Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sağlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hükümetin sosyal adalet borcu icralık

Özgür Gürbüz-BirGün / 19 Aralık 2024

Foto: Yapay Zeka Grok ile yaratıldı
Hükümet, belediyelerin Sosyal Güvenlik Kurumu’na borçlarını konuşmamızı istiyor ama asıl konuşmamız gereken hükümetin sosyal adalet borcu. SGK borcu ödenir ama AKP-MHP hükümetinin sosyal adalet borcu öyle büyüdü, öyle birikti ki iktidar değişikliği dışında hiçbir icra işlemi bu borcu kapatamaz.

Sosyal adalet toplumun her bireyinin aynı haklara, yükümlülüklere ve fırsatlara sahip olmasıdır. Devlet, ayrım yapmadan her bireyini korumalı, her bireye kamusal sağlık ve eğitim hizmeti sunmalı, işçi haklarından adil vergilendirmeye, fırsat eşitliğinden servet dağılımına kadar birçok alanda toplumun farklı kesimleri arasındaki uçurumu daraltmalıdır. Türkiye’de ise son 22 yılda bunun tam tersini gördük.    

Türkiye’de ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan öğrenci sayısı 18 milyon 710 bin. Bu öğrencilerin 15 milyon 849 bini devlet, 1 milyon 631 bini özel ve 1 milyon 229 bini de açık öğretimde okuyor. Özel okullarda okuyan azınlık kadar, okula uzaktan devam etmek zorunda olanlar var. Eşitsizlik hemen göze çarpıyor. Ayrıca, devlet okullarının içinde sadece bir tip dini inanca göre eğitim vermek üzere tasarlanmış imam hatip okulları da var. Birkaç istisna dışında devlet okullarının eğitim kalitesini biliyoruz. Özellikle yabancı dil ve özgürlüklerle ilgili sıkıntılar var. Özel okullara gitmek ise ateş pahası. Eğitimde eşitlikten söz edebilir miyiz?

Sayısal bir karşılaştırma da yapalım. Özel okullardaki derslik sayısı 134 bin. Özel okullardan 10 kat daha fazla öğrenciye sahip devlet okullarında ise derslik sayısı 608 bin. Öğrenci sayısı 10 kat, derslik sayısı ise sadece 4,5 kat fazla. Devlet okuluna giden bir öğrenci, özele göre iki kat kalabalık bir sınıfta oturmak zorunda. Nerede eğitimde sosyal adalet? Milli Eğitim Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?

Sosyal adaleti ölçebileceğiniz önemli bir alan da sağlık. Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre Türkiye’de 1555 hastane var; üçte birinden fazlası özel hastane. Özel hastanelerde ücretler ateş pahası. Bin liranın altında muayene ücreti kaldı mı, emin değilim. Gelir durumumuz ortada. DİSK’in son araştırmasına göre Türkiye’de 15 bin 300 TL ila 18 bin 700 TL arasında ücret alanların sayısı 8,5 milyon. Özel sektör çalışanlarının neredeyse yarısı bu grupta yer alıyor. Özel hastanelerde muayene olmaya kalkan asgari ücretlinin o ayın sonunu getirme şansı yok. Kamu hastanelerinde ise beş dakikalık muayeneler, hastaların yığıldığı koridorlar ve müdahale gerektiren bir işleminiz varsa uzun bekleme süreleri ‘kaderiniz’. Sağlık hizmetlerini özele, yani parası olana tahsis eden Sağlık Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?

Sosyal adalet denince eğitim ve sağlık hemen akla gelen konular ancak sosyal adaletin sınırları aslında çok daha geniş. Bireysel hakların korunmasından fırsat eşitliğine kadar, kamusal alanların dokunduğu birçok alanı kapsıyor. Tüm yurttaşların ücretsiz yararlanabildiği müştereklerimiz olan orman alanlarının veya kıyıların özel şirketlere tahsisinden bu bağlamda bahsedebiliriz. Vergilerimizle yayın yapan TRT’nin sadece hükümetin görüşleri için kullanılması, sosyal medya gibi kamuya mal olmuş iletişim kanallarındaki engellemeler…

Bir de detaylarda kaybolan saldırılar var. Vergi aflarıyla yurttaşların belli bir kesimi için haksız kazanç sağlanması gibi. Ya da cemevlerinin ibadethaneden sayılmaması. Okullarda Noel Baba’yı yasaklayarak ülkesinde yaşayan binlerce Hıristiyan’ın ötekileştirilmesi, suçlu hissettirilmesi. Mülakatlarda politik ve dini görüşlere göre ayrımcılık yapılması.

İşçilerin, sivil toplum örgütlerinin grev ve protesto haklarını kısıtlayarak sosyal adaletin temel taşlarından ifade özgürlüğü ve sosyal hareketliliğin engellenmesi. Herkesin vergisiyle yapılan köprü ve otoyolların sadece parası olanların hizmetine sunulması. Belediye hizmetlerini belli bir yaşam tarzı ve çevrenin isteğine göre düzenlenip diğerlerinin dışlanması.

Yaşlılar, yoksullar, kadınlar ve çocuklar gibi dezavantajlı grupların adalet ve güvenlik gibi haklarına erişiminin politik ve yaşam tarzı gibi gerekçelerle kısıtlanması. Liste uzayıp gidiyor. Eğitim paralı, sağlık paralı hayat da pahalı. Sosyal adaleti 22 yılda lime lime eden hükümete ne zaman haciz koyacağımızı konuşsak mı?          

Fark yaratan ülkeler

Özgür Gürbüz-BirGün/ 14 Mayıs 2020

Krizler yıkımları da beraberinde getirir. Salgınla birlikte çok ciddi bir sosyoekonomik krizle karşı karşıya kaldığımız ortada. Bazı ülkeler bu gibi durumlarda dibe çöker bazıları ise krizlerden çözüm üreterek çıkar. İlham vermesi dileğiyle krizlerden yaratıcı çözümlerle çıkmayı başaran ve sürüyü takip etmek yerine aksi yönde gitmekten korkmayan birkaç ülkeyi hatırlatmak istiyorum. Zor zamanlar, ülkelerin ne kadar iyi yönetildiğinin göstergesidir.

 

Adını çok duymadığımız bir ülke Bhutan. Himalayalarda, Hindistan ve Çin’in arasında yer alıyor. Ekonomik büyümeyi uzun yıllardır sosyal, kültürel ve çevresel değerlerin korunması koşuluyla yapılandıran bir anlayışa sahip. 1970’lerde ülkenin 4. kralının ortaya attığı “gayri safi milli mutluluk” kavramı, o gün bugündür Bhutanlılar için gayri safi hasılanın yerini almış. Dünyaya meydan okurcasına, daha çok tükettiğinizde bunu büyüme kabul eden ekonomik anlayışı esas almak yerine insanların refah ve mutluluğunu büyüme göstergesi kabul etmişler. Üç milyar dolara yaklaşan “küçük” ekonomisi tarım ve ormancılığa dayanıyor. Kişi başına düşen gelir Türkiye’den çok daha az ama eğitim ve sağlık tamamen ücretsiz. İlaçlar buna dahil. Çalışkan öğrenciler için üniversite eğitimini de devlet karşılıyor.

Ekonomisi Türkiye’deki birçok şirketten küçük olan Bhutan hızlıca zenginleşmek ya da birilerini zengin etmek için bütün ormanlarını kesme ya da madenlerini yabancı şirketlere satıp zenginleşmeye çalışmıyor. Ülkenin yüzde 72’si ormanlarla kaplı ve anayasaları bunun en az yüzde 60 olmasını zorunlu kılıyor. Köylülere odun yakmamaları için bedava elektrik veriyor, enerji tasarrufu yapan LED lambalar ve elektrikli araçlar için destek sunuyorlar. Yaban hayvanları birbirine bağlı koridorlarla ülkedeki her bölgeye ulaşabiliyor.

Bhutan belki de dünyada iklim krizine katkıda bulunmayan nadir ülkelerden biri. Ürettiği emisyonun çok daha fazlasını ormanları sayesinde telafi ediyor. Gelir adaletsizliğinde Bhutan’ın Türkiye’den daha iyi durumda olduğunu da (Gini katsayısına bakarak) söyleyebiliriz. Özetlersek, sürüden ayrılma cesareti Bhutan’ı bambaşka bir ülke yapıyor.

Krizden çözüm üretenlere de bir örnek verelim… 1970’li yıllarda petrol krizi dünyadaki her ülke gibi Danimarka’yı da vurdu. Enerjisinin yüzde 90’ınını petrolden karşılayan ülkede zorunlu enerji tasarrufu dönemi başladı. Gece elektrik kesintileri, yollarında otomobilsiz günler gören Danimarka, enerji dönüşümünü başlattı. Petrol krizi bitse de onlar enerji ihtiyacını güneş, rüzgar ve biyokütle gibi kaynaklardan sağlamaya karar verdi. Nükleer enerjiyi de Çernobil’den bir yıl önce mecliste aldıkları kararla bir kenara iten kuzeyliler, rüzgar başta olmak üzere dünyanın bu alanlardaki teknoloji devlerinden biri oldu. Bugün nihai enerji tüketiminin yüzde 35’ini, elektrik ihtiyacının ise yüzde 62’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayan Danimarka’nın 2050 hedefi yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle çalışan bir ülke.

Küçük ülkeler deyip küçümsemeyin. Danimarka ölçeğinde bir ilde benzer bir uygulama yapsak Türkiye’nin diğer illerine de yayılır. Bhutan’ın ekonomik modelini bir ilde başarıyla uygulasak kalan 80 ile yayılır ve birleşince Türkiye olur. Kaldı ki, nükleer santrallarının hepsini Fukuşima sonrası kapatma kararı alan Almanya gibi dev ekonomiler de var. Sorun örneğin büyük ya da küçük olması değil, ülkenin bir çizgisinin olması.

Almanya Federal Meclisi’nin olduğu binayı ele alalım. Çatısındaki güneş panelleriyle elektriğini üreten, ısıtma için toprak kaynaklı ısı pompaları kullanan bambaşka bir enerji mantığıyla inşa edilmiş örnek bir bina Bundestag. Son eklentiler 21 yıl önce yapıldı, yeni de değil. Türkiye’nin son 20 yılda yaptığı dev binalara, adliyelere, saraylara baktığınızda yeni ne görüyorsunuz? Yıl 2020, Cumhurbaşkanlığı için yapılan Beştepe’deki binanın çatısında elektrik üreten bir güneş paneli bile yok.

Dünyada fark yaratanların öne çıktığı bir çağdayız ve biz asırlar öncesini taklitle meşgulüz. Acı ama gerçek.

Virüsten sonra-1 (Risk ödeneği)

Salgın sonrası yaralarımızı sarmak için daha somut adımlar atmalıyız. Koronavirüs salgınından sonra bizi bekleyen birçok kriz daha var. Çalışanlar arasındaki adaletsizliği sağlık ve gelir konularında geriletebilirsek önemli bir kazanım sağlamış oluruz

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Nisan 2020

Koronavirüs salgını çalışma hayatındaki adaletsizliklere yeni bir boyut ekledi. Herkesin evden çalışması ve evden çalışamayanların kendilerini salgından koruması mümkün değil. Sağlık çalışanları, fabrikalardaki işçiler, altyapı çalışanları, çiftçiler… Liste uzayıp gidiyor. Evde kalabilenlerle çalışmak zorunda olanlar arasında bir eşitsizlik olduğu ortada. Çözüm gelir ve işçi güvenliğindeki adaletsizliği ortadan kaldırmaktan geçiyor.

DİSK’in kendisine bağlı sendikalar içinde yaptığı araştırmaya göre, üye işçiler arasında Covid-19 virüsüne yakalananların sayısı Türkiye ortalamasının üç katı. Bu oranın sendikasız ve kayıtsız işçilerin çalıştırıldığı yerlerde daha yüksek olduğunu da tahmin ediyorlar. Sağlık çalışanları, kuryeler, tedarik zincirinde çalışanlar da farklı durumda değil. Onlara teşekkür etmek güzel ancak bu adaletsizliği düzeltecek kalıcı önlemlere de ihtiyacımız var. Ek ödeme gibi geçici destekler kronikleşmiş adaletsizlik sorununu çözmeye yetmez.

Önerim, çalışanların tümünü kapsayacak bir risk ödeneğinin hayata geçirilmesi. Risk ödeneklerinin belirlenmesinde her iş koluna ait bir yıl önceki iş kazaları ve meslek hastalıkları verileri esas alınacak. Bir iş kolunda çalışan ve yıl içerisinde iş kazaları sonucu hayatını kaybeden, yaralanan, hasta olan çalışanların oranına göre o iş kolunun risk puanı yükselecek veya azalacak.

Teoriyi basitleştirmek için bir örnek verelim. Risk puanının 1 ila 1000 arasında olduğunu düşünelim. Soma’daki maden kazası (cinayeti) sonrası maden işçilerinin risk puanı en yüksek seviyeden değerlendirilsin ve 1000 olsun. Risk ödeneğini başlangıçta her iş kolu için 1 TL olarak belirleyelim. Maden işçilerinin risk ödeneği 1TL x 1000, yani 1000 TL olur ve yeni dönemde o iş kolunda çalışan tüm çalışanların maaşına eklenir. Risk ödeneğinin maaş pazarlıklarına konu edilmemesi için bizzat devlet tarafından kişiye ödenmesi yerinde olur. Her yıl değişen bir tutar olacağı için işe girişte konuşulan maaş pazarlıklarından bu sayede büyük ölçüde uzak tutulabilir.   

Risk ödemelerini karşılamak için bir fon oluşturulabilir. Sigorta primine eklenecek ve işverenle devlet tarafından ödenecek miktar önce fona ve bekletilmeden risk ödeneği alan iş kollarındaki işçilere aktarılabilir. Risk ödeneği fonunun işveren ve devletin ortak katkısıyla oluşturulması, işçiden kesinti yapılmaması önemli.

Amaç sadece çalışanların aldıkları riskin maddi karşılığını vermek değil. Risk puanını düşürmek isteyen işveren ve devleti ek tedbirler almaya zorlamak ve çalışma koşullarını iyileştirmek asıl gaye. Ödeneğin risk puanı gibi bir değişkene bağlanması da güncel kalması ve sorunlu sektörlere çabuk müdahale edilmesi açısından gerekli esnekliği beraberinde getirecek.

Önerim elbette geliştirilmeli ve tartışılmalı. Önemli olan, koronavirüs salgınıyla hepimizin tanıklık ettiği bu gelir adaletsizliğini, moral verici ama kalıcı olmayan eylemlerden elle tutulur iyileştirmelere dönüştürmek. Salgın sonrası yaralarımızı sarmak için daha somut adımlar atmalıyız. Koronavirüs salgınından sonra bizi bekleyen birçok kriz daha var. Çalışanlar arasındaki adaletsizliği sağlık ve gelir konularında geriletebilirsek önemli bir kazanım sağlamış oluruz.


Hayatı eve sığdıramayacağımıza ve dışarıya bağımlı olduğumuza göre dışarıdakilere hak ettikleri hayatı yaşamaları konusunda destek olmalıyız

Yolsuzluk ve obezite

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2017

Merak etmeyin, bu yazı “çok yediler, o yüzden de şiştiler” yazısı değil. Meraklı araştırmacı ve akademisyenlere naçizane bir araştırma önerisi. Gırtlağımıza kadar yolsuzluğa battığımız, Man Adası belgeleri ve Rıza Sarraf’ın açıklamalarıyla iyice ortaya çıktı. Yolsuzlukların Türkiye’de gelir adaletsizliğine, haksız kazanç sağlanmasına, siyasette yalana, dolana ve sonuçta ülkenin talanına yol açtığı ortada. Bu talanın kentteki adı da rant. Dolayısıyla obezite gibi sağlık sorunlarının bile yolsuzlukla, rantla ilgisi var.

Obezite bildiğiniz gibi aşırı kilolu olma durumu değil, daha çok vücutta aşırı yağ birikimiyle ilgili. Batı yaşam tarzının benimsenmesi, enerji alımı artarken enerji harcanmasının azalması ve nihayet kırsaldan kente göç olgusu ile birlikte artan[1] bir hastalık. Eskiden zengin hastalığı sanılırdı ama artık öyle olmadığı biliniyor.

Obezite, Türkiye’de de yükselişte. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Avrupa ve Orta Asya’da Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu 2017 raporuna göre Türkiye’de obezite görülme oranı yüzde 29,3. Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında Malta’dan sonra ikinciyiz. Türkiye’yi yüzde 29,1 ile Birleşik Krallık (İngiltere ve Kuzey İrlanda) izliyor. Orta Asya ve Avrupa içinde obezitenin en düşük olduğu yerler Tacikistan (%10,9), Kırgızistan (%13) ve Özbekistan (14,4). Bu tablo bile tek başına obezitenin, “Batı yaşam tarzı” diye adlandırılan hazır yemekler, kentler, otomobilli yaşam gibi belirgin unsurlarla ilişkisini gösteriyor. Kentte bir yerden bir yere yetişmeye çalışan insanın sağlıklı yemek yapmaya fırsatı olmuyor ve hazır yemekler gündeme geliyor. Yürümek, idman yapacak yeşil alan ve zaman bulmak zorlaşıyor.

TÜİK rakamları farklı olsa da, 2008’de Türkiye’de obezite oranının yüzde 15 olduğunu, 2014’te ise bu oranın yüzde 20’ye çıktığını bize söylüyor[2]. Altı yıldaki artış yüzde 31. Buradan politikacılara da malzeme çıkıyor. Sabah akşam Batı’ya söven AKP hükümeti döneminde, Batı yaşam tarzıyla özdeşleştirilen obezite artmış; işe bak! Peki, bu nasıl olmuş?

Bilimsel çalışmalar obezite artışında yaşam tarzının değişmesinin rol oynadığını söylüyor. Hareketsizlik, hazır yemekler (fast food) ve elektronik aletlere bağımlılık gibi... Türkiye’de son 15-20 yılda değişen yaşam tarzına bakınca obeziteye yol açan bu etkenlerin arttığını görüyoruz. Özellikle büyük kentlerde sokakta çocukların oynayacağı alan kalmadı. Boş zamanlarını alışveriş merkezlerinde (AVM) geçiren aileler, çocuklarını hazır yemek kültürüne altın tepsiyle sunuyor aslında. Tiyatrodan sinemaya her şey AVM’lere tıkıldı. Konsere giden, hamburger yiyip, gömlek alıp eve dönüyor.

Türkiye’de obezitenin en az görüldüğü iller Doğu ve Güneydoğu Anadolu (%20). AVM’si olmayan illerin hemen hemen hepsi bu bölgede. Tesadüf mü? Karadeniz’de alan daha dar olmasına rağmen neredeyse Doğu’daki kadar AVM var. Türkiye’deki 377 AVM’nin 108 tanesi ise İstanbul’da. Sonuç ortada. Marmara ve Karadeniz’de obezite oranı Türkiye ortalamasının da üzerinde (%33). Ege’de ise obezite oranı yüzde 28. İzmir gibi bölgenin en kalabalık ilinde sadece üç tane AVM var. Sağlıklı Ege yemeklerinin etkisi de unutulmamalı. AVM’de vakit geçirenle, sokakta oynayan çocuklarda obezite görülme sıklığı mutlaka araştırılmalı. Ortada şüpheli bir durum var. Çocuklarda obezite görülme oranında yıllara göre artış olduğunu da söyleyelim.

Türkiye’de rant ve yolsuzluğun arasındaki ilişkiyi anlatmaya gerek yok. En kolay para kazanma yolu kentlerdeki değerli arazileri eşe dosta peşkeş çekmek. Dönemin Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın, “Gökçek bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmıştır. Zengin işadamlarına okul yaptırmıştır. Yurt yerleri sağlamıştır” sözlerini hatırlayın. Çocuklarımızın sağlığının rant için görmezden gelindiğinin itirafı bu sözler.

Soralım... Ankara’da başta Atatürk Orman Çiftliği olmak üzere çocukların obez olmamasını sağlayacak yeşil alanlar AVM’lere, saraylara kurban edilmedi mi? ODTÜ ormanı otomobillerin gaza bastığı değil, öğrencilerin spor yaptığı bir yeşil alan kalamaz mıydı? İstanbul’da Cevahir Alışveriş Merkezi’nin yerinde dev bir park yapılamaz mıydı? Bahçeşehir Göleti’nin etrafındaki parseller satılmasa çocuklar bisikletleriyle gezse daha sağlıklı olmazlar mıydı?

Sözün kısası, yolsuzlukların sizi ilgilendirmediğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. O yüzden de çocuklarınızı hasta eden bu zihniyetten hesap sormayı ihmal etmeyin.

[1] Obezite Tanı ve Tedavi Kılavuzu, Türkiye Endokrinoloji ve Metobolizma Derneği, 2014.
[2] Türkiye’deki obezite oranı %31,1 oranında arttı, TÜİK, 8 Ekim 2015.

Enerji sektörü kapanmalar, el değiştirmeler ve tekelleşme sorunuyla karşı karşıya

Oğuz Türkyılmaz enerji konusunu yakından takip edenlerin iyi bildiği bir isim. Makina Mühendisleri Odası ve TMMOB'nin eski yöneticilerinden, ağırlıkla enerji sektöründe geçen mesleki yaşamında, 43 yılı geride bırakmış, ODTÜ mezunu bir endüstri mühendisi. Uzun yılllardır da TMMOB Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu’nun Başkanı. İstanbul’da yakaladığımız Türkyılmaz ile kömürden, özelleştirmelere enerji sektörünün sorunlarını ve çözüm önerilerini konuştuk.

Söyleşi: Özgür Gürbüz-BirGün/16 Aralık 2016

Son seçim ve 15 Temmuz’dan sonra enerji sektöründe de oldukça tartışmalı gelişmeler yaşanıyor. Elektrik Piyasası Kanunu’na daha önce Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesine rağmen tekrar eklenen teşvik, özelleştirilen termik santrallara çevre mevzuatından muafiyet getiriyor. Çevreyi diledikleri gibi kirletme fırsatı tanınıyor. Ardından ucuz denilen yerli kömür santrallarına alım garantisi verildi. Torba yasaya sıkıştırılan 80. madde de, Bakanlar Kurulu’nun onay verdiği projelere vergi indirimleri, bedelsiz arazi tahsisleri öngörüyor. Enerji verimliliği, nükleer enerjinin terk edilmesi veya Uluslararası Enerji Ajansı’nın bile vurguladığı fosil yakıtlara verilen teşviklerinin durdurulması gibi konular hükümetin gündeminde yok. Sizce Türkiye ne yapmaya çalışıyor? Enerjide çizilmiş bir rota var mı?

Türkiye ne yapmaya çalışıyor sorusunu, 14 yıldır iş başındaki siyasi iktidar ne yapmaya çalışıyor diye yanıtlayayım. Siyasi iktidar, enerjide dışa bağımlılığın azaltılması ve ‘yenilenebilir enerjiyi destekleme’ söylemine karşın dışa bağımlılığın ve fosil yakıt egemenliğinin artmasını sağladı. 2002'den bugüne, elektrik üretimi iki kat arttı. Ancak birincil enerji arzında yerli kaynakların payı yüzde 31,6'dan yüzde 24'e geriledi. Enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 76’a ulaştı. Petrol, doğalgaz ve taş kömürü ithalatına ödenen faturalar da çok yükseldi. 

Enerjide çizilen rota kamu varlığının sona erdirilmesine yönelik. Kamu eliyle kurulan ve büyüyen petrol dağıtım şirketi Türkiye Petrolleri Petrol Dağıtım A.Ş. (TPPD) özelleştirilirdi. Türkiye Petrolleri’nin (TPAO) arama, sondaj, üretim faaliyetlerinin de uluslararası şirketi (TPIC) üzerinden özel sektöre devri planlanıyor. BOTAŞ'ın depolama, satış ve iletim olmak üzere üçe bölünmesi, depolama ve satış faaliyetlerinin de özelleştirilmesi öngörülüyor. Elektrik dağıtımının tamamen özelleştirilmesiyle kamu dağıtımdan tümüyle çekildi. TEDAŞ'ta kalan son deneyimli kadrolar, özelleştirme havuzuyla başka kamu kuruluşlarına gönderildi. EÜAŞ santrallarının çok büyük bölümünün özelleştirilmesi sonucu, elektrik üretimindeki payı %17'e düştü. Kamu eliyle yürütülen iletim faaliyetlerinin de piyasalaştırılmasına yönelik düzenlemeler yapılıyor. Enerji sektöründe özelleştirilen kamu varlıklarını satın alan özel şirketlerin büyük çoğunluğunun, bu siyasal iktidar döneminde hızla büyüyen ve ‘en fazla müsadeye mazhar şirketler’ olduğu da gözleniyor. 
Enerjide kamu varlığı hızla sona erdirilirken, elektrik satış tarifelerinde yapılan değişikliklerle, özel tekellerin karı artırılıyor. Büyük kömür sahaları gibi kamu varlıkları özel tekellere altın tepsi içinde sunuluyor. Akkuyu Nükleer Santralı, TANAP gibi ticari projeler, uluslararası anlaşma statüsüyle iç denetim mekanizmalarının dışına çıkarılıyor. Bu tür projelere ‘stratejik yatırım’ statüsü bahşedilerek, vergi avantajı gibi ilave destekler sağlanıyor.

İyi ama elektrik talebi hükümetin umduğu kadar artmıyor, ekonominin yavaşlamasıyla da kısa zamanda artacak gibi görünmüyor. Sizce bir arz fazlası sorunu var mı? Yakın zamanda iflas eden enerji şirketleri görebilir miyiz? 
Siyasi iktidar, elektrikte yıllık yüzde 5-6 oranında talep artışları öngörüyor. Halbuki, ülke ekonomisindeki gelişmelerle bağlantılı olarak elektrik talep artış hızı yavaşlama eğiliminde. Bu nedenle, yüzde 5-6 oranında talep artışı üzerinden kurgulanan hedeflerin ve bu hedeflere yönelik politikaların gözden geçirilmesi gerek. Tam tersine, ihtiyaç olup olmadığına bakılmaksızın, yeni enerji üretim projelerine izin veriliyor. 

Mevcut, lisans almış, yatırım aşamasında ve lisans almayı bekleyen santralların kurulu güç toplamı 130 bin MW'I buluyor. 2016 Ekim sonundaki Türkiye’nin kurulu gücünden (78.434 MW) yüzde 65 oranında daha fazla. Bu projeksiyona yapılmak istenen nükleer santrallar da dahil değil. Bu veriler, enerji projelerinde aşırı bir yığılma olduğunu ortaya koyuyor. Nitekim, enerji sektörünün bazı yöneticileri, yatırım aşamasındaki bir çok projenin iptal edileceğini, bazı santralların kapanacağını, bazılarının iflas edeceğini dile getiriyor. Döviz kurlarında yaşanan yükselme ve yurt dışından kredi imkanlarında daralmanın da etkisiyle, gündeme gelecek satış ve el değiştirmelerle, sektörde tekelleşme süreci hızlanacak.


Enerji sorunu sadece yeni santrallar yaparak mı çözülebilir? Tasarruf ve verimlilikle bu işi yürütmenin hiçbir şansı yok mu?
Türkiye’de yeni santral yapımına yönelmeden önce enerjiyi daha verimli kullanmalı, mevcut santralların verimini yükseltmeli,  enerji yoğunluğunu düşürmeliyiz. Bütün bunlara rağmen hala talep karşılanamıyorsa, ancak o zaman yeni santrallar kurulabilir. Onda da ağırlığı yerli ve yenilenebilir kaynaklara vermeliyiz. Bizim söylemimizde mutlaka enerji tüketimini artıralım, santral kuralım diye bir şey yok. Enerji verimliliği konusunda, Oda olarak çok ciddi çalışmalarımız oldu. 

Çözüm önerilerinizde yerli kömür olduğu  için soruyorum. Yerli kömür, enerji verimliliği ve yenilenebilir kaynaklardan sonra devreye girecek üçüncü bir seçenek midir?
Şöyle söyleyeyim. Birincisi enerjiyi daha verimli kullanmak ve ciddi tasarruf imkanlarından yararlanmak. İkincisi mevcut santrallarda bakım, onarım ve iyileştirme çalışmaları yaparak yılda 85-139 milyar kWh ek kapasiteyi değerlendirmek. Bunlar da yetmez diyenlere lisans almış, yatırım sürecindeki kurulu gücü 40 bin MW’ı bulan yüzlerce projeyi hatırlatalım.

Siz proje stokunun (yapımı planlanan santrallar) gerçekleşeceğine inanıyor musunuz? Mevcut kurulu gücü neredeyse iki katına çıkaracak bir proje stoku var. Şirket iflasları görür müyüz?
Bunları ilk söylediğimde köyün delisi oldum. Daha sonra sektörden de benzer sesler çıkmaya başladı. O zamanlar 20 bin MW civarında doğalgaz santral stoku vardı. O santrallar kurulsa gaz bulunamayacağını söylüyorduk. Şimdi sektördeki yöneticilere kadar herkes, bu proje stokunun gerçekleşmeyeceğini söylüyor. En son Murat Mercan söyledi, sanki kendisi Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakan Yardımcılığı yapmamış gibi. Ölen ölür kalan sağlar bizimdir diyorlar.

EPDK sitesinde lisans almış onlarca santral var ama?
Almışlar ama bunların yarısına yakını çivi çakmamış. İşin özü plansızlık ancak enerjide talep artışı sorununu da gözden kaçırmamalı. Tüm ekonomik durgunluğa rağmen yıllık yüzde 3-4 civarında talep artışı var. Hükümetin öngördüğü 6-7 oranında değil ama bir talep artışı var.

Doğru ama bunda hükümetin enerjiyi verimli ve tasarruflu kullanmamak için hiç çaba sarf etmemesinin rolü olduğunu düşünüyorum. Çok sayıda santral var, lisans almış proje stoku orada bekliyor. Bu yüzden talep yaratmaya çalıştığını düşünüyorum.
Doğru ama başka bir yönden bakalım. Eski Bakan Hilmi Güler bu konuyla daha ilgiliydi. Ne oldu sonra? Cumhuriyet’in temel kurumlarından biri olan Elektrik İşleri Etüt İdaresi bir gecede kapatıldı. Yerine Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü kuruldu ve enerji verimliliği ile ilgili bölüm bir şube müdürlüğü kertesine indirildi. Bu, enerji verimliliği alanına ilginin azaldığını gösteriyor. Bugünkü enerji yönetiminin enerji verimliliği konusunda samimi, tutarlı bir politika izlediğinden kuşkuluyum. Başka saikler de var. Türkiye bir AVM çılgınlığı yaşıyor. Büyük kentlerdeki çok sayıda AVM'nin yanı sıra, Anadolu’nun her kentinde bir ya da iki AVM var. Ticaret sektöründeki elektrik tüketiminin artışı oldukça manidar. Tasarruf imkanları tam anlamıyla kullanılsa yeni santral ihtiyacı daha az olacak ama yapılmıyor; bu bir gerçek. Yenilenebilir kaynakların desteklendiğine ilişkin ifadeler de söylem düzeyinde. Çok sayıda yenilenebilir enerji kaynağı Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması’ndan (YEKDEM) yararlanmak için başvurdu, Enerji yönetimi, YEKDEM desteklerinin yük oluşturduğuna karar verdi ve daha az cazip hale getirmek için yeni düzenlemeler öngördü. Öte yandan, YEKDEM ile yenilenebilir enerjiye dayalı küçük tesislerin desteklenmesi gerekirken, bazı sermaye grupların yüzlerce megavat gücündeki santrallarına destek verildi.

Dünyada teşvik alan küçük santrallar değil mi? Bizim Karadeniz’de onlardan bile ağzımız yandı. Burada büyük hidroelektrik santrallara destek mi söz konusu?
Doğrudur.

Hükümetin YEKDEM’in yükünün arttığından şikayet edip, kömür santrallarına teşvik vermesi bir çelişki mi?
Orada ikili bir durum var. Yerli kömüre destekten önce mevcut 7.480 MW kurulu güçle 2016 Ekim sonunda elektrik üretiminde payı yüzde 17'ye ulaşan, lisans alan 8.791MW santralın da, devreye girmesi halinde, elektrik üretiminde payı yüzde 40'lara dayanabilecek ithal kömürü durdurmak gerek. İktidar temsilcilerinin şimdilerde ithal kömüre görünürde karşı çıkan sözleri var. Bu iş meydan konuşmalarıyla olmuyor. Yeni ithal kömür santral projelerine izin verilmemeli, lisans almış olan projelerden yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin lisansları iptal edilmeli. Yerli kömür ise şöyle. Kategorik olarak yerli kömür hiçbir şekilde desteklenmesin demiyorum. Tekil santralların fizibilitesi önemli değil. Önemli olan kömür santrallarının bütününün toplum yararına olup olmadığına bakmak. Eğer şehrin merkezine değil ücra bir köşeye, niteliksiz bir araziye kuracaksanız, çevreye verilen zararı asgariye indirip, zarar vereni koruyacak değil cezalandıracak yasalar çıkarırsanız, toplumsal kalkınma projesi olarak görürseniz, değerlendirilebilir. Mevcut ve yatırım sürecindeki kömür yakıtlı santrallara, yasal hilelerle; ‘çevreyi kirletme ve kirletmeye devam etme hakkı’ kesinlikle tanınmamalı. Bu yaptırımlar yeni projeler için de zorunlu olmalı. 

Bir dönem HES’ler öne çıkmıştı şimdi ise tüm düzenlemeler, teşvikler kömür için çıkarılıyor. İklim değişikliği, yerelde termik santralların yarattığı sorunlar göz ardı ediliyor. Kömüre dayalı bir politika enerjideki sorunları çözmeye yeter mi? 
Salt kömüre dayalı bir politika enerjideki sorunları çözmeye yetmeyeceği gibi, kömürü yok sayan bir politika da sorunları çözemez. İklim değişikliğinde önemli rolü olan fosil yakıtların, enerji arzındaki payının azaltılması konusunda uluslararası ölçekte bir görüş birliğine doğru adımlar atılmakla birlikte, sağlandığı öne sürülen mutabakatların uygulanabilirliği ve sürekliliği tartışmalı. Birçok gelişmiş ülke, halen elektrik üretiminin kayda değer bir bölümünü kömüre dayalı santrallarla karşılıyor. Başta Çin ve Hindistan olmak üzere birçok ülke yeni santrallar inşa ediyor. Türkiye, enerji arzında ve elektrik üretimi içinde yenilenebilir enerji kaynaklarının payını hızla arttırmakla yükümlü. Bununla birlikte, dışa bağımlılığı azaltmak ve ithalat faturalarını düşürmek için, ithal kömür santralları furyasını durdurup; bir süre daha, toplum yararının sağlanması kaydıyla, yerli fosil kaynaklardan yararlanma alternatifi düşünülebilir. 

Kömür için kıstaslar koyuyorsunuz. Tarım arazisi olmayan, uygun koşullarda, denetimli kömür santralı kurulabilir diyorsunuz. Böyle bir yer var mı Türkiye’de? Tarımla ilgilenen TEMA’nın Karapınar’a itirazı var örneğin?
TEMA alanında ciddi çalışmalar yapan bir kuruluş ama Karapınar’la ilgili raporlarının su bölümü yeniden çalışılmalı. O projenin başka riskleri var. Su tablası meselesi var. Aynı bölgede, Ilgın’da bir özel şirket yıllardır uğraşıyor ama adım atamadı. Kömür madeninin altında bir su akiferi olduğu söyleniyor. Altında su kütlesi olan bir kömür madenini kolay kolay işletemezsiniz. Bunlar ciddi mühendislik çalışması gerektiren işler. Bir de bunların kümülatif etkisine bakmak gerek. Bakın, Çatalağzı’nda mevcut 300 MW güçte bir taşkömürü santrali,1 390 MW güçte üç ithal kömür santrali var. 1400 MW güçte ithal kömür santralı da, devreye girme aşamasında. Bunların kümülatif etkisi ne olacak? Sadece ÇED değil, toplumsal etki değerlendirmesi olmalı diyoruz. Türk Tabipleri Birliği ‘sağlık etki değerlendirmesi’ de olmalı diyor. Makul bir öneri.

Benim bir eleştirim de sahaları toptan Ahmet’e, Mehmet’e verelim deyip baştan savmak. Türkiye’de rezerv ve kaynak farkı da bilinmiyor. Bunlar rezerv değil kaynak. Yeterli sayıda yapılmayan sondajların bulgularına göre rezerv rakamları tahmin ediyorlar ve ondan sonra ‘mutlu günler edebiyatı’ yapıyorlar. Siz planlama yapmadan, belirli bölgelerde yoğunlaşan santralların kümülatif çevresel ve toplumsal etkilerini değerlendirmeden karar verirseniz bu iş olmaz. Gerek yerli, gerek ithal kömür. Türkiye’de bu anlayış ne yazık ki yok.

Çanakkale’de çok sayıda termik santral projesi var, biraz önce tarımdan söz ettik ki Çanakkale bu anlamda çok önemli bir yer. Söylediğiniz kıstaslar hakkaniyetle uygulansa belki de bütün termik santral projelerinin iptal edilmesi gerekir.
Doğru.

Bunu bildikleri için mi bu yöntemi uygulamak istemiyorlar? Birçok yerde termik santral yapmak çok zorlaşır böyle olursa.
Sorun şu. İthal kömür santrallarını sahile kurmanız gerekiyor, kömür denizden gelecek. Nereye kurulmak isteniyor? Zonguldak-Amasra bölgesi, Çanakkale-Karabiga arası, İzmir-Aliağa arası ve Adana bölgesi. İthal kömür santrallarına zaten karşı çıkıyorum. Termik santrala, kömüre karşı çıkarken kategorik karşı çıkışlar yerine daha ciddi bilimsel analizler yapmalıyız. Olabilir derken, olsun anlamında demiyorum, çevresel, toplumsal etki değerlendirmesini yapıp, pozitif bir sonuç çıkarsa o zaman ilerleyelim. Bir de bunların fizibilitesini yaparken şunları göz ardı etmeyelim. Dolar 3,50’nin üzerinde, kredi kuruluşlarının verdiği notlar ortada.

Sadece MMO değil EMO da zaman zaman benzer bir görüşü dillendiriyor. Yerli kömür olduğunda meslek odaları birçok kriter öne sürüyor. Ancak bunlar olursa yerli kömüre evet diyorsunuz ama özellikle iklim değişikliğini göz önüne aldığınızda kömür santralları zaten bu kıstasları karşılamayacakmış gibi geliyor.
Akşamdan sabaha olmaz. İklim değişikliği konusunda en tutarlı politikaları sürdüren ülkelerde bile kömür santrallarının kapatılacağını düşünüyor musunuz?

Hepsi kapatılmadı ama yeni santral kurmadıklarını görüyoruz.
Bunlar çok konjonktürel durumlar. Gelin, ülkenin kaynakları açısından en uygun enerji politikasını konuşalım. A veya B ülkesinde bugün olan bir olayı mutlaklaştırıp onun üzerinden gitmeyelim.

Kömüre açık bir kapı bırakmanız mesleki temelinize dayanarak kullandığınız politik bir söylem mi yoksa bir oluru olduğunu düşünüyor musunuz? 
Doğalgazın payını azaltırken geçiş döneminde kullanılacak bir kaynaktan bahsediyorum. Daha sonra doğalgazın ve kömürün payını yenilenebilir enerjiye kaydırmaktan bahsediyorum. Doğru bir politika izlense hem mevcut kaynaklar daha iyi kullanılır. Hem çevreye zarar en aza iner. Ben zararsızdır demiyorum.

Başka bir konuya geçelim o halde. İş güneş ve rüzgâra gelince çok istekli görünmeyen hükümet nükleer enerji konusunda yüksek maliyete, kaza ve nükleer atık sorunlarına rağmen pek istekli. Türkiye’nin nükleer santrallara ihtiyacı var mı?
Türkiye'nin mevcut santrallarına ek olarak 40 bin MW 'dan fazla kurulu güçte çok sayıda santral projesinin yatırım sürecinde olduğunu biraz önce de belirtmiştim. Mevcut santralların tam kapasitede çalıştırılmaları halinde, yılda 85-139 milyar kilovatsaat (kWs) ilave arz imkanı da var. Türkiye’nin değerlendirmeyi bekleyen yerli linyit ve yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edebileceği ek üretim miktarı 727 milyar kWs. Bütün bu potansiyele enerji verimliliğinden sağlanacak yüzde 25 oranındaki ek kapasite de eklenmeli. Sonuçta, mevcut santralların değerlendirilebilecek ilave üretim potansiyeli, yatırım aşamasındaki santralların yaratacağı yeni arz imkanları ve enerji verimliliği uygulamalarının yaygınlaşmasıyla tüketim artış hızındaki düşüş birlikte değerlendirildiğinde, ihtiyacı fazlasıyla karşılayacak enerji üretim potansiyeli mevcut. Bu şartlarda nükleer santrallara ihtiyaç yok.



Türkiye’nin en çok elektrik tükettiği tarihler hep yaz ayları, klima kullanımının yüksek olduğu zamanlar. Dışarıdan ithal enerji alıp, bunu klimalara harcayan bir ülkenin elektrik tüketimi rekoru kırdık diye sevinmesi normal mi?
Elbette değil. Bu AVM'lerle, reklamlarla körüklenen tüketim çılgınlığının başka bir tezahürü. Toplumlar, bireylerinin yeni bilimsel buluşlarıyla, sanatsal, kültürel ve sportif başarılarıyla sevinir. Enerji alanında da, enerji verimliliği uygulamalarının yaygınlaşmasından, enerji yoğunluğunun düşürülmesinden, daha çok enerji ekipmanının yurt içinde üretilmesinden, fosil yakıt kullanımın azaltılmasından, üretilen enerji içinde yenilenebilir enerji kaynaklarının payının artmasından, çevreye verilen zararın azaltılmasından, enerjiye sürekli, sürdürülebilir ve düşük maliyetle ulaşılmasından sevinç duyabiliriz.

Güneş de bile, Karapınar örneği gibi, hükümetin büyük santrallara, büyük şirketlere öncelik tanıdığı görülüyor. Ne zaman bir kişi çatısına panel koymak istese, kooperatif kurmak istese sorunlar çıkıyor. Bütün oyun büyük şirketler için mi hazırlanıyor?
Söylediğiniz doğru. Kamu sektörü kötüdür diye gürültü kopardılar piyasa özel sektöre terk edildi. Dağıtım şirketlerinin sahiplerine bakın. Aynı şirketlerin perakende, toptan satış şirketleri, üretim şirketleri var. Üretim şirketleri kendi ürettiği elektriği kendi dağıtım şirketlerine satmak isterken bunun pazar payını şu veya bu sebeple azaltacak bireysel üretimleri engellemek için envayi çeşit oyun oynayabilir. Mesele tekelleşme meselesi. İki grup bugün Türkiye’de dağıtım sektörünün yüzde 50’sini temsil ediyor. Kamu tekeli kötüydü, iki grubun yüzde 50’yi kontrol etmesi iyi bir şey mi? Üretimde de ilginç bir politika var. Bir yandan mevcut santrallar özelleştiriliyor öte yandan da satılanlardan daha büyük güce sahip yeni santrallara kamu dahil oluyor.

MMO, enerji politikalarındaki yanlışları sık sık dile getiriyor. Peki, çözüm önerileriniz var mı? Türkiye’nin enerji politikası nasıl olmalı?
Şöyle özetleyebilirim. Elektrik ihtiyacını karşılamada bugüne kadar akla ilk gelen yol olan çok sayıda yeni elektrik tesisi kurmak yöntemi yerine; öncelikle, arz tarafında, yıllardır özelleştirilecekleri gerekçesiyle herhangi bir yenileme yapılmaksızın çalıştırılarak özel sektöre devredilen, yeni sahipleri özel şirketler tarafından da bu açıdan ihmal edilen mevcut santrallarda; ciddi bakım, onarım, rehabilitasyon çalışmaları yaparak santral verimlerini ve üretimlerini arttırma, çevresel sorunları azaltma çalışmalarının hızlı bir şekilde yapılması, enerji iletim hatlarında gerekli yeni hatları tesis etme ve mevcut iletim şebekesinde yenileme/iyileştirme yatırımlarının yapılması gerekmektedir. Talep tarafında da, talebi yöneterek, enerjiyi daha verimli kullanıp, sağlanan tasarrufla yeni tesis ihtiyacını azaltma politika ve uygulamaların hayata geçirilmesi sağlanmalı.

Tüm yatırımlarda olduğu gibi, enerji yatırımlarında da toplum yararına öncelik verilmeli, topluma ve çevreye olumsuz etkiler asgari düzeyde tutulmalı. Enerji planlamasında söz sahibi olacak bir ‘Ulusal Enerji Platformu” kurulmalı. Yerel yönetimler de önce kendi, daha sonra da kentin ve kentlilerin enerji ihtiyacını karşılamak için enerji sektöründe daha etkin olmalı. 

Odamız yıllardır düzenlediği etkinliklerde, hazırladığı raporlarla enerji sektörüne yönelik değerlendirmeleri toplumun bilgisine sunuyor. Bu çalışmalar Enerji Bakanlığı yöneticilerine de ulaştırılıyor. Odamızın raporlarını önceki iki bakana, Hilmi Güler ve Taner Yıldız'a ve halen Müsteşar olan Fatih Dönmez'e bizzat verdim. Enerji politikası konusunda kapsamlı önerilerimizi içeren çalışmalarımıza odamızın internet sitesinden ulaşmak mümkün. Bazı yöneticilerin istisnai davranışları haricinde, ETKB ve EPDK yönetimi, genellikle Odamızın, EMO'nun, TMMOB'nin söylediklerini dinlemeye, anlamaya ihtiyaç duymadan ön yargıyla yaklaşıyor. Biz, 110 bine ulaşan üyesiyle, ciddi birikimiyle, enerji yönetiminin enerji politikaları konusunda çalışmalarına katılmaya hakkımız olduğu düşüncesindeyiz. Bakanlığın ve enerjiyle ilgili tüm kurum ve kuruluşların, çalışmalara katılım çağrılarını bekliyoruz. Dinlemeyi bilenlere söyleyecek sözümüz var.