Almanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Almanya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Fark yaratan ülkeler

Özgür Gürbüz-BirGün/ 14 Mayıs 2020

Krizler yıkımları da beraberinde getirir. Salgınla birlikte çok ciddi bir sosyoekonomik krizle karşı karşıya kaldığımız ortada. Bazı ülkeler bu gibi durumlarda dibe çöker bazıları ise krizlerden çözüm üreterek çıkar. İlham vermesi dileğiyle krizlerden yaratıcı çözümlerle çıkmayı başaran ve sürüyü takip etmek yerine aksi yönde gitmekten korkmayan birkaç ülkeyi hatırlatmak istiyorum. Zor zamanlar, ülkelerin ne kadar iyi yönetildiğinin göstergesidir.

 

Adını çok duymadığımız bir ülke Bhutan. Himalayalarda, Hindistan ve Çin’in arasında yer alıyor. Ekonomik büyümeyi uzun yıllardır sosyal, kültürel ve çevresel değerlerin korunması koşuluyla yapılandıran bir anlayışa sahip. 1970’lerde ülkenin 4. kralının ortaya attığı “gayri safi milli mutluluk” kavramı, o gün bugündür Bhutanlılar için gayri safi hasılanın yerini almış. Dünyaya meydan okurcasına, daha çok tükettiğinizde bunu büyüme kabul eden ekonomik anlayışı esas almak yerine insanların refah ve mutluluğunu büyüme göstergesi kabul etmişler. Üç milyar dolara yaklaşan “küçük” ekonomisi tarım ve ormancılığa dayanıyor. Kişi başına düşen gelir Türkiye’den çok daha az ama eğitim ve sağlık tamamen ücretsiz. İlaçlar buna dahil. Çalışkan öğrenciler için üniversite eğitimini de devlet karşılıyor.

Ekonomisi Türkiye’deki birçok şirketten küçük olan Bhutan hızlıca zenginleşmek ya da birilerini zengin etmek için bütün ormanlarını kesme ya da madenlerini yabancı şirketlere satıp zenginleşmeye çalışmıyor. Ülkenin yüzde 72’si ormanlarla kaplı ve anayasaları bunun en az yüzde 60 olmasını zorunlu kılıyor. Köylülere odun yakmamaları için bedava elektrik veriyor, enerji tasarrufu yapan LED lambalar ve elektrikli araçlar için destek sunuyorlar. Yaban hayvanları birbirine bağlı koridorlarla ülkedeki her bölgeye ulaşabiliyor.

Bhutan belki de dünyada iklim krizine katkıda bulunmayan nadir ülkelerden biri. Ürettiği emisyonun çok daha fazlasını ormanları sayesinde telafi ediyor. Gelir adaletsizliğinde Bhutan’ın Türkiye’den daha iyi durumda olduğunu da (Gini katsayısına bakarak) söyleyebiliriz. Özetlersek, sürüden ayrılma cesareti Bhutan’ı bambaşka bir ülke yapıyor.

Krizden çözüm üretenlere de bir örnek verelim… 1970’li yıllarda petrol krizi dünyadaki her ülke gibi Danimarka’yı da vurdu. Enerjisinin yüzde 90’ınını petrolden karşılayan ülkede zorunlu enerji tasarrufu dönemi başladı. Gece elektrik kesintileri, yollarında otomobilsiz günler gören Danimarka, enerji dönüşümünü başlattı. Petrol krizi bitse de onlar enerji ihtiyacını güneş, rüzgar ve biyokütle gibi kaynaklardan sağlamaya karar verdi. Nükleer enerjiyi de Çernobil’den bir yıl önce mecliste aldıkları kararla bir kenara iten kuzeyliler, rüzgar başta olmak üzere dünyanın bu alanlardaki teknoloji devlerinden biri oldu. Bugün nihai enerji tüketiminin yüzde 35’ini, elektrik ihtiyacının ise yüzde 62’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayan Danimarka’nın 2050 hedefi yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle çalışan bir ülke.

Küçük ülkeler deyip küçümsemeyin. Danimarka ölçeğinde bir ilde benzer bir uygulama yapsak Türkiye’nin diğer illerine de yayılır. Bhutan’ın ekonomik modelini bir ilde başarıyla uygulasak kalan 80 ile yayılır ve birleşince Türkiye olur. Kaldı ki, nükleer santrallarının hepsini Fukuşima sonrası kapatma kararı alan Almanya gibi dev ekonomiler de var. Sorun örneğin büyük ya da küçük olması değil, ülkenin bir çizgisinin olması.

Almanya Federal Meclisi’nin olduğu binayı ele alalım. Çatısındaki güneş panelleriyle elektriğini üreten, ısıtma için toprak kaynaklı ısı pompaları kullanan bambaşka bir enerji mantığıyla inşa edilmiş örnek bir bina Bundestag. Son eklentiler 21 yıl önce yapıldı, yeni de değil. Türkiye’nin son 20 yılda yaptığı dev binalara, adliyelere, saraylara baktığınızda yeni ne görüyorsunuz? Yıl 2020, Cumhurbaşkanlığı için yapılan Beştepe’deki binanın çatısında elektrik üreten bir güneş paneli bile yok.

Dünyada fark yaratanların öne çıktığı bir çağdayız ve biz asırlar öncesini taklitle meşgulüz. Acı ama gerçek.

Nükleer inadı çok pahalıya patlayacak

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Mart 2020 

1986 yılında Çernobil’de meydana gelen kazadan ağır yaralı olarak çıkan nükleer enerji endüstrisi, yıllarca bu kazayı eski Sovyet teknolojisine bağlayarak nükleer enerjinin düşüşünü engellemeye çalıştı. Halbuki, çözülemeyen nükleer atık sorunu ve maliyetler nedeniyle nükleer enerjinin aranan çözüm olup olmadığı zaten tartışılmaya başlanmıştı. Çernobil’i eski teknolojiyle ve güvenlik tedbirleriyle ilişkilendirip, bir daha böyle bir kaza yaşanmayacağı garantisi verme üzerine kurulu bu strateji güç kaybeden sektörü kaza unutulana kadar ayakta tutmayı amaçlıyordu. 

Nükleer endüstri daha sonra iklim krizinden kendine pay çıkarmaya çalıştı. Çernobil ile Fukuşima kazaları arasında geçen sürede güçlenen rüzgar ve güneş teknolojileri, nükleerle maliyet rekabetine girebilir duruma gelmişti. Bu yüzden de pahalı nükleer santralları satmak için bir başka bahane gerekiyordu. İklim değişikliğini durdurmada kömür santrallarına göre daha az karbon emisyonuna yol açan nükleer santralların iklim krizine çözüm olabileceği iddiasıyla “nükleer rönesans” adı verilen yeni bir pazarlama kampanyası başlatıldı. Bundan dokuz yıl önce meydana gelen Fukuşima nükleer felaketi ise hem Çernobil’den bu yana kullanılan “yeni santrallar güvenli” masalını hem de nükleer rönesans kampanyasını çöpe attı. 

Japonya, kazaya kadar nükleer güvenlik konusunda dünyada örnek gösterilen ülkelerin başında geliyordu. Fukuşima öncesi 54 nükleer reaktörün çalıştığı ülkede şu an sadece 9 reaktör çalışıyor. 21 reaktör kapatıldı, 26 nükleer reaktör ise belirlenen yeni standartları henüz karşılayamadı. Elektrik üretiminin yüzde 30’unu nükleer santrallardan sağlayan Japonya’da bugün bu oran yüzde 6’ya geriledi. Elektrik üretiminde dengeler tamamen değişti. 2011 yılında güneşten sadece 4839 gigavatsaat elektrik üreten Japonya, 2018’de bu rakamı 67 bin 609 gigavatsaate çıkardı ve nükleer santrallardan (64 bin 929 gigavatsaat) daha fazla elektrik üretti. 

Fukuşima nükleer kazası sadece Japonya’yı etkilemedi. Başta Almanya olmak üzere birçok ülkede nükleer santrallardan çıkış hızlandı, yeni nükleer santral planları askıya alındı. Almanya hızlı bir nükleerden çıkış planı hazırlayarak, 17 nükleer reaktörden günümüze kadar 11’ini kapattı. Kalan altı reaktör de 2023 yılına kadar kapatılacak. Kaza, Almanya gibi zaten nükleer enerjiye kuşkuyla yaklaşan ülkelerin dışında, Fransa gibi nükleer enerjinin kalesi kabul edilen ülkelerde bile tartışma başlattı. Fransa tarihte ilk kez nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payının azaltılması için karar aldı. 2035 yılına kadar 14 nükleer reaktörünü kapatacak Fransa, nükleer santralların elektrik üretimindeki payını yüzde 80’lerden yüzde 50’ye indirme kararı aldı. 

Türkiye ise kazadan sonra Japonya’yı Sinop’a nükleer santral yapmaya davet ederek enerji politikaları alanında tarihinin en büyük hatalarından birine imza attı. Halbuki, ucuz denilen nükleer reaktörlerin Fukuşima sonrası getirilen güvenlik tedbirleriyle birlikte artan maliyetleri, nükleeri elektrik üretiminde bir seçenek olmaktan çıkarmıştı. Türkiye’de kamuoyu bu gerçeği Japon şirketleriyle yapılan pazarlıklar sonucu net bir şekilde gördü. Japon şirketler Türkiye’nin gerçek maliyetleri kabul etmemesi ve daha fazla ödeme yapmayı kabul etmemesi nedeniyle bu maceradan vazgeçti. Akkuyu’daki ısrar ise ekonomiye, çevreye, Rusya ile gidip gelen ilişkilere ve kamuoyunun nükleere hayır demesine rağmen sürüyor. Bu inat Türkiye’ye çok pahalıya patlayacak.

İklimde en kötü 11 ülke arasına girdik

Ülkelerin iklim değişikliğini durdurma konusundaki çabalarını değerlendiren İklim Değişikliği Performans Dizini açıklandı. Geçen yılki değerlendirmede 47. sırada yer alan Türkiye, üç sıra gerileyerek en kötü 11 ülke arasına girdi.

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2018

Polonya’da devam eden iklim müzakerelerinin ikinci ve son haftası ülkelerin iklim karnesinin açıklanmasıyla başladı. Germanwatch, New Climate Institute ve Climate Action Network adlı üç örgütün hazırladığı rapora göre en iyi performansı gösteren ülkeler İsveç, Fas ve Litvanya olurken, sonunculuğu Suudi Arabistan aldı. Türkiye ise 60 ülkenin yer aldığı değerlendirmede geçen yıla göre üç sıra gerileyerek 50. sıraya yerleşti ve en kötü 11 ülke arasında yer aldı.
2005 yılından beri her yıl açıklanan rapor, ülkelerin seragazı emisyonlarına, yenilenebilir enerji yatırımlarına, enerji kullanımına ve iklim politikalarına bakıyor. Emisyonlar, ülkelerin aldığı notu yüzde 40 oranında etkilerken, diğer üç kalemin her biri ülke puanına yüzde 20 oranında etki ediyor.

Fas, örnek ülke olmaya devam ediyor
Photo: Germanwatch
Gelişmiş ülkelerin emisyonlarının beş yıllık azalışın ardından 2018’de yeniden artışa geçmesinin beklenmesi bu ülkelerin notlarını etkiledi. İlk üç dereceyi hak eden ülke yine olmazken, İsveç, 4. olarak listenin başındaki yerini korudu. Fas ise iklim konusundaki çalışmaları nedeniyle İsveç’in hemen arkasına yerleşti. Fas’ın bu kadar iyi derece almasının nedenini sorduğumuz Germanwatch kuruluşunun Kıdemli Danışmanı Jan Burck, Fas’ın en iyi performans gösteren ikinci ülke olmasını, kendisine net hedefler koyup bunları sürekli ölçmesine ve yenilenebilir enerjinin payını ciddi oranda artırmasına bağlıyor.

Türkiye politika değişikliğine gitmeli
Jan Burck, Türkiye’nin yenilenebilir enerji yatırımları konusunda lider ülkelerden biri olmasına rağmen seragazı emisyonlarının yüksekliği ve fosil yakıt (petrol, kömür ve doğalgaz) kullanımının hâlâ yüksek oranlarda olması ve belirgin bir uluslararası iklim politikasının olmayışı nedeniyle son sıralarda yer aldığına dikkat çekiyor. “Her şey poltikalarla ilgili, Türkiye politika değişikliğine gitmeli. Fosil yakıtlara verilen sübvansiyonu durdurup, ithalata son vermeli” diyen Burck, Türkiye’nin Ek-1 ülkeleri listesinden çıkarılma isteğinin bu yılki değerlendirmede yer almadığına, Gelecek yıl Türkiye’nin zaten kötü olan politikalar notunun biraz daha geriye gidebileceğine de dikkat çekiyor.
Almanya orta sıralara geriledi
Performans değerlendirmesinin ilginç sonuçlarından biri de yenilenebilir enerji yatırımlarıyla öne çıkan Almanya’nın, kömür ve ulaşım sektörünü karbonsuzlaştırma konusunda net bir karara alınamaması nedeniyle 22. sıradan 27. sıraya gerilemesiydi. Çin’in ilk kez bu değerlendirmede 33. sıraya çıkarak en kötüler arasından kendini kurtarması ise uzmanlar tarafından olumlu bir gelişme şeklinde değerlendirildi. Hindistan’ın da 11. sıraya yerleşmesi karamsar tablonun umut veren tarafı oldu.

En kötü performans gösteren 10 ülke arasında en düşük notu Suudi Arabistan aldı. 100 üzerinden 8,82 alabilen Suudi Arabistan’ı, ABD ve İran izliyor. En kötü 11 ülke arasında dünyanın en büyük kömür üreticilerinden Avustralya; gaz ve petrol ihracatçıları Rusya, Kanada, Kazakistan ile Güney Kore, Tayvan, Malezya ve Türkiye bulunuyor.

Ekonomik krizin faturası doğaya kesilmesin

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Ekim 2018

Forbes, 13 Ağustos 2013
l 2011. Fukuşima nükleer kazasından sonra Almanya enerji dönüşümünü hızlandırdı. Elektrik üretiminde üzeri çizilecek santrallar listesine, kömürün yanına nükleeri de ekledi. 2011’de 17 nükleer reaktöre sahip Almanya bugüne kadar 10 tanesini kapattı ve kalan yedisi de 31 Aralık 2022’ye kadar kapatılacak.

Birkaç haftadır, Almanya’daki Hambach Ormanı’nda linyit kömürü çıkarmak için ağaçları kesmek isteyen RWE firmasına direnen çevreci, yeşil ve anarşistlerin eylemlerini izliyoruz. Eylemlerden de anlaşıldığı üzere, kömür tarafında işler nükleerden çıkışta olduğu kadar hızlı gitmiyor. 2013 yılında taş kömüründen 120 milyar kilovatsaat civarı elektrik üreten Almanya bugün bunu 92 milyar üretiyor. Linyitte de üretim160’dan 147 milyar kWs’e gerilemiş. Gerileme var ama kamuoyu daha fazlasını istiyor. İklimi korumak için bu şart. Enerji dönüşümü Almanya’da ciddi tartışmalara yol açıyor. Almanya’daki enerji dönüşümü sadece orayı değil bizi de etkiliyor. 2013 yılının Ağustos ayında basına yansıyan bir bilgi Türkiye’de gündem olmadı ama aslında tarihi bir belge niteliğinde.

Almanya’ya Türkiye’ye taşınırım tehdidi
Fransız Basın Ajansı (AFP) kaynaklı bu haber, dünyanın en büyük medya kuruluşlarından Forbes’ta yer aldı. Bir enerji şirketinin, dünyanın en güçlü ekonomilerinden birini nasıl tehdit ettiğini görmüş olduk. Avrupa’nın en büyük enerji şirketlerinden E.ON, Almanya’da yenilenebilir enerjinin ön plana çıkmasıyla nükleer, kömür ve gazdan elde ettikleri kârın azaldığına dikkat çekmiş, Almanya hükümetini, bu politikaların devam etmesi halinde santrallarını Türkiye’ye taşımakla tehdit etmişti[1]. Bizim için daha trajik olansa, Türkiye’nin Almanya’nın istemediği kömür ve nükleer gibi kirli teknolojilerin rahatlıkla getirilebileceği bir ülke olduğunu görmekti.

E.ON’un tehditinin ciddiye alınması gerektiğini herkes biliyordu çünkü bu haberden dört ay önce E.ON, EnerjiSA’nın hisselerinin yüzde 50’sini satın almıştı. Bu ortaklıktan sonra, 2016 yılında, Bandırma’da doğalgaz, Adana Tufanbeyli’de ise bir kömür santralı açtılar. E.ON’un Türkiye pazarını diledikleri gibi yatırım yapabilecekleri bir yer olarak görmesi ve bunun bir şekilde medyaya sızması bir uyarı kabul edilmeli. Böyle düşünüp bunu ağzından kaçırmayan onlarca şirket daha var. Son zamanlarda sayıları giderek artan maden şirketleri buna bir örnek. Gelirlerinin sadece yüzde 2 kadarını Türkiye’de bırakarak, istedikleri yerde ormanları yerinden edebiliyor, toprağın altını üstünü getirebiliyorlar. Soran olursa onlar vatana hizmet ediyor, karşı çıkan çevreciler ise ajan!
  
Herkes kaptanın yalan söylediğinin farkında
Ekonomik kriz, işsizlik, sendikasızlaştırma ve örgütsüzlük, bu şirketlerin daha rahat hareket edeceği fırsatlar yaratıyor. Bu yüzden de ülkeyi yöneten hükümetlerin yukarıdaki koşulları hazırlayacak türden olması en büyük istekleri. İklim hedefi olmayan Türkiye’nin istedikleri yerine termik santral kurabiliyor, Çanakkale’nin incisi Balaban Tepesi’ne kentin içme suyunu riske atma pahasına maden açabiliyorlar. Turistlere ucuz tatil cenneti olmak adına Karadeniz’in yaşlı ormanları yola, Akdeniz’in koyları otele kurban edilebiliyor. Leonard Cohen’in şarkısında söylediği gibi, herkes kaptanın yalan söylediğinin farkında ama sorun bizim nasıl karşı koyacağımız, Türkiye’nin doğasını ve yaşamı koruyacak kuralları koydurtmayı nasıl başaracağımız. Aynı gemideyiz ama yolcular güvertede çıplak yatarken, kaptan kamarasında altın kaplı yatağında uyuyor.

Dünyanın dev şirketlerinin yaşadığımız ekonomik krizi kendileri adına fırsata çevirmeye hazır olduğunu biliyoruz. Doğal varlıklarını satarak hiçbir ülkenin kalkınamadığını da… Gine’de toplam ihracat gelirleri içerisinde madenlerin payı yüzde 71’i buluyor ama ülke nüfusunun yüzde 40’ı yoksulluk seviyesinin altında yaşamaya devam ediyor. Dağını taşını satarak ülke kurtulmuyor. Herkesin yanıtlaması gereken soru aslında çok basit. “Şüheda fışkıracak” dediğin toprağı gerçekten koruyacak mısın yoksa “yerli ve milli” masalları anlatarak ceplerini dolduranların yanında mı yer alacaksın?


[1] German Utility Revolts Against Renewable Energy, Threatens To Relocate In Turkey, 19 Ağustos 2013, Forbes, https://bit.ly/2E41cjg

Çöp toplamak iyi mi kötü mü?*

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2018

İki gün önce Türkiye’de binlerce insan çöp topladı. Çöp toplama meselesi yıllardır tartışılır. İnsanların zaman ayırıp çöp toplaması, durumun vahametini görmesi elbette kötü değil. Sorun, çevreciliğin, çözümün bu tip eylemlerden geçtiği fikrinin yayılmasında. Yanıbaşındaki termik santrala itiraz etmeyen ama çöp toplayan çevrecileri yaratmak için az uğraşmıyor devletler. Atıklar gibi kangrene dönmüş sistemsel bir sorunu çöp toplayarak değil, çöp üretmeyerek, üretileni geri dönüştürerek çözebilirsiniz. Plastik şişe, karton kutu gibi ürünleri üreten şirketlere bunları geri toplamaları için depozito koymalarını sağlayamazsanız, onlar üretir, birileri atar ve siz de toplamaya devam edersiniz. Bizim her zaman balık tutmayı öğretmemiz gerek, çöp toplamanın “pansuman tedbir” olduğunu unutmayalım.

Avrupa’da belediye atıklarının geri dönüşümünde en başarılı ülke Almanya. Dünya lideri de desek abartmış olmayız. Almanya’da atıkların yüzde 64’ü ya kompost tesislerine gidiyor ya da geri dönüştürülüyor. Türkiye’de bu oran yüzde 10. Başarının ardında depozito uygulaması gibi katı kurallar yatıyor. Almanya’da camdan, pet şişeye aldığınız her ürün için depozito ödüyorsunuz. Hem de öyle birkaç kuruş değil; 25 avro sentten (yaklaşık 2 TL) bahsediyoruz. Kimse bir pet şişe su içip iki lirasını çöpe atmak istemiyor. Atan olursa da onları toplayıp para kazanalar, yere düşmeden bu atıkları topluyor.

Madem ülkede seferberlik ilan edip, herkesi çöp toplamaya çağıracak kadar kritik bir durumdayız, hükümetin elini kim tutuyor? Her türlü ambalaja depozito eklensin, doğaya bırakılan çöp miktarının ne kadar azaldığını birlikte izleyelim. Yetmedi mi? Sokağa çöp atana, atığını ayırmayana ceza kesilsin. Yurt dışındaki iyi örneklerin hepsinde bunlar var. Sadece bilinçlendirmeyle sorun çözülseydi, İngiltere, Fransa gibi çevre duyarlılığının bizden önce başladığı yerlerde böyle cezalar uygulanmaz, sadece çöp toplama etkinliğiyle sorunu çözülürdü. Öyle olmuyor, devlet doğayı korumakla görevli ve bunun için ne gerekiyorsa yapmalı. Çevrecilerin görevi de çöpleri toplamak değil, ürettirmemek, attırmamak olmalı. Hadi, hemen depozito uygulamasına geçelim. Şirketlerin değil doğanın isteğini hayata geçirelim.

* Gazetedeki iki konulu yazının ikinci konusu.

Nükleer enerji demokrasiyi sevmez

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Nisan 2018

Foto: Cephir
Çernobil nükleer santralındaki kazanın üzerinden 32 yıl geçti. Santralın çekirdek erimesi yaşanan reaktörünün üstü iki yıl önce dev bir beton-çelik karışımı lahitle örtüldü. Çünkü içeride hâlâ radyasyon var. Sadece reaktörün erimiş kalbinde değil, santralı merkez alan 30 kilometre yarıçapındaki bir alanda toprakta, ağaçta, suda radyasyon var. İnsan ömrünün onlarca katı bir süre boyunca yaşamı tehdit edecek radyasyon denen o illetin korkunç yüzünü ilk kez 12 yıl önce Çernobil’e gittiğimde görmüştüm. Betonla, çelikle ve yalanla örtülecek bir mesele olmadığını o zaman daha iyi anladım. Şeffaf, yaşamı savunan, demokratik yönetimlerde, nükleer enerjinin var olamayacağını da.

Sinop Valiliği, provokasyonları ve güvenliği bahane edip dün Sinop’ta yapılması gereken mitingi yasaklamasaydı şimdi bu satırlarda izlenimlerimi okuyacaktınız. Ankara Valiliği de farklı davranmadı. 1 Mayıs İşçi Bayramı için hazırlanan bazı slogan ve afişlerin “anlamının anlaşılamadığı” gerekçesiyle tekrar gözden geçirilmesini istedi. Yasakladı aslında… Yasaklananlar sloganlar arasında “Nükleer Santral İstemiyoruz” da var. Valiliğin kafasını karıştıracak kadar anlaşılamaz olduğu kesin. Hükümetin kontrolündeki medya sabah akşam nükleer enerji hakkında yalan bilgiler yayarken ve halkı “biz nükleer isteriz” dedirtmeye çalışırken “istemiyoruz” diyen bir sloganın ülkedeki her beyni kontrol ettiğini sananlar tarafından anlaşılamaması şaşırtıcı değil.

Nükleer enerji doğası gereği demokrasiyi sevmez. Demokrasi de onu sevmez zaten. Nükleer santrallardaki ufak sızıntıların duyulmaması, bilinmemesi gerekir. Halkın bağımsız örgütler vasıtasıyla denetimlere katıldığı, şeffaf toplumlarda nükleer barınamaz. Nükleer enerjinin maliyetinin, 244 bin yıl radyoaktif kalan radyoaktif atık sorununun kamuoyunun gözleri önünde tartışıldığı bir ülkede nükleer santrale evet diyen kalmaz. Dört yıl için seçtiğiniz bir hükümet, nasıl olur da bizden sonra gelecek yüzlerce kuşağı ilgilendiren bir konuda karar alma hakkını kendinde görebilir? İşte size çocuklarımızın bayramını kutladığımız bir 23 Nisan sorusu! Bu soruyu tartışabilecek çok az demokrasi var dünyada. Nükleer enerjinin pahalı olduğunu, radyoaktif atıkların yok edilemediğini ve bir nükleer kazanın nelere yol açacağını bilen herkes nükleere “hayır” der. Hele de elektrik üretmenin onlarca daha temiz ve ucuz yolunun olduğunu öğrendiğinde.

Bu yüzden de nükleer enerji televizyonlarda canlı yayınlanan ve iki tarafın bir araya getirildiği açık oturumları sevmez. Bakınız Türkiye. Son yıllarda hükümetin elindeki kanallarda bir nükleer karşıtı gördünüz mü? Bırakın sadece nükleer enerjiye karşı birini konuşturmak, bir tartışma programını bile kaldıramaz nükleer enerji. O gün kaybederler. O yüzden de Enerji Bakanı, Mersin ve Sinop’a nükleer santral kurmak isteyen AKP yetkilileri, bir nükleer karşıtıyla tartışmaktan kaçar. Hodri meydan! Canlı yayın şartıyla ben hazırım.

Fukuşima öncesi 17 nükleer reaktörü olan Almanya’nın kazadan hemen sonra nükleer santrallarının hepsini 2022’ye kadar kapatma kararı alması ve şu ana kadar 10’unu kapatması da demokrasi nedeniyledir. Merkel kazadan önce tam tersini düşünen bir nükleerciydi. Kaza olduğunda hem gerçeği gördüğü hem de tüm Almanya’da sokağa çıkan nükleer karşıtlarına yenik düştüğü için bu kararı almak zorunda kaldı. İtalya ve Avusturya gibi ülkeler ise halk oylamalarıyla nükleerden vazgeçti. Avusturya bitmiş reaktörü çalıştırmadan kapattı, İtalya Çernobil sonrası 4 nükleer reaktörünün kapısına kilit vurdu. Demokrasi nükleeri sevmez demiştik, sandıkta ispatlandı.

Nükleer enerji bir ülkenin demokrasi seviyesini ölçmenin en iyi yollarından biridir. Bugün merkezden alınmış kararlarla yeni reaktör yapanlar Çin, Birleşik Arap Emirlikleri, Belarus gibi tek sesin hâkim olduğu yerler olurken, tartışan veya vazgeçenler ise demokratikleşme sürecinde birkaç adım önde olan Belçika, Norveç, İsviçre, Danimarka ve Yunanistan gibi ülkelerdir. Sinop Valisi ve onu kontrol eden Ankara’nın mitingleri yasaklamasının ardında da bu korku var. Demokratikleşme korkusu.

Bugün mitingleri, sloganları yasaklayanlara en iyi yanıt da demokrasiye sahip çıkılarak verilecek. Miting yaparak, basın açıklamalarına kitlesel katılımları sağlayarak, duyulması istenmeyen sloganları atarak ve 24 Haziran’da çok sesliliğe, demokrasiye karşı oy kullanarak. Oyunuzu nükleer santral yapanlara vermediğinizde bilin ki bu ülkede asıl kazanan demokrasi olacak. Çünkü nükleer enerji demokrasiyi sevmez.

ABD’de nükleer rönesans yalan oldu

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ağustos 2017

Nükleer enerjinin durumunun Avrupa’da perişan olduğunu herhalde bizim Enerji Bakanlığı dışında herkes biliyor. Almanya nükleer santrallarını birer birer kapatıyor. Fukuşima öncesi, 17 büyük reaktöre sahip ülkede şimdi 8 nükleer reaktör kaldı. Onların da hepsi 2022’ye kadar kapanacak, yol haritası belli. Japonya’daki nükleer santral felaketi öncesi yeni santral yapmaya hevesli İsviçre şimdi tam tersini yapıp, eldekileri kapatıyor. İtalya, Yunanistan, Avusturya, Norveç, İrlanda ve Yunanistan gibi nükleere kapılarını kapatmış ülkeleri hiç saymıyorum.

Batı Avrupa’da yeni nükleer reaktör yapan iki ülke var; Finlandiya ve Fransa. Finlandiya’da 2005 yılında yapımına başlanan ve maliyeti 3 milyar 200 milyon avroyu bulacağı söylenen reaktör hâlâ bitirilemedi. Halbuki 2009 yılında işletmeye alınacağı söylenmişti. Şirketin tahmini, reaktörün 9 yıl gecikmeyle 2018 sonunda elektrik üretimine başlanacağı yönünde. Tek reaktörün maliyeti de 8 milyar 500 milyon avroya çıktı. Tahmin edilenin neredeyse 3 kat fazlasına.

Olkiluoto-3 reaktörünün Finlandiya’ya çok pahalıya patladığı ortada. Gecikme ve artan maliyetler yüzünden Finlandiyalı TVO şirketi ile reaktörü yapan Fransız Areva ile Alman Siemens şirketleri Uluslararası Tahkim Mahkemesi’nde davalık oldu. Areva, bu davadan büyük bir maddi ceza alacağa benziyor.

Fransa’daki proje de farklı bir durumda değil. Finlandiya’daki reaktörün bir benzeri de Fransa’da yapılıyor ve o da 10 yıla rağmen bitirilemedi. Bahsedilen reaktör ilk ortaya atıldığında teknolojisi ve ucuzluğuyla örnek olacak diye öve öve bitirilemiyordu. Dünyanın en büyük ekonomik fiyaskolarından biri oldu. Sinop’taki nükleer santral projesine de reaktör sağlayacak Areva, bu iki projeden dolayı ciddi zarar etti. Fransız hükümeti, batan nükleer reaktör yapımcısı şirketini kurtarmak için yine bir başka devlet şirketi EDF’yi devreye soktu.

Fransa gibi dünyanın hem teknoloji hem de nükleer enerjiyi kullanma konusunda öncü ülkesinde yaşananlar ve Fukuşima kazası, orada bile nükleer enerjiyi gözden düşürdü. Türkiye’de sık sık örnek gösterilse de Fransa’daki gerçek şu: Elektrik üretiminin yüzde 75’ini nükleer santrallardan sağlayan Fransa, 2025’e kadar bu payı yüzde 50’ye indirme kararı aldı.

Bizim ülkedeki bazı atom kafalar bunun ne demek olduğunu anlamıyor. Anlatalım. Elinde dünyanın en ileri nükleer teknolojisi ve halihazırda 58 tane çalışabilir nükleer reaktörü olan Fransa, bu en ucuz ve tehlikesiz olduğu iddia edilen enerji kaynağına sırtını çeviriyor. Fransa Çevre Bakanı Hulot, önümüzdeki sekiz yıl içinde reaktörlerden 17 tanesinin kapatılabileceğini söylüyor.

Bir devletin en ucuz ve en güvenilir olduğu iddia edilen enerji kaynağından vazgeçmesinin, o ülkeyi yönetenler delirmediyse bir nedeni vardır. “Paris’in yanında bile nükleer var” diye demeç veren ahaliye, Paris’te neler olduğunu anlamalarını özellikle tavsiye ederim.

ABD’de iki nükleer proje donduruldu
Gelelim ABD’ye. Nükleer enerji geri dönüyor masalını pompalayan ve bunu “Nükleer Rönesans” başlığıyla pazarlayan nükleer lobinin son fiyaskosu da Kuzey Amerika’da gerçekleşti. 1996’dan bu yana sadece bir nükleer reaktör devreye alan (o da, yapımına 1973’te başlanan ve ciddi finansal sorunlar nedeniyle 43 yılda bitirilen Watts Bar-2 reaktörü) ABD’de inşaatı süren dört reaktörden ikisi teslim bayrağını çekti. Neredeyse yarısı tamamlanan ve 9 milyar dolar harcanan iki reaktörü bitirmeme kararı alan Güney Karolina Elektrik ve Gaz Şirketi, projenin artan maliyetine işaret etti. İki reaktörün işe başlandığında 11,5 milyar dolara bitirilmesi bekleniyordu ancak yeni tahminler 25 milyar doları gösteriyor.

Şirket mevcut koşullarda nükleer enerjinin rekabet şansı olmadığını düşünerek 9 milyar doları toprağa gömdü. Bu kararda, Toshiba’nın alt kuruluşu ABD’deki Westinghouse Elektrik Şirketi’nin iflası da etkili oldu. Söz konusu iki reaktör Westinghouse tarafından sağlanacaktı. Onların sonu da Areva gibi oldu. ABD’de yapımı süren iki reaktör kaldı ve onların geleceğinin de pek parlak olmadığı ortada. O projelerin iptal haberlerini de yakında okuyabiliriz.

Türkiye’de ise Mersin Akkuyu’da 2018 yılında inşaata başlanılacağı, Sinop’taki sahanın gözden geçirilmesinin de bu yılın sonunda yapılacağı konuşuluyor. Eskiden nükleer ihale denince akla hemen rüşvet gelirdi. Toplantılarda, konferanslarda herkes yüzde 5’ten bahsederdi. Elbette bizde böyle şeyler olmaz ama dünyada bunlar yaşanırken Türkiye’de nükleer ısrarın devam etmesi aklıma hep o yüzde hesabını getiriyor. Projelerin iptal edilmemesinin mantıklı bir açıklamasını yapan da yok. Yüzde kaç diye sorsak itham etmiş oluruz. O yüzden sormuyorum.

Almanya'dan yeni bir rekor

Almanya 2015 yılında elektrik tüketimin %32'sini yenilenebilir enerjiden sağladı. Rüzgar (%14,7), biyokütle (%8,3) ve güneş(%6,4).

Almanya'nın hedefi, 2050'ye kadar elektrik enerjisinin yüzde 80'ini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak.

Dünya nükleerden vazgeçmiyor diyenlere

Özgür Gürbüz-BirGun/22 Ocak 2016

Anadolu Ajansı (AA) 6 Ocak’ta, ‘Dünya Nükleerden Vazgeçmiyor’ başlıklı bir haber servis etti. “Ajans bağımsız değil, yazdıklarına kim inanır” diyerek üzerinde durmadım ama haberin yayıldığını görünce bu yazıyı yazmak şart oldu. Nükleeri savunanlar yıllardır nükleer santral ve yapımı süren reaktör sayılarıyla ilgili verileri çarpıtarak sunuyor. Bu yazı aracılığıyla o oyunu da bozalım.

Angra Nükleer Santrali-Brezilya Foto: O. Gurbuz
Haberde dünyada 442 nükleer santral olduğu ve 64 nükleer santralin yapımının da sürdüğü yazılı. Önce AA’nın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan aldığını (UAEA) söylediği rakamları yine aynı kaynağı kullanarak düzeltelim. Dünyada 442 nükleer santral yok, çalışabilir durumda 441 nükleer reaktör (santral değil reaktör) var. Bunların hepsi de çalışmıyor. Örneğin, Japonya’da 43 reaktör var ancak sadece 2 tanesi çalışıyor. O yüzden doğrusu, çalışabilir demek ama nükleerciler yıllardır kelime oyununu yaparak, arızalı, kapalı reaktörleri de çalışır gibi gösteriyor. Yapımı süren reaktör sayısı da yanıltıcı. AA’nın dediği gibi 64 değil 67 reaktör inşa aşamasında gözüküyor ama yakından bakınca işler değişiyor.

Dünyada yapımı sürdüğü iddia edilen 67 reaktörden 24 tanesi enerji ihtiyacı bitmez tükenmez bir hâl alan Çin’de. Çin’deki bu santrallerin, yeni bir nükleer kaza olmazsa birkaç yıl gecikmeyle de olsa bitirileceğini varsayabiliriz. Geriye kalan 43 tanesi içinse aynı kararlılıkta konuşmak büyük aymazlık olur. Birkaç örnekle neden aymazlık olur, anlatalım. Söz konusu reaktörlerden 2 tanesi Japonya’da; Fukuşima sonrası bu inşaatlar durdu ama listeden çıkarılmadı. Kalan 41 reaktörden üç tanesi çok küçük, prototip reaktörler (biri Arjantin’de diğer ikisi Rusya’da), enerji üretimi açısından önemi yok. Yani, kaldı 38. Nükleeri savunanların sık sık dile getirdiği gibi, ortalama bir reaktörün beş yılda inşa edileceğini kabul edersek, 38 reaktörün 21’inde gecikme yaşandığını söyleyebiliriz. Hatta, bazılarında inşaatın sürdüğünü söylemek bile mümkün değil. ABD’de yapımına yeniden başlanan Watts Bar-2 reaktöründe ilk kazma 1973’te vurulmuştu. Slovenya’daki Mochovce-3 ve Mochovce-4 reaktörleri 1987’den beri yapılıyor. 30 yıldır bitmedi. Avrupa’nın ve dünyanın en modern ve en büyük nükleer reaktörü EPR’nin inşaatı Finlandiya’da 11, Fransa’da 9. yılına girdi. Ama nasıl oluyorsa bu reaktörler bizim 'nükleerspor'un her sunumunda, her demecinde, nükleer enerjiyi bilmeyen ama öven ‘gazetecilerin’ her makalesinde ‘yapımı süren nükleer santraller’ diye anlatılmaya devam ediliyor. “Finlandiya’da yeni bir nükleer reaktör yapılıyor” demeyi biliyorlar ama o reaktörün inşaatının en az 15 yıl süreceğini, bunun da şirkete en az 5,5 milyar avro ek maliyete neden olacağını söylemiyorlar.

Gelelim AA’nın haber başlığına. Almanya, İsviçre, İtalya, İspanya ve hatta dünyanın nükleer devi Fransa’da bile nükleerden çıkış, nükleer enerjinin payını azaltma süreci başlamışken gerçekten de dünyanın nükleerden vazgeçmediğini iddia edebilir miyiz? Bu sorunun yanıtını da yine nükleer enerjinin bir numaralı savunucusu, BM’e bağlı* UAEA versin. 2015 sonunda yayımladıkları projeksiyon raporu** nükleer enerjinin geleceğinin hiç de parlak olmadığını itiraf ediyor. Rapora göre, dünyada nükleer santraller halihazırda küresel elektrik üretiminin yüzde 11,1’ini karşılıyor. 2050 sonunda ise nükleer enerjinin küresel elektrik üretimine katkısı yüzde 4,2’ye kadar düşebilir. En iyi senaryoda ise yüzde 10,8’i ancak görecek.

Rakamlar ortada. Nükleer enerji için çok umut vermeyen bu gidişatı, ‘dünya nükleer enerjiden vazgeçmiyor’ diye yazmak elbette serbest. Havuz medyasında çalışmanın birinci koşulu da bu olmalı zaten. Hükümet Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurmak isterken, milyar dolarlık ihaleleri yandaş şirketlere dağıtıp sonra da işi verdiği Rusya ile gırtlak gırtlağa gelmişken, kapatılan nükleer santrallerden, bitmeyen inşaatlardan, umutsuz projeksiyonlardan bahsetmek olmaz. Bu yazdıklarınızı hakaret sayıp dava açan bile olabilir.

*Burada bağlı kelimesi yerine, kontrolünde demek daha doğru olacaktı sanırım. Düzeltir, özür dilerim.
**Energy, Electricity and Nuclear Power Estimates for the Period up to 2050, IAEA.