Nükleerin reklamı artıyor payı düşüyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Aralık 2023

Angra Nükleer Santralı - Foto: Ö. Gürbüz
Nükleer santrallarla ilgili yeni bir ‘müjde’ almadığımız gün neredeyse yok. En son Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile nükleer santral yapma, nükleer yakıt imal etme gibi konuları da içeren stratejik ortaklık anlaşması imzalandı. Ne BAE’nin elinde böyle bir teknoloji var ne Türkiye’nin ama kimin umurunda? Rusya, Çin veya Kore gibi üçüncü bir ülke bulunur, BAE parasıyla ortak olur, Erdoğan hükümeti de bir başka felaket projeden hem oy hem de yandaşlarına rant devşirmeye çalışır.

Türkiye’nin nükleer santralı yok ama radyasyon şimdiden herkesi çarpmışa benziyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan suya düşen Sinop nükleer santralı projesini Yunanistan’da yapılıyormuş gibi anlatıp, komşuya o santraldan elektrik satmaya çalıştı. Yunanistan nükleer santrallara karşı olduğunu yıllar önce açıklamış ülkelerden biri. Halihazırda elektrik üretiminin yüzde 13’ünü nükleerden daha ucuz güneş enerjisinden elde ediyor. N’apsın nükleeri?

Sinop komedisi bu kadarla sınırlı da değil. Türkiye’nin en mutlu kentine nükleer santral kurmak isteyen konsorsiyum dağıldı, ortada şirket yok ama projenin battığını halktan saklamaya çalışıyorlar. Mahkeme hükümetin korkusundan, proje sayfalarında kalan ve çok tan çöpe atılan Atmea reaktörüne ait ÇED raporunu bile iptal edemiyor.

AKKUYU’DA BİR ERTELEME DAHA
Radyasyon’un Akkuyu’daki etkisi de farklı. Yapımı süren Rusya’nın nükleer santralına seçim öncesi ‘taze nükleer yakıt’ getirilmiş, sanki santral açılmış gibi tören yapılmıştı; hatırlayan var mı? Anlaşılan o taze yakıt biraz bayatlayacak çünkü santralın ilk reaktörünün açılışı geçtiğimiz günlerde yine ertelendi. Enerji Bakanı Bayraktar’ın son açıklamasına göre, ilk reaktörün devreye girmesi Nisan 2024’ten 29 Ekim 2024’e ötelendi. Yabancı kaynaklar ise 2025’ten bahsediyor. Yanlış anlaşılmasın, böylesine tehlikeli ve pahalı bir projenin gecikmesinden mutluyum. Zaten hiç açılmaması gerekiyor. Açılışla beraber, Türkiye her yıl en az 2 milyar dolar civarında bir parayı Rusya’ya ödemeye başlayacak. Aynı elektriği güneşten üretsek 3-4 kat daha az maliyetle üretebilecekken. Hatırlatalım, eski Enerji Bakanı Hilmi Güler Akkuyu’ya nükleer yapacağız diyeli neredeyse 20 yıl oluyor. Rusya’ya para kazandırmak, hayatımızı tehlikeye atmak için bu kadar uğraşacağımıza güneşe yatırım yapsaydık belki de Avrupa’nın güneş enerjisinde üssü olurduk.

Bu fiyaskoya rağmen, AKP hükümeti bir sorun yokmuş gibi her ile nükleer santral kurma vaatleriyle ortada dolaşmaya devam ediyor. ABD’den gelen heyetler, küçük modüler nükleer reaktör satmak için yetkili makamların kapısını arşınlıyor. Ortada ne bitmiş bir küçük reaktörleri var ne de daha ucuz ve sorunsuz olacağını gösteren bir bilimsel rapor. Amaç nükleer endüstriyi ayakta tutmak. Pazarlama çalışmaları tam gaz sürüyor. Dubai’deki iklim konferansında, başını Fransa ve ABD’nin çektiği 22 ülke nükleer santralların kurulu gücünü 2050’ye kadar üç katına çıkarma konusunda bir taahhütte bile bulundu. 22 ülke arasında Fas, Jamaika, Moldovya, Gana gibi henüz hiç nükleer santralı olmayan ülkeler de var. Onların mevcut kapasitelerini üç katına çıkarmalarında bir sorun yok bence. Üç çarpı sıfır eşittir sıfır. Şaka bir yana, bu reklam kampanyası, nükleer teknolojiyi kontrol eden birkaç ülkenin batma tehlikesiyle karşı karşıya olan endüstriyi kurtarma çabası olarak görülmeli. Reklamlar size ihtiyacınız olmayan ürünleri aldırabilir. Nitekim, Türkiye gibi birçok ülke bu tuzağa düşüyor, kazanan yine malum taraf oluyor.

NÜKLEERİN PAYI YÜZDE 9’A GERİLEDİ
Bizimkiler medyası, nükleer endüstriyle el sıkışmış iş dünyası ve hükümetin sesi olmuş bilim insanlarıyla nükleer santral reklamı yapa dursun, nükleer enerjinin dünya elektrik üretimindeki payı gerilemeye devam ediyor. Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu ay başında güncellendi. 1996 yılında dünya elektrik üretiminin yüzde 17,6’sını karşılayan nükleer santralların payı 2022’de yüzde 9,2’ye geriledi. Yenilenebilir enerjinin küresel elektrik üretimindeki payı ise yüzde 30’u geçiyor. Uluslararası Enerji Ajansı, 2025’te bu payın yüzde 35’e çıkacağını tahmin ediyor. Sadece Dünyadaki güneş ve rüzgar santralları tüm nükleer santrallardan daha fazla elektrik üretiyor. “Yanlış ata oynamak” diye herhalde buna deniyor. Bedelini yüksek elektrik faturaları ve çevre sorunlarıyla biz ödeyeceğiz.

 

“Dereye insen abdest alacak su yok”

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Aralık 2023

Foto: Kuzey Ormanları Savunması
Rize’de birçok yerleşim yerinin içme suyu ihtiyacını karşılayan Andon Deresi üzerindeki Ambarlık Hidroelektrik Santralı’nın (HES) ‘su kullanım hakkı anlaşması’ bir kez daha iptal edildi. Davacılar arasında ‘Yurttaş Kazım’ da var. Türkiye, Yurttaş Kazım adıyla bilinen Kazım Delal’i, HES’e karşı açtığı davanın bilirkişi ücretini ödemek için ineğini satmasıyla tanımıştı. Ambarlık 1-2 adlı HES faaliyete geçti ancak Kazım Delal ve arkadaşları pes etmedi.

HES davalarını yakından takip edenler, hukuki süreçlerin çetrefilliğini de bilir. Bir yere HES yapmak istiyorsanız öncelikle DSİ ile su kullanım hakkı anlaşması yapmanız gerek. Devlet, bu anlaşmayla size belli bir süre için (genelde 49 yıl) suyu kullanma hakkı verir. Ambarlık HES’in dava geçmişine baktığınızda, su kullanım anlaşmasının daha önce de iptal edildiğini görüyorsunuz. Şirket ise unvan değiştirerek su kullanım hakkı anlaşmasını korumaya çalışmış. Kazım Delal, Nazım Delal ve Dumlu Esir’in açtığı davada bu duruma itiraz ediliyor. Ankara 7. İdari Mahkemesi de davacıları haklı bularak, adı değişen şirketin su kullanım anlaşmasını yenilemek zorunda olduğuna, bunun için de güncel fizibilite raporu hazırlaması gerektiğine hükmetmiş.

Geç gelen hukuk, hukuk değildir elbette ama bu tip kararların her biri emsal niteliğinde. Davanın Avukatı Mehmet Horuş dava sonucunu, “Hukukun asgari standartlarının uygulandığı bir ülke de bu konuda dava açmamıza bile gerek kalmamalı. İdari denetim özellikle ÇED süreçlerinde işlemiyor. Plansız programsız şekilde projelere onay veriliyor. Yargı kararlarını uygulatmak başka bir sorun. HES faaliyetinin yargı kararına göre DSİ tarafından durdurulması gerekiyor. DSİ, bin dereden su getirecek mi? Yaşayıp göreceğiz” sözleriyle yorumluyor.

İşin hukuki boyutu bu ama asıl önemli kısmı davacıların itiraz nedenleri. Nazım ve Kazım delal kardeşlerle konuşunca, bu inatçı mücadelenin değerini de anlıyorsunuz. Nazım Delal, “Su kaynakları az, can suyu dediğimiz su da HES’e gidiyor. Dereye bir damla su kalmıyor. Bu vadide 20-30 bin insan var, hayvanlar var. Buradaki insanların, hayvanların su ihtiyacı var. Bu bizim içme ve kullanma suyumuz. Başta alabalık olmak üzere derede yaşayan canlılar da var. Savunmamız bilgi ve belgelere dayanmaktadır, davamızda haklıyız. HES’in tamamen durdurulmasını istiyoruz” diyor. Nazım Delal köyün imamı, bana itirazını destekleyen ayeti hatırlatıyor. “Cenabı Hak, Kuranıkerim’de biz her şeyi sudan yarattık diyor, su hayat kaynağıdır” diye de ekliyor.

Kardeşi Kazım Delal de hafız. Sorarsanız, o da dini gerekçeleri sizinle paylaşıyor. “Kuranıkerim’de cennet suyla birlikte tarif edilir” diyor. Söze ise, “Bu dava benim değil, benim köyümün, Rize’nin de değil. Tüm insanlığın davası” diyerek giriş yapıyor. Yurttaş Kazım, çevre sorunlarının geldiği boyutu anlatmak için de herkesin anlayabileceği bir örnek veriyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bile adı değişti, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı oldu diyor. “Olaylar öyle bir boyuta geldi ki bakanlığın ismi değişti. Gözünü sevdiğim doğanın dengesi bozuldu. Sular mecrasından çıkarıldı. Ne kadar anlatsam ne kadar konuşsam yetmez. 20’ye yakın davam var. HES’ler, taş ocakları. Rüzgâr, güneş, ağaçlar, hayvanlar, su her şey bir bütün. Herkesin burada yaşama hakkı var” sözleriyle itirazının gerekçelerini özetliyor. “Üst mahkemeye itiraz etseler de bu süreç bir yerde takılacak” diyen Kazım Delal, “Derelerde zaten su yok. Su olmayan yere HES yaptılar. Şirket bir de Anayasa Mahkemesi’ne gidip, itirazlar yüzünden çok zarar ettik diye tazminat istemiş. Anayasa Mahkemesi bu talebi de reddetmiş. Hem vallahi hem billahi, öyle zaman oluyor ki derede abdest alacak su kalmıyor. Dereye insen abdest alacak su yok” diyerek, durumun vahametini de anlatıyor.

Üç türden biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Aralık 2023

Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN), Dubai’deki iklim konferansının (COP 28) bitmesine bir gün kala iklim kriziyle birlikte hız kazanan yok oluşun rakamlarını açıkladı. Tehdit altındaki canlıların durumunu gösteren kırmızı listede artık 157 bin 190 tür var ve bunların 44 bin 16’sı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Başka bir deyişle, yaklaşık her üç türden biri.

Türkiye’de de tehdit altındaki türlerin sayısı arttı. 2018 yılında Türkiye’deki bilinen türlerin 401’i tehdit altındaydı. Beş yıl sonra bu rakam 469’a çıktı. 469 türden 142’si kritik seviyede tehdit altında, 158 tür ise ‘tehlikede’ kategorisinde yer alıyor. Kritik seviyede tehdit altında olan türler arasında Bozdağ çekirgesi, baytop soğanı, kuşaklı kiraz kuşu, Wagner engereği ve Gümüşhane Lalesi gibi onlarca farklı canlı var. Denizden karaya, bozkırdan tatlı sulara kadar her yerde yaşayan canlılar tehdit altında. Ne yazık ki doğa koruma alanındaki çabalar uzun yıllar istiyor ve koruma çabaları sürdürülebilir olmazsa birkaç yıl içinde kazanımlar kaybedilebiliyor. 

Yaşamın hızı ve doğadan kopuş o kadar trajik bir boyutta ki bu bilginin korkunçluğunu bile hissetmiyor çoğu insan. Bitki, kuş, sürüngen olunca gözümüzün önüne getiremiyoruz belki de. Hayatımız bina, otomobil ve parayla örülü.

Yok oluş süreci dünyanın her yerinde gözlemlenebiliyor. Doğayı Koruma Birliği’nin bu yılki güncellemesinde ilk kez mercek altına aldığı tatlı su balıkları bu iddiayı doğrular nitelikte. IUCN, 14 bin 898 tatlı su balık türünün dörtte birinin yok olma riskiyle karşı karşıya olduğunu saptamış. Yok olma tehlikesindeki tatlı su balık türlerinin en az yüzde 17'si iklim değişikliği nedeniyle gezegenle vedalaşmak üzere. Nehirlerde azalan su seviyesi, deniz suyu seviyesinin yükselmesiyle nehirlere karışan tuzlu sular ve değişen mevsimler tatlı su balıklarının yaşamasını güçleştiriyor. Yok olma tehlikesindeki tatlı su balıklarının tek sorunu iklim değil elbette. Yarısından fazlası kirlilikten, yarıya yakını da barajlar ve su kullanımı gibi nedenlerden de etkileniyor. İklim krizi türlerin üzerindeki baskıyı artıran bir başka ama güçlü bir etken çünkü yerel müdahalelerle iklim krizinden çıkma şansımız yok.

Uluslararası Doğayı Koruma Birliği bu nedenle Kırmızı Liste’deki son güncellemeyi İklim Konferansı’nda yaptı. Ne yazık ki onlar bu açıklamayı yaparken, birkaç bina ötede, iklim krizini durdurma çabalarına büyük bir darbe vuruluyordu. Biliyorsunuz, krizden çıkış için elimizdeki tek çözüm fosil yakıtları (kömür, petrol ve gaz) kullanmayı bırakmak. İklim konferansının gizli sahibi petrolcüler, kömürcüler ve gazcılar ise COP 28’in sonuç metninden ‘fosil yakıtlardan vazgeçme’ ibaresini itinayla çıkardılar. Gezegenin son umudunu bilime rağmen insanların elinden almaya çalışıyorlar. Bu yazı kaleme alınırken birçok ülke ve doğa savunucuları metni eski haline getirmeye çalışıyordu. Fosil yakıtlardan vazgeçme çağrısı metne geri dönse bile belli ki zayıflatılmış bir biçimde ifade edilecek ve aynı güçler hayata geçirilmemesi için ellerinden geleni yapacak.

İnsan, evrende yaşayabildiği bilinen tek gezegenle ilişkisini koparmış gibi davranıyor. Başka bir yerde yaşayabilirmiş gibi, öyle bir yer varmış gibi ya da gezegendeki diğer canlılar olmadan bir hayat sürebilirmiş gibi davranıyor. Yanılıyor elbette ama kapitalizmin kendisini hapsettiği duvarların dışına çıkamıyor. Duvarları aynayla kaplamaktan başka çaremiz yok. İnsana yaşadığı ve yaşattığı sefaleti göstermek zorundayız. Yazmaya, konuşmaya ve mücadeleye devam.

İklim krizini sonlandırmayı müzakere ettiğimiz süreçlerden şirketleri çıkararak işe başlayabiliriz. Yok oluştan kâr edenlerle müzakere etmenin bir faydası yok, onlara sadece yapmaları gerekeni söylemeliyiz. Bunun için mevcut hükümet ve devlet yapılarının değişmesi gerek. Zor diye düşünmeyin, insanlar krizin boyutlarıyla yüzleştikçe, imkansızları başarmak için adım atmaya da hazır olacak.

Dünyayı mağarada yaşamakla tehdit eden petrolcü

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Aralık 2023

Foto: UNFCCC
Birleşmiş Milletler’in her yıl düzenlediği iklim konferansının başkanlığına bu yıl bir petrolcü atandı. Ahmed El Caber, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Ulusal Petrol Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı. El Caber, COP kısa adıyla bilinen iklim konferansına, fosil yakıtlardan vazgeçmenin bizi iklim krizinden kurtaracağına dair bilimsel bir gerekçe yok yorumuyla damgasını vurdu. Fosil yakıtlardan vazgeçmenin dünyayı mağara yaşamına geri götüreceğini de söyledi.

El Caber’in kendi ülkesinin de tarafı olduğu Paris Anlaşması’ndan, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin binlerce sayfalık çalışmalarından haberdar olduğuna eminim. Bu bilimsel raporlar bize seragazı emisyonlarını 2030’a kadar, 2019 seviyesine göre yüzde 43 oranında azaltılması gerektiğini söylüyor. Azaltım için de fosil yakıtları en geç 2050 yılından kullanmayı bırakmalıyız. Yapamazsak sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmak mümkün olmayacak. Ülkelerin mevcut taahhütleri ise bizi yüzde 43 değil yüzde 2’lik bir azaltıma götürecek. Bu gidişle iki derecenin altında kalma hedefi de zora girebilir. El Caber bunları da biliyor ama petrol, kömür ve gazdan para kazanan tüm fosil yakıt şirketlerinin yıllardır yaptığı gibi o da süreci yavaşlatmak, iklim krizini kanıksatmak ve mevcut düzeni devam ettirmek için üstüne düşeni yapıyor.

Fosil yakıtlardan vazgeçip güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerjiye geçersek mevcut endüstriyel toplumun devam edeceğini yine bilim bize söylüyor. Mevcut ‘gelişmiş’ toplumun sorunsuz gibi anlatılması ise başka bir dert. Caber’in petrol zengini ülkesinin ışıltılı kenti Dubai’deki hava kirliliği, Dünya Sağlık Örgütü’nün tavsiye ettiği günlük seviyenin üç kat üzerinde örneğin. Fosil yakıtlar da sorumlular arasında. Küresel Kölelik Dizini (Global Slavery Index) sıralamasında da BAE dünya yedincisi (Türkiye beşinci). Modern kölelikten bahsediyoruz. Çok az bir ücret karşılığında veya ücret almadan çalışmaya zorlanmak, seks işçiliği yapmaya mecbur bırakılmak ve isteğiniz dışında evlendirilmek bugün modern kölelik olarak adlandırılıyor. El Caber’in ülkesinde her 1000 kişiden 13,4’ü modern köle sınıfında değerlendiriliyor. Mağarada yaşamak mı dediniz? Temiz havada ve özgürce mi yani?

TÜRKİYE NE YAPIYOR?

28’inci iklim konferansına Türkiye’den büyük bir ilgi var. Kayıt yaptıranlar arasında 1045 delege ile yedinci sıradayız. Fransa’dan, Almanya’dan, ABD’den daha çok sayıda kayıtlı katılımcımız var. Kulislerde alışveriş tutkusunun ve vizesiz girişin katılımcı sayısını artırdığı konuşuluyor.

Resmi heyetin ilk haftada yaptıklarını merak edenlere en iyi özeti Çevre ve Şehircilik Bakanı Mustafa Özhaseski yaptı. COP 28’in içeriği daha çok iklim değişikliğiyle meydana gelen kayıp ve zararların giderilmesi diyen Özhaseki, “Yeşil iklim Fonu’na erişebilmek adına birtakım müracaatlarımız var. Sonra da Kayıp ve Zarar fonundan en fazla istifade edebilmek için büyük bir mücadele veriyoruz. En çok etkilenen ülkelerden birisi olarak bizim de bu tür fonlara erişim imkanımızın olması lazım. Bu da bir mücadele. İşte o mücadeleyi veriyoruz” diyor.

Malumunuz, Türkiye Paris Anlaşması’na taraf oldu ancak seragazı emisyonlarını azaltma taahhüdü vermedi. 2030’a kadar ‘tahmin edilen artışın’ altında kalma sözü verdi. 2053 için net sıfır emisyon hedefim var dese de oraya nasıl gideceği belli değil. 2030 ila 2053 arasına dair bir plan yok. Kömür santrallarını kapatacağını hiç söylemedi. Yeni gaz santralı yaparım bile dedi. Emisyon artış hızına, kömürden, petrolden vazgeçmeme niyetine bakarsak net sıfıra gitme şansı da yok. Net sıfır taahhüdü de bir başka fon koparma hamlesiydi zaten.

Hakkımızı yemeyelim, iklim toplantılarında istikrarlıyız. “Bize fon verin” deyip duruyoruz. Önceliği az gelişmiş ülkeler, ada ülkeleri olan Kayıp ve Zarar fonundan da Yeşil İklim Fonu’ndan da yararlanmak istiyoruz. Emisyonları azaltacağımızı söylemiyoruz ama bize para verin diyoruz. İklim düşmanı otoyol, havalimanı ve köprülere alım garantileriyle milyarlarca doları gömen Türkiye, en ucuz elektrik üretme yöntemi olan yenilenebilir enerjiye geçiş için fon istiyor. Tarifeli uçak kullanmayan, saraylarda oturan, makam araçlarından inmeyen hükümet görevlileri, iklim krizinin tetiklediği seller, orman yangınları gibi afetlerin zararlarını karşılamak için yardım talep ediyor. Türkiye’nin iklim politikası artık güldürmeyen bir şakaya dönüştü.

* 8 Aralık Cuma günü, Ankara’da düzenlenen TMMOB 14. Enerji Sempozyumu’nda Küçük Modüler Nükleer Reaktörler üzerine bir konuşmam olacak. İlgilenenleri sempozyuma bekliyorum. 

Pestisit ve plastik tehlikesi bir arada

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Kasım 2023

“Suya atıyorlar su zehirleniyor, havaya atıyorlar hava zehirleniyor” diyor Hüseyin Girgin. Girgin,
Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine bağlı Evciler köyünde meyve üreten bir çiftçi. Mahide Savran ise “satışını yapan insanlar geri toplayabilirler” diyor. Savran da çiftçi, Ayvacık’ın Gülpınar köyünde ekmeğini topraktan kazanıyor. “Düzgün yakmak gerekiyor, çocukları ellememeleri için de uyarmalı” diyor. Bayramiçli İsmail Çaycıoğlu ise Yurttaşlık Derneği’nin yaptığı röportajda, pestisit kutusundan su içen komşusunun oğlunun vefat ettiğini üzülerek anlatıyor. Hepsi, kimyasal gübrelerin plastik ambalajları nedeniyle ortaya çıkan tehlikeden bahsediyor. Tarlada bırakılan, suya karışan, yakıldığında havayı kirleten bu atıklar, büyük bir çevre ve sağlık sorunu yaratıyor. Sorunun kalıcı çözümü pestisitleri kimyasal olmayan alternatiflerle değiştirmek. Bir yandan da kullanımı devam eden pestisit içeren ambalaj atıklarını güvenli bir şekilde toplamak gerekiyor.  

Tarımsal üretimde kullanılan pestisitler, bitkilere zarar verme potansiyeli taşıyan böcekleri, yabani otları yok etmek için kullanılan kimyasal bir zehir. Genelde plastik ambalaj içinde satılıyor. Kullanıldıktan sonra içinde kalan zehrin canlılara, doğaya bulaşması olasılığı nedeniyle atıklar da herkes için tehlike arz ediyor. Pestisitin kendisi de onu taşıyan ambalaj da kötü. Yurttaşlık Derneği de bu yüzden, ‘Daha Çok Sorumluluk Daha Az Plastik’ adlı projesi ile Kazdağları ve Edremit Körfezi havzasında, tarımsal üretimde plastik kirliliğini azaltmak için bir çalışma yürütüyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Küresel Çevre Fonu (GEF) da destekliyor.

Çalışma kapsamında, Çanakkale ve Balıkesir’in beş ilçesinde, aralarında çiftçilerin, pestisit üreticileri ve bayilerin de olduğu saha çalışmaları yapılmış. Sonuçlar, en akılcı bertaraf yönteminin, çiftçilerin gerekli önlemleri alarak atıkları belirli merkezlerde toplaması, buradan da belediyelerin kontrolünde geçici atık merkezine götürülmesi olduğunu gösteriyor. Bunun için de yeterli konteynır, toplama merkezi ve atıkların geri dönüşümü veya berterafını yapacak tesislere ihtiyaç var. Türkiye’de yılda 25 milyon 184 bin ton gübre torbası ve 3 milyon ton pestisit kabı tüketiliyor. Çevre ve Tarım bakanlıklarının en acil işlerinden biri bu tehlikeli atıkları toplamak olmalı. Diğer plastik atıklar için de gündemde olan ama hayata geçirilmeyen depozito uygulaması bu tehlikeli atıkların toplanmasında da çözüm olabilir.

Birkaç hafta önce Heinrich Böll Stiftung Derneği’nce yayımlanan Pestisit Atlası’nda en yoğun pestisit kullanımının Adana, Antalya, Aydın, Bursa, İzmir, Manisa ve Mersin’de olduğu belirtilmişti. Bu bölgelerde de tarımsal üretim alanlarında benzer sorunlar yaşanıyor. Mesele bir bölgeyle ilgili değil; ülke çapında uygulanacak kararlara ihtiyaç var.

Pestisit Atlası raporunun Türkiye bölümünü hazırlayan Dr. Bülent Şık, pestisit ve kalıntılarından en çok çocukların etkilendiğine dikkat çekiyor. Raporda, Avrupa Birliği yasakladığı pestisit türlerinin üretimi ve ihracatıyla ilgili önlem almaması nedeniyle eleştiriliyor. Lüksemburg ve Danimarka ise pestisit kullanımını hızla azaltan örnek ülkeler. Türkiye’de ise var olan yasaklar bile uygulanmıyor. Yasaklanmış pestisit etken maddelerine Türkiye’den ihraç edilen gıda ürünlerinde rastlanınca biz de ne yediğimizi anlıyoruz. Birçok yasak da Avrupa’dan çok sonra yürürlüğe giriyor. Çocukların bilişsel yeteneklerine zarar verdiği için 2016’da AB’de yasaklanan klorpirifosinin, Türkiye’de 21 Mayıs 2020’de yasaklanması gibi.

Pestisit ve plastik kirliliğini, Avrupa’dan gelen son atık verileriyle birlikte düşünmeliyiz. Avrupa’nın ‘geri dönüştürülebilir plastik atıklarının’ gönderildiği ülkeler arasında Türkiye birinci sırada. Tehlikeli plastik atıklarımızı tarladan toplayamadığımız gibi, yurtdışından da atık alıp duruyoruz. İthal edilen bu atıkların, bir süre sonra ‘nedeni bilinmeyen’ bir yangınla havamızı, toprağımızı ve suyumuzu zehirleyeceklerini hepimiz biliyoruz halbuki.

Atık ithalatını durdurmak, tarlalardaki zehirli plastik atıkları toplatmak, plastik şişelere depozito koymak ve pestisit kullanımını azaltmak belki de bir yasaya, karara bakıyor. Biz de o kararı alacaklara bakıyoruz ama ortada yoklar. Çevreyi koruyalım deyince hepsi makam arabalarına saklanıyor, askerini, jandarmasını üzerimize gönderiyor. “Sıfır atık” deyince sahnedeki yerlerini alıyorlar. O zaman hep birlikte bağıralım: Sıfır atık!   

Boykot çağrısı neden benimsenmiyor?

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Kasım 2023

Foto: Unsplashed/Austin Crick 
İsrail’in Hamas’a karşılık vermek için başlattığı saldırılar, Gazze’de korkunç bir yıkım ve katliama dönüştü. Türkiye’de siyasi liderler İsrail devletini kınadı, Cumhurbaşkanı Erdoğan da önce ılımlı sayılabilecek mesajlar verdi, daha sonra ise iç politikada kazancı amaçlayan “van minüt” siyasetine geri döndü. Onun dilini değiştirmesiyle de ülkedeki siyasal islamcılar, İsrail’i desteklediklerini iddia ettikleri belirli markaları hedef alan boykot çağrıları yapmaya başladı. Hükümetin çizgisi, protestocuların pusulası gibiydi. Bu da elbette en baştan bir samimiyet sorunu yarattı. Siyasal islamcıların başını çektiği, hatta kırmızı çizgileri aşarak bir dayatmaya dönüştürdüğü boykot çağrıları, şu ana kadar kitlesel bir nitelik kazanmadı. Neden?

21 yıldır iktidarı elinde bulunduran, devletin tüm imkanlarını haksız bir biçimde kullanarak büyümeye çalışan siyasal islamcı hareket nasıl oluyor da toplumun neredeyse hemfikir olduğu bir konuda tüm ülkeyi saran bir boykot hareketi örgütleyemiyor? Bu başarısızlığın birkaç nedeni var. Boykot çağrısının gerekçelerinin net olmamasından başlayabiliriz. Firmalarla İsrail’in mevcut hükümeti arasında veya Filistin’deki işgale yardım ettikleri konusunda net bir bağ kurulamıyor. Boykot kampanyalarının başarısı, gerekçesinin ve kampanyanın başarılı olması halinde etkili olmasından gelir. Boykot hedefindeki kahve zincirinin (boykotçuların şiddet içeren eylemleri nedeniyle firma ismi vermiyorum, şiddeti istemeyerek körüklemek, hedef göstermek istemem) dünyadaki tüm şubeleri kapansa bunun İsrail ordusunu durduracağına dair bir kanıt yok. Mevcut İsrail hükümetinin gelirlerinin başka kaynaklardan hatta Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkeden kaynaklandığı biliniyor. Örneğin 2022 yılında İsrail’in en çok petrol ithal ettiği ülke Azerbaycan’dı (ham petrol ihracatının yüzde 65’i). Azerbaycan’ı petrol satmamaya ikna etmek, insanların ellerindeki kahveleri dökmekten daha etkili olabilir. Boykottaki hedefler sonuca gitmekten çok halkın tepkisini hükümetten uzaklaştırıp, etkisiz noktalara kaydırmak için özenle seçilmiş gibi duruyor.

Türkiye’nin İsrail’le ticaretinin “van minüt” çıkışına rağmen artarak sürdüğünü daha önce de yazmıştık. Tam da bu nedenle, Türkiye’deki birçok kişi bu boykotlara katılmıyor çünkü ülke politikasının değişmesinin burger yememekten daha etkili bir yöntem olduğunu biliyor. Siyasal islamcılar ise iktidardaki dostlarını üzmemek için hükümeti eleştirmeden, boykotun odak noktasına firmaları koyuyor. Boykotların başarısız olmasında en çok gördüğümüz nedenler tutarsızlık ve çizgisizliktir. Boykot çağrıcıları ister istemez halkın süzgecinden geçirilir. Tutarsızlıklar kampanyaların başarısız olmalarına neden olur. Yıllardır enerji tasarrufu çağrısı yaparım, 150-180 TL bandında seyreden elektrik faturalarımı gösteremeyecek olsam bunu yapmazdım. Boykot çağrısı yapanların evlerine girilse, İsrail hükümetini desteklediği ilan edilen onlarca eşya bulunur.

Foto: Unsplashed/Minhaj
Boykotun başarızlığındaki üçüncü neden ise kutuplaşma. Boykot çağrılarını takip etmeye çalışıyorum ve önüme hep “müslüman kardeş” vurgusu çıkıyor. Filistin’deki sistemsel ayrımcılığa (apartheid), katliama, insanlık suçuna karşı çıkan milyonların ortak noktası hiçbir zaman Müslümanlık olmadı. Londra’da yürüyen milyonların çoğunun müslüman olmadığı açık. İspanya’da, Avustralya’da İsrail’e silah götüren gemileri durdurmaya çalışan işçi ve eylemciler bunu bir sınıf bilinciyle yapıyor. (Siyasal islamcılar, Türkiye’deki güçlü sol sendikalar güçsüz bırakılırken ses çıkarsa bugün benzer eylemleri Türkiye’de görebilirdik) Celtic taraftarları UEFA’nın ceza tehdidine rağmen Filistin bayraklarını statta dalgalandırıyor. Filistinli hıristiyanların, dürzülerin İsrail tarafından bombalandığı, kiliselerin hedef alındığı ortada. Tüm dünyada binlerce yahudinin barış çağrılarına ortak olduğu biliniyor. Mücadeleyi Müslüman-Yahudi kavgasına dönüştürmek ve oradan siyasi rant elde etmeye çalışmak boykotu da Türkiye’yi de haliyle etkisiz kılıyor. Nefrete nefretle karşılık vermeye çalışmak, boykot örneklerinin en güçlülerine imza atmış Gandi’nin kemiklerini sızlatıyor.

Siyasal islamın riyakarlığı, boykot ve barış görüşmelerinde Türkiye’nin önünü tıkarken, Filistin’e destek konusunda bayrağı, Kolombiya’nın tarihindeki ilk sol hükümeti taşımaya devam ediyor. Kahve içenle, burger yiyenle uğraşacağınıza, alnınızı iki elinizin arasına alıp düşünme zamanı gelmedi mi sevgili dostlar?

CHP’nin değişim sürecinden çıkarılacak dersler

Özgür Gürbüz-BirGün / 8 Kasım 2023

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası CHP ‘tu kaka’ ilan edilmişti. Ana muhalefet partisi rolü bile tartışılıyordu. Özgür Özel ve ekibinin başarısından sonra CHP’nin muhalefetin güçlü bir bileşeni olma olasılığı tekrar belirdi. Bunu yapan da genel başkan değişikliği değil, değişimin giderek zorlaştığı ve kabullenmenin arttığı Türkiye’de, bir siyasi kuruma bağlı kişilerin özgür iradeleriyle seçim yapabilmeleriydi. Çıkar ilişkileri, manipülasyon ve yalanlarla dolu siyasette ‘özgür irade’nin başkaldırısı önemli bir umut kaynağı oldu.

Şimdi herkes Özgür Özel’in muhalefeti yeniden birleştirip, iktidara bir seçim yenilgisi yaşatıp yaşatamayacağını soruyor. Yanıtını muhtemelen yerel seçimlerden önce alamayacağız. Umutsuzluk hastalığına yakalanmış muhalifleri hasta yataklarından kaldırdığı ve yüzleri güldürdüğünü ise sanırım hepimiz görüyoruz.

Türkiye’de muhalefeti iktidara taşıyacak formülü bulmak kolay değil, işin içinde ittifaklar, atılması gereken cesur adımlar var. Öncesinde ise yapılacak bazı basit ama önemli işler var. Gündemde CHP olduğu için onun üzerinden örnekler vermek daha anlamlı ama iktidara yürümeyi hedefleyen her partinin ‘yapılacaklar’ defterinde olması gereken bir liste bu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylıktan çekilmesine karşı çıkan partililere ait görüntü, işe nereden başlanacağını da anlatıyor aslında. CHP’nin karar alma mekanizmalarının çalışmadığına, organizasyon becerisini yitirdiğine yıllardır tanıklık ediyoruz. Sadece son seçim döneminden Kurultay’a kadar giden sürece bile baksak onlarca hata sayabiliriz. Muhalefetteki partilerin ilk işi, kurum içi çalışmayı sağlam temellere oturtmak olmalı. İktidara yürüyecek bir partinin çarkları kusursuz işlemeli ve bunu halka gösterebilmeli. Partiniz kuracağınız hükümetin ipuçlarını verir. Liyakat, planlama, iletişim stratejisi, teknolojik altyapı, işbölümü ve karar alma mekanizmaları sizin ülkeyi nasıl yöneteceğinizi de gösteren örnekler.

Şimdi, Özgür Özel’in ikinci tur sonunda başkanlığa seçildiğinin açıklanacağı anı hatırlayalım. CHP’nin 38, Olağan Kurultayı’nın Divan Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tüm çağrılarına rağmen boşalmayan bir kürsü vardı ekranlarda. CHP’nin 13 yıl sonra seçilen yeni genel başkanını kürsüde tek başına gösteren net bir kare göremedik. Özgür Özel konuşmasını bir kalabalığın içinde yapmak zorunda kaldı. Halbuki, bu karenin yeni bir liderin doğuşunu müjdeleyen ilk kare olması nedeniyle önemi büyüktü. Kürsünün etrafının boşaltılamaması, medya için uygun bir yerin ayarlanamaması partinin dağınıklığını ve etkisizliğini de gösteriyordu. Aynı sorunu, Kılıçdaroğlu’nun Yavaş ve İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı Yardımcısı Adayı olacağını açıkladığı gün de yaşamıştık; Selvi Kılıçdaroğlu o karenin içinde kalmıştı. Bir seferlik bir hatadan bahsetmiyoruz. Kurultay’da düzeni sağlayamayan, medyaya vereceği fotoğraf karesini planlayamayan bir partinin seçimde sandıklarda organize olabileceğini, ülkede düzeni sağlayabileceğini düşünmek zor.

Organizasyon kabiliyeti ve iletişim stratejisini küçümsemeyin. CHP son seçimde yaptığı bu tarz hatalar ile hem seçimi kaybetti hem de gelecek seçimleri riske attı. Altılı Masa’nın adayını belirlemeyi son günlere bırakması, mutabakat metnini alelacele hazırlaması, küçük partilere verilecek milletvekili sayısını olası bir referanduma göre hesaplanmaması, kaybedilen seçim sonrası istifayı geciktirmek gibi onlarca hatayı yan yana koyduğumuzda bugüne nasıl geldiğimiz de görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı için iki önemli adayını, Yavaş ve İmamoğlu’nu, seçimin zora girdiği anlarda kamuoyuna açıklama yapmak için sahaya sürmesi ve onların imajını zedelemesi de bir sonraki seçimi bile etkileyecek hatalardı. Partinin basın sözcüsünün, genel başkan yardımcılarının, önde gelen kurmaylarının o gece neden sorumluluk almadığını ben hâlâ merak ediyorum. Muhalefetin tüm bileşenleri bu hatalardan ders çıkartmalı.  

Muhalefette doğruları kabul ettiremeyiz düşüncesiyle eğrilere razı gelme düşüncesi artık sona ermeli. Dünyada değişimi başlatan partilerin çoğunun çılgın fikirleri vardı. Almanya’da bugün iktidar ortağı olan Yeşiller, Avrupa’nın sanayi devinde, nükleer enerjiye karşı bayrak açarak ülkenin tüm enerji politikasının değişmesini sağladı. Neo-liberal politikaların kıskacındaki Türkiye’de halkın onları bu darboğazdan kurtaracak radikal fikirlere ihtiyacı var. Korkmamalıyız!

Halka doğrudan ve kesintisiz ulaşmayı başaracak bir örgütlenme, gözümüzde büyüttüğümüz endişe bulutlarını dağıtabilir. İktidarın medya ve manipülasyon gücüne meydan okuyabilir. Değişimi gösterenin isimler değil icraatlar olduğunu unutmayalım.

Kalkınma Planı’nın enerjisi fosil ve nükleerden

Özgür Gürbüz-BirGün / 3 Kasım 2023

12. Kalkınma Planı Resmi Gazete’de yayımlanarak resmiyet kazandı. Resmiyet ile samimiyetin farklı kavramlar olduğunu da böylece hatırlamış olduk. Planın enerji bölümünün amacı, ‘2053 net sıfır emisyon hedefini esas alarak’ diye başlıyor. Altı satırlık cümlenin devamında ise nükleer enerjiyi daha fazla kullanmak, enerji verimliliğini artırmak, yenilenebilir enerji kaynaklarını değerlendirerek kendine yeterli olmak gibi birçok hedef yer alıyor. Peki plan bize aslında ne diyor?

509 numaralı maddede, ‘Enerji arz güvenliğinin sağlanması kapsamında çevresel etkiler azami ölçüde göz önünde bulundurularak yerli kömürün kullanımına devam edilecektir’ diyor. Altındaki yardımcı maddelerde de mevcut kömür yakıtlı santrallarda rehabilitasyon yapılarak, iyileştirmeler sağlanacağı, rezervlerin temiz kömür teknolojileriyle kullanılması için Ar-Ge çalışmalarının yapılacağı yazılı. İklimi değiştiren kömürün emisyonları unutulmuşa benziyor.

Bu köşede defalarca hükümetin 2053 net sıfır hedefinin bir slogandan ibaret olduğunu yazdık. Önce gerçekten de Cumhurbaşkanı tarafından ortaya atılmış bir slogandı, sonra resmi belgelerde de yer verilmeye başlandı. Başlandı ama kömür, petrol, gaz gibi fosil yakıtların kullanımı nedeniyle ortaya çıkan emisyonları sıfırlayacak ya da yutak alan dediğimiz orman varlıklarını koruyarak, artırarak çıkan emisyonu nette sıfırlayacak bir plana henüz rastlamadık. Kalkınma Planı’nda olduğu gibi bir yandan emisyonları azaltacağız deyip, öte yandan bildik yoldan devam edileceğini görüyoruz. Yoksa, kömürden önünde sonunda çıkacağını planlayan bir hükümet eski kömür santrallarını neden rehabilite etsin? Temiz kömür gibi hem teknolojik hem de ekonomik açıdan rüştünü ispatlamamış projelerle neden vakit ve para kaybetsin? Bu yüzden de tekrarlamakta fayda var. Türkiye’nin 2053 veya bir başka ileri tarihe dair net sıfır emisyon hedefi yok. Dernekler, sözde iklim mücadelesi verenler hükümetten çekindikleri için söylemekten kaçınabilir ama biz yazalım. Bu hedef, onu hayata geçirecek politikalar olmadan göstermelik bir slogandan başka bir şey değil.

Kalkınma Planı’nın nükleer enerjiye yaptığı atıf da gözden kaçmamalı. Küçük modüler nükleer reaktörleri füzyon gibi yeni teknoloji sınıfına alarak bu alanda çalışma yapılacağının söylenmesi tam bir aymazlık. Modüler reaktörler küçük nükleer reaktörler. Yeni bir teknolojiden bahsetmiyoruz. Ne nükleer atık sorununu çözebiliyor ne de pahalı nükleer enerjiyi ucuzlatıyor. Güvenlik sorununu ise artırıyor. Nükleer lobinin bu yeni pazarlama taktiğinin bir devlet politikasına dönüşmesi ilginç. Hatırlarsanız, ABD kaynaklı küçük modüler nükleer reaktör fikrini, Altılı Masa’nın Ortak Politikalar Mutabakat Metni’nde de görmüştük. Nükleerde Ortaklaştılar başlıklı yazımda detayları var. O metne bu nükleer fikri kim soktuysa, 12. Kalkınma Planı’na da sokmayı başarmış.  

***

TMMOB’a bağlı Elektrik Mühendisleri Odası, 2022 yılını değerlendiren yeni bir rapor yayımladı. 2022 Yılı ElektrikEnerjisi Görünümü adlı raporu en çok Kalkınma Planı’nı hazırlayanların okumasını isterim. EMO raporunda, teknolojik gelişmeler desteklenmekle birlikte, fosil yakıt ve nükleer enerjinin yarattığı sorunların, sınırlı kaynak olmaları ve iklim üzerindeki etkileri nedeniyle teknolojiyle çözülemeyeceği açıkça yazılmış. EMO, suyun canlılar için önemine de vurgu yaparak, su kullanımında elektrik üretiminin önceliklendirilmesine karşı çıkan bir uyarıda bulunmuş. Atıl durumdaki üretim ve iletim tesislerine de dikkat çeken rapor, elektrik enerjisinin üretim ve yönetiminin kamuya verilmesini savunuyor. Türkiye’de elektrik üretme kapasitesinde fazlalık var. Dünyada da herkes enerjiyi daha verimli kullanmaya çalışıyor, bu alanda hedefler koyuyor. Kişi başına düşen elektrik tüketimini altı yılda yüzde 25 oranında artırmayı planlayan 12. Kalkınma Planı’nı görünce, EMO’nun bu çağrısı daha fazla önem taşıyor. Enerji sektörü şirketlerin kâr etme aracı oldukça, bizim daha fazla tüketmemiz istenecek. Sektörü şirketlere teslim eden AKP’nin planından da bu anlaşılıyor. Doğanın ve insanın ise daha çok tüketmeye değil, eldekileri daha verimli kullanmaya ve yavaşlamaya gereksinimi var.

Türkiye’nin ikinci yüzyılı nasıl olmalı

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Ekim 2023

Foto: O. Gurbuz
Türkiye Cumhuriyeti yüzyılı devirdi, yeni bir yüzyıla hazırlanıyor. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları cumhuriyeti kurarken bir hedefleri vardı. Türkiye’yi demokratikleştirmek, tarımdan endüstriye, eğitimden toplumsal yaşama kadar tüm alanlarda ülkeyi modernleştirmek. Kendi ayakları üzerinde durabilen bir ekonomi, toplumsal alanlardaki büyük iyileştirmeler, kadın erkek eşitsizliğinden sosyal devlete kadar birçok alanda ilerleme sağladı. Dış politikada ise bağımsızlığını koruyan ama çatışmadan uzak duran bir ülke hayal etmişlerdi.

Geçtiğimiz yüzyılın ortasına kadar birçok alanda bu hedeflere ulaşıldı, kadın hakları, eğitim, sanayileşme gibi alanlarda beklentilerin de üzerinde ilerleme sağlandı, bazı konularda dünyadaki önder ülkelerin bile önüne geçildi. İşgalden kurtulmuş, yorgun ve kaynakları sınırlı bir ülke için destansı bir başarıydı bu. Yüzyılın diğer yarısında ise sağ hükümetler Türkiye’yi yönetmeye başladı ve özetle söylersek, ilerleme durdu, duraklama dönemi başladı. Son 21 yıldır da AKP hükümetiyle aynı Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu gibi gerileme dönemine girildi. Osmanlıcılık oynamayı sevenlerin döneminde, Türkiye’nin Osmanlı’nın kaderini paylaşması bir tesadüf olmasa gerek.

Cumhuriyetin 100. yılında bir çöküş dönemine girdiğimizi söylemenin hamaset olduğunu düşünebiliriz. İçinde bulunduğumuz çağın gereği tanıklık ettiğimiz teknoloji temelli ilerlemeleri, mevcut hükümetin hizmetleri sandığınız için aklınız karışmış da olabilir. Turgut Özal döneminde de evlerde telefon sayısının artması büyük bir icraat olarak anlatılmıştı. Telekomünikasyondaki ilerleme bugün tüm dünyayı değiştirdi ve cep telefonuna, internete kadar uzandı. Bu değişime ayak uydurmak zaten kaçınılmazdı. Bugün yeni binaların yapılması gibi. Asıl sorun o alanda yön belirleyen, teknoloji geliştiren ülkeler arasında olamamak. AKP de o sağ geleneği taklit ederek, yapılması gereken yolları, köprüleri bir başarı hikayesiymiş gibi anlatıyor. Çöküşe götüren ise birçok projesinin ekonomik geçerliliğinin olmaması, yolsuzluğa bulaşması, liyakat ve insan haklarını hiçe sayması; bir başka değişle yeni yüzyılın değerlerini taşımaması. 20 gün içinde değişen İsrail dış politikası da nasıl yönetemediklerinin güncel bir örneği.

Savaşların, ırkçılıkla beslenen sağın güç kazandığı günümüz dünyasında bu akımın karşı tezinin kısa zamanda güçleneceğini ve yeni yüzyılın değerlerini oluşturacağını görmemiz lazım. Vietnam savaşı, çiçek çocuklarını doğurmuş, barış ve şiddetsizlik uzun süre politik arenayı domine etmişti. İklim krizi sadece çevre politikalarını değil ekonomiyi şekillendirmeye başladı. Neredeyse 30 yıldır kapitalizm dünyadaki ekonomik sistemin tek hakimi oldu. Sendikalar güçsüzleşti, endüstrileşme insan refahını artırmak için değil daha fazla kâr elde etmek için kullanıldı. Bu da karşı tezini geliştirdi. Bugün başta zengin ülkeler olmak üzere çalışma saatlerinin düşürülmesi konuşuluyor ve dört günlük çalışma haftasını deneyen ülkelerin sayısı artıyor.

Tüketim çılgınlığı, başta iklim krizi olmak üzere birçok çevre sorununun bir numaralı sorumlusu. Toz duman içinde sıra çevreye gelmiyor gibi görünse de gençlerin siyasi yelpazede ekolojiyi öne çıkaran partilere yönelmesi çok uzun sürmeyecek. Küresel siyasette çevre konuları çoktan önemli bir belirleyici oldu. ABD’den Avrupa’ya, barınma, sağlık ve eğitim alanlarındaki krizleri insanları ortak bir noktada buluşturuyor. Kapitalizm ve emperyalizmin yarattığı sorunlar hemen hemen her ülkede hissedilmeye başlandı. Bu da halihazırda var olan çözümlerin ortaklaşmasına yol açacak ve içinde bulunduğumuz çağın kurtuluş ümidini kitleselleştirecek. Böyle olmasını bekliyor ve umuyorum.

Türkiye, cumhuriyetinin ikinci yüzyılında kendisine bir yol haritası çizmeyi başarır, dünyanın geleceğine uygun hedefler koyabilirse yeniden ilerleme dönemine girebilir. Bugün zayıf gibi görünen değerleri sahiplenmek, önderlik etmek Türkiye’ye küresel arenada önemli bir sorumluluk da verebilir. Geleceği inşa etme yolunda, karar alma süreçlerinde cesaret, yaşamın üstünlüğü ile demokrasiyi öne çıkaracak faaliyetleri önceleyen akılcılık ve gerçek gereksinimleri karşılayacak verimli bir üretkenlik yeni yüzyılın anahtar kelimeleri olacak. Ekolojik, çağdaş, demokratik ve laik bir cumhuriyette yaşamak dileğiyle, ikinci yüzyılımız kutlu olsun.        

Mehmetçik Gazze’ye

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Ekim 2023

Foto: Yousef Salhamoud-Unsplash
Filistin’in bağımsızlığına kavuşması, bölgeye barışın hakim olması için sağcı ve siyasal islam taraftarlarının bulduğu yegane çözüm Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusunu savaşa göndermek oldu! “Mehmetçik Gazze’ye” diye bağırdılar.

Bugünkü dünyada barışı savaşla kazanmak diye bir seçenek yok. Asker göndererek, savaşa giderek, beddua ederek Filistin özgürlüğüne kavuşamaz; kavuşamadığını da 75 yıldır herkes görüyor. Mevcut İsrail hükümeti barış istemiyor, o zaman onu barış yapmaya ikna etmek gerek. Militarist akıl, çoğu zaman barış isteyeni zayıf görme hatasını yapar. İngilizlerin Gandi’yi hafife alması gibi İsrail ve ona destek verenler de bugün o hatayı yapıyor. Filistin’e özgürlük isteyenler bu konuda ortak bir tavır alarak üzerine düşeni yapmalı. 

Konu Filistin olunca hamaseti ellerinden bırakmayan Türkiye’deki siyasal islamcılar, slogan atıyor ancak ellerini taşın altına koymuyor. Diplomatik ve ekonomik ambargolar içerecek bu barışçıl ikna süreci, istikrarlı ve uzun vadeli bir birliktelik gerektiriyor. Siyasal islam ise Türkiye’den de gördüğümüz üzere ‘u dönüşleriyle’ ünlü.

Siyasal islamın zikzakları, Arap ülkelerinin politikalarındaki değişkenlikler ve ne yazık ki son 20 yılın Türkiye’sinin istikrarsız dış politikası bu tip bir mücadelenin önündeki yegane engeller arasında. Hâl böyle olunca ‘one minute’ten ötesi yok. Kürsülerde lanet okuma, sabah akşam İsrail’i kınama tam gaz ama aynı etkisiz politikaları sürdürmeye de devam ediyoruz. Sahneye bakınca oyun güzel görünüyor ancak sahne arkasına geçince hem oyuncular hem de senaryo yerlerde sürünüyor.

2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “one minute” çıkışı siyasal islamın bu sorunu da çözemeyeceğine dair iyi bir örnek. O çıkıştan sonra gördüğümüz diplomatik ilişkilerin bozulduğuydu. Ticaret rakamları ise tam tersini söylüyor. İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 2009’da 2,6 milyar dolarken krizden hemen sonra 3,5 milyar dolara çıktı. 2022’de 9 milyar dolara dayandı. Enerji gibi stratejik konularda işbirliği arttı. Örneğin, Türkiye’nin petrol ithalatının yüzde 2,2’si İsrail’den geliyor. İsrail’in en çok petrol ihraç ettiği ülke ise Türkiye.

Sadece Türkiye ile mi durum böyle? Mısır 2020’den bu yana İsrail’den gaz ithal ediyor. İsrail’in gaz ihracatının kabaca yüzde 60’ı Mısır’a, kalanı da Ürdün’e yapılıyor. İsrail, Mısır’a yaptığı 6 milyar metreküplük gaz ihracatını 10 yıl içinde 30 milyar metrekübün üstüne çıkarmayı planlıyor. Rus gazına alternatif arayan AB’de bu planları destekliyor. Hamas’ın saldırısından iki gün önce, 5 Ekim’de Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, İsrail gazının Türkiye'ye getirilmesi için görüşmelerde bulunmak üzere İsrail'i ziyaret etmeyi planladığını söylemişti. AB de gazı gemilerle değil boru hattıyla taşıyacak bu plana daha sıcak bakıyor. 7 Ekim’den iki gün öncesine kadar Filistin işgal edilmemiş miydi? İsrail ticaret yapılan sıradan bir ülke miydi, iki gün içinde mi yoldan çıktı?

Başta Arap coğrafyası olmak üzere, barış isteyenlerin yapacağı ilk iş, diplomatik ve ticari ilişkilerin kesilmesi için geniş kapsamlı bir çalışma yürütmek olmalı. İsrail’le ticari anlaşmalar yapmış Kolombiya’nın, İsrail Büyükelçisi’nden ülkeyi terk etmesini istemesi Arap ülkeleri için önemli bir örnek. Dünyanın beşten büyük olduğunu göstermek isteyen Türkiye için de önemli bir fırsat olabilir. Lafla değil icraatla sorun çözülebilir. Çözmek istemiyorsanız da başta size oy verenler olmak üzere kitlelere gerçekten bu konuda ne yapacağınızı söylemekte fayda var. Söyleyebiliyor musun ey AKP?

Ambargo sadece ABD’nin istediği ülkelere karşı yapılacak diye bir şart yok. Ticari, siyasi, sosyal, sportif ve kültürel ilişkilerin hatırı sayılır bir coğrafya tarafından kısıtlanması, uluslararası bir tecrit, İsrail’de sağcı hükümetlerin iktidarına son verebilir ve barış yanlısı hükümetlere yeşil ışık yakabilir. Ambargo ve boykotlara aynı şekilde karşılık verilebilir, buna hazır olunmalı. Bedel ödemeden barış sağlanamaz. Askeri çılgınlıkların, parmak sallamalı nutukların ve arka planda devam eden ticari ilişkilerin bugünkü katliamlara davet çıkardığını unutmamalıyız. Barış isteyenler, somut ve ilkeli önerilerle uzun soluklu ve küresel bir mücadeleyi örgütleyebilir. Yapılabilirse, atılan somut adımlar Filistin sorunundan militan devşirmeye çalışan siyasal islamcı unsurları sekteye uğratabilir ve nerede durduklarını bir kez daha gözler önüne serebilir.

Türkiye'den 44 şirket kara listede

Aralarında Alarko Holding, Doğan Holding, Koç Holding, Sabancı Holding, Aselsan, Bizim Toptan, Roketsan ve Turkcell gibi Türkiye’nin en büyük işletmelerinin de olduğu 44 firma, iklim ve çevre kıstaslarına uymadığı için fon sağlayan 87 kuruluşun kara listesine girdi.

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ekim 2023

Ticari faaliyetlerini petrol, kömür ve gaz gibi fosil yakıtlara, silah üretimi ve ticaretine, tütün ürünlerine ve iklime zarar veren çalışmalara dayandıran 4532 şirket, 16 ülkeden 87 finans kuruluşunun kara listesine alındı. Ağırlıklı olarak Avrupa’da yer alan küresel yatırımcı kuruluşlar ve bankalar, sürdürülebilirlik esaslarına uymayan bu şirketlere kredi vermiyor. 4532 şirket arasında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek aracılığıyla yurt dışından kaynak arayan Türkiye’den de 44 firmanın ismi yer alıyor.

Türkiye’den Alarko Holding, Çalık Holding, Çukurova Holding, Doğan Holding, Kazancı Holding, Koç Holding, Sabancı Holding gibi holdinglerin yanı sıra Akenerji, Aksa, Anadolu Grubu, Aselsan, Bizim Toptan, ENKA, EÜAŞ, Mavi, Makine ve Kimya Endüstrisi (MKE), Park Elektrik Üretim ve Madencilik, Roketsan, Tekfen, Turkcell gibi dev şirketlere de listede rastlanıyor. Firmaların kara listeye alınmasında beş ana etken rol oynuyor. İklim değişikliği, tartışmalı silah üretimi, tütünle bağlantılı faaliyetler, insan hakları ve iş uygulamalarındaki eksiklikler. Exxon Mobil, Philip Morris, General Dynamics, Walmart ve Çin Ulusal Petrol Kurumu (CNPC) gibi küresel dev şirketler de aynı listede yer alıyor.

Kamuya açık bir şekilde financialexclusionstracker.org adresinde paylaşılan kara listede firmaların neden bu listeye alındığı da belirtiliyor. Örneğin, dünyanın en büyük gıda üreticilerinden JBS, Amazon ormanlarında yarattığı tahribat ve hak ihlalleri nedeniyle finansal kuruluşların kara listesine alınmış. Kara listeye alınma nedenlerinin yüzde 40’ı iklim kriziyle ilgili. İklimi silah ve tütün başlıkları takip ediyor. BankTrack ve Fair Finance International (Uluslararası Adil Finans) gibi 10 farklı sivil toplum örgütünün işbirliğiyle oluşturulan veritabanı, finansal kuruluşların kara listeye aldığı şirketleri göstermenin yanı sıra daha fazla sayıda finansal kuruluşu benzer faaliyetleri finansal destek kapsamı dışına almaya çağırmayı da hedefliyor.

İzmir Demir Çelik, Ereğli Demir Çelik ve Türkiye Kömür İşletmeleri’nin listeye giriş nedeni kömür üretimi-kullanımına bağlı olarak iklim kategorisi altında olmuş. Türk Eximbank, Ziraat Bankası ve Vakıfbank ülke politikaları nedeniyle listede yer alırken Halkbank insan hakları kategorisinde sınıflandırılmış. Anadolu Grubu içki ve tütün, Net Holding kumar, silah üretimi yapan şirketler ise silahlar ana kategorisinde yer almış alt kategorilerde ise tartışmalı silahlar, mayınlar ve hatta nükleer silahlar gibi (Roketsan ve Aselsan için) alt başlıklar da var.

Kara listedeki firmalara kredi vermeme kararı alan finansal kuruluşlar arasında ABN Ambro, Achmea, ANZ, Danske Bank, Ethikbank, Folsam, Spar Nord gibi ağırlıklı olarak kuzey Avrupa ülkelerine ait bankalar ve emeklilik fonları yer alıyor. Etik veya sürdürülebilir faaliyette bulunmayan şirketlere fon vermeme kararı alan finans kuruluşları arasında Türkiye’den bir isme rastlanmadı.

87 finans kuruluşunun kara listesine alınan 44 Türk şirketi

Şirket adı

Listeye alındığı kategori

Akenerji

İklim

Aksa

İklim

Aksoy Holding

İklim

Alarko Holding

İklim

Anadolu Efes Biracılık

İçki

Anadolu Grubu

İçki ve Türün

Aselsan

Silah

AUTCO Savunma Sanayi

Silah

Başkent Doğalgaz

İklim

Bizim Toptan

Ürün bazlı (tütün)

Central Bottling Company (Tuborg)

Alkol

Çalık Holding

İklim

Çukurova Holding

İklim

Doğan Holding

İklim, ürün bazlı (tütün)

EÜAŞ

İklim

ENKA

İklim

ERDEMİR

İklim

Global Investment Holding

İklim

Hacı Ömer Sabancı Holding

İklim, ürün bazlı (tütün)

Halkbank

İnsan Hakları

Hektaş

Ürün bazlı (pestisit)

Izmir Demir Çelik Sanayi

İklim

Kazancı Holding

İklim

Koç Holding

İklim, silah, ürün bazlı (tütün)

Koza İpek Holding

İklim

Mavi

Ürün bazlı (kürk)

Makine ve Kimya Endüstrisi

Silah, insan hakları

NET Holding

Kumar

Net Turizm

Kumar

Odaş Elektrik Üretim ve Sanayi

İklim

Odaş Enerji

İklim

Park Elektrik Uretim Madencilik Sanayi ve Ticaret AS

İklim

Roketsan Roket Sanayii ve Ticaret

Silah, İklim, insan hakları

Şok Marketler

Üzün bazlı (tütün)

T. C. Ziraat Bankası

Ülke politikaları

Tekfen

İnsan hakları

Turkcell

İnsan hakları

Turkish Armed Forces Foundation (TAFF)

Silah

Turkish Hard Coal Enterprises

İklim

TÜMAD Madencilik Sanayi ve Ticaret

İklim

Türk Eximbank

Ülke politikaları

Türkiye Petrol Rafinerileri (Tüpraş)

İklim

Vakıfbank

Ülke politikaları

VIP Grub

Ülke politikaları