Ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ekonomi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Orta vadeli programa yeşil makyaj

Özgür Gürbüz-BirGün / 8 Eylül 2023

OVP'de TÜFE değerlendirmesi
Türkiye’nin 2024-2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Programı (OVP) açıklandı. Program, saray
rejiminin hayal ekonomisinden gerçeğe bir adım yaklaştığını gösteriyor. Büyüme beklentisi düşürüldü. Bir önceki programda yüzde 24,9 olan 2023 enflasyon tahmini yüzde 65'e çıkarıldı. İşsizlik ve cari açık tahminleri artırıldı. Buna rağmen yeni hedeflerin de iyimser olduğu söylenebilir. OVP’de dikkat çeken bir başka nokta ise makroekonomik hedefler arasındaki “yeşil dönüşüm” başlığı ve hemen hemen her alana yayılan “yeşile boyama” çabaları.

Metinde 44 yerde yeşil kelimesi geçiyor. Uluslararası sınıflamayla uyumlu yeşil taksonomi oluşturulması, AB’nin Sınırda Karbon Düzenlemesi Mekanizması’na uyum için kurulacak emisyon ticareti mekanizması ve iklim yasası gibi ana politikaların hayata geçirilmesi planlanmış. AB’nin Yeşil Mutabakatı’ndan “yeşil limana” kadar birçok yeşillikle dolu plan. Daha birkaç hafta önce kömür madeni için Akbelen Ormanı’nı kesenin aynı hükümet olduğunu bilmesek, bu yeşil masal içinde oldukça sağlıklı günlerin bizi beklediğini düşünebilirdik. Gerçeklerin yeşil değil kapkara olduğunu biliyoruz, değişim için de bir programdan çok daha fazlası gerekiyor.

AKP ve Mehmet Şimşek’in başını çektiği yeni ekonomi takımının yeşile ilgisinin bir nedeni var elbette. Türkiye’nin boşalmış hazinesinin paraya ihtiyacı var. İşsizliği düşürmek için yabancı yatırımcıya gereksinim var. Dünyada ise finansman kanalları artık yatırımlarda sürdürülebilir ve iklim dostu olmak gibi kıstaslar arıyor. AB ile ticaret yaparken ek vergilere maruz kalmamanın yolu yeşil üretimden geçiyor. Kamu alımları yeşil kıstaslar içeriyor. Yeşil çabanın ciddiyeti ve kıstasların samimiyeti tartışmaya açık olsa da yeni dünya düzeninde kapitalizmin içinde bir yeşil yol haritasının belirlendiği ortada. Türkiye ise iklim müzakerelerini 10 yıl geriden izleyen, Kyoto ve Paris gibi anlaşmalara en son taraf olan, AB ile bağını koparmış, büyük enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji potansiyeline rağmen kömür ve nükleer lobilerin yolunda ilerleyen bir ülke. Üstüne kara para aklama ve terörizm finansmanı konusunda sınıfta kalmış, gri listeye düşmüş.

Dünyada yeşil finansman son 10 yılda 100 kat arttı. Sürdürülebilir finansmanın da 2022’de 4,2 trilyon doları bulan pazarının 2032’de 30 trilyona çıkacağını tahmin eden çalışmalar var. Türkiye’nin paraya ihtiyacı var ama eski politikalarını önceliklendirirse, örneğin kömür santrallarında ısrar ederse, kredi bulması oldukça zor. Rüzgar ve güneşe yönelirse bu çok daha kolay. Karbon ticareti ve karbon vergileriyle de uğraşmak zorunda kalmaz ki bu da ihracatı yakından ilgilendiren bir durum. Özetle söylersek, Şimşek ve ekibi sıcak para arayışında yeşil fırsatları göz ardı etmemiş diyebiliriz.

Gelelim iç meselelere. OVP’yi ciddiye alırsak, Erdoğan ve ekibinin aynı faiz politikasında olduğu gibi ciddi bir “U dönüşü” daha yapması gerekecek. OVP’deki şu paragraf bile 21 yıllık politikaların başlı başına inkarı çünkü: “Özellikle enerji, sanayi, ulaştırma ve tarım sektörlerinde bütünleşik ve çevre dostu politikalar benimsenerek sürdürülebilir, düşük emisyonlu, yüksek teknolojiye dayalı üretim teknikleriyle Türkiye’nin uluslararası rekabetçi konumu güçlendirilecek” Karayolu ve havayolu ulaşımını destekleyen, mera ve tarım arazilerini inşaatlara açan, ülkeyi kömür santrallarıyla dolduranlar mı söylüyor bunu?

Metni esas alırsak, yerli kömür başta olmak üzere, iklim krizinde dış güçleri sorumlu tutan söylemlerden vazgeçip, gerçekçi bir emisyon azaltım hedefinin kabul edilmesi gerekecek. Dostlar alışverişte görsün diye ortaya atılan 2053 net sıfır emisyonunun, ayakları yere basan bir yol haritasıyla desteklenmesi gerekecek. 21 yıldır çektiklerimiz, Saray ve Cumhur İttifakı’ndaki ortaklarının sevdikleri yeşilin fotosentez yapmadığını bize gösteriyor.

Ortada gerçek bir dönüşüm niyeti olduğunu düşünmek elbette iyimserlik. Programda yeşilin ağırlığı, bize daha çok kaynak bulmaya dayalı bir mecburiyetten bahsediyor. Saray ekibini ve beton, kömür ve asfalttan nasiplenen çevresini biraz tanıyorsak, onların programdaki yeşili griye boyamak için şimdiden çeşitli takiye planları hazırladıklarını söyleyebiliriz. Şimşek ve ekibi ise yeşil meselesinde ciddiyse, faizden sonra ikinci bir kavga daha onları bekliyor. Bu defa sadece Erdoğan’ı değil, bu düzenden beslenip zenginleşen dostlarını da ikna etmeleri gerekecek.

Osmangazi Nükleer Santralı

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Şubat 2021

Üstünden geçsek de geçmesek de ücretini ödediğimiz Osmangazi Köprüsü, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ekonomik modelinin bir sembolü oldu. Şirketlere zarar etmeyeceği bir iş fırsatı yaratan modelde zarar etme şansı sadece halka veriliyor. Örnekler saymakla bitmiyor. İstanbul’daki üçüncü köprü, İstanbul Havalimanı, Gebze-İzmir otoyolu…

Verilen olmadık garantilerle şirketler beklediğinden fazla para kazanıyor, riske girmiyor, olan ise vergisini zar zor ödeyen halka oluyor. Bu “çılgın projelerin” sonuncusu da Mersin-Akkuyu’da yükseliyor.

Türkiye Rusya Federasyonu ile 12 Mayıs 2010’da bir Mersin’de nükleer santral yapımı için bir anlaşma imzaladı. Anlaşmanın 10. maddesinin 5. fıkrasında, santralın ürettiği elektriğin yarısının 15 yıl boyunca 12,35 sentten (ABD Doları) alınması kararlaştırıldı. Aynı Osmangazi Köprüsü anlaşması gibi. Rus şirkete, elektriğe ihtiyacımız olsa da olmasa da santralın ürettiği elektriğin yarısını alacağız sözü verildi.

Zaten elektrikte fazla var. Türkiye’nin elektrik üreten santrallarının kurulu gücü 2020 sonunda 95 bin megavatı geçti. Oysa, en yüksek talebin olduğu gün oluşan anlık talep 49 bin 852 megavat. Makina Mühendisleri Odası, yedek kapasite düşünülse bile 30 bin megavatlık arz fazlası var diyor. 2023’e yetiştirilmeye çalışılan ilk ünite çalışmaya başladığında Türkiye’de elektrik fazlası daha da artacak.

Anlaşma TL üzerinden de yapılmadı. İmzalar atıldığında dolar kuru 1,52 TL idi. Bugün dolar kuru 7,33 TL. Nükleer santralden alınacak elektriğe şimdiden 5 kat zam geldi. Türk Lirası kazanan ve elektrik faturasını Türk Lirası ile ödeyen herkes santral biter ve şebekeye elektrik vermeye başlarsa bu zamdan etkilenecek.

Halbuki, 2020 yılında serbest piyasada elektrik fiyatı 3,5 sente kadar (2020 yılı Piyasa Takas Fiyatı ortalaması) indi. Yani, bugün piyasadan 3,5 sente alabildiğiniz elektriği iki yıl sonra Akkuyu’dan yaklaşık dört katına almak zorunda kalacağız.

Dahası var. Hükümet birkaç gün önce, 31 Aralık 2025’e kadar yenilenebilir enerji kaynaklarınca üretilecek elektriğe verilecek alım garantilerini açıkladı. Alım garantisi nükleerde olduğu gibi dolar üzerinden değil Türk Lirası ile verildi. Garanti süresi nükleerden daha az tutuldu; 15 değil 10 yıl denildi. Ve alım garantisi için belirlenen fiyat da nükleerden çok daha ucuz. Güneş ve rüzgar için alım garntisi 32 kuruş, bugünün kuruyla 4,3 dolar sent olarak belirlendi. Bu ne demek? Hükümet rüzgardan, güneşten 32 kuruşa alacağını bildiği elektriği nükleerden 90 kuruşa alacak demek.

Sanayicisinden, evinde elektrik tüketene, herkes elektrik fiyatlarının pahalılığından yakınırken, anlaşılamaz nükleer enerji sevdası yüzünden aynı elektriğe üç kat fazla para vereceğiz. İhtiyacımız olmasa da ödeyeceğiz. Dolar kuru artarsa daha çok ödeyeceğiz. Kullanmasak da, daha çevrecisini, ucuzunu bulsak da yine Rus şirkete 3-4 katını ödeyeceğiz.

Mersin’de nükleere dur demezsek bu ülkenin sadece çevresini, yaşamı değil ekonomisini de tehlikeye atan bir başka “Osmangazi Köprümüz” daha olacak. Deli Dumrul’un rüyası gerçekleşecek. "Osmangazi Nükleer Santralı" hepimizi batıracak.

Hangimiz gelişmiş hangimiz geri kalmış

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Haziran 2019

Doğa yaşayan bir varlık. Üzerinde yaşayan canlılar için sürekli temiz hava, gıda üretiyor ve onların yaşaması için uygun koşulları sağlıyor. Kaynakları sınırlı ve onları yenileyebilmesi için belli bir süreye ihtiyacı var. İnsanların istekleri ise sınırsız. Dünyanın pınarlarından temiz su akıtabilmesi için mevsimler geçmesi gerekirken, biz musluğu açtıktan hemen sonra su aksın istiyoruz. Türkiye’de yaşayan bizler de farklı değiliz. Öyle hızlı tüketiyoruz ki doğanın bir yıl içinde yenileyebileceği kaynakları bugün (27 Haziran) itibariyle kullandık. Dünyada herkes bizim gibi yaşasaydı, insanların isteklerini karşılayabilmek için yaklaşık bir buçuk dünyaya ihtiyacımız olacaktı. 

Dünya ortalaması ise Türkiye’den biraz daha iyi durumda. WWF-Türkiye’nin Küresel Limit Aşım Günü çalışmasına göre gezegenin bir yılda üretebileceği ekosistem hizmetlerinin tüketileceği tarih 29 Temmuz’u bulacak. Elbette bu da iyiye işaret etmiyor. Devamlı cepten yiyoruz ve bu gidişat sürdürülebilir değil. 

Dünyanın en çok tüketen ülkelerinin başında Katar, Lüksemburg, Birleşik Arap Emirlikleri, ABD ve Kanada geliyor. Bu ülkelerde yaşayan insanlar neredeyse iki dünya varmışçasına tüketiyor. Türkiye de her geçen yıl bu gruba daha fazla yaklaşıyor. Kapitalizm ve tüketim toplumu yaşam tarzımızı hızla değiştiriyor ve bizleri koruma ve üretme tarafından alıp, tüketim tarafına götürüyor. Akıl ve mantığın anlamakta zorlandığı, bencil ve sadece önündeki birkaç seneyi gören bir düşünce yapısı bizleri de esir almışa benziyor. Bu tarifi yapmak elbette ki sorunu çözmüyor ve biz köşe yazarlarının işi sorunları tarif etmek olmamalı. Çözüm de önermeliyiz. 

Çözüm aslında gözümüzün önünde ama algılarımızla o kadar oynandı ki şimdi size çözümü tarif ettiğimde, “geri kalmışlık”, “sefalet” veya “mutsuzluk” gibi kelimeler ister istemez aklınıza gelecek. Dünyanın insanlara bir yıllığına sunduğu kaynakları en iyi kullanan ülkelerin başında Kırgızistan, Endonezya, Irak, Küba, Mısır, Guatemala, Ermenistan ve Arnavutluk geliyor. Bu ülkelerin bazılarında gelir adaletsizliği yüzünden halkın büyük bir bölümü çok kötü koşullarda yaşıyor, böylelikle çok tüketen zenginlerin açığı kapatılıyor. O ülkeleri örnek almak da çok doğru olmaz.
Tahmin edebileceğiniz gibi Küba da durum farklı. Küba, dünyanın kaynaklarını neredeyse olması gereken gibi tüketen örnek bir ülke. Az tüketmenin yanı sıra, sınırlı kaynakları lüks arabalar, büyük özel mülkler yerine sağlık ve eğitim gibi toplumun tüm kesimlerine hizmet eden alanlara ayırıyorlar. Ne var ki, bugün Türkiye’deki insanlara, “bir Kübalı gibi yaşamak ister misiniz” diye sorsak herkesin evet diyeceğini sanmıyorum. Ne de olsa çoğumuz, özel otomobiller, uçak seyahatleri gibi aslında bal gibi “lüks” olan bu hizmetleri tüketmeye feci halde alıştık, alıştırıldık. Beş altı saatlik yolu trenle, otobüsle değil uçakla giderek, milyarlarca yıldır süregelen iklim dengesini bozmayı lüks kabul etmemek artık bize normal geliyor. Otomobil almayı reddeden, fazla kıyafet sahip olmayı istemeyen, büyük evleri sevmeyen insanlar ise bugünün dünyasında “anormal” ilan ediliyorlar. 

Yaşam tarzı ve tüketim kapasitesi üzerinden yaratılan bu algı o kadar kuvvetli ki, doğal varlıkları kendilerini yenileyebilmelerine olanak verecek şekilde tüketen Küba geri kalmış, her yıl gezegenin kendisine sunduğu hizmetlerin iki katına yakınını tüketen ABD ise gelişmiş ülke olarak sınıflandırılıyor. Ekolojik sorunları çözmek istiyorsak bu algıyı değiştirmek birinci işimiz olmalı.
Bu oldukça radikal algı değişikliğini yaratmak için dünyadaki tüm iletişim araçlarına sahip olmak bile yetmeyebilir. Kurallar koyacak hükümetlere, yol gösterecek yöneticilere de ihtiyacımız var. İşimiz kolay değil bu yüzden de insanların yaşamlarını değiştirmesini kolaylaştıracak, doğaya daha az zarar veren seçeneklere, en azından geçiş sürecinde gözlerimizi kapayamayız. Çünkü hepimiz kirlendik; hızlı ama kabul edilebilir bir geçişi sağlayamazsak ummadığımız yerlerden ve ummadığımız büyüklükte bir dirençle karşılaşabiliriz.

Elektrik piyasası da daraldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Mart 2019

İstatistikleri bir o yana bir bu yana büktüler ama yine de gerçeği gizleyemediler. Türkiye ekonomisi durgunluk (resesyon) dönemine girdi. 2018 yılının 3. çeyreğinde başlayan daralma, 4. çeyrekte de beklentilerin üstünde yüzde 3 oranında daraldı. Sebze, meyve ve iş kuyruklarında daralan halkın ahı tuttu.

Daralan sadece gıda, imalat ve tarım sektörü değil, elektrik piyasası da daraldı. 2018 yılında elektrik tüketimi adeta yerinde saydı. EPDK verilerine göre, 2017’de 290 milyar kilovatsaat (kWs) olan fiili elektrik tüketimi 2018’de sadece 2 milyar kWs artarak 292 milyara ulaştı. Enerjiyi verimli / akıllı kullanmadığınızda zaten bir anlam ifade etmeyen ama hükümetin her yıl övündüğü elektrik tüketimindeki artış yüzde 1’in altında kalmışa benziyor. 2009 yılından bu yana ilk kez tüketim artışı yüzde 2’nin altına düşüyor.

Elektrik talebinin artması büyüme için şart değil ama Türkiye’de henüz bu bakış açısı yerleşmedi. O yüzden de planlar hep ekonominin daha çok enerji tüketerek büyümesi üzerine yapılıyor. Yapılan tüm talep tahminleri de yanılıyor.  

TEİAŞ’ın 2018 yılında hazırladığı, 10 Yıllık Talep Tahminleri Raporu’na bakalım. TEİAŞ’a göre, Türkiye’de elektrik tüketiminin 2018 sonunda düşük senaryoya göre 301, yüksek senaryoya göreyse 307 milyar kWs’i geçmesi bekleniyor. Rapor, 2017’nin Aralık ayında hazırlanmış. Bir yıl önce yapılan tahminde en az 9 en çok 16 milyar kWs’lik hata var. Mersin ve Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrallardan bir tanesinin yılda 30-35 milyar kilovatsaat elektrik üreteceğini düşünürseniz sapmanın büyüklüğünü görürsünüz.

Bu tahminlere bakarak yeni santralların yapılmasına yeşil ışık yakılıyor. Yeni santrallar için doğa gereksizce talan ediliyor; çevreciler daralıyor.

Talep olmayınca şirketler ürettiği elektriği satamıyor, satamayınca bankalardan aldıkları kredileri ödeyemiyorlar; yatırımcı daralıyor.

Talep artmayınca hükümet izin verdiği santralları kurtarmak için teşvik üzerine teşvik veriyor. Bu paraları çıkartmak için de vatandaşın cebine yapışıyor; vatandaş daralıyor.

Şu daralma işini biraz açalım da meseleyi lakırdıya boğmadığımız anlaşılsın.

Bugün enerji şirketlerinin 50 milyar doları aşan borcu var. Borçlarını ödeyebilmeleri için talebin dolayısıyla da piyasada 4 dolar sent civarında seyreden elektrik fiyatının artmasını istiyorlar. Kağıt üstünde güzel dursa da hayata geçmesi kolay değil. Çünkü talep artsa bile rüzgar ve güneş gibi enerji kaynaklarının ucuza elektrik üretmesi, onlar piyasaya girdikçe fiyatların istenen 7-8 sentlere çıkmasını engelleyebilir. Kaldı ki, talebin şu ekonomik koşullarda şahlanması ve TEİAŞ’ın tahminlerini yakalaması mümkün görünmüyor. TEİAŞ, elektrik talebinin 2027’ye kadar her yıl ortalama yüzde 5 oranında artmasını bekliyor. Son tahminleri daha önce yaptıkları öngörülere göre daha mütevazi olsa da gerçekleşmesi zor. Piyasada elektrik fiyatının artmasının vatandaşlar için hayırlı bir şey olmadığını zaten söylemeye gerek yok.    

İşin trajik tarafı ise şu. Hükümet, elektrik piyasasını krizden korumak için yapısal bir değişikliğe gitmek yerine talebi artırmak istiyor. Enerji verimliliği gibi tedbirler rafa kaldırılıyor. Proje stoku birikti. Lisans alan, ön çalışmalara başlayan ‘daralmış’ yatırımcı ne yapacağını bilmiyor. Ya harcadıkları parayı çöpe atıp santralını kapatacak, ya projeleri iptal edecek ya da santralı kurup, devletten teşvik kopararak hayatta kalmaya çalışacak. Öyle de oluyor. Geçen yıl 600 megavat gücünde doğalgaz santralı devreden çıktı.  Hükümet 14’ü yerli kömür, 10’u doğalgaz, 10’u su ve 5’i ithal kömürle çalışan santrala kapasite mekanizması adı altında teşvik verip ayakta tutmaya çalışıyor. Yenilenebilir enerjiye verilen destek de 25 milyon TL’yi geçti. Kurulursa nükleer santrallar da yüksek alım garantisiyle köşeyi dönecek. Zaten onlar daralan değil daraltan sınıfında… 

Hükümetin derdi daralan yatırımcıyı kurtarmak. Bu durumda vatandaşa tanzim satış, çevreciye ise protestodan başka bir seçenek kalmıyor. 

Ekonomik krizin faturası doğaya kesilmesin

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Ekim 2018

Forbes, 13 Ağustos 2013
l 2011. Fukuşima nükleer kazasından sonra Almanya enerji dönüşümünü hızlandırdı. Elektrik üretiminde üzeri çizilecek santrallar listesine, kömürün yanına nükleeri de ekledi. 2011’de 17 nükleer reaktöre sahip Almanya bugüne kadar 10 tanesini kapattı ve kalan yedisi de 31 Aralık 2022’ye kadar kapatılacak.

Birkaç haftadır, Almanya’daki Hambach Ormanı’nda linyit kömürü çıkarmak için ağaçları kesmek isteyen RWE firmasına direnen çevreci, yeşil ve anarşistlerin eylemlerini izliyoruz. Eylemlerden de anlaşıldığı üzere, kömür tarafında işler nükleerden çıkışta olduğu kadar hızlı gitmiyor. 2013 yılında taş kömüründen 120 milyar kilovatsaat civarı elektrik üreten Almanya bugün bunu 92 milyar üretiyor. Linyitte de üretim160’dan 147 milyar kWs’e gerilemiş. Gerileme var ama kamuoyu daha fazlasını istiyor. İklimi korumak için bu şart. Enerji dönüşümü Almanya’da ciddi tartışmalara yol açıyor. Almanya’daki enerji dönüşümü sadece orayı değil bizi de etkiliyor. 2013 yılının Ağustos ayında basına yansıyan bir bilgi Türkiye’de gündem olmadı ama aslında tarihi bir belge niteliğinde.

Almanya’ya Türkiye’ye taşınırım tehdidi
Fransız Basın Ajansı (AFP) kaynaklı bu haber, dünyanın en büyük medya kuruluşlarından Forbes’ta yer aldı. Bir enerji şirketinin, dünyanın en güçlü ekonomilerinden birini nasıl tehdit ettiğini görmüş olduk. Avrupa’nın en büyük enerji şirketlerinden E.ON, Almanya’da yenilenebilir enerjinin ön plana çıkmasıyla nükleer, kömür ve gazdan elde ettikleri kârın azaldığına dikkat çekmiş, Almanya hükümetini, bu politikaların devam etmesi halinde santrallarını Türkiye’ye taşımakla tehdit etmişti[1]. Bizim için daha trajik olansa, Türkiye’nin Almanya’nın istemediği kömür ve nükleer gibi kirli teknolojilerin rahatlıkla getirilebileceği bir ülke olduğunu görmekti.

E.ON’un tehditinin ciddiye alınması gerektiğini herkes biliyordu çünkü bu haberden dört ay önce E.ON, EnerjiSA’nın hisselerinin yüzde 50’sini satın almıştı. Bu ortaklıktan sonra, 2016 yılında, Bandırma’da doğalgaz, Adana Tufanbeyli’de ise bir kömür santralı açtılar. E.ON’un Türkiye pazarını diledikleri gibi yatırım yapabilecekleri bir yer olarak görmesi ve bunun bir şekilde medyaya sızması bir uyarı kabul edilmeli. Böyle düşünüp bunu ağzından kaçırmayan onlarca şirket daha var. Son zamanlarda sayıları giderek artan maden şirketleri buna bir örnek. Gelirlerinin sadece yüzde 2 kadarını Türkiye’de bırakarak, istedikleri yerde ormanları yerinden edebiliyor, toprağın altını üstünü getirebiliyorlar. Soran olursa onlar vatana hizmet ediyor, karşı çıkan çevreciler ise ajan!
  
Herkes kaptanın yalan söylediğinin farkında
Ekonomik kriz, işsizlik, sendikasızlaştırma ve örgütsüzlük, bu şirketlerin daha rahat hareket edeceği fırsatlar yaratıyor. Bu yüzden de ülkeyi yöneten hükümetlerin yukarıdaki koşulları hazırlayacak türden olması en büyük istekleri. İklim hedefi olmayan Türkiye’nin istedikleri yerine termik santral kurabiliyor, Çanakkale’nin incisi Balaban Tepesi’ne kentin içme suyunu riske atma pahasına maden açabiliyorlar. Turistlere ucuz tatil cenneti olmak adına Karadeniz’in yaşlı ormanları yola, Akdeniz’in koyları otele kurban edilebiliyor. Leonard Cohen’in şarkısında söylediği gibi, herkes kaptanın yalan söylediğinin farkında ama sorun bizim nasıl karşı koyacağımız, Türkiye’nin doğasını ve yaşamı koruyacak kuralları koydurtmayı nasıl başaracağımız. Aynı gemideyiz ama yolcular güvertede çıplak yatarken, kaptan kamarasında altın kaplı yatağında uyuyor.

Dünyanın dev şirketlerinin yaşadığımız ekonomik krizi kendileri adına fırsata çevirmeye hazır olduğunu biliyoruz. Doğal varlıklarını satarak hiçbir ülkenin kalkınamadığını da… Gine’de toplam ihracat gelirleri içerisinde madenlerin payı yüzde 71’i buluyor ama ülke nüfusunun yüzde 40’ı yoksulluk seviyesinin altında yaşamaya devam ediyor. Dağını taşını satarak ülke kurtulmuyor. Herkesin yanıtlaması gereken soru aslında çok basit. “Şüheda fışkıracak” dediğin toprağı gerçekten koruyacak mısın yoksa “yerli ve milli” masalları anlatarak ceplerini dolduranların yanında mı yer alacaksın?


[1] German Utility Revolts Against Renewable Energy, Threatens To Relocate In Turkey, 19 Ağustos 2013, Forbes, https://bit.ly/2E41cjg

Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018

Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha pahalıya üretecek.

Enerji Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok. İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.

Rosatom'un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta  İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.

Fukuşima kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması,  radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.

Radyasyon bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında 15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor. Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını, binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün değil. Bunu da herkes biliyor.

Peki, Türkiye neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli olmasıdır.

Birçokları ise nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor olabilir.

Bir kez daha... Nükleere hayır!

Sinop’ta yarın nükleer için toplantı var. Bu memleket benim diyorsanız, Sinop’taki salonu, meydanları, evlerinizin camlarını ve sosyal medyanızı #NükleereHayır yazısıyla doldurmalısınız

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Şubat 2018

Sinop’ta yarın (6Şubat 2018), bir bilgilendirme toplantısı yapılacak. Yapılırsa, Karadeniz’in en bakir kıyılarını radyasyona bulayacak, balıkçılığa büyük darbe vuracak nükleer santral projesi konusunda halk bilgilendirilecek! Yetkililer halkı bilgilendirme konusunda o kadar istekli ki, toplantıyı şehir merkezinin dışında (Akliman, Sinop Üniversitesi Uygulama Oteli), 150 kişilik bir salonda yapıyor. Ellerinde nükleer santralı savunacak tek bir argümanları dahi olmadığı için, yıllardır yaptıklarını yapmaya çalışacaklar. Tartışmadan, konuşmadan nükleer santralı Sinop’a yutturmaya çalışacaklar. Sinop bu oyuna gelir mi göreceğiz.

Japonya ve Fransa’nın işsiz nükleercisine Sinop müjdesi
85 bin megavat kurulu güce sahip Türkiye’de, en yüksek elektrik talebi 47 bin megavat. Mevcut santralların çoğu da baz yük, yani düğmesine bastığında elektrik üretiyor. O yüzden iki kata varan fazla kapasitenin, rüzgar kesilir, baraj susuz kalır gibi bir izahı da yok. Türkiye’nin dağ gibi elektrik fazlası ve harcadığının dörtte biri kadar tasarruf potansiyeli var. Hükümet de bunu biliyor. Sinopluları kandırmak için santral yapılırsa binlerce kişiye istihdam sağlanacak diyor. Kuyruklu yalan tabi.

Nükleer endüstrinin propaganda kaynakları bile (NEI) bir nükleer tesiste 400 ila 700 arasında kişinin çalışacağını söylüyor(1). Kapıdaki bekçiyi falan saymazsanız bu işlerin büyük bir kısmı da Fransa ve Japonya’dan gelecek mühendis ve uzmanlardan oluşacak. Sinop’ta iş umuduyla santrala sıcak bakan varsa, onları bekleyen tek işin inşaat sırasında ortaya çıkacak, kol gücüne dayalı geçici işler olduğunu söyleyelim.

Bir örnek üzerinden hesap yapalım. ABD’de şu anda iki yeni nükleer reaktörün (Vogtle 3-4) yapımı “şimdilik” sürüyor ve yaratacağı istihdamın 800 kişi olması bekleniyor(2). O yüzden Sinop’ta 4 reaktörden oluşacak santralda en fazla 1600 mühendis ve nükleer uzman olacak diye düşünebilirsiniz. Bunların çoğu da Fransız Engie ve Japon Mitsubishi’nin yurt dışından getireceği kadrolarına ayrılacak. Dua edelim de Japonlar ve Fransızlar mantıyı sevsin, yoksa nükleer santral yüzünden balıkçılığı bitecek, turizmi ölecek Sinop’ta başka yapacak iş kalmayacak.

Bu işten kim karlı çıkacak? Elbette dev nükleer endüstrisi ve dünyanın en büyük nükleer filolarından birine sahip olmasına rağmen nükleer enerjini payını azaltmayı planlayan Fransa’nın işsiz nükleercileriyle, Fukuşima kazası sonrası ülkede çalışır 5 reaktörü kalan Japonlar. Bundan beş gün önce, Fransa’nın devlet şirketi EDF, nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payını düşürmek için hangi nükleer reaktörlerini kapatacağını 2019 yılında açıklayacağını söyledi. Nükleeri savunanların dilinden düşürmediği Fransa, “ucuz”, “güvenli” ve “temiz” olduğu iddia edilen nükleerin payını niye düşürmek istiyor diye soran yok bizim ülkede? Orada işsiz kalacaklara Sinop umut olacak. Fukuşima nükleer felaketinden sonra ülkedeki 54 nükleer reaktörün 12’si kapatıldı. Kalan 42 reaktörün 37’si de yedi yıldır çalıştırılmıyor. Oradaki işsiz mühendislerin bir bölümü de Sinop’tan ekmek yiyecek.

Söz ABD’den açılmışken oradaki son durumu da aktaralım. Yukarıda yapımı süren iki reaktör olduğunu ama inşaatın “şimdilik” devam ettiğini yazmıştım. Şimdilik diyorum çünkü 31 Temmuz 2017’de yapımı süren diğer iki reaktörün (V.C. Summer 3-4) inşaatı durduruldu. Yaklaşık 9 milyar dolar harcanmış projeden şirket vazgeçti çünkü hem inşaat 5 yıl gecikti hem de 11,5 milyar dolara bitecek denen projenin maliyetinin, devam edilse 25 milyar dolara çıkacağı görüldü. 2013’ten bu yana ABD’de 6 nükleer reaktör kapatıldı. 1980’den bu yana da sadece, yarım kalmış bir nükleer reaktör tamamlandı. Yeni nükleer reaktör projeleri suya düştü. Kalan son iki inşaatın da geleceği pek parlak değil çünkü nükleer enerji pahalı ve tehlikeli. Doğalgazla, güneşle ve rüzgarla rekabet edemiyor. Atık sorununa da çözüm bulunamadı. Yerin altına gömeceğim diyerek 244 bin yıl radyoaktif kalan atıklardan kurtulacağım diyemezsiniz.

Fatura halka çıkar
Mersin veya Sinop’ta nükleer santral inşaatı başlarsa, sonunun ABD, Fransa veya Finlandiya’daki reaktörler gibi olması kaçınılmaz. Orada bu zararları şirketler ödüyor. Bizde ise köprü ve otoyollardan tecrübe ettiğimiz gibi fatura halka çıkıyor. Hükümete yakın şirketler piyasa fiyatının üç katına elektrik satacak, zararı ise devlet vatandaşın faturasına gizli bir vergi kalemi daha ekleyerek yıkacak. Kayıp kaçakta olduğu gibi.

Bu memleket benim diyorsanız, yarın Sinop’taki salonu, meydanları, işyerlerinizin, evlerinizin camlarını ve sosyal medyadaki hesaplarınızı #NükleereHayır yazısıyla doldurmalısınız.

(1) Job creation and benefits of nuclear energy, NEI. http://bit.ly/2CYJjBj
(2) Gibson proposes nuclear power plant for region, The Post Star. http://bit.ly/2nAVSck

Sonuç ne olursa olsun

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Nisan 2017

Ben bu yazıyı yazarken halk oylaması henüz başlamamıştı. Sonuçları bilmiyorum ama gidilecek yol hakkında bir fikrim var. Sonuç ne olursa olsun ben o yolu yazmaya karar verdim.

Türkiye’nin çok sorunu var. Başkanlık gibi bir dert bu sorunlara eklenmemiş olsa bile işimiz zor. Halka “nedir bu sorunlar” diye sorunca genelde işsizlik, terör ve eğitimden bahsediyorlar. Çevre sorunlarını listenin başına koyan çok az. Medyada, sokakta gündem çevre değil. Yoksa çevre meselesi düşündüğümüz kadar önemli değil mi? Bir bakalım.

Ölümleri kıyaslamak elbette doğru değil ama bir sefere mahsus bunu yapacağım. 2016, Türkiye tarihine bombalarla geçti. 350’den fazla kişi hayatını terör saldırılarında kaybetti. Bu yüzden birçok anket sonucuna göre terör en önemli sorun ya da sorunlardan biri. Şimdi size başka bir rakam vereyim. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2016 sonunda açıkladığı rapora göre Türkiye’de hava kirliliği kaynaklı hastalıklar sonucu ölen insan sayısı 32 bin 668. Her 100 bin ölümden 44’ünün sorumlusu kirli hava ama insanlar farkında değil. Kimse park yerine alışveriş merkezine gittiği için daha sağlıksız olduğunu bilmiyor. Duble yollar yüzünden daha fazla kanser görüldüğünü kimse anlatmıyor. Ölüme hastalığa yatırım denildiğini bilmeyenlerin gündeminde haliyle çevre yok.  

İster Türkiye’yi yönetenlere sorun ister burada yaşayanlara… Çoğu çevre sorunlarının ekonomik dertlerden veya politik kavgalardan daha önemsiz olduğunu söyleyecektir. Halbuki aynı insanlara sağlık sorunlarının ne kadar önemli olduğunu sorsanız belki listenin en başına sağlığı koyacak. İyi bir hastane için oy verecek birçok kişi, kendisini hastanelik etmeyecek yeşil alanı bol kentlerin, doğal tarımı savunan politikaların, temiz enerji seçeneklerinin sorunun asıl çözümü olduğunu bilmiyor. Onlar beton binaları gelişme, kendisine temiz hava sağlayan ormanlardan geçen yolları kalkınma sanıyor. Yatırım dediklerinin kanser, astım ya da stres olduğunun farkında değil. Dünyada ama dünyadan çok uzakta yaşamaya devam ediyoruz. Hasta olduğumuzda para kazanan özel hastanelerle çevrilmişiz. Hastaneye giden hastanın azlığıyla değil hastane sayısıyla övünüyoruz.

Dünyada ise işler başka türlü ilerliyor. Gelişmenin tanımı çevre korumayla bütünleşti. Uygarlık düzeyiniz döktüğünüz betondan değil, koruduğunuz yeşil alandan anlaşılıyor. Ekonomi, eğitim, sağlık ve enerji gibi belli başlı politikalarınızı çevresel hedefleriniz belirliyor. Çevrenin ekonomi politikalarınızın süsü olduğu çağı geçtik, çevre politikalarınızın ekonomiyi şekillendirdiği çağdayız.

Bir örnek. Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) verilerine göre 2015 yılında güneş enerjisine yapılan yatırım 161 milyar dolar. İklimi korumak için geliştirilen yeni teknolojiler artık enerji sektörünün ana oyuncuları oldu. Bundan 10 yıl önce 16 milyar dolar yatırılan güneş enerjisi sektörü artık hem dünyayı iklim değişikliği tehdidinden koruma umudunun hem de enerji dönüşümünün en önemli oyuncusu oldu. Enerji üretiminde dev şirketlerin tekelini kıran, dünyadaki savaşlardan darbelere birçok kirli işin arkasındaki fosil yakıt şirketlerinin oyununu bozan, uğruna kimsenin ölmediği ve öldürmediği bir kaynaktan bahsediyoruz. Her gün herkes için doğan güneşten.

İster tek adam ister çok. Doğayı siyasetin tam merkezine koymayanların gelişmelerinin imkansız olduğu bir çağdayız. Size para kazandıran, istihdam yaratan, çevreye zararı en aza indiren, teknoloji transferine, yeni icatlara götüren her şey doğayı koruma anlayışını işin özü yapan anlayıştan geçiyor. Sonuç ne olursa olsun gelecek bu. Yaşamaya niyetliyseniz gelecekten kaçamazsınız. 

Yaz saati değil siesta

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ekim 2016

İktidar partisi Türkiye’nin ilginçliklerine ilginçlik katmaya bayılıyor. Bildiğiniz gibi 30 Ekim’den itibaren kış saatine geçmek yerine yaz saatinde ısrar etme kararı aldılar. Her tarafa ‘egemenlik milletindir’ yazıp seçilmiş belediye başkanlarını içeri atan bir ülkede bu da ‘normal’ ama biz yine de tartışalım. Kuyuya atılan taş misali...

30 Ekim’de saatleri bir saat geri almayacağız. Halbuki, kışa girdiğimiz için, saatleri bir saat geri almak, geç doğan güneşi yakalamak için bize fırsat veriyordu. Şimdi ise daha karanlıkta kalkacağız. Özellikle büyük kentlerde yaşayan ve işine, okuluna gitmek için 2-3 saat yol yapanlar, zifiri karanlıkta yola çıkmak zorunda kalacak. Enerji Bakanlığı’nın argümanı enerji tasarrufu. Bakan Berat Albayrak, “Uygulama ile ciddi tasarruf sağlayacağız. Mesai ve eğitim saatlerinde karanlık süre azalacak, geçiş dönemindeki olumsuzluklar yaşanmayacak” diyor. O kadar ciddi bir tasarruf miktarı ki, ortada rakam falan yok. Başbakan da tasarruftan çok saatleri ileri-geri alma hadisesine vurgu yapıyor: “Kafa karışıklığı olmayacak. İleri, geri aldın mı, geç mi kaldın, ‘efendim saatler değişti, gelemedim’... Yok öyle artık. Sen değişeceksin, saatler değişmeyecek”. Burada anahtar kelime değişim. ‘Koyun’ kesmedi ‘zombi’ olalım istiyorlar.

Daha karanlıkta kalmak, birçok evde ışıkların daha önce yakılmaya başlaması anlamına gelecek. İşyerleri için de durum aynı. İnsanın bünyesinin güneşin doğuşu ve batışına odaklı olmasını, bu nedenle de verim kaybı yaşanacağını bir kenara bırakalım. Karanlıkta kalkarak ve çalışarak nasıl enerji tasarrufu yapacağız? Eve döndüğümüzde karanlık olmayacak olsa oradan tasarruf yapılır ama Türkiye’nin en çok elektrik tüketen illeri Batı’da. Örneğin İstanbul’da güneşin batışı 18.00 sularında olacak. Kim, mesaisini bitirip, daha önce eve gidebilir ki? 18.00’den sonra da evlerde yine ışıklar yanacak. İş sadece elektrik de değil. Kışın havanın en soğuk olduğu zaman gecenin geç saatleriyle, güneşin doğuşu arasındaki 6-8 saatlik dilim. Güneşin doğmasıyla hava da ısınmaya başlıyor. Erken kalktıkça evleri, işyerlerini ısıtmak için daha fazla enerji harcayacağız. Sanırım bu hesabı yapanlar işin sadece elektrik yönüne bakıp, ısı tarafını unuttular. Amaç Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak gibi bir siyasi nedense, yapılan tam da bu ama Avrupa’yla iş yapanları çok etkileyecek; ekonomik açıdan mantıklı değil.

Börtü-böcek yazarınızın kafası bu tasarruf hesabına basmamış olabilir. Ancak işin uzmanı, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) da aynı soruları soruyor. Elektrik talebinin azalması nedeniyle üretici ve dağıtıcıların elektrik satış ve dağıtımından elde ettiği kâr azaldı. Yaz saatine devam kararıyla Türkiye‘nin elektrik tüketimini artırmaya yönelik manipülatif bir hamle yapılıyor olabilir diyor. Niyet, dağıtım ihalelerine, santral özelleştirmelerine hesap kitap yapmadan tonlarca para akıtan firmaların zararını bizden çıkarmak mı acaba? Neden olmasın, son birkaç yıldır enerji piyasasında yapılan tüm değişikliklerin ardında bu niyetin olduğunu bilmiyor muyuz?

Tasarruf mu, tüketim mi? Nasıl anlarız? Basit. Kasım ayından sonraki elektrik faturalarınızı, önceki aylarla karşılaştırın. Bakalım, oy verdiğiniz ya da vermediğiniz hükümet, yaz saatine devam kararıyla sizin daha çok tüketmenize mi yoksa tasarruf etmenize mi neden olmuş.

Saatlerimizin akrep ve yelkovanını rahat bırakıp, gerçekten işe yarayabilecek bir öneri sunalım. Türkiye’nin elektrik tüketiminin temmuz ve ağustos gibi yaz aylarında zirve yaptığını biliyoruz. Bunun en büyük nedeni de klimalar. Mevcut iktidara oy vermiş bazı arkadaşlar bunun kalkınmayla falan ilgisi olduğunu sanabilir ama ne yazık ki doğru değil. Türkiye üreten değil, tüketen bir ülke. Klima gerçeğinden hareketle, Türkiye’nin sıcak illerinde yaz ayları siesta uygulamasına geçilebilir. Örneğin, 13.00-15.00 arasında verilecek siesta molasıyla günün en sıcak anında klimalar kapalı tutularak enerji tasarrufu sağlanabilir. İspanya yıllardır siesta yapıyor. Fukuşima sonrası Japonya’da bazı illerde de siesta uygulaması başlatıldı.

İleri geri almadan, her gün aynı saatte uygulayacağımız bir model bu. Kafalar karışmaz, elektrik tasarrufu yapılır, şebekenin en çok zorlandığı saatlerde elektrik sistemi nefes alır. Talep en üst seviyeye çıktığı için yükselen elektrik fiyatları da düşer. Şirketler bundan memnun olmayacak ama halkın fatura yükünü bile azaltabilir. O halde, var mısınız siesta yapmaya?

İsveç'te iki nükleer reaktör rekabete dayanamadı

Özgür Gürbüz/28 Nisan 2015

Ringhal-2. Foto: Annika Örnborg
Nükleer enerjinin gözden düşmesinin tek nedeni Çernobil ve Fukuşima gibi kazalar değil. İsveç'in enerji devi Vattenfall, sahibi olduğu iki nükleer reaktörü (Ringhals 1 ve 2) planlanandan daha önce kapatma kararı aldı. 2025 yılında kapatılması planlanan iki nükleer reaktör, artan maliyetler ve düşük kalan elektrik fiyatları nedeniyle 2018-2020 yılları arasında elektrik üretimini sonlandıracak. Vattenfall kararını bugün yazılı bir basın açıklamasıyla duyurdu.

Vattenfall Üretim İş Bölgesi Müdürü Torbjörn Wahlborg, "Vattenfall’ın kararı ekonomiyle ilgili. İyi çalışan üretim ünitelerini kapatmak elbette üzücü ama bazen kaçınılmaz" açıklamasını yaptı.

İsveç'te şu anda çalışabilir durumda 10 nükleer reaktör var ve bunların en yenisi 1985 yılında devreye girdi. İsveç'ten gelen haberler, sık sık vurgulamaya çalıştığım, nükleer enerjinin ekonomik bir seçenek olmaktan çıktığını destekler nitelikte.

Şirketin basın açıklamasını okumak isterseniz: http://bit.ly/1DFVRT3

Nükleer enerji Türkiye’nin önünü tıkıyor

Bugün Akkuyu devrede olsaydı, olmayan elektrik talebi ve Rus şirkete verilen 15 yıllık alım garantisi yüzünden şu anda İstanbul’un ihtiyacı kadar elektriği diğer seçeneklerden aldığımız fiyatın neredeyse iki katına almış olacaktık.

Özgür Gürbüz-Evrensel/26 Nisan 2015

Nükleer santral pazarlamacıları ellerindeki bu belalı teknolojiyi satmak için yıllardır türlü masallar uyduruyor. Nükleer santral kurulunca ekonomik kalkınma yaşanacağını anlatıyorlar ama Arjantin, Brezilya ve Filipinler’deki nükleer maceraların o ülkeleri nasıl ekonomik felaketlere sürüklediklerinden bahsetmiyorlar. Bazen de hiç ilgisi olmayan işleri nükleer santralle ilişkilendiriyorlar. Uzaya gitmek veya ‘kalkınmak’ gibi. Bugüne kadar uzaya gönderilen tüm roket ve araçların katı veya sıvı yakıt kullandığını bilmiyor olamazlar. Uzay mekiğinin yörüngedeki görevi sırasında güneş panelleriyle elektrik ürettiğini eminim duymuşlardır.

‘Kalkınma’ için söylenenler de içi boş sloganlardan başka bir şey değil. Nükleer santraller sadece elektrik üretebilir. Elektrik tek başına gelişmenin aracı olmadığı gibi ucuz, temiz ve güvenli olmadığı zaman yarardan çok zarar getirir. Türkiye’nin kurulacak nükleer santralden üretilecek elektriği satın almayı taahhüt ettiği fiyat kilovatsaat (kWs) başına 12,35 dolar sent. Rüzgar, jeotermal gibi daha temiz kaynaklara ödediği fiyatın (rüzgar 7,3–jeotermal 10,5 dolar sent) çok üstünde. Hesap bu kadar basit, nükleer enerji ucuz değil. Nükleer enerji, olası bir kazada ise bırakın ülkenin gelişmesine katkıda bulunmayı, tarihi ekonomik krizlerin bizzat nedeni. Fukuşima’nın Japonya ekonomisine verdiği zararın 250 ile 500 milyar dolar arasında olacağı tahmin ediliyor. Doğaya ve yaşama verilen tahribatın yanında bu bir hiç tabii.

Tüm bu bilgilere rağmen nükleer lobi, pilot reklamında oynatmak için kandırdığı oyuncu gibi herkese yalan söylemeye devam ediyor. Zaten nükleer enerjiyi satmanın tek yolu yalan söylemek. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) başvurduğu yol da bu. “Elektrik ihtiyacı için nükleer lazım” söylenen en önemli yalanlardan biri. Ortada bizi nükleere mecbur edecek bir elektrik ihtiyacı olmadığı gibi aksine, elektriğin daha verimli ve tasarruflu kullanıldığı yeni bir enerji sistemiyle karşı karşıyayız. Peki, AKP’nin elektrik talebi varmış gibi gösteren rakamları nereden geliyor? Hükümetin elektrik talebiyle ilgili verileri TEİAŞ tarafından yapılan tahminlere dayanıyor. Bu tahminler ise hükümetin onlara verdiği büyüme rakamlarıyla nüfus gibi diğer etkenleri hesaba katıyor. Aslında yapılan gerçek bir tahmin bile değil. “Şu kadar büyümek istiyoruz, o halde ne kadar elektriğe ihtiyacımız olur” diye sorulup, sorunun yanıtına uygun bir senaryo yazılıyor. Böyle olunca da tahminler kabul edilemeyecek oranlarda yanlış çıkıyor.

Bir örnek verelim. Rusya ile Akkuyu’ya nükleer santral yapılması için anlaşma 2011’de imzalandı. Aynı yıl yapılan TEİAŞ’ın tahmini, nükleer santralin ilk reaktörünün devreye gireceği söylenen 2020’de Türkiye’nin elektrik talebinin 398 milyar kilovatsaati (kWs) bulacağını söylüyordu. Bu tahminin tutmayacağı belliydi. Türkiye’nin büyümesinin yüzde 8-9 oranlarında seyretmesinin sürdürülebilir olmayacağı ortadaydı. 2014 sonunda yapılan revizyonla TEİAŞ da tahminini değiştirdi. Şimdi, Türkiye’nin elektrik talebinin 2020 yılında 333 milyar kWs’te kalacağını söylüyorlar. Aradaki fark 60 milyar kilovatsaat. Bir başka deyişle, Türkiye’nin 2020 yılında 60 milyar kWs daha az elektriğe ihtiyacı var. İnanması güç gelebilir ama bu rakam hem Mersin hem de Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrallerin yıllık üretimine eş.

Enerji Bakanı Taner Yıldız, Akkuyu’daki göstermelik temel atma töreninde, “Bugün itibariyle eğer Akkuyu Nükleer Santralı devrede olmuş olsaydı, 15 milyon nüfuslu İstanbul’un elektriğini karşılayabilecekti” dedi. Sayın Yıldız’ın demeci yanlış! Asıl söylenmesi gereken şu cümleydi: Bugün Akkuyu devrede olsaydı, olmayan elektrik talebi ve Rus şirkete verilen 15 yıllık alım garantisi yüzünden şu anda İstanbul’un ihtiyacı kadar elektriği diğer seçeneklerden aldığımız fiyatın neredeyse iki katına almış olacaktık. Ruslara verilen alım garantisi TETAŞ’ı oradan üretilecek elektriği 15 yıl boyunca almaya zorluyor. Şu andaki kur üzerinden hesaplarsak, TETAŞ, Akkuyu Nükleer A.Ş.’den alacağı her kWs elektriğe 33 kuruş ödeyecek. Halbuki 2013 yılında TETAŞ’ın yaptığı alımlarda ortalama fiyat sadece 17 kuruş. Bakan Yıldız’ın hayalini kurduğu santral kazara hayata geçseydi, Türkiye tarihinin en büyük kazıklarından birini daha yiyecekti. Tabi ki bu acı fatura, ihaleleri verdikleri dost işadamlarına değil elektrik faturalarıyla yine bize çıkarılacaktı. Nükleer santral planları sonlandırılmadıkça bu tehlike sürecek.     

Elektrik ihtiyacını karşılamak için Türkiye’de ne yapılmaması gerektiği ortada. Bir şirkete para kazandıran, doğaya zarar veren, yaşamı tehdit eden ve halkın olurunu almayan projelerden vazgeçilmeli. İlk yapılması gerekense enerji verimliliği ve tasarruf yöntemlerini tüm sektörlere yayarak, enerji talebindeki artışı azaltmak hatta aşağıya çekmek olmalı. Elektrik talebini tahmin etmek yerine yönetmeliyiz. Kalkınma Bakanlığı’nın 9. Kalkınma Planı, 2012 Yılı Programı’nda da belirtildiği gibi, “…sanayi, binalar ve ulaştırma sektörlerinde yapılacak verimlilik uygulamalarıyla hem genel enerji hem de elektrik tüketimlerinin yüzde 20-25 oranında düşürülmesi mümkün”. Eşe dosta inşaat ihalesi vermek yerine, ithal ettiğimiz enerji kaynaklarını daha akıllı kullanmalı, talebin karşılanamadığı durumlarda da güneş, rüzgar ve biyokütle gibi enerji kaynaklarını, halkın sahibi olacağı ve yöneteceği modellerle hayata geçirmeliyiz. İstenirse, enerjideki bu dönüşüm tüm Türkiye’yi değiştirecek ekonomik, sosyal ve ekolojik bir dönüşümün öncüsü olur. Önümüzdeki tek engel, nükleer ihalelerle ceplerini doldurmak isteyen birkaç kişi ve onlara yol gösteren siyasi irade.