Gayri Safi Hasıla’nın binde 5’i çevreye

2007 yılında kamuda çevre harcamalarına tam 9,18 milyar YTL harcandı. Aslan payını, su ve atık suyla ilgili hizmetler için belediyeler aldı.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 30 Nisan 2009 *

Türkiye’deki kamu sektörünün 2007 yılındaki çevre harcamaları 9,18 milyar YTL’yi buldu. Bu miktarın 4,82 milyarını cari harcamalar, 4,36 milyarını ise yatırım harcamaları oluşturdu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından açıklanan verilere göre, 2006 yılında bu rakam 6,77 milyardı. Kamunun çevre harcamaları bir yıl içinde 2,3 milyar arttı. 2007 yılında da önceki yıllara benzer bir şekilde kamunun yatırım harcamaların yüzde 78’i belediyelere ayrıldı. Belediyelerin çevresel yatırım harcamaları da bir önceki yıla göre yüzde 63, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının yatırım harcamaları da yüzde 23 oranında arttı. Yatırım harcamalarının yüzde 49’u su hizmetlerine, yüzde 32’si ise atık su hizmetlerine ayrılmış. Biyolojik çeşitliliğin ve peyzajın korunmasıysa bütçeden yüzde 7’lik pay almış. Bu artışa rağmen kamu sektörü çevresel yatırım harcamalarının Gayri Safi Yurtiçi Hasıla içindeki payı sadece binde 5,1’de kaldı. 2006 yılında bu oran binde 3,84'tü. TÜİK’in verilerine göre 2007 yılında kamu kurum ve kuruluşlarında çevre konularında çalışan personel sayısı 8 bin 485’e ulaştı. Bunun yüzde 78’i sadece çevresel faaliyetlerle ilgili konularda çalışırken yüzde 22’di diğer işlerinin yanında çevreyle ilgili konularla ilgileniyor.

Girişimler çevre için 783 milyon YTL harcadı
Yine TÜİK tarafından ilk kez yapılan bir başka araştırmayla madencilik ve taş ocakçılığı, imalat sanayi, elektrik, gaz, buhar, sıcak su üretimi ve dağıtımı konularında çalışan girişimlerin 2007 yılındaki çevresel harcamaları tespit edilmeye çalışıldı. Madencilik ve imalat sektörleri için örnekleme yapılırken, elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi içinse sektördeki tüm girişimler değerlendirmeye alındı. 2007 yılında imalat sanayi sektörünün çevresel harcamaları, 648 milyon YTL olarak tahmin edildi. Elektrik, gaz, buhar ve sıcak su üretimi ve dağıtımı sektörünün çevresel harcamaları ise 108 milyon YTL olarak tahmin edildi. Madencilik ve taş ocakçılığı sektörünün çevresel harcamaları ise 27 milyon YTL’de kaldı. Toplamda çevre için özel sektörün harcamaları 783 milyonu buldu.

***
Kamu Sektörü Çevresel Harcamaları (2007 – YTL)
Dış ortam havasını ve iklimi koruma 1.829.264
Su hizmetleri 2.118.142.201
Atıksu yönetimi 1.381.583.343
Atık yönetimi hizmetleri 181.393.971
Toprak ve yeraltı suyunu koruma 7.142.388
Gürültü ve vibrasyonun azaltılması 9.037
Biyolojik çeşitliliğin ve peyzajın korunması 302.616.833
Enerji 8.656.762
Araştırma ve geliştirme 3.533.285
Diğer 353.758.929

Kaynak: TÜİK
*Tam metin

Kuyu sularında kısırlık riskine dikkat!

Yaz aylarıyla birlikte artan yeraltı suyu tüketimi hiç umulmadık riskleri de beraberinde getiriyor. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar, yeraltı sularındaki yüksek düzeyde florün kısırlığa neden olabileceğini kanıtlamıştı.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Nisan 2009 *

Yaz ayları yaklaştıkça özellikle kırsal alanda yeraltı ya da bir başka deyişle kuyu sularının kullanımı artıyor. Kuyu sularının kontrolsüz kullanımı birçok sorunu beraberinde getirdiği gibi kısırlığa bile yol açabiliyor. Süleyman Demirel Üniversitesi’nde (SDÜ) yapılan araştırmalar, sudaki florün fazla miktarda alınmasının kısırlığa neden olabileceğini kanıtladı. 2007 yılında fareler üzerinde yaptığı çalışmaların sonuçları uluslararası hakemli dergilerde yayımlanan SDÜ Tıp Fakültesi Kadın Doğum Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tamer Mungan ve çalışmayı yürüten akademisyen arkadaşları, 60 gün boyunca yüksek dozda (litrede 100 mg) flor verdiği farelerde hücresel düzeyde hasar tespit etmiş ve kısırlık gibi sonuçların doğduğunu gözlemlemiş. Araştırma sonuçlarının birçok ülkeden araştırmacıların ilgisini çektiğini belirten Mungan, özellike gebelik yerleşim yeri olan rahim içi dokuda hücresel düzeyde harabiyetin olduğunu ve bu durumun kısırlık gibi önemli bir sonuca neden olabileceğini ilk defa ortaya koyduklarını belirtiyor.

Florün özellikle kemik mineral yapılanmasında önemli bir etkin madde olduğunu belirten Mungan, “Buna karşılık, fazla miktarda alındığında, birçok sistemde, özellikle üreme sağlığı üzerinde bazı olumsuzluklara da yol açabilmektedir” diyor. Daha önce yapılan çalışmalar Isparta’da özellikle kuyu suyu kullanıldığı dönemlerde bölge insanının ortalama 3,5-4,9 ppm flor maruziyetiyle karşı karşıya kaldığını gösteriyor. Florün kemiklerin sağlamlığını azalttığı biliniyor. Ancak, yüksek dozda sürekli alınan flor, kronik birikime ve kısırlığa neden olabiliyor. Prof. Mungan, asıl dikkat edilmesi gerekenin, suyun içindeki elementlerin bilinmeyen etkileri konusundaki bilgi eksikliği olduğuna dikkat çekiyor.

Isparta’nın şehrinin içme suyu Eğirdir Gölü ve bazı mahallelerin içme suyu Gölcük Krater Gölü’nden sağlanıyor. Gölcük Krater Gölü ve çevresindeki kaynak sularındaki flor oranının yüksek olduğu başka çalışmalarca da belirtilmiş. Dünya Sağlık Örgütü’nün belirlediği sınır değer litrede 1 miligram iken Gölcük Krater Gölü bölgesinde litrede 6 miligram flor ölçülmüş. Bu durumun insanlar için de bir sağlık sorunu teşkil edip etmediğine ilişkin sorumuza Prof. Mungan, “Isparta coğrafi olarak yer altı sularında fazla oranda flor içeren bir yapıya sahip. Bu durum, özellikle yer altı sularının kullanıldığı dönem için geçerli olabilir. Ancak yanlış bilmiyorsan uzun bir süredir bu kuyulardan su şebekeye verilmiyor ve Eğirdir’den su temin ediliyor. Bu nedenle şu anda yüksek flor içerikli su kullanıldığını sanmıyorum. Burada önemli olan, ülkemizde kontrolsüz olarak kullanılan yeraltı su rezervlerine sıklıkla başvurulduğu dönemlerde bu olası tehlikeyi akılda bulundurmak olmalı” diyor.

* Tam metin

Genç işadamlarının temiz enerji hedefi 2023’te yüzde 20

Genç işadamlarının temiz enerji hedefi 2023’te yüzde 20 Türkiye Genç İşadamları Derneği (TÜGİAD) Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal, Türkiye'nin 2023 yılında enerjisinin yüzde 20'sini yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından üretebileceğini öngörüyor.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 28 Nisan 2009

Türkiye’nin enerji sorununa çözüm bulmak için yapılan çalışmalara bir yeni proje de, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Türkiye Genç İşadamları Derneği’nden (TÜGİAD) geldi. Yeni ve yenilenebilir enerji teknolojilerini araştırmak için bir “enerji üssü” kurma konusunda geçtiğimiz günlerde protokol imzalayan İTÜ Enerji Enstitüsü ve TÜGİAD, İstanbul’da buldukları arazi için Çevre ve Orman Bakanlığı’ndan yanıt bekliyor. Kurulacak enstitüde, rüzgar türbinleri, güneş pilleri, aküler ve yakıt hücreleri gibi başlıklarda çalışmalar yürütülecek, girişimciler bu yeni enerji üretim ve depolama teknolojilerine finansal destek sağlarken üniversite ise bilgi birikimi, teknik ve akademik altyapısıyla projeye destek sağlayacak.

2012 sonrası Kyoto sürecine katılan Türkiye için ortaya çıkacak yeni fon ve teşvik mekanizmaları da değerlendirilmeye çalışılacak. 2023 yılında Türkiye’nin enerji ihtiyacının yüzde 20’sinin bu yeni ve yenilenebilir enerji kaynaklarından karşılanabileceğini belirten TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı Ufuk Ünal, üniversiteyle birlikte oluşturulacak olan platformun iş dünyasına ortak teşvik ve lobi desteği sağlayacağını da söylüyor. Bu hedefe ulaşabilmek için bir politika belirlediklerini belirten Ünal, “Yeni enerji teknolojilerine fevkalede bir ilgi var. 2023 Türkiye’sinde, yeni enerji projelerinde teknoloji üretmiş, bu konuda yatırımlar yapabilmiş, hem teknoloji hem de enerji satabilen bir Türkiye politikası oluşturduk” diyor. Kurulması düşünülen “enerji üssü” için İstanbul’da buldukları araziyle ilgili gerekli izinleri bekleyen TÜGİAD, burada Amerika ve Avrupa’da görülen enstitü-teknopark modeline benzeyen bir yapılanma oluşturacaklarını, sürece bürokrasiye de katarak Türkiye için örnek çalışmaların oluşturulacağı bir platform yaratmayı amaçlıyor. Çalışacakları konuları yenilenebilir başlığı altında değil yeni ve yenilenebilir başlığı altında ikiye ayırdıklarını belirten Ünal, “Yenilenebilir bize göre aslında dünyanın eskittiği bir teknoloji. Bizim gibi yatırımlarda geri kalmış ülkelerde yenilenebilir dendiğinde yeni bir enerji teknolojisi olarak adlandırılıyor. Aslında yenilenebilir başlığı altında ve gerçekten yeni olan plazma, hidrojen ve yeni güneş enerjisi teknolojileri var. Hepsi yenilenebilir altında geçse de diğerlerine göre yeni kaynaklar” diyor.

***
“Türkiye’yi geçiş coğrafyasından kaynak coğrafyasına taşımak lazım”
Ufuk Ünal TÜGİAD Enerji Komisyonu Başkanı

Bizim içinde bulunduğumuz çevrede ülkelerin demokrasi adı altında sınırları, yönetimleri, liderleri özerk yapıları değişiyor. Ana sebeplerden bir tanesi enerji paylaşımı. Dünyanın ihtiyacı olduğu enerjinin bizim yakın coğrafyamızda bulunmuş olması. Başkalarının çok rahat oynayabildiği bu alanda biz de söz sahibi olmalıyız diye düşündük. Doğal olarak, onların sahip olduğu konvansiyonel yataklar, potansiyeller üzerine mevcut politikaları düzenlemek yerine biz genç girişimciler olarak yeni enerji, teknoloji ve yatırımların hakim olması için ne yapabiliriz diye düşündük. Türkiye’yi geçiş coğrafyasından çıkarıp kaynak coğrafyasına taşımak istedik.

Genlerini değiştirsek de mi yesek, değiştirmeden mi yesek?

Hormonlu domates yıllardır tüketicinin korkulu rüyası oldu. Şimdi, hormonlu domates korkusuna bir de genleri değiştirilmiş ürünler eklendi. Aralarında mısır, pirinç, soya ve patatesin de olduğu onlarca genleri değiştirilmiş ürünün ne kadar sağlıklı olduğu ise tartışma konusu

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 25 Nisan 2009

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ya da kısa adıyla GDO’lar, genetik mühendisliğinin gelişmesiyle bitki türleri üzerinde yapılan değişiklikler sonucu ortaya çıkarılan yeni ürünleri ifade ediyor. Bu teknolojiyle zararlı böceklere karşı direnen bitkiler üretmek mümkün. GDO’lu ürünlerin ne kadar sağlıklı olduğu ise ayrı bir tartışma konusu. Bu ürünlerin üretimini yapan Monsanto, Syngenta gibi şirketler ile sivil toplum örgütleri arasında ciddi bir tartışma sürüyor. Şirketlerin lobi faaliyetleri politikacılar, bilim insanları ve hatta bazı sivil toplum örgütlerine kadar uzanabiliyor. Kimilerine göre dünyanın sonu, kimilerine göreyse kurtuluşu. Amerika kıtasında üretim artarken Avrupa Birliği konuya temkinli yaklaşıyor. Bilim insanları da konu hakkında farklı görüşlere sahip.

Yüzde 30 daha ucuz
Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nazimi Açıkgöz, GDO’lu ürünlerin kullanılmasını savunuyor ve karşı çıkanları olaya teknik açıdan hakim olmamakla suçluyor. GDO’lu ürünlerin maliyetlerde yüzde 30 oranında indirim sağladığını belirten Açıkgöz, “Arjantin’in tarımla ilgili ihracatı 25 milyar dolardan 75 milyar dolara çıktı. Bunun da en büyük nedeni GDO’lu soyanın buğday tarlalarına ikinci ürün olarak ekilebilmesi” diyor. Genleri değiştirilmiş soya tohumları buğday tarlalarındaki zararlıları yok ederek kendilerine yetişmek için uygun ortam hazırlıyor. Çevre için zararları konusunda ise Açıkgöz, “Adana’da pamuk için yılda 15 kez ilaç yaptığınız oluyor. İlaçlama sayısını ikiye indirdiğinizde hem maliyet hem de ilaç kalıntısı bırakmadığınız için olumlu katkısı oluyor” diyor. Açıkgöz, sadece hayvan yemi olarak üretilen Starlink mısırının insanlara yanlışlıkla verilmesi sonucu alerjik bir reaksiyon görüldüğünü belirtiyor. Ayrıca, GDO’ların antibiyotiklere olan direnci düşürdüğü, kanser ve Alzaymır gibi hastalıkları tetiklediği öne sürülüyor.

Hiç masum değiller
Yıldız Teknik Üniversitesi Biyomühendislik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şeminur Topal, GDO teknolojisinin henüz masumiyetini ispatlamış bir teknoloji olmadığını söylüyor. “Ranta dayalı ve dayatmacı” olarak nitelediği teknolojinin gıda sorununu çözeceği iddiasının da doğru olmadığını belirtiyor. “Günümüzde besin olarak kullanılan 150 çeşit var. Bunların 15 tanesi dünya nüfusunun yüzde 90’ını besliyor. Transgenik çalışmalar, bu 15 ürünün 9’u üzerinde gerçekleştiriliyor” diyen Topal, araştırmaların yeni ürünler üzerinde değil, kar oranı yüksek ürünlerle ilgilendiğine dikkat çekiyor. Sağlıkta, biyoteknolojinin çok önemli faydaları olmasına rağmen yatırımların tarıma odaklandığını belirten Topal, “Sağlık sektöründe biyoteknolojiye ayrılan pay yüzde 69 olduğunda getirisi yüzde 33’te kalıyor. Tarımda ise aynı bütçenin yüzde 31’ini harcadığınızda yüzde 77’lik kar sağlanıyor” diyor.

GDO'nun bizde ekimi yasak
GDO’ların Türkiye’de ekiminin yasak olduğu belirtilse de ülkeye girişinde ciddi bir kontrol yok. İthalatçı beyanında GDO olmadığının söylenmesi yetiyor. Hayvan yemi olarak mısır ve soya başta olmak üzere yüksek miktarda GDO’lu ürün ülkeye giriyor. Kaçak tohumlar da cabası. Yem olarak gelen ürünlerin un fabrikalarından ekmek, nişasta eldesi yoluyla şeker olarak çıktığını konuştuğumuz herkes kabul ediyor. Biyogüvenlikle ilgili yasa ise 2002’den beri Meclis’te bekliyor.

Türkiye'nin seragazı artış hızını “Kyoto” da kesemedi

İklim değişikliğine yol açan seragazları miktarında en yüksek artış rekorunu elinde bulunduran Türkiye’nin hızını, Kyoto Protokolü de kesemedi. 2006 yılında 332 milyon ton olan seragazı miktarı 2007 yılında tarihi bir artışla 40 milyon ton daha yükselerek 372 milyon tona ulaştı.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 22 Nisan 2009

Türkiye'nin atmosfere saldığı seragazı miktarında 1990'dan bu yana en büyük artış gerçekleşti. 2006 yılında 332 milyon ton olan toplam seragazı miktarı 2007 yılı sonunda 40 milyon ton artarak 372 milyon tona ulaştı. Bu, 1990'dan bu yana gerçekleşen en büyük yıllık artış. Türkiye, 1990-2006 yılları arasında seragazı artış hızında yüzde 95 ile zaten dünya birincisiydi. 2007 sonunda bu oran yüzde 119'u buldu.

Enerji başı çekiyor
Toplam 372 milyon ton seragazının büyük bir bölümü, 288 milyon tonu enerji sektöründen kaynaklanıyor. Enerjiyi 31 milyon tonla atıklar, 26’şar milyon tonla da tarım ve sanayi izliyor. 2007 yılında meydana gelen 40 milyon tonluk artışın 30 milyon tonu yine enerji kaynaklı. Tarım kaynaklı seragazları da geçtiğimiz yıla göre 10 milyon ton artmış durumda. Buna karşın sanayinin payında 2 milyon tonluk bir azalma meydana geldi. Başta karbondioksit olmak üzere, metan, hidro-floro-karbonlar gibi seragazları, özellikle fosil yakıtlar olarak adlandırılan kömür, petrol ve doğalgazın yakılmasıyla ortaya çıkıyor ve atmosferde gereğinden fazla birikerek dünyanın ısınmasına yol açıyor.

Pazarlık zorlaştı
Türkiye’nin 2004 yılında imza koyduğu İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması gereği her yıl Birleşmiş Milletler’e verdiği raporlarda belirtilen yeni rakamlar, bu yıl sonunda Kopenhag’ta ortaya çıkacak yeni anlaşma öncesi Türkiye’nin pazarlık şansını azaltacağa benziyor. Aralık ayında Kopenhag’ta yapılacak toplantıda Kyoto Protokolü benzeri ancak daha yüksek indirim hedeflerine sahip yeni bir protokolün ortaya çıkması bekleniyor. Bu yeni anlaşmaya, ileri gelişmiş ülke olarak imza atmayı planlayan Türkiye, diğer ülkeler gibi seragazı miktarlarını 1990 yılı altına çekmeyi değil, ileriki yıllarda bu yüksek artış hızını azaltmayı önererek pazarlık yapmayı hedefliyordu. Yeni rakamlardan sonra Türkiye’nin bu isteğinin daha zor kabul göreceğini söylemek mümkün. Seragazı emisyonlarında bir başka kriter de kişi başına düşen emisyon miktarları. 71 milyon nüfuslu Türkiye için 372 milyon tonluk seragazı emisyonu, kişi başına 5,23 tona denk düşüyor. Avrupa Birliği’ne üye 25 ülkenin ortalaması 10, dünya ortalaması ise 4,3 ton civarında.

***
Seragazı emisyonları (milyon ton CO2 eşdeğeri)
1990 * 1995 * 2000 * 2005 * 2006 * 2007
170,06 * 220,72 * 279,96 * 312,42 * 331,76 * 372,6

Avrupa’da karayolu kaynaklı çevre sorunları artıyor

Avrupa Çevre Ajansı (AÇA) tarafından hazırlanan ulaşım sektörüyle ilgili son rapora göre, Avrupa'da otomobil sayısında ve buna paralel olarak ulaşım kaynaklı çevre sorunlarında ciddi artış görülüyor. Türkiye de büyük kirleticiler arasında.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 20 Nisan 2009

1995-2006 yılları arasında Avrupa Birliği’ne üye olan 27 ülkede (AB-27), otomobil sahibi olan insanların sayısı yüzde 22, ulaşım kaynaklı seragazı miktarı yüzde 27 arttı; bununla birlikte çevre sorunları da. 10 yıl içerisinde mevcut sayıya eklenen 52 milyon otomobille birlikte gürültü ve hava kirliliği şikayetleri çoğaldı. Avrupa Çevre Ajansı’nın (AÇA) hazırladığı “Dönüm Noktasındaki Ulaşım” başlıklı raporda, aynı yıllar arasında, karayolu taşımacılığında yüzde 35’e varan artış olduğu belirtiliyor. Karayolu taşımacılığı artarken daha çevreci olan iç deniz taşımacılığı yüzde 17, demiryolu taşımacılığı ise yüzde 11 oranında azaldı.

Türkiye'de ise 1990-2006 yılları arasında ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarının yüzde 69 arttığı görülüyor. Bu artış hızı Türkiye'yi 27 ülke içinde dokuzuncu yapıyor. Türkiye ayrıca Avrupa'da karayoluyla en çok yük taşıyan altıncı ülke. Ülke içerisindeki taşımacılığın yüzde 95’i karayolu geri kalanı ise demiryoluyla yapılıyor. Kamyon veya tırlarla yapılan taşımacılıkta, taşınan her ton yük için kilometre başına 62 ile 110 gram arasında karbondioksit atmosfere bırakılıyor. Aynı yük deniz yoluyla götürülürse bu 2-7 gram, demiryoluyla taşınırsa 18-35 gram arası karbondioksit emisyonu ortaya çıkıyor. Hava taşımacılığında ise 665 gram gibi çok daha yüksek rakamlara ulaşılıyor. Bu da iklim değişikliğini önlemek için taşımacılıkta su ve demiryolunun önemini ortaya koyuyor.

En çok otobüs kullanan ülke Türkiye
Türkiye yolcu taşımacılığında en çok otobüs kullanılan ülke olarak görülüyor. Yolcu taşımacılığının yüzde 45,6’sı Türkiye’de otobüsle yapılıyor. Demiryollarının payıysa sadece yüzde 2,5. Bunun bir nedeni de Türkiye’de kişi başına düşen araba sayısının diğer Avrupa ülkelerinden az olması. Türkiye’de her 100 kişiden 8,4’ü otomobil sahibiyken, bu oran Lüksemburg’ta 65,5. Avrupa’da yolcu taşımacılığının büyük bir bölümü özel otomobillerle yapılıyor. Batı Avrupa’da demiryolları daha çok yolcu taşırken, Doğu Avrupa’da demiryolundan karayoluna geçiş gözleniyor. En çok demiryolu taşımacılığı yüzde 15,1 oranıyla İsviçre’ye ait.

Trafik kaynaklı 5 ana sorun
AÇA Genel Müdürü Jacqueline McGlade, 1995-2006 yıları arasındaki eğilime bakarak beş ayrı noktaya dikkat çekiyor.

1. Demir ve denizyolu taşımacılığı güç kaybediyor, karayolu taşımacılığı artıyor.
2. Artan otomobil sayısıyla birlikte otomobil kullanma oranında 1985-2006 arası yüzde 18’lik bir artış var.
3. Karayolu kaynaklı seragazı emisyonları artışı, AB’nin iklim değişikliğini durdurmak için koyduğu hedeflerini zorluyor.
4. Motorlardaki iyileşmeye rağmen araç sayısında ve bireysel otomobil kullanımındaki artış hava kalitesinin iyileşmesini engelliyor.
5. Avrupa’da 67 milyon insan sınır değerlerin üzerinde trafik kaynaklı gürültüye maruz kalıyor.

“Mühendislerin notlarına değil hobilerine bakıyoruz"

İlk sivil uzay uçuşunun yaratıcısı Amerikalı Burt Rutan, Özyeğin Üniversitesi Mühendislik Fakültesi tanıtımı için geldiği İstanbul'da, öğrencilere tecrübelerinin ve uzay mühendisliğindeki son gelişmeleri değerlendirdi.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 18 Nisan 2009

Dünya Burt Rutan’ı uzaya gidip geri dönen ilk sivil uzay aracının tasarımcısı olarak biliyor. Onlarca uçak modeli yapan Rutan aynı zamanda dünyanın etrafını hiç durmadan ve dolayısıyla yakıt almadan uçan “Voyager” adlı uçağın da yaratıcısı. Önceki gün, Özyeğin Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin tanırımı için İstanbul’da onlarca öğrenci ve aralarına sızmış havacılık meraklılarına konuşma yapan Rutan, kendi şirketine iş başvurusu yapan mühendislerde aradığı özelliğin yüksek notlar değil, ilginç hobiler olduğunu söyledi.

Rutan, elinde kalemden çok tornavida tutan mühendis tipine yakın bir profil çiziyor. Rus mühendisler hakkında söyledikleri, mühendislerin daha çok maddi ödüllerle teşvik edileceği görüşü, soğuk savaş dönemindeki eski Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki çekişmeye hasretle bakması, biraz Ronald Reagan’ın mühendis türlemesini anımsatıyor. Yarışmacı karakterinin şekillenmesi çocukluk yıllarında uçaklara duyduğu ilgiyle başlamış. Maket uçak yarışmalarına katılmış. Çocukların ilgi alanlarının 3-14 yaşlarında şekillendiğini söyleyen Rutan, mağlubiyetlerin başarılara zemin hazırladığına inanıyor. Örnek olarak Rusların, “Yuri Gagarin” ile uzaya ilk insanı gönderip ABD’yi geride bırakmasına, ABD’nin aya inerek karşılık vermesini gösteriyor. Konuşmasında sık sık, uzay araştırmalarının hep kriz dönemlerinde (Vietnam Savaşı, soğuk savaş dönemi, Kennedy’nin öldürülmesi gibi) yükseliş gösterdiğine değinen Rutan, şu anda yavaşlamış olan araştırmaların tekrar hız kazanması için yeni bir hamle ya da buluşa ihtiyaç duyduklarını söylüyor.

Kendi mühendislik firmasını babasından borç alarak kuran 65 yaşındaki mühendis, üretimle yaratma arasındaki farkları, “Kimin üretebileceğini bilirsin ama kimin yaratacağını bilemezsin. Üretimde mantıklı yaklaşım esastır, yaratıcılıkta ise mantıksızlık kabul edilebilir” sözleriyle açıklıyor. İnsanların yüzde 50’sinin, yaratıcı ve iyi fikirlerin ilk ortaya atıldığı sırada o fikrin gerçekleşmesine inanmadığına değinen Rutan, “Yaratıcı kişiyi zamanla sınırlayamazsın. Plajda eğlenirken de bir şeyler yaratabilir” diyor.

***
SpaceShipOne
21 Temmuz 2004 yılında atmosfer dışına çıkan ilk insanlı özel sektör destekli uçak olan SpaceShipOne, aynı zamanda yine devletten destek almadan yapılan ve ses hızını 2 ve 3 kat aşan ilk uçak oldu. Uzay Mekiği gibi roketle dikine uzaya gönderilmek yerine bir başka uçağın üzerinde yükselen ve daha sonra ondan ayrılarak roket sisteminin çalıştıran SpaceShipOne, atmosferi geçtikten sonra aynı uçaklar gibi yeniden yere inebiliyor. Uçağın geliştirme maliyetinin 25 milyon dolar olduğu söyleniyor.

26 Temmuz 2007’de yapılan denemeler sırasında yaşanan ve üç kişinin ölümüyle sonuçlanan kaza ise SpaceShipOne’ın ikinci uçuşunu erteledi. Rutan’ın firmasına 28 bin dolar ceza kesildi. Rutan’ın uzaya turist götürme çalışmalarıyla ünlü işadamı Richard Branson’un ilgileniyor. Branson’ın “Virgin Galactic” adını verdiği uzay turizm firmasına, uzaya gitmek için 30 ülkeden 200 kişinin ismini yazdırdığı biliniyor.

Rutan'dan inciler:
* 1978 yılında PC’ler eve girdiğinde insanlar onları 12 yıl sadece oyun oynamak için kullandı. Sonra biri çıkıp interneti buldu ve herşey değişti. Uzay seyahatleri de buna benziyor.
* Uzay yolculuğu şu anda maliyetli ama girişimciler karlı bir iş olduğunu gördüklerinde yatırım yapacaklar. 12 yıl içerisinde 100 bin kişiyi uzaya taşımayı planlıyoruz ama önce uçuşların güvenli olmasını sağlamak gerek.
* İlk uçaklarda ölümlü kaza oranı 70 uçuşta 1’di, şimdi ise 1 milyon uçuşta 1’e düştü. Uzay yolculuklarında bu hala yüksek ve bu nedenle uzay pilotları daha cesur insanlar olarak biliniyor.

Rezerv çok, araştırma yok...

Dünyadaki bor rezervlerinin yüzde 72’sine sahip olan Türkiye, bor üzerine yapılan araştırmalarda ise sınıfta kaldı. 2008 yılında bor konusunda ABD’de tam 916 makale yayımlanırken, Türkiye’de yayımlanan makale sayısı ise sadece 138.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 17 Nisan 2009

Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre Türkiye, sahip olduğu 851 milyon ton Borik Oksit (B2O3) rezervle dünyadaki tüm rezervin yüzde 72’sine sahip. Rezervin değeri, bor madeninin geleceği yıllardır kamuoyunu meşgul etse de bor ile ilgili akademik araştırmaların sayısı rezervlerle doğru orantılı değil. 2008 yılında dünyada içinde bor ve bileşikleri geçen araştırma sayısı 4656. Bu çalışmaların Türkiye kaynaklı olanları ise sadece 138. Hiç bor madeni olmayan ya da yok sayılabilecek kadar az olan Japonya, Almanya, Fransa, Hindistan, İngiltere, Kanada ve Güney Kore’nin bile bor üzerine Türkiye’den daha fazla araştırması var.

Türkiye 11. sırada
Bor üzerine, uluslararası yaygınlığa sahip hakemli dergilerde yapılmış akademik araştırmaları, tarayarak bir rapor hazırlayan Bilim Stratejileri Araştırma Kurulu (BİLSAK) Başkanı Dr. Cafer T. Yavuz, “Bu durum 2007’de de çok değişik değil; 4518 makalede 160’ı ülkemiz adresli ve bu sayı ile dünyada 9. sıradaydık. Hatta 2007’de 2008’e nazaran daha iyi durumda olduğumuz görünüyor. Bu bulgular ülkemizin saygın bilim adamlarının dünyada yeterince seslerini duyuramamış olması yanında biraz da bor üzerine olan bilim politikamızı tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini söylüyor” yorumunu yapıyor. 2008 yılında bor üzerine en çok araştırma 916 adetle ABD’de yapılmış ve onu 827 çalışmayla Çin izliyor. Türkiye ise İtalya’yla birlikte 11. sırada. “Bir diğer gösterge de bilim adamlarımızın bor üzerine düzenlenen uluslararası konferanslarda ne kadar yer aldıklarıdır” diyen Yavuz, 2005 yılından bu yana düzenlenen uluslararası konferanslarda Türkiye’den sadece dört konuşmacının katıldığını belirtiyor ve organizasyon ve danışma heyetlerinde de yer alınmamış olmasına dikkat çekiyor. “Bor uzmanı Türk bilim adamları yetiştirilmeli ve çok geniş katılımlı uluslararası konferanslar düzenlenmeli” diyen Yavuz olumlu gelişmelere de işaret ediyor. 2002 yılında bor üretiminin yüzde 51’i hammadde olarak satılmış, bu rakam 2007’de yüzde 38’e gerilemiş. Bu da borun daha çok işlenerek satıldığına işaret ediyor. 2007’de tüm satışların yüzde 3,6’sı yurt içine yapılmış.

***
Türkiye’nin bor yatakları Balıkesir’de Susurluk ve Bigadiç, Bursa’da Kestelek, Kütahya’da Emet ve Eskişehir’de Kırka civarında bulunuyor.

***
Cam, seramik, deterjan, tarım gibi artık klasikleşmiş kullanım alanlarının yanısıra bor artık inşaat sektöründen otomotive, yakıt hücrelerinden kanser tedavisine kadar birçok alanda kullanılmakta.

TABLO
Kullanım Alanı Miktar (Bin ton / Borik Oksit) Pay (%)

Yalıtım Tipi Cam Elyafı 440 24,4
Tekstil Tipi Cam Elyafı 370 20,6
Borosilikat Camlar 165 9,2
Emaye-Sır 350 19,4
Tarım 120 6,7
Deterjan 95 5,3
Diğer 260 14,4
TOPLAM 1800

Kaynak: Eti Maden İşletmeleri

***
Dünya Bor Rezervlerinde İlk 5 Ülke (Bin ton / Borik Oksit)

Ülke Görünür Ekonomik Rezerv Muhtemel Rezerv Toplam Pay (%)
Türkiye 227.000 624.000 851.000 72,70
Rusya 40.000 60.000 100.000 8,50
ABD 40.000 40.000 80.000 6,80
Çin 27.000 9.000 36.000 3,10
Arjantin 2.000 7.000 9.000 0,80

Kaynak: Eti Maden İşletmeleri

Suyu çıkmış bir forumun suyunu çıkardık

Türkiye’de herkesin gündemine bir anlamda zorla giren 5. Dünya Su Forumu toplantıları Haliç’in kıyılarında yapıldı ve bitti. Geride kocaman bir soru işareti bırakarak. Ne oldu bu bir haftada, neler olmadı...

Özgür Gürbüz-Karga Mecmua / Nisan 2009

İstanbul, resmi rakamlar ciddiye alınırsa, yerli yabancı 35 bin kişinin katıldığı bir büyük organizasyona ev sahipliği yaptı. Sudan değil ama suyla ilgili meseleler tartışıldı. Forum başladığı ilk gün protestolara sahne oldu. 30 kişi yaralandı, 17 kişi gözaltına alındı. Gözaltına alınan “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu” üyeleri, gözaltında oldukları 30 saat boyunca, İstanbul Vatan Caddesi’ndeki emniyet binasındaki nezarethanelerde planladıkları forumlara devam ettiler. Su havzalarına yapılan ve yapılması düşünülen baraj projelerini tartıştılar. Gözaltındaki forumdan, Tunceli’nin Munzur Nehri’ne yapılan 8 baraja, Hasankeyf’i sular altında bırakacak Ilısu Barajı’na, tarihi antik kent Allionai’yi adeta arkeologlara boşuna kazdınız der gibi tarihe gömecek olan Yortanlı Barajı’na ve Karadeniz’in azgın nehirlerine “gem” vurmaya çalışan onlarca baraj projesine hayır kararı çıktı.

Hangi kararlar alındı?
Peki, 35 bin küsur kişinin katıldığı resmi forumdan hangi kararlar çıktı? Yapılan basın açıklamalarından, İstanbul Su Mutabakatı adlı belgeden, bakanların, dünya liderlerinin (5 Cumhurbaşkanı ve birkaç Prens) açıklamalarından geriye ne kaldı? Su kaynaklarının yönetimi konusunda acil eylem çağrısı, suyun yaşamsal öneminin vurgulanması, özellikle tarımsal sulamanın nasıl da savurganca su kullandığının girdiğim her toplantıda tekrar tekrar anlatılması ilk aklıma gelenler. Aslında herhangi bir bağlayıcı yaptırımı olmayan tavsiye kararlarının alındığı bir toplantıdan başka bir şey beklemek de pek doğru olmazdı zaten. Toplantının, dışarıdaki izleyicilere su konusunda bilinçlenme, tasarrufa önem verme gibi etkilerinin olduğu muhakkak. İçeridekiler ise Hamidiye sebillerinden akan su, çorum leblebisi, akşamları verilen kokteyllerden nasiplerine düşenlerle yetindiler. Toplantının organizasyonundaki eksi ve artıları bir kenara bırakıp, asıl toplantıdan ne çıkmadığına ve basın bülteni olarak bizim elimize ulaşmayanlara bakarsak sanırım daha faydalı bir iş yapmış oluruz.

Mutabakat yok
5. Dünya Su Forumu Bakanlar Süreci Başkanı Sumru Noyan, “Forumda su hakkı, insan hakkı ve sınırı aşan sular konusunda geçmişte ya da günümüzde yürürlükte olmayan hususlarda tam mutabakata varamadık” diyor Milliyet Gazetesi’nde 22 Mart tarihinde yayımlanan haberde. Forum öncesi ve içerideki tartışmaları bildiğimiz için burada bir kelimenin ardına dair okuma yapabiliriz sanıyorum. Anlaşılan o ki, toplantıya katılan bakanlar ve onların temsilcileri suyun bir insan hakkı olup olmadığı konusunda pek anlaşamamışlar. Halbuki, Bakanlar Toplantısı’ndan önce açıklanan “İstanbul Su Mutabakatı”nda böyle bir madde var. Temiz suya ve temel sağlık standartlarına (hijyenik özel bir tuvalet gibi) erişimin bir insan hakkı olduğu orada kabul ediliyor. Bakanlar Toplantısı’nda ise böyle bir karar çıkmıyor. Noyan bu kouyu da şöyle açıklıyor: “Bütün ülkelerin katılımı ve görüşleri alınarak bazı konularda, örneğin su hakkı, insan hakkı, sınır aşırı sular konusunda geçmişte ve hâlâ yürürlükte olmayan sözleşmelere atıfta bulunmak gibi hususlarda mutabakat tam sağlanamadı. Sağlanamayan hususları belge dışı bıraktık. Burası Birleşmiş Milletler (BM) forumu değil”.

Patronlar finansör
Evet, burası iklim toplantılarının yapıldığı, Kyoto gibi bağlayıcı hedeflerin çıktığı bir BM toplantısı değil. Peki, neyin toplantısı ya da kim organize ediyor suyun forumunu? Yanıtı basit; Dünya Su Konseyi (DSK). Kim bu Dünya Su Konseyi? Noyan’ın da belirttiği gibi bu BM’ye ait bir oluşum değil. Üyelerinin ödediği aidatlar, hükümetlerden alınan hibeler ve içinde yer alan sarı sendikalara benzeyen, “resmi” sivil toplum örgütlerinden gelen parayla ayakta duruyor. Bir de Konsey merkezinin yer aldığı Marsilya Belediyesi’nin desteği var. Amaç, farkındalık yaratmak, su ile ilgili önemli kararların alınması için gerekli kuruluşları ve tabi ki hükümetleri harekete geçirmek. Kısacası içerisinde şirketler var, suyla uğraşan, sudan para kazanan şirketler. Fransızların bu konuda ne kadar iyi olduğunu söylemeye gerek yok herhalde. Marsilya bir rastlantı değil demek istiyorum. Şu andaki başkanı Loic Fauchon aynı zamanda “Société des Eaux de Marseille” in (Marsilya Su Şirketi) de başkanı. Fransızların suyla haşır neşir olan iki dev firması Veolia ve Suez’in ortak şirketinin.

Durum böyle olunca bu forumdan, suyun insan hakkı olduğuna dair bir karar çıkmasını beklemek hayal olur. Temiz, içilebilir suya erişim insan hakkı olarak kabul edilirse DSK’nin içinde yer alan firmaların ne yapacağını düşündünüz mü hiç? Özellikle de sudan gelen tatlı karın en çok şişelenmiş içme suyu satışında elde edildiğini düşünürsek. İnsan hakkını şişeleyip satamazsınız. Üstünden para kazanamazsınız. Türkiye’de planlandığı gibi, herkesin hakkı bulunan nehirleri 49 yıllığına özel şirkete satamazsınız. İşte bu nedenle özel şirketlerin kontrolünde olan bazı hükümet yetkililerinin, İstanbul’daki forumda böyle bir karara imza atması olasılık dışıydı ve çıkan sonuç sürpriz olmadı denebilir. Su Forumu’ndan dışarıya yansımayan, bu buluşmanın halklar ile devletler arasında bir kavuşmadan çok şirketler ile hükümetler ve şirketler ile şirketler arasında bir buluşma olduğudur. Kapalı kapılar ardında birçok toplantının forum boyunca gerçekleştirildiğini biliyoruz.

Suyun ticaretleşmesine hayır
Bu koskoca Su Forumu’nda insanları umutlandıracak kararlar çıkmamış olabilir. Ancak, eş zamanlı olarak yapılan, Suyun Ticarileştirilmesine Hayır platformunun yaptığı forumda, dünya üzerinde adil dağılmayan suyun eşit paylaşılmasını isteyen onlarca insanın olması yüreklere su serpti. Türkiye’de, parasız da olsa temizlik ve temel ihtiyaçlarını karşılamak isteyen hemşehrilerine 10 tona kadar suyu bedava veren Dikili gibi bir belediyenin olması da bir başka umut kaynağı oldu. Dünyada, devletin su dağıtım şebekelerini kamuya ait ama özerk bir kuruma verip, ülkenin yüzde 90’ından fazlasına musluktan akan suyu içme şansını verdiği Kosta Rika gibi bir ülke olması da bir başka neşe kaynağı oldu. Bolivya’da halka su getiriyorum diye yola çıkan Suez firmasının, fahiş fiyatlarla su satmaya başlaması ile halkın yağmur suyu toplamaya başlaması ve firmanın buna müdahalesiyle başlayan isyanın hükümet devirmeye kadar gidip Eva Morales’i işbaşına getirmesini Bolivya’dan gelen konuklardan dinlemek de ayrı bir zevkti.

Dünya Su Forumu olmasa belki de su üzerine bu kadar düşünmeyecek, suyun sadece tarımda israf edildiğini, sanayide kaçak kullanıldığını hiç öğrenmeyecek, çiftçiye kızıp sanayiciye melek gözüyle bakacaktık. Kosta Rika’da, Bolivya’da mücadele edenlerin nelere kadir olduklarını hiç öğrenemeyecektik. Sudan umut yaratıp içemeyecektik. Su gibi aziz ol Dünya Su Forumu!

Anne, kız ve Obama

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 13 Nisan 2009

- Kız, kapı çalıyor baksana.
- ...
- Kapı çalıyor diyorum, baksana kız!
- Açtım anne açtım. Hiii!
- Ne oldu, kim gelmiş?
- Barak Obama gelmiş anne!
- Barak da kim? Dalga geçme sabah sabah, alırım ayağımın altına şimdi seni.
- Ya, Başkan Obama gelmiş anne, Hüseyin başkan var ya... Amerikalı olan.
- Ayy, deme gız. Sabah Halime Teyze falıma bakmıştı, orada da çıkmıştı. Al içeri al. Kaldır o oturma odasındaki kanepenin üzerindeki örtüyü oraya otursun.
- Aldim zaten anne. Sen in aşağı hemen.
- Geldim, geldim. Obama gelmiş ziyarete, Allah’ıma şükürler olsun. Sor bakayım çay içer miymiş? Yeni demledim daha...

- Anne, pek de yakışıklı ama di mi?
- Bana bak gız, iki dakika olmadi içeri gireli. Kendine gel yırtarım ağzını.
- Sanırım o da benden hoşlandı.
- Kız sus, duyacak! Kendine gel, bakma öyle mayhoş mayhoş. Pııışşşşt!
- Türkçe bilmiyor ki anne. Mis gibi adam işte!
- Şıısssssst!
- Anne, çıkarma öyle sesler. Bak, zıplattın adamı yerinden. Bu iki etti, üçüncüde gider valla.
- Bu da pek ürkekmiş canım. Top patlıyor zıplıyor, kapı çalıyor zıplıyor.
- Amerika’da yok böyle şeyler anne, alışık değil.
- Haklısın, gurbet elde sayılır. Garibim Hüseyinim, kaç gündür yollarda kimbilir.
- Allah’tan hafta sonuna kalmıyor. Fener-Galatasaray maçı var. Sonrasında neler patlamaz ki!

- Niye içmiyor çayı?
- Ezan okunuyor ya ondan; ara verdi.
- Söyle, içsin soğutmasın. Seferi sayılır o, günah yazılmaz.
- Acelesi varmış zaten. Eğir Fors Van’a gidecekmiş.
- Van’a da mı gidecek? Ayol ne işi var orada? Canavar manavar kapar gencecik adamı, yazık olur. Dünyanın umudu Hüseyinime...
- Öyle değil anne, uçağının adı, “Eğir Fors Van”.
- Uçağı da mı var?
- Sarayı bile var; hemi de beyazından.
- Bana bak gız. Kendine mukayet ol, yine yüzün gözün oynamaya başladı. "Beyazından" derken kalçandaki hareketlenmeyi görmedim sanma.
- Hemi de müslüman sayılır anne...
- Nereden biliyon?
- Kardeşi Türkiye’ye geldi. Gazeteciler sormuş hatta pipisine bakmak istemişler.
- Suuuuus terbiyesiz! Elin adamının yanında pipi mipi denir mi! Suuuuuus!
- Türkçe bilmiyor anne.
- “Evet” dedi ya!
- Sadece “evet” demeyi biliyor anne. Henüz “pipi”ye gelemedi.
- Sadece “evet” mi diyor sahi?
- Vallahi sadece “evet” diyor. Ne dersen “evet” diyor.
- Deme gız. Bundan iyi koca olur vallahi. Ben babandan kırk yıldır bana bir kez “evet” dediğini duymadım.
- Yakışıklı da ama; di mi anne?
- Yukarıda Allah var. Vallahi öyle.
- Anne, sence?
- Ne bence?
- İşte ya... "We can do"* yani.
- Haa. Yes, kızım yes. Hatta "just do it"kızım, just do it!**


* Obama'nın seçim kampanyasında kullandığı "Yapabiliriz" anlamına gelen slogan.
** Hemen yap.

Hıristiyanlar Paskalya bayramına hazırlanıyor

Hıristiyan aleminin en önemli dini bayramı Paskalya, cumartesi gecesi kiliselerde yapılacak olan ayinle başlayacak. Ancak Hıristiyan cemaati hazırlıklara şimdiden başladı. En çok satan hediyelik eşya ise tavşan ve mum.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 10 Nisan 2009

Türkiye’deki Hıristiyan cemaati Paskalya’yı kutlamaya hazırlanıyor. Cumartesi akşamı aile fertleri ve dostlarla kurulacak büyük bir sofrada, etsiz geçen oruç günleri (Büyük Perhiz) muhtemelen balıkla ya da kırmızı etlerle sonlanacak. Başta çocuklar olmak üzere herkes çikolataya doyacak. Paskalya, İsa’nın yeniden dirildiği gün olarak kabul ediliyor ve tüm Hıristiyan alemi bu özel günü, kendi içlerinde bazı farklılar olmakla beraber tasvir etmeye çalıştığımıza benzer bir törenle kutluyor. Pazar günü ise kiliselerde törenler düzenleniyor, birçok Avrupa ülkelerinde pazartesileri de (Easter Monday) resmi tatil ilan ediliyor.

Kutlamalar sırasında birbirlerine hediye verenlere de rastlanıyor. Yumurtalar yeniden doğumu simgeliyor. Yumurtalar da doğurganlığı gösterdiği için tavşanla anılıyor. Bu nedenle tavşan ve yumurta figürleri hediyelerin ana temasını oluşturuyor. Çocuklara tavşanların, kendilerine yumurtayla beraber oyuncak ve çikolata getirdikleri de söylenir. Bu nedenle en gözde hediyeler yumurta, tavşan ve onların resimlerinin yer aldığı dekorasyon malzemeleri oluyor.

Son Tavşan Bizim
İstanbul’da paskalya için hediyelik eşya satan mağaza sayısı bir elin parmaklarını bulmuyor. İlk uğradığımız dükkan sahibi Isac Taragano, bu yıl ithalatçının yaşadığı sorunlar nedeniyle yeni ürünler getiremediklerini söylüyor ve elinde geçen yıldan kalan bir tek tavşan olduğunu söylüyor. Onu da biz alıyor ve 20 yıldır paskalya hediyeleri satan Ani Ravul’un dükkanına giriyoruz. Burası bir hayli kalabalık ve onlarca çeşit var. “Normalde satışlar iki hafta önce başlardı, bu yıl son haftaya kaldı diyen Ravul, “Ürünlerin çoğu ithal. En çok mumlar, seramikler ilgi görüyor” diyor. Çocuklar yumurta şeklindeki çikolatalara çok ilgi gösteriyor. Evlerde de anneleriyle gerçek yumurtaları boyuyorlar.

“Kendimi çocuk gibi hissediyorum” diye bir cümle duyunca hemen arkamızdaki Lerna Özder ile tanışıyoruz. Oldukça kalabalık bir yemek yiyecekleri ve tüm dostlarını göreceği için oldukça heyecanlı olduğunu anlatan Özder, “Yemekte balık çok önemli. Özellikle de kalkan yeniyor. Paskalya çöreği, midye ve dolmadan oluşan bir sofra kuruluyor” diyerek bize biraz olsun Paskalya heyecanını aksettiriyor.

Yatağan’da yaşamak Köprü'den daha riskli

Obama’ya Boğaz Köprüsü’ne pankart asarak 64 metre yükseklikten “Barış için iklimi kurtar” çağrısı yapan eylemciler, köprüye çıkmaktan değil iklim değişikliğinin sonuçlarından korkuyorlar.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 9 Nisan 2009 *
Fotoğraf: Serdar Çelik - Greenpeace

Pazartesi günü üç ayrı dilde üç ayrı pankartla ABD Başkanı Obama’ya anlamlı bir mesaj gönderen Greenpeace (Yeşilbarış) eylemcileri 14 saat gözaltında tutulduktan sonra salıverildi. Dördü kendilerini iplerle yerden 64 metre yükseklikteki köprüden aşağıya bıraktı, 14 tanesi ise kendilerini köprüye zincirledi. 10 yıldır Greenpeace’de gönüllü olan Gözde Baykara, köprüden geçen araçlardan kendilerine alkış ve kornalarla yapılan destekten bahsediyor. O sırada ipin ucunda pankart açmakla meşgul olan Mevlüt Yaman, Oğuzhan Yılmaz ve Özay Özer ise bu destekten pek haberdar değilmiş. Onlar için köprüden aşağıya sarkmak çok da korkulacak bir şey değil. “Orada ben ne yaptığımı biliyorum. Hakim olduğum bir konuda çalışıyorum” diyor Oğuzhan. Tek sorunun zamanla yarışmak olduğunu belirten Mevlüt, “Polisin geldiğini görüyorsun, uygulanan şiddetle başediyorsun” diye konuşuyor ve öncelikle emniyete önem verdiklerini o koşulu sağlamadan işe koyulmadıklarını özellikle belirtiyor. Özay ise ekliyor: “Yatağan termik santralinin yanında yaşamak köprüye çıkmaktan daha tehlikeli”.

Greenpeace’in çok merak edilen tırmanışçılarının çoğu dağcılıkla ya da sporla haşır neşir olmuş ve bu konuda eğitim almış kişiler. Özay, çevre alanında sosyoloji yüksek lisansı yapıyor ve endüstriyel tırmanışla uğraşıyor. Gözde işin mühendislik tarafına ısınamadığı için son sınıftayken çevre mühendisliğini bırakmış. Fotoğraf karemize sığdıramadığımız Cihan ise hukuk fakültesinde son sınıfta. Oğuzhan Aikido hocası ve Mevlüt’te spor bilimlerinde okumuş. Kimi karada iyi kimi denizde anlayacağınız. Onları Greenpeace’e çeken ise eylemlerden çok Greenpeace’in söylemleri olmuş. Şiddet karşıtı duruşu, eylemlerde sivil itaatsizlik ve doğrudan eylemi seçmesi ve tabi ki çevre için yaptıkları çalışmalar.

İklim değişikliği ve nükleer enerji hemen hemen hepsi için Türkiye’nin en öncelikli sorunları arasında yer alıyor. Sorunların çözümü için “Batının eski teknolojilerini transfer etmeyi durdurmak lazım” diyen Özay’ın çağrısına, Mevlüt’ün desteği, “İnsanın toprakla bağı kopmuş durumda, bu ilişkiyi yeniden kurmak lazım” yönünde oluyor. Eylemde hedef aldıkları Obama hakkında ise olumlu düşünceler hakim. İklim konusunda söyledikleri cazip. “Obama’ya inanmak istiyorum” diyorlar ama öncelikle yıl sonunda Kopenhag’ta yapılacak iklim görüşmelerinde Obama’nın sınavı geçmesi lazım.

***
Mini Yeşil-Anket
Greenpeace yerel seçimlerden önce belediye başkanlarından temiz enerji sözü almıştı. Eylemcilere bulundukları kentte belediye başkanı olsaydınız ilk ne yapardınız diye sorduk.

Özay (Eskişehir) Bisiklet yollarının geliştirir, yeşil mimari örneklerini arttırırdım.

Gözde (İstanbul) Toplu taşıma ücretlerini düşürürdüm.

Oğuzhan (Ankara) Şehir merkezindeki araç trafiğini azaltır yayalara açardım.

Mevlüt (İstanbul) Güneş için belediye başkanları bildirgesini imzalardım. Kadir Topbaş hala imzalamadı!

* Tam metin

Küresel ısınma Obama’ya rağmen gündemden düştü

2007 yılında gündemin en üst sıralarında yer alan küresel ısınma Obama’nın iktidara gelişiyle ABD’nin mücadeleye aktif katılmasına rağmen medyada daha az haber konusu olmaya başladı. Uzmanlar, ekonomik krizin ve küresel ısınmanın doğal bir süreç olduğunu iddia eden karşı propagandanın önemine dikkat çekiyor.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 7 Nisan 2009

Avrupa Çevre Ajansı, Lizbon Üniversitesi ve Calouste Gulbenkian Vakfı’nın Portekiz’in Lizbon kentinde düzenlediği Medya ve Çevre adlı toplantıda iklim değişikliği sorunu masaya yatırıldı. Avrupa ve Amerika’dan bilim insanları, medya konusunda araştırmalar yapan akademisyenler ve gazetecilerin katıldığı toplantı iki gün sürdü. İngiltere’de ve Amerika’da birbirinden bağımsız yapılan araştırmalar 2007 yılında medyada gündemden inmeyen “küresel ısınma” konusunun 2008 yılında tam tersi yönde ilerleyerek rutin haber sınıfına girdiğini gösteriyor. Uzmanlara göre, ABD’nin önceki başkanı George Bush’un aksine, küresel ısınmayı durdurmak için önemli hedefler belirleyen ve ekonomik durgunluğu, temiz enerjiye yaptığı yatırımlarla önlemek için milyarlarca dolar harcayan Obama’nın başkanlığı da bu gidişatı değiştirmedi.

Obama’ya kamuoyu desteği şart
Toplantıda özel bir konuşma yapan North Carolina Üniversitesi İletişim Bölümleri profesörlerinden Robert Cox, konuşmasında iklim değişikliğinin insan etkisiyle meydana geldiğini inkar eden yayınların arttığına dikkat çekti ve ekonomik krizin iklim değişikliği sorunun önüne geçtiğine değindi. İngiltere’nin uzaktan eğitim kurumu olan “Open University”de görev yapan ve iklim değişikliği ile medya üzerine çalışmaları bulunan Prof. Joe Smith de benzer bir eğilim İngiltere’de de egemen olduğuna dikkat çekti. Küresel ısınmayı inkar edenlerin, internetteki bloglar, hava durumu sunucuları, köşe yazarları ve sağ eğilimli ‘think-thank’lar aracılığıyla fikirlerini yaydıklarını belirten Smith, “Obama, Kopenhag’da Kyoto devamı bir metne imza atsa bile bunu kongreye götürdüğünde çok ciddi bir kamuoyu desteğine ihtiyacı olacak. Beni asıl endişelendiren bu kamuoyu desteği” diyor.

Obama’nın yeşil enerji planı
* Önümüzdeki 10 yıl içerisinde rüzgar, güneş ve enerji verimliliği gibi temiz enerji kaynaklarına 150 milyar dolar yatırılacak ve 5 milyon kişiye iş sahası açılacak
* Önümüzdeki 10 yıl içerisinde tasarruf ve alternatif teknolojilerle Venezuella ve Orta Doğu’dan ithal edilen petrole ihtiyaç duyulmayacak hale gelinecek.
* 2015 yılına kadar Amerika’da üretilmiş 1 milyon melez (hibrid / elektrik ve petrolle çalışan) otomobil yollarda olacak.
* 2012’ye kadar Amerika’nın elektriğinin yüzde 10’u; 2025’e kadarsa yüzde 25’i yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanacak.
* 2050 yılına kadar Amerika’nın atmosfere saldığı seragazları, karbon ticareti de kullanılarak yüzde 80 azaltılacak.

Yeni başkanlar, çevre için ne yapacaksınız?

Yerel seçimler bitti, başkanlar belirlendi. Çevreciler vakit kaybetmeden yeni belediye başkanlarından kentleri iklim değişikliğine neden olmamak için yeniden tasarlamaya çağırdı. REC (Bölgesel Çevre Merkezi) kentleri karbonsuzlaştırmak için beş kademeli bir plan hazırladı.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 2 Nisan 2009

İklim değişikliği tüm dünyayı tehdit ediyor ve insanları yaşam tarzlarını değiştirmeye zorluyor. Dünyadaki seragazlarının yüzde 75’i direkt ve dolaylı olarak kentlerden kaynaklanıyor. REC (Bölgesel Çevre Merkezi) Türkiye, Sürdürülebilir Kentler Birliği (ICLEI) tarafından geliştirilen “İklim Dostu Kentler Kampanyası”nı Türkiye’de de başlattı. Dün seçilen belediye başkanları ve seçmenlerden sürdürülebilir enerji, ulaşım, konut, arazi planlaması ve atık yönetimi politikalarını talep etmeye çağıran REC, bu sayede kentlerden kaynaklanan ve küresel iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarının azaltılabileceğini söylüyor.

Beş adımda iklim dostu kentler
İklim Dostu Kentler Kampanyası (ICLEI-CCP) kapsamında kentlerde daha az karbon emisyonu çıkarmak için beş adımdan oluşan bir plan öneriliyor. İlk adımda kentleri, ne kadar seragazı ürettiğini hesaplamaya ve artış tahminleri yapmaya çağıran REC, daha sonra her kentin ne kadar emisyon azaltımı yapabileceği yönünde bir hedef belirlemesini öneriyor. Üçüncü adım ise bu hedefe ulaşabilmek için kentlerde yapılabilecekleri belirlemek. Seragazlarının özellikle kömür ve petrol gibi fosil yakıtlardan kaynaklandığı bilindiği için, binalarda yapılacak enerji tasarrufu, ulaşımda metro gibi toplu taşıma yöntemlerine ağırlık verilmesi seçenekleri ön plana çıkıyor. Dördüncü adım belirlenen uygulamaları hayata geçirmek ve beşincisi ise sonuçları değerlendirmek olarak saptanmış.

Kentlerin kampanyanın göbeğinde yer alması, iklim değişikliğinden en fazla etkilenecek yerlerin başında yine kentlerin gelmesinden kaynaklanıyor. Çünkü dünya nüfusunun yarısı, Türkiye nüfusunun yaklaşık yüzde 75'i kentlerde yaşıyor. Bölgesel sıcaklık yükselmeleri ile birlikte kentlerde hava kirliliği artıyor, kuraklık ve sel olaylarının artışı kentsel su kaynaklarını olumsuz etkiliyor. Kıyı bölgelerindeki yerleşim yerlerinin ileriki on yıllar içerisinde su altında kalma riski bile var.

***
Daha az karbon salımı için yerel yönetimler neler yapabilir?
• Enerji verimliliğinin desteklemesi, temiz ve yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılması
• Daha fazla yeşil alan yaratılması, daha sağlıklı kentleşme politikası
• Katı atık yönetimi ile geri dönüşüm, atık azaltımı, kompost ve metan gazı kullanma altyapısının hazırlanması.
• Ulaşım planlaması ile daha etkin toplu taşıma, yaya ve bisiklet ulaşımı için altyapı oluşturulması.

***
Dünyada İklimler Değişiyor Kömür ve petrol gibi fosil yakıtların tüketilmesi ve orman alanlarının yok edilmesi sonucunda, sera gazlarının miktarı son 500.000 yılın en yüksek düzeyine ulaştı. Son 200 yıldaki en sıcak 10 yıl, son 20 yılda yaşandı. Tüm dünyada kuraklık, sel, kasırga gibi aşırı iklim olayları gitgide artıyor. Türkiye’de ortalama sıcaklıklarda uzun vadede 5-6 C arasında artış ve ortalama yağışlarda ise yüzde 40’a varan oranda azalma bekleniyor.

AB tarım ilacını sınırladı. Türkiye'de ne olacak?

Avrupa Parlamentosu’nun tarım sektöründe kullanılan pestisitlere sınırlama getirmesi hem Avrupa’da hem de Türkiye’de tartışma yarattı. Tarım bitkilerini çeşitli haşerelerden korumak amacıyla kullanılan pestisitlerin bir çoğu, alınan bu karar doğrultusunda yasaklanıyor ve geçiş süreci olarak da azami 10 yıl gibi bir süre tanınıyor.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 1 Nisan 2009

Ocak ayında Avrupa Birliği (AB) tarafından bazı pestisitlerin kullanımını yasaklayan karar öncelikle pestisitlerin, sinir sistemine, iç salgı bezlerine etki eden, kansere yol açan ve genetik yapıyı bozan türlerini devre dışı bırakmayı hedefliyor. Karar, 577’ye karşı 61 oyla alındı ve 20’ye yakın maddenin AB içerisinde kullanımı yasaklandı. Karara karşı ise özellikle İngiltere’den muhalif sesler gelmeye devam ediyor. Tarımda üretim rakamlarını aşağıya çekeceği gerekçesiyle bu yeni düzenlemeye karşı çıkan AB Parlamentosu Muhafazakar Grup milletvekillerinden Neil Parish, bazı ürünlerde yüzde 50’ye kadar rekolte kayıpları yaşanabileceğini öne sürüyor.

Lobici Profesör
En son olarak İngiltere Hükümeti’nin bir numaralı bilim danışmanı Profesör John Beddington da yeni düzenlemeyi bilimsel ve mantıklı olmamakla suçladı. Çevre konularına yer veren dünyaca ünlü “Ecologist” dergisinin bu yoruma yanıtı ise Beddington’ı rengini belli ettiği ve genleri değiştirilmiş ürünlerle tarım ilaçları için şirketler adına lobi yaptığı yönünde oldu.

Sıkı denetim şart
Türkiye’nin bu yasaktan nasıl etkilendiğini sorduğumuz Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bitki Koruma Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. M. Oktay Gürkan ise pestisit kullanımının ülkesel düzeyde yönetilmesinin önemine dikkat çekiyor ve bu konuda disiplinli, hızlı, doğru karar vermek ve dünyayı izlemek gerektiğini söylüyor. Gürkan, “Bu son gelişme sadece bizde değil, tüm AB ülkelerinde olumlu ve olumsuz etkilerinin çokça tartışıldığı bir konu. AB üyesi ülkelerin tümünde pestisit kullanımına neden olan sorunlar aynı olmadığı gibi, ülkemizdeki tarımsal zararlı sorunlar da bunlardan çok farklı. Ülkemizin yetkili uzmanları AB’nin aldığı bu kararı, gerekli platformlarda değerlendirmektedir ve sanırım yakında bu konuda ülkemiz için uygun olan kararı alacaklardır” diyor. Kamuoyunda yaygın olan, pestisit kontrolünün son derece kontrolsüz yapıldığı düşüncesinin doğru olmadığını da söyleyen Gürkan, “Tüm pestisitlerin insan ve çevre sağlığı açısından bilinen ve bilinmeyen riskleri var. Uzman olmayan kişilerin tarım ilaçlarını satması, önermesi, kullanması mutlaka denetim altına alınmalıdır” açıklamasını da sözlerine ekliyor.

Yasak, AB’ye mal satan üreticileri de ilgilendiriyor. Yasağı destekleyen Avrupa Parlamentosu Yeşiller Milletvekili Hiltrud Breyer, “Bu karar, zararlı pestisitlerin başka yerlerde kullanımını da engelleyerek domino etkisi yaratacak. AB’ye ihraç edilen ürünlerin de yasaklı pestisitler içermemsi gerekiyor” diyor.

“Alternatif Yöntemlerin Üzerinde Durulmalı”
Prof.Dr. M.Oktay Gürkan
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Bitki Koruma Bölümü


Alternatif tarımsal savaş yöntemleri mutlaka üzerinde durulması ve yaygınlaştırılması gerekli yöntemler. Ülkemizde bu konudaki çalışmalar yaygın, ancak bu yöntemlerin hiçbirisi tek başına kimyasal savaş kadar hızlı, etkili, ucuz ve çiftçiler tarafından kolay uygulanabilir değil. O nedenle ülkemizin çok deneyimli tarımsal savaş uzmanlarının “Entegre Zararlı Yönetimi " programlarını kısa sürede gündeme getirmeleri gerekli. Pestisit kullanımı da bu programlar içinde daha kolay kontrol edilebilir, çiftçiler eğitilebilir.

***
Arıların kaybolmasından da pestisitler sorumlu
Pestisitlere karşı alınan bu kararın nedenlerinden biri de arıların esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolması. Almanya’daki Julius Kuehn Enstitüsü’nde yapılan araştırmalar, ölen 30 arıdan 29’unun, meyve ve sebzeleri sinek ve kurtlardan korumak için kullanılan pestisitlerle ilgili olduğunu ortaya koymuştu.

Grevdeki sendikaya önce “ergenekon” suçlaması sonra “hırsız” şoku

İşçileri aylardır grevde olan Türk-İş’e bağlı Deri-İş sendikasına önce işveren “Ergenekon” suçlaması yaptı ardından sendikanın merkezine hırsız girdi. Hırsız, sendikanın tüm bilgilerinin olduğu bilgisayarı çaldı.

Özgür Gürbüz / 1 Nisan 2009

Tek başına çıktığı grevde 272. gününe giren Emine Arslan’ın üye olduğu Deri-İş sendikasına Ergenekon’un gizli ortağı suçlaması yapıldı. DESA adlı şirketin sahibi Melih Çelet tarafından, Samanyolu TV’de yayınlanan programda yapılan iddialarda, Ergenekon örgütünün taşeronu olduğu iddia edilen Devrimci Karargah Örgütü’nün bazı sendikaları kullanarak işçileri sokağa dökeceği ve kargaşa çıkaracağı söylendi. 22 Mart tarihinde yayınlanan programın sonlarında ise DESA’nın sahibi Çelet söz aldı ve sendikal süreçte anlaşamadığı işçilerin yaptıkları eylemleri bir senaryo olarak tanımladı. Programdan sonra önce sendikanın web sayfası saldırıya uğradı. 30 Mart günü ise sendika genel merkezine hırsız girdi ve sendikayla ilgili bilgilerin olduğu iki bilgisayar çalındı.

Konu hakkında, Samanyolu TV binası önünde bugün (1 Nisan 2009) bir basın açıklaması yapacak olan sendika yetkilileri, “Ulusal ve uluslararası boyutta sendikamıza olan desteğin artması ile bize yönelik çirkin saldırıların şekli ve rengi giderek değişmektedir. Sendikamız ciddi bir komplo ile karşı karşıyadır” açıklamasını yapıyor.

Patrondan garip açıklama
DESA grevi kamuoyunda özellikle türbanlı işçi Emine Arslan'ın tek başına Sefaköy'deki fabrika önünde yaptığı direnişle Türkiye'de duyulmuştu. Samanyolu'nun 22 Mart tarihli haberi, Emine Arslan'ın Avrupa'da satılan DESA ürünlerini boykot için İtalya, İspanya ve Fransa’da yabancı mağazaların önünde açıklamalar yapıp uluslararası konfederasyonlarla işbirliğine gitmesinden hemen sonra yayınlandı. Çelet’in televizyonda yaptığı açıklamada, “Hiç algılamadığımız veya beklemediğimiz bir şekilde Avrupa’da, Avrupa sendikaları tarafından dünyadaki hizmet vermeye devam ettiğimiz dünya markalarına anında bir naskı uygulamaya başladılar” sözlerine yer veriliyor. Halbuki Deri-İş’in, sendikaya üye olmaları nedeniyle işten atılan işçiler için sürdürdüğü mücadeleyi büyüteceği ve bunu uluslararası arenalara taşıyarak firmaya boykot çağrısı yapacağı biliniyordu. Çelet’in açıklamaları bu nedenle çok inandırıcı gözükmüyor daha çok sendika ve işçilere yönelik bir karalama kampanyasına benziyor.