa etmek en iyi ihtimalle beş yıl sürüyor. Ortalama süre ise 7 yıl civarında. Şu anda Fransa’da 14, Finlandiya’da16, Ukrayna’da 35 yıldır yapımı süren reaktörler var. Dünyada herkes onlarca nükleer reaktör yapmaya başlasa bile bunları finanse edecek para, malzeme ve zamanında bitirecek süre yok. Nükleerden daha az karbon emisyonuna sahip seçenekler ise birkaç aydan 1-2 yıla kadar uzanan sürelerde yapılabiliyor.

Mevcut nükleer filonun emeklilik arifesinde olması da başka bir sorun. Mevcut reaktörlerin ortalama yaşı 30. Birçoğu önümüzdeki 10-15 yıl içinde kapanacak. Nükleer seferberlik ilan edilse bile sonuç eskimiş filonun yenilenmesinin ötesine geçmeyecek. Nükleer endüstri bunu bilmiyor mu? Biliyor elbette. Onların derdi de aslında eskiyen reaktörleri yenilemek. İklim sosuyla süsledikleri bu acı lokmayı yutmamızı, böylece zor durumdaki nükleer endüstriyi bir süre daha ayakta tutmayı umuyorlar.


[1] Benjamin K. Sovacool, Valuing the greenhouse gas emissions from nuclear power: A critical survey.

Paris Anlaşması: Romantizm mi yoksa Jeanne d’Arc’ın inadı mı?

Özgür Gürbüz-Magma / Ocak-Şubat-Mart 2021

Birleşmiş Milletler’e üye 196 ülke, 12 Aralık 2015 tarihinde iklim müzakerelerinin belki de en önemli
anlaşmasına imza attı. Ortalama yüzey sıcaklığını 2, mümkünse 1,5 derecenin altında tutmayı amaçlayan bu metin, Trocadero’da umut dolu bir güneşin doğuşunu izlemek gibiydi. Aradan beş yıl geçti, salgın nedeniyle bu yılki uluslararası müzakere 2021’in Kasım ayına ertelendi ama mücadele bitmedi; mücadele aynı Dünyamız gibi 5 yıl öncesine göre daha sıcak. Zaten 2020’nin dünyanın gördüğü en sıcak üç yıldan biri olacağı kesin gibi.

Türkiye onaylamadı

Paris Anlaşması’na imza atan ülkelerin yedisi hariç hepsi anlaşmayı yürütme organlarına götürüp onayladı. Kalan yedi ülke arasında Eritre, Güney Sudan, Irak, İran, Libya, Yemen ve Türkiye var. ABD ise Trump döneminde anlaşmadan ayrılmış, Biden’ın seçilmesiyle anlaşmaya geri döneceğinin sinyalini vermişti. Türkiye benzer bir durumu Kyoto Protokolü sürecinde de yaşamıştı. Belki de sürecin en başından bu yana iklim politikalarını oturtamamanın kötü bir sonucu. Yoksa kimse Türkiye’den Çin veya ABD’nin yapmadığını yapmasını beklemiyor.

Yeni bir ekonomik model gerekiyor

Taraf ülkeler, anlaşmaya imza atarken seragazı emisyonlarını azaltma ya da sınırlama taahhütleri veriyor. Paris’in insanları aşkta birleştirmesine benziyor bu durum; eve gidince genelde aslolanı unutuyorlar. Anlaşmayı hazırlayanlar daha önceki müzakere süreçlerinden ve bu aşk meselesinden deneyimli oldukları için anlaşmaya ek bir madde koydu. Bu maddeyle, taraf ülkeler verdikleri taahhütleri beş yılda bir yenilemeyi, şeffaf bir biçimde paylaşmayı, birbirlerine yükümlülüklerine göre finansal, teknolojik ve kapasite geliştirme konularında destek vermeyi de kabul ediyor.

İki derece hedefinin üstündeyiz

2020 yılında ülkeler taahhütleriyle ilgili güncellemeleri yapmaya başladı ve bazı iyileştirmeler görüldü. Mevcut koşulsuz taahhütler ve hedefler dikkate alınırsa ısınmayı 2,6 derecede sınırlamak (Referans: Climate Action Tracker) mümkün olabilir. Birkaç yıl öncesine göre yüreklendirici bir hesaplama olsa da elbette yeterli değil, 2 derecenin altını görmek zorundayız. İklim krizinden çıkmak isteyenlerin Paris Anlaşması’na romantizmle bağlanmalarında sorun yok ancak Jeanne d’Arc kadar inatçı olmaları ve anlaşma kapsamındaki taahhütlerin daha da iyileştirilmesini sağlamaları gerekiyor.

Anlaşma herkese eşit yükümlülükler getirmiyor, bağlayıcı değil. Tarihsel sorumluluklar, gelişmişlik düzeyi ve kişi başına düşen emisyon rakamları gibi farklılılar göze alınarak ABD, Kanada ve AB üyesi vb. ülkelerden emisyonlarını azaltması bekleniyor bazılarından ise arttırmaması veya az arttırması. Ülkeler kendi hedef/taahhütlerini kendileri belirliyor. Görülüğü gibi hedefe giden yol Paris’in metrosu kadar karışık, uğramadığı yer yok. Bu çok normal. Çünkü mesele sadece petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek değil yeni bir ekonomik ve sosyal model kurmak. Yeşil Mutabakat’ın Avrupa ve ABD’de bu kadar çok dillendirilmesi iklim krizinden bağımsız değil.

Zaman daralıyor
Kümülatif hedefin 2 derece altında kalması yeterli olacak ama ülkeler sorumluluğu birbirine atarak çok vakit harcadılar. Son yıllarda Çin’den gelen olumlu işaretler ve ABD’de yönetimin değişmesi süreci değiştirebilir. Öte yandan, hükümetler kadar şirketlerin bu değişime nasıl yanıt vereceği de önemli. Enerji sektöründe güneş ve rüzgar gibi teknolojilerin fosil takıtlara göre kendini ispatlaması değişimi kolaylaştırdı. Elektrikli araçlar, alternatif yakıtlar ulaşım sektörü için de umut olabilir. Tarımdan ormansızlaşmaya, binalardan sanayiye bu değişimin genişlemesi gerek. Fazla zamanımız yok. 10 yıl içinde harekete geçmemiş olursak, gün batımında Seine Nehri’nde huzur içinde bir kahve içmek hayal olabilir.

***

Türkiye Paris Anlaşması’nı neden onaylamıyor?

Türkiye’nin Ulusal Katkı Niyet Beyanı (INDC) 2015’te 477 milyon ton karbondioksit eşdeğeri olan emisyonlarını 2030’da 929 milyon tonda sınırlamayı, yani yaklaşık iki katına çıkarmayı öneriyor. Bir güneş ülkesi için iddiasız bir hedef olduğunu (2018 yılında bu rakam 520 milyon tona ulaştı) söylemek yanlış olmaz. Türkiye anlaşmaya taraf olursa bu beyanı gerçekleştirmeye çalışacak. Pazarlığın tıkandığı nokta ise finans. Türkiye, bu hedefe ulaşmak için teknolojik ve finansal destek talep ediyor. Türkiye’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması kapsamında yer aldığı konum ve gelişmişlik düzeyiyle ilgili itirazlar bu isteğin tamamen karşılanmasının ve haklılığının tartışılmasına neden oluyor. Türkiye Glasgow’daki toplantıya kadar süreci tamamlamazsa iklim müzakerelerine etki gücü azalacak.