Enerji dönüşümü kadın istihdamına yeşil ışık yakıyor

Enerjide fosil yakıt ve nükleerden çıkarak yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine geçiş, kadın çalışan sayısının az olduğu enerji sektöründe bir değişim başlatabilir.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/5 Aralık 2021

Türkiye’de işgücüne katılma oranı kadınlarda yüzde 32,9. İstihdam oranı ise daha düşük; yüzde 28,1. TÜİK’in Eylül 2021 verilerine göre kadınlarda işsizlik oranı da erkeklerden daha fazla. Kadınlar işsizlikten de erkeklere oranla daha çok etkileniyor. İstihdamın sektörlere göre dağılımına baktığımızda da 9 milyon kadının 5 milyondan fazlasının hizmet sektöründe çalıştığını, 2 milyonun da tarımdan ekmeğini çıkardığını görüyoruz. 1,5 milyon kadın sanayi sektöründe ter dökerken inşaat sektöründe sadece 98 bin kadın görebiliyoruz. Belki de “inşaat sektöründe kadın göremiyoruz” demeliydik.

Kadınların iş bulmakta zorlandıkları bir sektör de enerji. Kömür madenlerinde kadın işçi bulmanız hayli zor. Uğursuz geldiği bile söylenir. Kadın mühendislerin bile enerji sektöründe erkeklere oranla daha zor iş bulduğu biliniyor. Baraj inşaatlarında, kömürlü termik santrallarda ve kömür havzalarında kadın işçi görmek zor. Beyaz yakalıların ve işin hizmet tarafında çalışanların şansı da erkeklere göre daha az. Enerji sektöründe kadın çalışan sayısı hizmet, eğitim ve imalat gibi diğer sektörlerden de geride. Ama bir umut var…

Yenilenebilirde kadın istihdamı %32

Umut var ama peşine düşmek gerek. Gelin kendimizi istatistiklerle dolu “enerji sokağına” atalım. Enerji dönüşümünün (petrol, kömür, doğalgaz ve nükleerden güneş, rüzgar, biyokütle gibi yenilenebilir enerji kaynaklarına ve enerji verimliliğine geçiş) iklim krizini durdurabileceğini, çevreye verilen zararı azaltacağını biliyoruz. Enerji sektörü gibi zor bir alanda kadın istihdamını artırma şansı da var. Yeterli olduğunu söylemek zor ama küresel araştırmalar petrol ve gaz sektörlerine kadın çalışan sayısının yüzde 22 olduğunu gösterirken aynı oran güneş, rüzgar gibi yenilenebilir enerji sektöründe yüzde 32’ye çıkıyor1.

Sektörün kapısından bakmak olmaz, kapıyı açıp içine girelim. 2017 yılında petrol ve gaz çalışanlarını kapsayan küresel bir araştırma2, kadın çalışanların tüm çalışanlara oranının yüzde 22’de kaldığını ortaya koydu. Petrol ve gaz şirketlerinde “kıdemli” ve “yönetici seviyesi”nde görev yapan kadınların oranı ise yüzde 17. Gaz ve petrol şirketlerinde yönetim kurulu başkanı bir kadın arıyorsanız 100 şirket dolaşmanız gerekebilir ve 99’undan elinizin boş döneceği kesin. Daha fazla petrol ve gaza bulaşmadan kapıyı kapatıp çıkalım.

Sokağın karşısında bizi yenilenebilir enerji sektörü bekliyor. Kapıda bizi bir kadın karşılıyor; sürpriz değil çünkü yenilenebilir enerji alanındaki kadın çalışanların yüzde 46’sı idari işlerle uğraşıyor. Yüzde 28’i teknik alanda görev yaparken kıdemli yönetici sıfatına sahip olanların oranı ise yüzde 32’yi buluyor. Fosil yakıtlarla uğraşan şirketlerin düşünce yapısı da biraz “fosil” desek kimse alınmaz sanırım. İstatistikler güneşi görünce daha fazla parlıyor ama yeterli demek doğru olmaz. Enerji sokağının bu kısmının daha aydınlık olduğunu söylemekle yetinelim, iş mühendislik gibi alanlara geldiğinde tüm dünyanın acılar içinde kıvrandığını da ekleyelim. Birleşik Krallık’ta mühendislerin sadece yüzde 12’si kadın örneğin.

Türkiye enerji sektörü çalışanlarının %14'ü kadın

Veri açlığımızı gidermek için sokağın en sevdiğim binasına, kütüphaneye gidiyorum. Burada elime fırından yeni çıkmış, Yenilenebilir Enerji ve Enerji Sektörü Türk Kadınları Grubu’nun (TWRE) araştırmasını tutuşturuyorlar. Raporu henüz yayımlanmadı ama birkaç gün önce yaptıkları araştırmanın sonuçlarını dinleme şansım oldu. 29 enerji şirketini ve 37 bin 378 çalışanı kapsayan bir araştırma bu. Türkiye enerji sektöründe çalışanların yüzde 86’sının erkek yüzde 14’ünün ise kadın olduğunu böylece öğrendim. Kadın çalışanların beyaz yakalılar içindeki oranı yüzde 11, mavi yakalılar içindeyse yüzde 12.

Farkındaysanız bu rakamlar dünyadaki petrol ve gaz sektörlerinin bile gerisinde kalıyor. Düşük oranların ardında bence şu iki neden var. Ülkenin ve özellikle de enerji sektörünün muhafazakar yapısı ve enerji altyapısının hidroelektrik gibi inşaat sektörüne dayanması. Konu inşaat olunca kadınların hemen dışlandığını yazının başında belirtmiştik. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2020 yılında Türkiye’de yenilenebilir enerji sektöründe 109 bin kişinin çalıştığını ve bunun yarıya yakınının (48 bin) hidroelektrik alanında istihdam edildiğini söylüyor. İnşaat sektöründe kadınların daha az çalışmasının ardında muhafazakar ve kadın karşıtı zihniyetin olduğunu biliyoruz. Kadınları eşit görmeyen erkek bakış açısını kırmak kolay değil. Yine de enerji dönüşümü bize bu konuda yardımcı olabilir ve enerji gibi erkek egemen bir sektörün değişmesine yol açabilir.

Güneş ve rüzgar fabrikalarında çok sayıda kadın işçinin çalışmaya başladığını gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ama bu yetmez, bize veri lazım. Neyse ki o veriler var. Yenilenebilir enerjinin ve enerji verimliliğiyle ilgili iş kollarının petrol, kömür ve nükleer gibi geçmişin enerji kaynaklarına kıyasla çok daha fazla istihdam yarattığını biliyoruz. ABD’de yapılan araştırmalar güneş ve rüzgarın fosil yakıtlara kıyasla yaklaşık 3 kat daha fazla istihdam yarattığını gösteriyor. Uluslararası Çalışma Örgütü gibi başka kurumların raporlarında bu farkı 10 kata kadar çıkan kıyaslamalar olduğunu da not düşelim. Bu bir avantaj çünkü fosil yakıtlar ve kendini temiz gibi göstermeye çalışan nükleer yerine güneşin önderliğinde yeni bir enerji sistemine geçmek zaten kaçınılmaz. İş yenilenebilir enerjiye gelince hem istihdam hem de kadın istihdamı artıyor. Sadece istihdam değil, ücretler ve çalışma koşulları da her cinsiyet için iyileşiyor. Enerji dönüşümü, kadın istihdamını ve işçi haklarının iyileşmesini dolaylı destekliyor.

"Cinsiyet ayrımcılığı var"

Kütüphaneden çıkıp kendimi yeniden sokağa attığımda her şeyin iş sahibi olmaktan ibaret olmadığını yine hatırlıyorum. TWRE’nin araştırmasında beyaz yakalı kadınların yüzde 56’sı, “enerji sektöründeki çalışma ortamında cinsiyet ayrımcılığı vardır” diyordu. Çalışma alanlarının cinsiyete göre belirlendiğini söyleyenlerin oranı da yüzde 72. Çevresel ve fiziksel koşulları bahane eden erkeklerin elinden bu bahaneleri alma konusunda yenilenebilir enerji bize yardım edecek; güvenim tam. Evet ama kadınların çalışma hayatında eşit olmaları için sayısal eşitliğin yeterli olmadığını da unutmamalıyız. Enerji dönüşümüne kurtarıcı gözüyle bakmayalım ama eşitsizliği azaltacak önemli bir adım olabilir.

1 IRENA-Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı, Gender Perspective, 2019)
2  World Petroleum Council ve Boston Consulting Group

Üç kitap bir gezegen

Bilgelik, sorgulama ve eylem. Bu üç kelime hayatı anlamlı kılmanın yol haritasını gösteriyor adeta. Elimde bu üç kelimenin hakkını veren üç kitap var.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/21 Kasım 2021

Yeryüzündeki hayvanların yüzde 70’i böcek. Şekere konan sinekler, korkuttuğumuzda bizi sokan arılar, kuşlara yem olan kınkanatlılar. Olmasalar ne olurdu? Kahvaltılar sineksiz olurdu diyemem çünkü kahvaltının olacağını garanti edemem. Bülent Şık, “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler” kitabında, insanların yediği gıdaların yüzde 35’ini tozlaşma yapan böcekler, kuşlar, sürüngenler ve memelilere borçlu olduğunu yazmış. Böcekler ve hayvanlar bizsiz de yaşayabilir ama biz onlarsız yaşayamayız. İnsanın yetersizliğini anlatan güzel bir örnek.

Bilgelik

Şık’ın kitabını ilk okuduğum andan bu yana tüm dostlarıma tavsiye ediyordum ama yazmak için onu iyice hatmetmeliydim. Adeta “ekolojiye giriş” niteliği taşıyan bu kitabı en kolay nasıl anlatırım diye düşündüğümde aklıma hemen Carl Sagan’ın “Kozmos” dizisi geldi. Carl Sagan’ın bize evrende bir toz zerresi kadar yer kapladığımızı hatırlattığı gibi, kitap da zor olanı başarıyor ve kendimize yüklediğimiz gezegenin sahibi rolünün, bize ne kadar büyük geldiğini gösteriyor. Kimi zaman Türkiye’den, yazarın gözlemlerinden, kimi zaman da dünyadan bilimsel verilere dayalı raporlardan yola çıkarak doğaya verdiğimiz hasarı tüm çıplaklığıyla anlatıyor. Doğanın gördüğü zararın bizim üzerimizdeki etkisini de net bir şekilde, şüpheye bırakmayacak şekilde verilerle gösteriyor. Dostlarla, aileyle birlikte okunacak bir eser.

Bülent Şık’ı gıda güvenliğiyle ilgili yazılarından ve Sağlık Bakanlığı’nın halktan gizlediği kanser araştırmasını, yargılanma riskini de göze alarak yaptığı açıklamasından hatırlayacağınızı biliyorum. Kitapta da yaşamımızı tehdit eden ve normalleştirilen birçok uygulamanın zararları, riskleri yer alıyor. Pestisitlerden laboratuvar etine kadar merak ettiğiniz birçok konu ayrıntılı bir şekilde ele alınmış. En önemlisi de, Bülent Şık bunları kendi hayatının akışı içerisinde anlatabilmeyi başarmış. Kitabı okurken kendi kendinize sorular soruyor gibisiniz. Ekolojiye giriş ve sorunlarla yeniden tanışmak için bir dizi okuma yapmaya niyetlendiyseniz, önce “Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikayeler”le başlamanızı öneririm.

Sorgulama

Sorunları öğrendiniz, ekolojiye duyduğunuz ilgi arttı. O zaman ikinci kitaba geçebilirsiniz. Fikret Başkaya uzun zamandır ekoloji ve iklim kriziyle ilgileniyor, yazılar yazıyor. “Başka Bir Uygarlık İçin Manifesto”, “Eko-Sosyalist Paradigma” ve “Gençlerle Başbaşa İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım”dan herhangi biri ikinci kitabınız olabilir. Sizi kapitalizmin sağlam bir eleştirisi ve eko sosyalizme dair fikirler bekliyor. Tüm kitaplarında sorunların detaylı analizleri de var. Gençlerle Baş Başa kitabı sorularına yanıt arayanlar için okuması kolay ve düşünmeye sevk eden bir çalışma. 

Başkaya, söyleşi tarzındaki bu kitapta iklim krizinden GDO’ya kadar birçok çevre sorununa değiniyor. Benim en çok dikkatimi çeken ise yeşil ekonomi eleştirilerinin olduğu bölüm oldu. Bu eleştirilerin hepsine katılmasam da mevcut sistemin son günlerde sıkça telaffuz ettiği yeşil ekonomi kavramının sorgulanması çok değerli. Ancak, kapitalistlerin tarif ettiği yeşil ekonomi üzerinden bu kavramı eleştirmenin, sosyalizmi Sovyetler Birliği üzerinden eleştirmeye benzeme tehlikesi var. Başkaya’nın kitabında örnek verdiği ve yeşil ekonomiye atfettiği, “işçilerin ve sendikaların ekolojik geçişi engellediği, çevrenin korunmasının ve sürdürülebilirliğinin güçlü devlet gerektirdiği” söylemlerini ben yeşil ekonomiyle bağdaştıramıyorum. Aksine, iklim krizinden çıkmak için kömür madenlerindeki işçilerin adil bir geçişe, başka iş alanlarında çalışma garantisine ihtiyaçları var ve bu ancak güçlü sendikaların desteğiyle yapılabilir. Devletler de özü itibarıyla merkeziyetçi oldukları için başta enerji olmak üzere, üretim sistemlerinin dağıtık, yerelde üretip yerelde tüketen, kooperatif benzeri yapılarla hayata geçirilmesine sıcak bakmazlar. Halbuki tarif ettiğim yeşil ekonomi bunu ister, kamuyu “devlet baba” dan çıkarıp, kolektif yapılara, belediyeler aracılığıyla halkın katılımına açar ve yeşil ekonominin temel taşlarını oluşturur.

Başkaya’nın yeşil ekonomi aracılığıyla doğal varlıkların metalaştırılması tehlikesine ise katılıyorum. Kirleten öder ilkesi caydırıcılıktan çok hasarın aracı gibi kullanılıyor. Gördüğünüz gibi ikinci kitap bizi tartışmalara ve yeni fikirler geliştirmeye itecek nitelikte. Önyargısız ve sıkça soru sorarak okumaya çalıştım.

Eylem

Yaşamı korumak keşke onu anlayıp, sistemi ve kendimizi sorgulamakla üstesinden gelebileceğimiz bir mesele olsaydı. Kapitalizmin vahşileştiği, tüketimin hızlandığı dünyamızda yaşam savunuculuğu direnişi de beraberinde getiriyor. Üçüncü kitap, “Gerze’de Bir Doğa Mücadelesi-Direniş Günlüğü” Ferhat Hançer imzasıyla yayımlandı. Hançer, Gerze’de Anadolu Holding’in kurmak istediği termik santrala karşı duran günlerce süren direnişin neferlerinden biri. Zaferle sonuçlanan bu savunma adeta bir günlük tutar gibi kaleme alınmış. Sadece direnişçilerin yaşadıkları değil, medyaya yansıyanlar, mücadelede yaşananlar, duygular, diyaloglar detaylarıyla anlatılmış. Hukuk mücadelesinden, örgütlenmeye kadar çıkarılacak onlarca ders var. İster direniş dersine çalışan bir öğrencinin ders notu niyetiyle okuyun, ister mücadelenin değerini hafızanıza kaydetme amacıyla. Bilgi ve tartışmalardan çıkan sonuçların hayata geçirilmesi için direnmek zorunda kalabileceğimizi aklımızdan çıkarmadan, Gerze direnişini hatırda tutmakta fayda var.

Ardı ardına üç ekoloji kitabı çok değil mi diyenler olabilir. Sinemeda üçleme oluyorsa, kitapta da ekoloji temalı bir üçleme neden olmasın?

Hayaller Net Sıfır Gerçekler Yerli Kömür

Paris’i onaylayıp 2053 için net sıfır emisyon hedefi belirleyen Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı yıllık
programında ise ilçelere doğalgaz götürülmesi ve yeni kömür sahalarının açılması var.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/7 Kasım 2021

Türkiye 26. kez katıldığı iklim zirvesinde daha önce olmadığı kadar mutlu. Paris Anlaşması asansörüne, asansörün kapısı kapanmadan son anda girdi. Asansöre adımını atar atmaz gideceği katı da söyledi, “2053 net sıfır” dedi. Bunları isteyerek yaptığını söylemek zor ama pazarlık masasından 3,2 milyar doları bulan harçlığı cebine koyarak kalktığını biliyoruz. Bugüne kadar Paris’i onaylamamak için öne sürdüğü şartlar ise orada duruyor. Çerçeve Sözleşmesi’nde, gelişmiş ülke kategorisindeki yeri değişmedi. Daha önce reddedilen gelişen ülkeler arasına alınma talebini de en azından bu toplantı için geri çekti. Yeşil İklim Fonu’ndan yararlandırmazsanız Paris’i hayatta onaylamam diyordu, o konuda da geri adım atmış oldu.

Glasgow’daki Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Toplantısı’nda Türkiye’yi parmakla gösteren ve suçlayan çok olmayacak. Bundan önceki toplantılarda günün fosili ödüllerine aday gösterilen bir Türkiye vardı. Bu yüzden de Türkiye heyeti en mutlu toplantılarından birini yapıyor olabilir. Olabilir ama haberler kötü, bu mutluluk sadece bir hafta daha sürecek. Türkiye’ye döndüklerinde gerçeklerle yüzleşecekler.

Programda doğalgaz öne çıkıyor 

Önümde “2022 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı”nın enerji bölümü var. Bölüm, Sakarya’da bulunan doğalgaz rezervleriyle başlıyor ve hidrokarbon kaynakları bakımından zengin olmayan Türkiye’nin makus talihinin değişeceği iddia ediliyor. Hidrokarbon dediğiniz, bizim mahallede fosil yakıtlar denen, iklimi değiştiren kömür, petrol ve doğalgaz. Sakarya ile başlayan doğalgaz övgüsü, nüfusu 20 binden fazla ilçelere doğalgaz ulaştırma planlarıyla devam ediyor. Glasgow’da ise kendi enerjisini yenilenebilir kaynaklardan üreten net sıfır binalar konuşuluyor. Türkiye’nin amacı bundan sonra yaptığı her binada enerji tüketimini en aza indirmek ve doğalgaz bağımlılığı yaratmamak olmalı. Cumhurbaşkanlığı programı ise neredeyse her eve doğalgaz götürmekten bahsediyor.

Başka dünyaların insanları

2022 programı sadece doğalgaz çıkarıp her eve götürmekten ibaret değil. Birkaç gün önce onlarca ülkenin “elveda” dediği kömür konusunda da yeni yatırımlar içeriyor. Türkiye Kömür İşletmeleri bünyesindeki bir linyit sahasının elektrik üretimi için projelendirileceği programda yazıyor. Yani yeni kömürlü termik santralların kurulması hedefleniyor. Programı yazanlarla, 2053 için “net sıfır emisyon” hedefi açıklayanların ayrı ayrı dünyalarda yaşadığı olasılığı güçleniyor. Kesinlikle uzayda hayat var çünkü bu iki hedefi yazanların aynı gezegende olması mümkün değil.

Yenilenebilirin payı düşecek

Programdaki elektrik üretimiyle ilgili hedefler kısmı da bir garip. Yerli ve ithal kömürün 2022 hedeflerini görmek mümkün değil. Onun yerine yerli kaynaklardan üretilen elektrik enerjisi diye bir bölüm açılarak içine rüzgardan kömüre, hidroelektrikten jeotermale her şey konulmuşa benziyor. Yine de iklim aleyhine şu üç veriyi görebiliyoruz. 2020’de yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğin payı yüzde 42,3’tü. 2022’de yüzde 39,6’ya düşecek. Doğalgazın payı da yüzde 23’ten 24’e çıkacak. Kişi başına düşen elektrik enerjisi tüketimi de artacak. Bunların hiçbiri iklimi korumaya dair bir politikanın parçası olamaz. İklimi korumak istiyorsanız yenilenebilir enerjinin payını artırmak, kömür ve doğalgazdan çıkmak, enerjiyi de daha verimli kullanarak az tüketmek zorundasınız. Görünen o ki, Cumhurbaşkanlığı Programı Paris’e çakılan selamdan nasibini almamış.

Cumhurbaşkanlığı Programı ve resmen 10 Kasım’da yürürlüğe girecek Paris Anlaşması arasındaki tutarsızlık düşündürücü. Türkiye, Paris Anlaşması’na taraf olup, 2053 yılı için net sıfır emisyon taahhüdü verirken bunu nasıl yapacağını düşünmemiş olabilir mi? Net sıfır emisyon, atmosfere bıraktığınız emisyon miktarı kadarını başta ormanlar olmak üzere yutak alanlarınızla tutmanız demek. Seragazı salımı yapıyorsunuz ama ürettiğinizle tuttuğunuz birbirini sıfırlıyor. Toprak, turba, okyanus ve en önemlisi ormanlar yutak alanlarımız. Ormanlar fotosentez yoluyla karbondioksiti depolayabiliyor.

Yüzde 80 azaltım gerekiyor

Şimdi gelin ufak bir hesap yapalım. Türkiye’nin 2019 yılı emisyonları 506 milyon ton karbondioksit eşdeğeri. Yutak kapasitesi ise 84 milyon ton. Net sıfıra ulaşmak için 422 milyon ton seragazı azaltımı yapmamız gerekiyor. Başka bir deyişle önümüzdeki 30 yılda emisyon miktarını yüzde 80 oranında azaltmamız lazım. Yutak miktarını büyük oranlarda artırmak mümkün değil. En iyi zamanımızda 100 milyon ton civarına ulaşmış, o seviyeye gelsek bile geriye azaltılacak 400 milyon ton kalıyor. Açtığınız her kömür santralı, doğalgaz bağladığınız her ev işimizi daha da zorlaştıracak. Bir yandan yerli kömür diyeceksiniz, enerji tüketen evler yapacaksınız, ulaşımı bireysel araçlarla, havayoluyla halletmeye çalışacaksınız bir yandan da net sıfır hedefi koyacaksınız. Tutarlı değil elbette.

2053 hedefinin hesabı yok

İlginç bir nokta daha var. Her ülke gibi Türkiye de Paris Anlaşması’nı imzalarken emisyonlarını nasıl sınırlandıracağını gösteren bir beyan verdi. Bu beyan, Türkiye emisyonlarını 2030’a kadar bugünkü 506’dan 929’a kadar çıkarmasına olanak sağlıyor. Azaltmaktan değil artırmaktan bahseden zayıf bir beyndı 2016 yılında verdiğimiz. Neyse ki bu hedefler beş yılda bir güncelleniyor ve Türkiye yeni bir beyan (taahhüt) hazırlayacak. Türkiye’nin İklim Değişikliği Başmüzakerecisi Mehmet Emin Birpınar, BBC Türkçe’nin sorularını yanıtlarken (28 Ekim 2021) yeni beyanın hazırlanmasının bir yılı bulacağını vurguladı. Yani, beyan hazır değil. Türkiye’nin nasıl bir yol haritası izleyeceği henüz ortada yok ama 2053 hedefi var. 2030, 2040 hedefi olmayan bir ülke nasıl oluyor da 2053 net sıfır hedefi verebiliyor, anlamak mümkün değil. Belli ki Paris’i onaylama işi çok aceleye geldi veya son ana bırakıldı; 2053 denilerek işin içinden çıkıldı.

Neden 2053 derseniz, onu da bilmiyoruz. Cumhuriyetin kuruluşunun yıldönümü diyenler var ama ben İstanbul’un fethinin 600. yılına denk geldiği için seçildiğini düşünüyorum. Ne de olsa Fatih İstanbul’u fethederken gemileri karadan götürmüş, o zaman motorlu araç olmadığı için de sıfır emisyonla İstanbul’un fethini tamamlamıştı... Şaka bir yana, umudum bu absürd durumun bir an önce son bulması ve Türkiye’nin seragazı emisyonlarını azaltması elbette ama çıkıp kral çıplak demezsek o iş de olmayacak.

Ne Paris’le oluyor ne de Paris olmadan

Türkiye’nin imza atarken verdiği Ulusal Katkı Niyet Beyanı resmiyet kazandı ve hedefi oldu. Bu hedef, Türkiye’nin seragazı emisyonlarının 2030'da 929 milyon tonun altında kalması gerektiğini söylüyor. 

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/17 Ekim 2021

Paris Anlaşması’nın onaylanmasıyla iklim krizi yine konuşuluyor. Daha önce kopan dev bir buzul, selin vurduğu bir kent, Hollywood’un yaptığı bir film veya iklim değişikliği bizansın oyunudur diyerek sahnede yer bulmaya çalışan kişilerin haberleriyle karşımıza çıkardı. İklim krizini artık Türkiye’nin hedefi, uluslararası müzakereler penceresinden konuşmaya başladık. Elbette kafalar karışık, “seragazı emisyonlarında tarihsel sorumluluğu neredeyse bulunmayan Türkiye”den, nasıl oldu da bir anda “Küresel hiçbir soruna, krize, çağrıya kayıtsız kalmayan Türkiye, iklim değişikliği ve çevrenin korunması hususlarında da üzerine düşenleri yapacaktır” noktasına geldik anlamak zor. Merak edenlere söyleyelim, iki konuşma da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait; ilki 22 Nisan 2021’deki Dünya İklim Zirvesi’nden, ikincisi ise 21 Eylül 2021’deki Birleşmiş Milletler konuşmasından.

İklim krizindeki bu ani politika değişikliğinin bakanlardan gazetecilere kadar uzanan örneklerini izlemek oldukça keyifli ancak biz Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olmasıyla neler değişti ona bakalım. Zaman kıymetli. Öncelikle AKP hükümetinin bu anlaşmaya taraf olma konusunda aslında çok da istekli olmadığını unutmayalım. Zaten tersi olsaydı Türkiye anlaşmaya taraf olmak için beş yıl beklemez, 197 ülke içinde anlaşmayı onaylayan 192. ülke olmazdı.

Türkiye fikrini neden değiştirdi?
Türkiye iklim konusunda elini taşın altına koymak için hep finansal destek şartını öne sürüyordu. Onay kararından kısa bir süre sonra çıkan haberler, Türkiye’ye 3 milyar doları aşan bir kredinin Dünya Bankası, Fransa ve Almanya finansmanıyla verileceğini söylüyor. Bu da muhtemelen Türkiye’yi masaya geri döndüren nedenlerden biri oldu. Halkı kuyrukta, aç durumdayken “refah içindeki” Türkiye’ye kredi veren bu ülkelerin yöneticileri, kendi halklarına nasıl hesap verecek o ayrı bir konu.

AB Yeşil Mutabakat süreci, sınırda karbon vergisi uygulamaları gibi Paris Anlaşması ve iklim kriziyle mücadele sürecinin dışında kalan ülkelere getirilecek ek yükler, başta ihracatçılar olmak üzere herkesi telaşlandırdı. İş dünyası da hükümete anlaşmanın onayı için baskı yapmaya başladı. Halkın yaşanan iklim krizi kaynaklı afetler sonrasında “çözüm için hükümet ne yapıyor” diye sorması, sivil toplum örgütlerinin çağrıları, 25 bin kişi ve 38 kurumun desteklediği imza kampanyası Türkiye’yi anlaşmaya taraf olmaya götüren diğer nedenler olarak sıralanabilir. Glasgow toplantısı sonrası Türkiye’nin müzakere sürecinde gözlemci ülke konumuna düşeceğini de unutmayalım.

Taraf olduk şimdi ne olacak?

Paris Anlaşması’nın ana hedefi belli. Dünyanın ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı 1,5 derece ile sınırlamak, bu başarılamazsa 2 dereceyi aşmamak. Sanayi öncesi döneme göre gezegen 1,2 derece daha sıcak. Fazla zaman yok. Anlaşma, bu hedeflere ulaşmak için ülkeleri göreve çağırıyor, onlara ayrı ayrı hedef koymuyor ancak her ülkenin kendi iradeleriyle belirledikleri seragazlarını sınırlama hedeflerinin toplamda 1,5 derecenin altında kalmasını istiyor. Türkiye’nin anlaşmaya imza atarken verdiği Ulusal Katkı Niyet Beyanı da artık resmiyet kazandı ve Türkiye’nin hedefi oldu. Bu hedef bize, Türkiye’nin toplam seragazı emisyonlarının 2030 yılında 929 milyon tonun (CO 2 eşdeğeri) altında kalması gerektiğini söylüyor. 2019 yılında toplam seragazı emisyonumuzun 506 milyon ton olduğu düşünülürse Türkiye’nin iklim için hiçbir şey yapmasa bile bu hedefi tutturacağını söyleyebiliriz. Emisyonları iki kata yakın artırmak gibi absürt bir hedefe ulaşmak pek zor olmasa gerek. Oldukça zayıf bir hedeften, seragazı emisyonunu azaltmaktan değil artırmaktan bahsediyoruz. Elbette bu hedefin iklim krizini durdurmaya bir katkısı yok, güncellenmesi gerekiyor.

Dünya ne durumda?
Diğer ülkelerin hedeflerinin de çok parlak olmadığının altını çizelim. Hepsini toplayınca 2,5; çok iyimser olursak 2,1 dereceye kadar giden bir sıcaklık artışından bahsediyoruz. 1,5 hedefi uzak ama 2 derece için umut var. O yüzden de anlaşmaya taraf her ülkeden beyanlarını güncellemeleri ve iyileştirmeleri isteniyor. Bu zaten Paris Anlaşması’nın koşullarından biri. Ülkeler beş yılda bir bunu yapmak zorunda ve Türkiye de güncelleyeceğini açıkladı. Tahminim, Kasım sonunda Glasgow’da yapılacak 26. Taraflar Toplantısı’yla süreç hızlanacak ve güncellemeler tamamlanacak. Şu ana kadar anlaşmaya taraf 192 ülkeden 113’ü ilk güncellemesini yaptı. İyi haber istiyorsanız onu da verelim. Aralarında ABD, Japonya, Çin, Birleşik Krallık ve AB’nin de bulunduğu birçok ülke eskisine oranla daha güçlü bir hedef verdi ya da vereceğini söyledi.

Evimizdeki buzdolabı değişecek mi?
Ülkeler hedeflerini belirledikten sonra o hedefe nasıl ulaşacakları kendi bilecekleri iş. Kömür santralları gibi adeta birer emisyon fabrikası olan işletmelerden vazgeçmeleri neredeyse zorunluluk. Doğalgazı ısıtmada tutup, ulaşımda yenilenebilir enerjiyle şarj olan elektrikli araçlara yönelmek bir seçenek. Binaların ve sanayinin enerji verimliliğini artırıp, birkaç doğalgaz santralını açık bırakmak da mümkün. Önemli olan bu eylemlerin sonucunda seragazı emisyonunuzu taahhüt ettiğiniz rakamlara getirmek ve elbette orta vadede sıfırlamak veya en aza indirmek. Paris nasıl yaptığınızla değil, sonuçla ilgileniyor. Enerji verimliliğini öne çıkaran bir ülkede, hedeflerin yüksek olması durumunda değişimin evlerdeki beyaz eşyalara kadar uzanacağını, çok yakan araçlara sınırlama getirileceğini, sanayide daha verimli motorların kullanılacağını öngörebiliriz. Çünkü elektrifikasyon gibi önemli değişimler kaçınılmaz görünüyor. Türkiye gibi yapabileceğinden daha azını vaat eden bir taahhüt verilirse hiçbir şey değişmeyebilir. Bu yüzden de Türkiye’nin güncelleyeceği Ulusal Katkı Beyanı’nda değişime zorlayacak bir hedefin belirlenmesi için uğraşmalıyız.

Paris +
Paris Anlaşması küresel bir soruna küresel bir çözüm bulmak için ülkeleri pazarlık masasına oturtan elimizdeki tek araç. Onsuz olmaz, onunla olacağı da kesin değil. Anlaşma bilimle uyumlu ancak adil dönüşüm, zengin ülkelerin sorumlulukları, gezegenin kapasitesi gibi konularda eksik kaldığı nokta çok. Mevcut düzenin bir eleştirisi değil her şeyden önce…

Bu yüzden de her ülkenin hatta işletmelerin, belediyelerin kendi “Paris Anlaşması”nı yaratıp, hedefler belirlemesi, emisyon azaltım hedeflerini sadece teknolojik dönüşüme bağlamadan sosyal ve adaletli bir çözüm üretmeleri çok önemli. Seragazı emisyonlarının azaltımı sadece güneş panellerinden geçmiyor. Çalışma saatlerinin düşürülmesi, lüks tüketimin teşvik edilmemesi, organik tarıma geçiş, et tüketimi ve silahlanma harcamalarının azaltılması gibi eylemler bizi küresel hedeflere çok daha kolay ulaştırabilir. Bir “Paris ve fazlası” akımına (Paris + diyebiliriz) ihtiyaç var. Görünen o ki, sivil topluma yine büyük iş düşecek.

Amerika’dan kaçarken Rusya’ya tutulmak

Dış politikadaki manevraları sürekli yön değiştiren Türkiye’nin, ABD ve Batı’dan uzaklaşmasını Rusya fırsata çeviriyor. Türkiye’nin hem askeri konularda hem de enerji gibi stratejik öneme sahip alanlarda Rusya’ya bağımlılığı artıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Ekim 2021  

2020 yılında Türkiye’nin ithal ettiği doğalgazın yüzde 33,5’i Rusya’dan alındı. Son yıllarda
Azerbaycan’dan daha fazla gaz alınmaya başlasa da Rusya hâlâ Türkiye’nin bir numaralı gaz tedarikçisi. Türkiye’nin tarihinde en çok gaz ithal ettiği 2017 yılında, 55 milyarlık ithalatın yüzde 52’si Rusya’dan yapılmıştı. 2020’de ithalat 48 milyar metreküpe düştü. Doğalgaz kullanımı arttıkça Rusya’dan gelen boru hatlarının kapasitelerinin de müsait olması nedeniyle bu payın yükseleceğini söyleyebiliriz. Doğalgaz ithalatının hepsi boru hatlarıyla yapılmasa da, spot piyasadaki fiyatlar, nakliye ve uzun dönemli kontratlar gibi etkenler Rusya, İran ve Azerbaycan gibi boru hatlarıyla Türkiye’ye gaz gönderen ülkelere avantaj sağlıyor. Kısaca özetlersek, doğalgaz ithalatımızın üçte birini karşılayan Rusya, bu alanda ipleri elinde tutacağa benziyor.

Doğalgaz ve petrolde Rusya faktörü

Sınırlı doğalgaz kaynağına sahip Türkiye, doğalgaz talebinin yüzde 1’inden azını kendi sahalarından karşılayabiliyor. Doğalgazda dışa bağımlılığımız yüzde 99. Petrolde ise dışa bağımlılık yüzde 90’lar civarında. Petrol ithalatı yaptığımız ülkelere baktığımızda Rusya Devlet Başkanı Putin’in hafifçe gülümseyerek bize baktığını görebiliyoruz. Çünkü Irak’tan sonra en çok petrol alımı yaptığımız ülke Rusya. İthal petrolün yüzde 21’i Rusya’dan geliyor. Rusya’nın coğrafi yakınlığı, petrol ve doğalgaz rezervlerinin büyüklüğü Türkiye için onu cazip bir satıcı yapıyor.

İthal kömürde de Rusya

Her gün yerli kömür türküleri söyleyip güne başladığımız için Türkiye’nin çok kullandığı bir başka fosil yakıttan, kömürden iyi haberler bekleyebilirsiniz. Beklemeyin. Kömürden gelen haber de kendisi gibi kara. Türkiye’nin kömür ithalatında birincilik Kolombiya’da olsa da Rusya bu alanda da kürsüye çıkmayı başarıyor. En çok kömür ithal ettiğimiz ikinci ülke Rusya’nın toplam ithalatımızdaki payı yüzde 34,4. Türkiye ithal kömürle çalışan termik santral yapmaya devam ettikçe aralarında Rusya’nın da bulunduğu ülkelerin payı artacak. Düne kadar Paris İklim Anlaşması’nı onaylamayacağını söyleyen Türkiye’nin niyeti de daha fazla kömür santralı yapmaktı. Paris Anlaşması onaylandıktan sonra Türkiye başka bir yola girer mi; onu bekleyip göreceğiz. Girmezse kömürde de Rusya ile ilişkiler devam edecek demektir.

Türkiye’nin enerji sektörünün, fosil yakıt dediğimiz petrol, kömür ve doğalgaza bel bağladığını hatırlatalım. Doğalgaz ve ithal kömürle çalışan santralların elektrik üretimindeki payı 2020’de yüzde 43’tü. Kurulu güç kapasitelerine bakarsak bu oranın elektrik talebinin artması durumunda daha da yukarılara çıkacağını söyleyebiliriz. Kömür ve doğalgaz ithalatında Rusya tartışmasız en önemli tedarikçi. Bir başka deyişle Türkiye’nin elektrik üretiminde kritik bir role sahip.

Akkuyu ile elektrik piyasasında söz sahibi olacaklar

Elektrik enerjisinde Rusya’ya bağımlılık bununla da sınırlı değil. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) bütün uyarılara rağmen inatla yaptırmaya devam ettiği Akkuyu’daki nükleer santral da Rusya’ya ait. Kömür ve doğalgaz ile elektrik piyasasına dolaylı erişim sağlayan Rusya, Akkuyu biter ve çalışırsa doğrudan bir oyuncu olarak da karşımıza çıkacak. TEİAŞ’ın (Türkiye Elektrik İletim A.Ş.) dağıtım şirketlerinin verilerini de ele alarak yaptığı talep tahminlerine bakar ve gerçekçi kabul edersek, 2027 yılında Türkiye 362 milyar kWh elektrik tüketecek. 2027, Akkuyu nükleer santral projesi iptal edilmezse santralın dört reaktörünün de çalışacağı ve tam kapasitede üretim yapacakları yıl. Rus şirketin iddiasına göre yılda 35 milyar kWh elektrik üretilecek. Bu da, TEİAŞ’ın tahmin ettiği talebinin yüzde 10’unun Akkuyu’dan karşılanacağı anlamına geliyor. Elektrikte ithal kömür, doğalgaz üzerinden Rusya’ya bağımlılığımız az gelmiş olacak ki, devlet büyüklerimiz bir de nükleer santral üzerinden bağlanalım demişler.

Bilmeyenler ya da duymak istemeyenler için hatırlatalım. Akkuyu’da yapımı süren santralın hisselerinin yüzde 100’ü Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı. Mevcut iktidarın Rusya ile yaptığı anlaşmada açıkça belirtildiği gibi, Rus tarafı istese de hisselerinin yüzde 49’undan fazlasını satamıyor. Bu yüzden de 60 yıl çalıştırılması planlanan santralda 60 yıl boyunca söz sahibi hep Rusya olacak. Malum, biz gönlü bol bir milletiz. Köprülerde, otoyollarda yaptığımız jestleri Akdeniz’in en güzel kıyılarından birine nükleer santral yapan Rusya’dan da esirgemedik. Rusya’nın santralının üreteceği elektriği, 15 yıl boyunca kilovatsaati 12,35 dolar sentten almak üzere garanti de verdik. İhtiyaç olsun ya da olmasın, santralın ürettiği elektrik alınacak. Köprüden geçsek de geçmesek de ücreti ödüyoruz; aynı hesap.

Nükleer santral elektrik fiyatlarını artıracak

Bu alım garantisi hafife alınacak bir iş değil. Öncelikle, verilen alım garantisi piyasa fiyatının yaklaşık 4 katı. Türkçesi şu, piyasada 3 sente elektrik bulsak da biz 12 sente Akkuyu’dan alacağız. Yeni ihalesi yapılan rüzgar ve güneş santrallarında ortaya çıkan fiyatın da 3 sent civarında olduğunu düşünürsek, güneş santralından alacağımız aynı elektriği nükleerden 4 kat pahalıya alacağımız görülüyor. Bu da haliyle evdeki elektrik faturasından fabrikalara kadar tüm hayatı etkileyecek.

Türkiye, petrolden doğalgaza, kömürden elektriğe enerjide her alanda Rusya’ya bağımlı hale geldi. Siyaseten Batı’dan uzaklaşan AKP iktidarının çareyi Rusya’ya yaklaşmakta bulması, enerji alanında yeni sorunlara da yol açıyor. Soçi’den dönüşte Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Putin’e iki nükleer santral daha yapma hedefleri olduklarını söyleyerek, bu iki santralı Rusya ile yapmayı teklif etmesi bu sorunlardan sonuncusuydu. Rusya’nın iki yeni nükleer santral yapmak için yeterli finansmanı var mı tartışılır. Eğer bu hatada da ısrar edilirse, Türkiye elektrikte de Rusya’ya yüzde 20-25 oranlarında (o günkü talebe göre değişebilir) bağımlı hale gelecek. Kömür ve gaz üzerinden elektrik piyasasında yaşadığımız dolaylı bağımlılık, nükleerle doğrudan bağımlılığa dönüşüyor.

Enerjide bağımlılıktan kurtulmanın yolu sistem değişikliği

Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmak bir dış siyaset meselesinden çok ekonomik sistemde dönüşüm meselesi artık. Batı ile ilişkiler ilerleyince kömürü Avustralya’dan almak veya nükleer santralda ısrar edip onu ABD’ye yaptırtmak bağımlılık sorununu çözmez sadece “kime bağımlı olduğumuzu” değiştirir. Yapmamız gereken, enerjide bağımsızlığı makul seviyerele çekmek olmalı. Sürekli çalışarak piyasayı domine eden baz yük santrallara dayanan, aslında doğalgaz, kömür ve nükleer santralları kurtarma modeline dönüşen bu enerji üretimi sisteminden vazgeçip, üretimi yerelde (evde, okulda, tüketimin olduğu yerlerde) ve küçük santrallarla (kooperatiflerle, kamuyla, belediyelerin ön ayak olduğu girişimlerle) yapmaya başlamazsak, bir şirketin ya da ülkenin elindeki santrallara mahkum oluruz. İthal edilen enerji kaynaklarının fosil yakıtlar, dolayısıyla iklim krizine yol açan kömür petrol ve doğalgaz olduğunu da düşünürsek nihai hedefin hem ekonomi hem de yaşam için ithalatı sıfırlamak olduğunu hepimiz görürüz. İyi haber şu; bu mümkün.

Güneş cumhuriyetnin kurulmasıya birlikte hidrojen enerjisinin kullanımının artması, enerji cimri binaların hayata geçirilmesi, ulaşımda raylı sistem, toplu taşıma ve bisiklet gibi araçların yaygınlaştırılması, çalışma saatlerinin düşürülmesiyle tüketimin azaltılması, bizi Rusya veya başka bir ülkeye enerji alanında bağımlı olmaktan kurtarabilir.

Thor kendini ağaca zincirlerse

Hayal dünyasının özgürlüğüne sığınmaya çalıştığımız şu günlerde, bir Norveç dizisi Ragnarok’ta Thor, çekiciyle çevreye zarar veren insanüstü güçlere sahip bir aileyi durdurmaya çalışıyor. Ortaya, mitoloji ve günümüzün sorunlarının harika bir birleşimi çıkıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/19 Eylül 2021

Thor’un çekicinden bugüne kadar nasibini almayan kalmadı desek yeridir. Evrendeki birçok canlıdan Kaptan Amerika’nın kalkanına kadar onun kudretli gücüne tanıklık etmeyen adeta yok. Norveç’in gözden ırak bir kasabasında ise Thor’un çekici “Mjolnir” ile yüzleşme sırası, ülkenin en zengin şirketlerinden birinin sahibi Jutul ailesine geliyor. Norveç’in endüstri devi Jutullar, bu gözden ırak kasabada, gözden ırak olmanın keyfini doğaya ve insanlara acı çektirerek çıkarıyor. Kimyasallar kasabanın sularını kirletecek şekilde, yasaları hiçe sayarak doğaya bırakılıyor. Paranın gücü onları kasabanın adeta hakimi yapmış. Filmdeki tek çevre sorunu toksik atıkların doğaya bırakılması değil. İklim krizi de dizi boyunca izlemeye doyamadığımız, bizlere nefes aldıran etkileyici dağ manzarasının bulutlara yakın kısmında gizlenmiş. Dağlardaki buzullar iklim krizi nedeniyle eriyor ve kasabada bunu fark eden ya da umursayan çok az kişi var.

Mitolojiden esinlenerek zekice kurgulanmış

“Doğaya acı çektiren” dediğimiz Jutullar aslında İskandinav Mitolojisi’nin devleri ya da uzun boylu yaratıkları. Norveç’te “jötül” kelimesi, biraz eski olsa da “dev” anlamına geliyor. Mitolojide bazen oldukça garip, tuhaf bazen de olabilidiğince güzel şeklinde tanımlanan bu devleri bizim dünyamızda zaman zaman zengin bir aile ve iş insanı kılığında, zaman zaman da tüm vahşilikleriyle görüyoruz. Bu benzetme bile dizinin zekice planlandığının başlı başına bir göstergesi.

Aynı zeka, Thor ve Loki karakterlerinde de kendini gösteriyor. Annesine bağlı, kendine güvenmeyen, psikolojik sorunlara sahip Magne (Thor), aynı zamanda dürüstlük ve doğruluk konularında olumlu özelliklere sahip. Thor ile cinsel kimliğini anlamaya, aynı zamanda kasabadaki gençler arasında kendine yer edinmeye çalışan Loki (Laurits) arasındaki ilişki her ailede yaşanabilecek bir dramı anlatıyor. Evin yükünü tek başına çeken annenin bu kadar karmaşık sorunlara ayıracak vakti ne yazık ki yok. Loki de Thor da sorunlarını çözmek için aile dışından destek almak zorunda. Thor ile Loki arasındaki çelişki, ayrı babadan dünyaya geldikleri için tek varlıkları annelerine karşı duydukları karmaşık hisler, günümüz dünyasının ve Kuzey Avrupa aile yapısının içinde başarılı bir şekilde anlatılıyor. Söylenecek daha fazla söz var elbette ama izlemek isteyenler için her şeyi de anlatmayalım.

Modern yalnızlıkların ilacı dayanışma

Netflix’teki Ragnarok dizisini, aile ve toplum içindeki ilişkilerin Norveç’e kıyasla Türkiye’de daha “sıcak” ve o nedenle de bir o kadar “yakıcı” olduğunu düşünerek izleyebilirsiniz. Bu biraz da sizin, aileniz ve toplumla kurduğunuz ilişkilere bakarak yapabileceğiniz öznel bir gözlem olur. Dizide Jutul ailesine çevreye verdikleri zarar nedeniyle karşı çıkma cesaretini gösteren Isolde ve onun uzun süren yalnızlığı ise sanırım evrensel bir kabule sahip. Isolde, balıkların ölümünden yola çıkarak, suyun kirlendiğini ve kirleteni bulur. Youtube üzerinden sesini duyurmak isteyen ekolojist Isolde’nin en büyük çelişkisi ise aşık olduğu kadının da Jutull ailesinden olması. Isolde Thor’un kasabaya ısınmasını sağlasa da bir tanrının yalnızlığına son veremeyecek kadar insandır.

İşi tanrılara mı bırakmalı?

Mitolojideki iyi ile kötünün savaşını, günümüz koşullarında ve olabildiğince sadeleştirerek günlük hayatımıza uyarlama fikri nedeniyle hem dizinin yazarlarını hem de yönetmenlerini tebrik etmek gerek. Doğaüstü güçlerin hayattaki yansımaları oldukça düşündürücü. Doğaüstü güçlere sahip bu canlıların mücadelesinde “normal insanın” zayıflığı, kayıtsızlığı ya da çaresizliği ise çevre sorunlarının neden daha etkin bir şekilde çözülemediğinin bir işareti sanki. “Doğaya zarar veren ve korumaya çalışan insanların sıradışı olması ve önderlik özellikleri, mücadelenin kitleselleşmesi engelleniyor mu” sorusu iyi bir tartışma konusu elbette. Gezi direnişi örneğinde olduğu gibi, başarının bir lider yerine herkesin lider olduğu zaman geleceğine inananlar olduğu gibi Greta’nın ardından gitmeyi tercih edenler de var. Thor’un şimşeklerinin gürültüsü haliyle herkesin dikkatini çekiyor ama dizide de olduğu gibi Jutul Ailesi’nin geri adım attığı anların çoğunda kasabanın birlik içinde harekete geçtiğini görüyoruz. Norveç’in dağ kasabasından bize düşünmek üzere bırakılan konulardan biri bu olsa gerek.

Devler sonsuza kadar gizlenemez

Filmde devlerin (jötul ya da giant) ekonomik güçleriyle medya ve siyaseti nasıl manipule etmeye çalıştıklarına da tanıklık ediyoruz. İyilerin, bu oyunlara alet olması, kötülerin içinde de bir iyiliğin bulunması artık kanıksadığımız gerçekler. Günümüz Türkiye’sinde de onlarca dev ile mücadele ettiğimizi biliyoruz. Siyasete ve medyaya uzanan uzun elleriyle, tehlikeye dikkat çeken Isolde ile kendileri arasında kalan kitleyi ikna etmeye ya da daha açık bir deyişle, kandırmaya çalışıyorlar. Doğadaki yıkım evlerinin önüne, musluktan içilen suyun kirlenmesine, evdeki insanların hastalanmasına uzanınca parlak takım elbiseler, lüks arabalar ve kudretli güç arkasına saklanmış yakışıklı ve güzel insanların bir anda dünyanın en karanlık ve çirkin yaratıklarına dönüştüğünü görüyoruz. Bu bazen bir telefon konuşmasında halka küfrederken ortaya çıkıyor bazen açık kalan bir mikrofondan duyuluyor. Bazen ayrı düşmüş bir suç örgütü liderinden bazen de vicdan ile yapılan muhasebeden çıkan bir itiraftan öğreniyoruz. Thor’un bile kafasını karıştıran, onun ailesini bile etkileyen bu devlerin toplumun genelince kınanması ve cezalandırılması kolay bir süreç değil.

Mitolojideki kıyamet iklim krizi mi?

Ragnarok, İskandinav mitolojisinde kıyamet gününü anlatıyor. Kıyamet günü, tanrı ve insanların kötüyle savaşı… Bu savaştan galip çıkan yok aslında, kötülerin iyilerle beraber neredeyse tüm yaşamı yok ettiği ve yeni  bir düzenin kurulduğu bir kıyamet senaryosu bu. Dizide iklim krizi sorununun birçok meseleyi açığa çıkartan veya başka sorunları da tetikleyen bir ana unsur olduğunu düşünürsek, Ragnarok’un kendisinin iklim krizi olduğunu da söyleyebiliriz. İklim krizini durduramazsak, ona neden olan devler ya da jötullar da dahil olmak üzere tanrı ve insanların da yok olduğu, yerine kalanların bambaşka bir düzen kurduğu bir başka gelecekten bahsediyoruz. Thor’un tanrısal güçlerinin bile durduramayacağı fırtınalar bizi bekliyor. Kötü ve iyinin hayal gücünden öte bir felaket Ragnarok. Durdurmak için herkesin elindeki çekici fırlatma, hepimizin Thor olma zamanı geldi.

***

Üçüncü sezon geliyor mu?

Ragnarok dizisini yaratan Emilie Lebech Kaae (hikaye) ve Adam Price’a yönetmenler: Mogens Hagedorn, Jannik Johansen ve Mads Kamp Thulstrup eşlik etmiş. Altışar bölümden 2 sezonu yayınlanan dizide Magne’yi David Stakston, Laurits’I Jonas Strand Gravli, Fjor’u Herman Tommeraas ve Saxa’yı Theresa Frostad Eggesbo oynuyor. 2020’de gösterimine başlanan ve 2021’de son bölümü yayınlanan dizinin 3. sezonu için henüz tarih verilmedi ancak IMDB’de aldığı 7,5 puan ve son aylarda devamının çekileceğine dair yayılan söylentiler yakında tarihin açıklanacağı umudunu güçlendiriyor.

Varsayalım iklim krizi yok

Türkiye ısınmanın en kuvvetli yaşandığı bölgede yer alıyor. Bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün.

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/8 Ağustos 2021

İnsanların, fosil yakıt dediğimiz kömür, petrol ve doğalgaz kullanımıyla birlikte son 150 yılda
yürüttükleri “modern toplum” faaliyetleri iklimi krize soktu. Küresel ısınmaya neden olan seragazı emisyonlarından karbondioksiti hapsetme özelliğine sahip ormanlar tarım, hayvancılık ve yerleşim için talan edilirken, kentleşme, endüstriyel faaliyetler, ulaşım ve fosil yakıtlara bağlı enerji tüketimi atmosferdeki seragazı emisyonlarını tarihte hiç görülmediği kadar artırdı. Dünya 1,2 derece ısındı.

Dünyanın ısınmasıyla değişen iklimler aşırı hava olaylarının sıklığı ve şiddetini artırıyor. Yağışlar sertleşiyor, sıcak hava dalgaları uzuyor, hortumlar şiddetleniyor, orman yangınlarının sayısı artıyor. Bildiğimiz her şeyi unutma çağındayız. Felaketler eski felaketleri aratıyor. Kısaca yaşananı ve yaşayacaklarımızı böyle özetleyebiliriz. İçinde bulunduğumuz yaz aylarından bir örnek vereyim. Ortalama yüzey sıcaklığındaki 1,2 dereceyi bulan artış 1,5 dereceyi geçerse, dünya nüfusunun yüzde 14’ü en geç beş yılda bir şu anda yaşadığımız benzeri sıcak hava dalgalarından birine maruz kalacak. İki dereceyi geçerse dünya nüfusunun yüzde 37’si aynı kaderi paylaşacak.

Türkiye kritik bölgede


Türkiye de ısınmanın en kuvvetli yalandığı bölgede yer alıyor. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki artış 1,5 dereceyi bulduğunda Türkiye’de bu artış 2 dereceyi bulacak. Her sıcaklık artışını en çok hisseden bölgelerden birinde yaşıyoruz. Yazın bir hafta sürmesine alıştığınız 40 derecenin üstündeki sıcak hava dalgasının 2-3 hafta ve alışılmışın 4-5 derece üstünde sürdüğünü düşünün. Yaşanan benzer sıcak hava dalgalarının geçmişte, başta kronik rahatsızlığı olanlar ve yaşlıların hayatını alıp götürdüğünü biliyoruz. Kuraklıkların, su sorunun artacağını görebiliyoruz. 1,5 derecelik artışta bile, gıda tedariğinde kritik role sahip arı gibi birçok böceğin yüzde 6’sının yaşam alanlarını yarı yarıya daraltıyoruz. 2 derecede böceklerin yüzde 18’i bundan etkileniyor. Gıda üretiminin dar bir alana sıkışması hem gıda üretimini hem de insanların gıdaya erişimini zora sokacak.

Türkiye’de de orman yangınlarının sık sık bu şiddette tekrarlanacağını bilimin verileri ışığında tahmin edebiliyorduk. Bugün Türkiye’yi saran yangınlar tesadüf değil. Bu afetlere hazırlıksız olmamız iklim krizini bahane haline getirmez, onun olmadığı anlamına gelmez. Aksine, iklim krizinin bizi daha fazla etkileyeceği anlamına gelir. Sellerde, orman yangınında yaşanan da bu. Altyapı eksikliğini tartışabiliriz çünkü bu iklim krizinin sonuçlarını artırır ama yanlış sözcükler kullanarak, halka “iklim krizi yok” anlamına gelecek sözler söylersek bilimi inkar etmiş oluruz. Son günlerde bu konuda çok fazla hata yapıldığını gördüğüm için not düşmek istedim.

Krizden çıkış mümkün

Felaket listesi uzun ama artık zaman kendimizi korkutma zamanı değil. Bu krizden çıkmak için harekete geçme zamanı. Belki inanmayacaksınız ama hâlâ şansımız var. 2050 yılına kadar her alanda karbonsuzlaşarak 2 derecenin hatta 1,5 derecenin altında kalmak mümkün ama değişmek gerekiyor. Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2050 için önerdiği ve adım adım yapılacakları gösteren bir net sıfır emisyonu var. Bu senaryo hâlâ soruna teknolojik çözümler bulmaya ve mevcut hayat tarzını korumaya çalışıyor. Yapılması gereken tam anlamıyla bu değil ama iklim krizini durdurduğumuz bir dünyayı hayal etmek adına gelin bu senaryoyu gözümüzde canlandıralım.

Yıl 2020. Tüm dünyada yeni petrol, kömür ve gaz sahalarının açılması durdurulmuş. Elektrikli otomobil satışı küresel satışın yüzde 5’ine ulaşmış. Yıl 2025. Gelişmiş ekonomilerde yapılan her yeni ev net sıfır emisyon standardında. Fosil yakıt tüketse de çatısındaki panelle, ısı pompasıyla saldığı emisyon miktarı kadar salınmasını da önlüyor. Bu tarihten itibaren binalar için fosil yakıtlı kazan satışı yasak, yani kombi almak mümkün değil. Yalıtım artacak, elektrikli ısınma öne çıkacak. Aynı yıl küresel elektrik üretiminin yüzde 20’si güneş ve rüzgardan sağlanacak.

Binalar emisyonsuz olacak

2025 yılında televizyonlar son kömür santralının inşaatının bittiğini yayınlayacak. 2030’da tüm dünyada yapılan yeni evler net sıfır emisyon standartına sahip olacak. Faturalara ne kadar zam geldi telaşı da aslında azalacak. Aynı yıl dünyada satılan otomobillerin yüzde 60’ı elektrikli olacak. Ağır sanayide geniş çaplı temiz teknoloji uygulamaları başlayacak, hidrojen enerjisi 850 gigavat kapasiteye ulaşacak (Türkiye’nin elektrik kurulu gücünün yaklaşık 9 katı). 2035’e geldik. Küresel fosil yakıt kullanımı 2020 seviyesinin yarısına düşecek, içten yanmalı motora sahip otomobil satışı olmayacak, muhtemelen trafik kaynaklı hava kirliliği de azalmaya başlayacak bu yıl. Kamyon ve benzeri araçların yarısı da elektrikli olacak ve soğutma sistemi benzeri ekipmanların sadece en yüksek verimlilikte olanları satılacak. Dandik klima dönemi bitiyor, yalıtımın binalarda artmasıyla klima ihtiyacı da azalacak.

Hidrojen ve elektrifikasyon çağı

2040 olduğunda her yerde hidrojen enerjisi görmek kimseyi şaşırtmayacak. Yeni eski demeden, mevcut binaların yarısı net sıfı emisyon standartına sahip yalıtıma kavuşacak. Petrol talebi 2020 seviyesinin yarısına düşecek. Son kömür santralı kapatılacak. Dünyada elektrik üretimi net sıfır emisyon seviyesine ulaşacak. 2045’te ısı pompaları binalardaki ısı ihtiyacının yarısını karşılar hale gelecek. 2050’de ise oturduğumuz binaların yüzde 85’i sıfır karbona hazır hale gelecek (muhtemelen TOKİ binaları hariç), elektriğin büyük bölümü rüzgar, güneş ve hidrojenden elde edilecek ve ağır sanayi üretiminin yüzde 90’ı düşük emisyonlu tesislerden oluşacak. Her yerde elektrik şarj istasyonları, dev akü sahaları görülecek. 10 milyara yakın insanın elektriğe erişimi olacak. Ulaşımda elektrikli araçlar, aydınlatmada LED ampul dışında bir şey görmeyeceksiniz. Trenlerin büyük bölümü de elektrikli olacak. Uçaklarda biyoyakıt kullanımı yüzde 45’lere ulaşacak. Atmosfere bırakılan az miktardaki karbon da tutularak hapsedilecek. Bu da bizi net sıfır emisyona götürecek.

Siyaset teknolojiyi yönlendirmek zorunda


Uluslararası Enerji Ajansı’nın bu senaryosunun, özellikle zengin kuzey ülkelerinde yaşayan ve refahından vazgeçmek istemeyen insanları rahatsız etmeyeceği ortada. Teknoloji açısından tüm bu gelişmelerin yapılabilir olduğunu görmek de bir yere kadar anlamlı. Ancak, dünyanın kaynak sorunu, bu kaynakların adil bir şekilde dağılımı, teknolojiye erişimdeki eşitsizlikler veya senaryo içerisine boca edilen bolca nükleer santralın yaratacağı sorunlar böylesine teknik bir senaryoda görülemez. Biz buradan yola çıkarak başka bir dünya yaratma kabiliyetine sahip olduğumuzu görmeliyiz. Elektrikli araçların kullanıldığı ancak ağırlığın özel araçlara değil toplu taşımaya verildiği bir senaryo bize çok daha fazla elektrik tasarrufu yapma şansı verir. Çalışma günlerinin sayısını dörde çekmek hem sosyal refahı artırır hem de küresel enerji ve kaynak tüketimini azaltır. Lüksün sınırlandırılması, üretimin gerçek ihtiyaçlar doğrultusunda şekillendirilmesi de aynı amaca katkı sağlar. Siyaset bu alanlarda devreye girer ve başarılı olursa hem iklim krizini durdurur hem de yukarıdaki senaryoyu daha çevreci bir hale getirmiş olur. Dünyayı bu krizden kurtarmak mümkün ama sorunu yaratanlardan ve kaynağı kapitalizmden uzak, bir başka dünya yaratma umuduyla yola çıkan, teknolojiyi de gerçek refahı yaratmak için kullanan bir siyasi harekete hiç olmadığı kadar ihtiyacımız var.

II. Bölüm: Varsayalım İklim Krizi yok


Hazır zihnimizi açmışken işe bir de iklim krizini inkar eden, yok sayan veya anlayamayanların tarafından bakalım. Varsayalım iklim krizi yok. İklim krizi çevrecilerin palavrası olsun. Sellerin şiddetlenmesi, kuraklığın uzaması, ormanların günlerce ve ülkenin her yerinde yanmasına da kader diyelim. Hayatımızı hiç değiştirmeyelim. Ne bulursak tüketelim. Petrol, kömür ve doğalgazı bitene kadar yakalım. Uçak bulduk mu atlayalım, otomobil bulduk mu gaza basalım. Otobüsle, bisikletle uğraşmayalım. Karbon ayak izi de başka bir palavra zaten. Alabilen kalmadı herhalde ama bulduğumuz sürece et yemeye devam edelim. Hayvancılık nedeniyle atmosfere daha fazla seragazı emisyonu bırakılıyormuş diyorlar; takmayalım. İklim krizi yok diyelim, keyfimize bakalım.

1,7 Dünya varmış gibi yaşıyoruz

Tüm bunların dünyaya bir faydası olacak mı? Hayır çünkü dünyanın insanların bu bitip tükenmez isteklerini karşılayacak gücü yok. Sudan gıdaya, demirden ağaca bildiğimiz tüm doğal varlıkların bir sınırı var. Gezegenin kendini yenileme kapasitesi sınırlı. Bu kapasitenin üzerinde tükettiğimiz için her yıl temiz su miktarı, ormanlar, temiz hava azalıyor. Bu yıl dünyanın bize bir yıl içinde sunabileceği bu varlıkları 29 Temmuz’da tükettik. Mavi gezegenden bir değil 1,7 tane varmış gibi yaşıyoruz. Geri kalan beş ay boyunca tüketeceklerimiz aslında bir önceki yıla ait rezervler. Gün gelecek gezegenin rezervleri boşalacak, borç alacak su, hava veya gıda kalmayacak. Yok saydığımız, görmezden geldiğimiz iklim krizi aslında bizi başka felaketlerden, çevre sorunlarından da korumaya çalışıyor. Belki de bir başka ve daha kanlı bir paylaşım savaşından.

Enerji ithalatından şikayetçiyiz ama fosil yakıtlardan vazgeçmiyoruz

Gelin dünyanın kalanını karıştırmayalım. Gezegende sadece Türkiye varmış gibi yapalım. Yok saydığımız, her felaketten sonra ilk kez duyuyormuş gibi yaptığımız iklim krizinden çıkmak için yapmamız gerekeni hatırlayalım. Petrol, kömür ve doğalgazdan vazgeçmek. Yine iklim krizinin olmadığını varsayalım. Hani şu yüzde 99’u ithal edilen doğalgazdan vazgeçmek. Yüzde 90’dan fazlası yine ithal edilen, tankerlerle taşınırken yüreğimizi kaldıran petrolden vazgeçmek. Yarısına yakını ithal edilen, yakıldığında hava kirliliğinden asit yağmurlarına kadar çeşitli çevre sorunlarına yol açan, hasta ettiği kişiler nedeniyle yılda 53 milyarı bulan sağlık harcamasına ve 5 bin erken ölüme yol açan kömürden vazgeçmek. Aklı başında biri bana bu üç beladan neden vazgeçemediğimizi söyleyebilir mi? İklim krizini yok saysak bile, hem ithalata ödediğimiz milyar dolarlık fatura hem de yarattıkları sağlık ve çevre sorunlarıyla hayatımızı kabusa çeviren kömür, doğalgaz ve petrolü neden bırakamıyoruz?

Nükleer ve kömür güneşten pahalı

Mesele elektrik üretmekse rüzgar, güneş doğalgazdan da, kömürden de daha ucuza elektrik üretiyor. Türkiye’deki son güneş enerjisi ihalelerinde, en düşük teklif kilovatsaat başına 2 dolar sente kadar geriledi. Kömür ve doğalgazda bu fiyatlara erişmek mümkün değil, nükleerde Akkuyu için verilenin fiyatın ise güneşten altı kat pahalı, 12,35 dolar sent olduğunu zaten biliyoruz. Elektriğe daha az para ödemek mi istemiyoruz, o yüzden mi iklim krizi yok diyoruz?

Daha az tüketerek de aynı işi yapmak mümkün. Almanya’nın ekonomisi büyümeye devam ediyor ama daha az enerji harcıyor. Ülkedeki birincil enerji tüketimi 1990 ila 2019 arasında yüzde 15 azaldı. Aynı dönemde ekonomi yüzde 53 büyüdü. Üretim yöntemlerini daha verimli kılmak mı bizi rahatsız ediyor, o yüzden mi iklim krizi başka ülkelerin sorunuymuş gibi davranıyoruz?

Çevreciler bizi kandırmışsa ne kaybederiz?

Diyelim ki biz iklim krizi olmamasına rağmen hataya düştük, fonlanmış çevreci ajanlar bizi kandırdı ve harekete geçtik. Yukarıdaki tedbirleri alarak kömürden, petrolden kaçtık. Hava kirliliği azalsın, ithal enerjiye ödediğimiz, zaman zaman 50 milyar dolarları bulan fatura azaldı. Madenlerde ölüm tehlikesiyle çalışan işçilere güneş paneli, rüzgar türbini fabrikalarında istihdam sağladık. Sınırlı kaynaklarla yaşadığımızı kabul ettik, herkesin otomobili olmadı ama binebileceği trenleri, otobüsleri oldu. Üretim süreçlerini ihtiyaca göre düzenledik, çalışma saatlerini düşürdük, haftada dört gün çalışmaya yılda bir ay tatil yapmaya başladık. Evlerimiz üst düzey yalıtım standartlarıyla inşa ettik, enerjimiz klimalara harcanmadı, faturalar düştü. Enerji kooperatifleri kurduk, çatılarımızdaki güneş panellerle üreten de tüketen de biz olduk. Aracı şirketlerle al ya da öde anlaşmaları yapmadık. Rusya’nın nükleer firmalarına değil yerli panel, türbin üreten firmalara destek verdik. Tarım, sanayi, kentleşme politikalarımızı hep iklim krizi varmış gibi belirledik. Yani, insanı boğan, yeşile hasret kentler yerine yeşili bol, toplu ulaşımı sağlam, alt yapısı afetlere dayanıklı kentler kurduk. Organik tarımla, doğal gübreyle hem seragazı emisyonlarını azalttık hem de sağlıklı ürün yetiştirdik. Sanayide geri dönüşüm ve yeniden kullanımı hammaddelerin verimli kullanılmasıyla birlikte öne çıkardık, fabrikaları yenilenebilir enerjiyle, hidrojenle çalıştırdık. Arıtma tesislerini ihmal etmedik, Ergene’yi Gediz’i yüzülür hale getirdik. Denizlerimiz müsilajsız, derelerimiz zehirsiz oldu. Ve tüm bunları biz iklim krizini durdurmak için yaptıktan sonra biri bize geldi ve “Ey eblehler, iklim krizi yok, yemiş sizi çevreciler” dedi. Kandırıldık diye üzülür müsünüz yoksa sevinir misiniz?

Değişimden kim korkuyor, kim istemiyor?
Türkiye bir petrol ülkesi mi ki korkuyoruz? Bize otomobil, kömür, doğalgaz, petrol satanlar; yalıtımsız binaları, verimsiz fabrikaları, zehirleyen tarlaları pazarlayanlar korksun iklim krizinin getireceği değişimden, biz niye korkuyoruz? Yoksa bizi yönetenler mi korkuyor bu değişimden? Beşi bir yerde şirketleri mi rahatsız, ormanları maden sahasına çevirecek olanlar mı, otoyol ve havalimanı ihalelerinde Deli Dumrul kesilenler mi? Yoksa biz, bizi yönetenlerle aynı gemide değil miyiz?