Yolsuzluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yolsuzluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Yolsuzluk ve obezite

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2017

Merak etmeyin, bu yazı “çok yediler, o yüzden de şiştiler” yazısı değil. Meraklı araştırmacı ve akademisyenlere naçizane bir araştırma önerisi. Gırtlağımıza kadar yolsuzluğa battığımız, Man Adası belgeleri ve Rıza Sarraf’ın açıklamalarıyla iyice ortaya çıktı. Yolsuzlukların Türkiye’de gelir adaletsizliğine, haksız kazanç sağlanmasına, siyasette yalana, dolana ve sonuçta ülkenin talanına yol açtığı ortada. Bu talanın kentteki adı da rant. Dolayısıyla obezite gibi sağlık sorunlarının bile yolsuzlukla, rantla ilgisi var.

Obezite bildiğiniz gibi aşırı kilolu olma durumu değil, daha çok vücutta aşırı yağ birikimiyle ilgili. Batı yaşam tarzının benimsenmesi, enerji alımı artarken enerji harcanmasının azalması ve nihayet kırsaldan kente göç olgusu ile birlikte artan[1] bir hastalık. Eskiden zengin hastalığı sanılırdı ama artık öyle olmadığı biliniyor.

Obezite, Türkiye’de de yükselişte. BM Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) Avrupa ve Orta Asya’da Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu 2017 raporuna göre Türkiye’de obezite görülme oranı yüzde 29,3. Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında Malta’dan sonra ikinciyiz. Türkiye’yi yüzde 29,1 ile Birleşik Krallık (İngiltere ve Kuzey İrlanda) izliyor. Orta Asya ve Avrupa içinde obezitenin en düşük olduğu yerler Tacikistan (%10,9), Kırgızistan (%13) ve Özbekistan (14,4). Bu tablo bile tek başına obezitenin, “Batı yaşam tarzı” diye adlandırılan hazır yemekler, kentler, otomobilli yaşam gibi belirgin unsurlarla ilişkisini gösteriyor. Kentte bir yerden bir yere yetişmeye çalışan insanın sağlıklı yemek yapmaya fırsatı olmuyor ve hazır yemekler gündeme geliyor. Yürümek, idman yapacak yeşil alan ve zaman bulmak zorlaşıyor.

TÜİK rakamları farklı olsa da, 2008’de Türkiye’de obezite oranının yüzde 15 olduğunu, 2014’te ise bu oranın yüzde 20’ye çıktığını bize söylüyor[2]. Altı yıldaki artış yüzde 31. Buradan politikacılara da malzeme çıkıyor. Sabah akşam Batı’ya söven AKP hükümeti döneminde, Batı yaşam tarzıyla özdeşleştirilen obezite artmış; işe bak! Peki, bu nasıl olmuş?

Bilimsel çalışmalar obezite artışında yaşam tarzının değişmesinin rol oynadığını söylüyor. Hareketsizlik, hazır yemekler (fast food) ve elektronik aletlere bağımlılık gibi... Türkiye’de son 15-20 yılda değişen yaşam tarzına bakınca obeziteye yol açan bu etkenlerin arttığını görüyoruz. Özellikle büyük kentlerde sokakta çocukların oynayacağı alan kalmadı. Boş zamanlarını alışveriş merkezlerinde (AVM) geçiren aileler, çocuklarını hazır yemek kültürüne altın tepsiyle sunuyor aslında. Tiyatrodan sinemaya her şey AVM’lere tıkıldı. Konsere giden, hamburger yiyip, gömlek alıp eve dönüyor.

Türkiye’de obezitenin en az görüldüğü iller Doğu ve Güneydoğu Anadolu (%20). AVM’si olmayan illerin hemen hemen hepsi bu bölgede. Tesadüf mü? Karadeniz’de alan daha dar olmasına rağmen neredeyse Doğu’daki kadar AVM var. Türkiye’deki 377 AVM’nin 108 tanesi ise İstanbul’da. Sonuç ortada. Marmara ve Karadeniz’de obezite oranı Türkiye ortalamasının da üzerinde (%33). Ege’de ise obezite oranı yüzde 28. İzmir gibi bölgenin en kalabalık ilinde sadece üç tane AVM var. Sağlıklı Ege yemeklerinin etkisi de unutulmamalı. AVM’de vakit geçirenle, sokakta oynayan çocuklarda obezite görülme sıklığı mutlaka araştırılmalı. Ortada şüpheli bir durum var. Çocuklarda obezite görülme oranında yıllara göre artış olduğunu da söyleyelim.

Türkiye’de rant ve yolsuzluğun arasındaki ilişkiyi anlatmaya gerek yok. En kolay para kazanma yolu kentlerdeki değerli arazileri eşe dosta peşkeş çekmek. Dönemin Hükümet Sözcüsü Bülent Arınç’ın, “Gökçek bu yapıya Ankara’yı parsel parsel satmıştır. Zengin işadamlarına okul yaptırmıştır. Yurt yerleri sağlamıştır” sözlerini hatırlayın. Çocuklarımızın sağlığının rant için görmezden gelindiğinin itirafı bu sözler.

Soralım... Ankara’da başta Atatürk Orman Çiftliği olmak üzere çocukların obez olmamasını sağlayacak yeşil alanlar AVM’lere, saraylara kurban edilmedi mi? ODTÜ ormanı otomobillerin gaza bastığı değil, öğrencilerin spor yaptığı bir yeşil alan kalamaz mıydı? İstanbul’da Cevahir Alışveriş Merkezi’nin yerinde dev bir park yapılamaz mıydı? Bahçeşehir Göleti’nin etrafındaki parseller satılmasa çocuklar bisikletleriyle gezse daha sağlıklı olmazlar mıydı?

Sözün kısası, yolsuzlukların sizi ilgilendirmediğini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. O yüzden de çocuklarınızı hasta eden bu zihniyetten hesap sormayı ihmal etmeyin.

[1] Obezite Tanı ve Tedavi Kılavuzu, Türkiye Endokrinoloji ve Metobolizma Derneği, 2014.
[2] Türkiye’deki obezite oranı %31,1 oranında arttı, TÜİK, 8 Ekim 2015.

Çin’de yolsuzlukla mücadele

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Mart 2014

Bugün seçim yasakları nedeniyle Türkiye’deki siyasetten uzak durmamız gerekiyor. Ben de sizleri mümkün olduğu kadar uzağa, Çin’e götürmeye karar verdim. Çin bu sıralar yolsuzlukla mücadeleyi konuşuyor. Sadece konuşmuyor, üzerine de gidiyor.

Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping, göreve geldiği Mart 2013’te yolsuzlukla mücadeleyi yapılacaklar listesinin en başına yazmıştı. O gün bu gündür Çin’de yolsuzluk haberleri hep gündemde. Çin’in resmi haber ajansları, günlük gazeteler, her gün bir başka yolsuzluk öyküsüne yer veriyor. Sorumlular yargı önüne çıkarılıyor, haberleri medyada yer buluyor. Aralarında Çin Komünist Partisi’nin önemli isimleri, belediye başkanları ve önemli devlet şirketlerinin yöneticileri var. Xi Jinping’in başlattığı bu kampanya Çin’de yolsuzluğu ne kadar önler bilinmez ama ortada yargılanan ve ceza alan yetkililerin olması elle tutulur bir ilerleme sayılır. Birkaç örnek vereyim, kimlerin yargılandığını görünce siz de çok şaşıracaksınız.

Liu Zhijun, Çin’in eski Demiryolu Bakanı. Rüşvet almak ve gücünü kötüye kullanmaktan ölüm cezasına çarptırıldı. Liu’nun idam cezası iki yıl ertelendi ancak gücü kötüye kullanmaktan aldığı 10 yıl nedeniyle idamını hapiste bekleyecek. Tüm kişisel mülküne el konulan Zhijun, 2011 yılına kadar bakanlık yapmıştı. 10 milyon dolardan fazla rüşvet alan 60 yaşındaki eski bakan, yakın akrabalarına demiryolu ihalelerinde öncelik sağlamış.

Guangzhou kentine bağlı Panyu bölgesinin kıdemli polis memurlarından Cai Bin, bölgede ‘Ev Amca’ diye biliniyordu. Nedeni Bin’in 20’den fazla evinin olduğu söylentisi. Yurttaşların internet üzerinden dillendirdikleri iddialar mahkemeye taşındı ve ‘Ev Amca’, 1993-2012 yılları arasında toplam 446 bin dolar rüşvet almaktan 11,5 yıl hapse mahkum oldu. Altını çizmekte fayda var. Yolsuzluk iddiası internet üzerinden, kimliği belirsiz bir kişiden geldi. Twitter’ın Çin versiyonu Weibo’ya gönderilen belge ve fotoğraflar, Bin’in 21 evinin olduğunu gösteriyordu. İlgililer bu bilgilerin doğruluğunu kontrol etti. Doğru olduklarını anladıklarında da Bin’in, bin 600 dolar aylık gelirle bunları nasıl elde ettiğine dair soruşturma başlattılar.

Jiangxi eyaleti vali yardımcısı Yao Mugen hakkında ciddi disiplin ve hukuk ihlalleri nedeniyle soruşturma başlatıldı. Disiplin ihlali denince Çin’de ilk akla gelenin yolsuzluk ve rüşvet olduğunu hatırlatalım.

Nanjing kenti eski belediye başkanı Ji Jianye hakkında rüşvet aldığı iddiasıyla soruşturma yürütülüyor. Li Dongsheng, Kamu Güvenliği Bakan Yardımcısıydı; görevden alındı.

Zhou Zhenhong, Komünist Parti’de önemli bir göreve sahipti. 4,3 milyon dolar rüşvet aldığı ortaya çıkınca ölüm cezasına çarptırıldı. 5 milyar doların üzerinde serveti olduğu anlaşıldı. Bu serveti nasıl elde ettiğini açıklayamadığı için ceza aldı. Onun da cezası iki yıl ertelendi. Tüm mal varlığına el kondu.

Çin Komünist Partisi Disiplin Kurulu, 2013 yılında 182 bin kişiyi cezalandırdı. Bir önceki yıla göre yüzde 13,3’lük bir artıştan bahsediyoruz. 2013’te, 51 bin 306 resmi görevlinin adı geçen toplam 37 bin 551 yolsuzluk/zimmete geçirme iddiası araştırıldı.  Çin Başbakanı Li Keqiang iki hafta önce yaptığı konuşmasında yolsuzluklara karşı başlattıkları mücadelenin bu kadarla kalmayacağının sinyallerini verdi. Yolsuzluğu “halkın doğal düşmanı” diye tanımlayan Keqiang, “Tüm kurumsal tedbirleri alarak, yasadışı rant sağlamaya dönük davranışlara ve yolsuzluğa kaçacak delik bırakmayacağız” diye kükredi. Kampanya ne kadar başarılı olacak göreceğiz.

Evet, Çin’den anlatacaklarım şimdilik bu kadar. Umarım sizleri fazla uzaklara götürmemişimdir.

Yeraltı demokrasisi

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Mart 2013

Başbakan Erdoğan ile oğlu Bilal arasında geçen konuşmaların sızdırılmasının üzerinden gün geçmeden yeni ses kayıtları yayınlandı. Hükümete yakın iş adamlarının pazarlıkları, Bilal Erdoğan’ın yeni maceraları, villalar, arsalar ve yeni havuz problemleriyle karşı karşıya kaldık. Ne bu yöntemleri onaylayabilir, ne de kayıtlar üzerinden politika yapabiliriz. Doğrunun, hukuki zeminde ortaya çıkması için mücadele etmekten başka şansımız yok. Bu kayıtların, kirli alışverişin, iğrenç pazarlıkların bağımsız organlarca araştırılmasında ısrarcı olmalıyız. Tabi ki olan biteni görüyoruz ama kamu vicdanında yargılama yetmez, Yüce Divan için ısrarcı olmalıyız.

Hükümet şunu bilmeli, araştırmıyorsan, yargılamaya, şeffaflığa izin vermiyorsan suçu kabul etmiş sayılırsın. Montaj diyerek, dublaj diyerek patinajı önleyemezsin. Ses kayıtlarından bir tanesi bile doğruysa hükümetin derhal kendisini ‘sıfırlaması’ gerekir. Bu ‘bir’ sayısına da, Erdoğan’ın Habertürk’e telefon ettiğini kabul etmesiyle çoktan ulaştık. Demokrasinin gereği budur ama ne demokrasimiz demokrasi, ne de gittiğimiz yol doğru yol. Bunu açıkça söylemeliyiz. Şahit olduğumuz durum politikanın dibe vurduğunu, ‘ileri demokrasi’ denen ucubenin yerini bir ‘yeraltı demokrasisine’ bıraktığını gösteriyor.

Peki, bu yeraltı demokrasisini kim yarattı? Bir bakanın, başbakanın yolsuzluk yaptığına dair iddiaların halk tarafından tartışılabilmesi, duyulabilmesi için gizli kayıtlara ihtiyaç duyulan bu ortamı kim yarattı? Dürüst olalım ve büyük harflerle suçlunun adını yazalım: Adalet ve Kalkınma Partisi.

Gazeteci istediği soruyu soramaz, istediği gibi yazamazsa…
Medya patronları hükümetle ilişkileri uğruna haberleri, yazıları sansürlerse…
Başbakan ve iktidarın temsilcileri, TV kanallarında bile muhalefetin karşısına çıkmazsa…
İktidar medyanın nasıl ve hangi haberi yapacağına karar verirse…
Üniversitelerde muhalif sesler bastırılır, sadece iktidar yanlısı görüşlere yer verilirse…
Devletin tek bir dini, mezhebi, etnik kimliği olursa, diğerleri ötekileştirilirse…
İnsanların özel hayatı devletçe denetlenmeye çalışılırsa…
Okullarda eğitim vermek yerine, iktidarın istekleri doğrultusunda beyinler yıkanırsa…
Meclis, bir kesimin ticari ve ideolojik faaliyetlerine onay veren bir organ haline getirilse…
Sendikalar tasfiye edilir, demokratik hakkı için sokağa çıkanlar öldürülür, gaza boğulursa…
Yargı tek elden yönetilir, iktidara karşı olanları cezalandırma kurumuna dönüştürülürse…
Kamunun denetimini yapan Sayıştay gibi kurumlar/mekanizmalar devreden çıkarılırsa…

O ülkeye ‘yeraltı demokrasisi’ hakim olur. Çünkü böyle bir ortamda demokrasinin mekanizmaları işlemez. Doğru söyleyenlerin sesi duyulmaz, hukuk haklıyı savunamaz. Halk, 2+2=4 deseniz size inanmaz. Medya 5 der, ona inanır. Olmadı; montaj, dublaj der. O da olmadı sabotaj diye bağırır. Çare yer altına iner. Kaset çıkar, sesler kayıt edilir ve filmler çekilir.

Demokrasinin ilerisi gerisi olmaz. Demokrasi trenini çıkarları uğruna raydan çıkaran AKP, yeraltının tüm kötülüklerini bu ülkeye davet etti. Özgürlüğü de, denetimi de, adaleti de yer altına taşıdı. Baskı ve şiddeti o kadar arttırmıştı ki, halk umudunu bile yerin altına gömmek zorunda kaldı. Şimdi o umut yer altından beslenerek filizleniyor. Umut çiçeğinin köklerini bile pisliğe bulaştırdılar. Bize düşen hem o çiçeği kurtarmak hem de köklerini temizlemek. 

Yolsuzluk ve yoksulluk

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Aralık 2013

İstanbul’da Göztepe’yi bilen pazar köprüsünü de bilir. Köprü, Göztepe’yi ikiye bölen demiryolunun üstünden geçer, kestirme bir yol gibidir. Küçük ama onlarca merdiveni olan bir köprüdür. Çocukluğumda köprünün bir ucuna pazar kurulurdu. Annem pazara gider, alışverişi bitmeye yakın ben de köprünün altında onu beklerdim. Ağzına kadar dolu pazar çantasını köprüden geçirip eve kadar götürmek benim işimdi.

Yine bir pazar günüydü. Annem pazarın sonuna yetişmişti. Onu beklemeye gittiğimde pazar toplanmış, belediye temizliğe başlamıştı. Tam karşımda, yolun öte tarafında 10-12 yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Annesi pazar tezgahlarının arkasına saklanmış gibiydi. Eliyle kızına bir yeri işaret ettiğini gördüm. Pardösüsü eskimiş, kollarının uçlarında yırtıklar vardı. Yırtıkları takip ederek parmaklarına, daha sonra da parmaklarının gösterdiği yere baktım. Kızı da aynı yere bakıyordu. Boşalmış tezgahların altında duran ezilmiş meyveleri gösteriyordu. Herhalde elmaydılar. Annesi durmadan bir şeyler söylüyordu ama ben çok azını duyuyordum. “Al” dedi, “alsana” dedi. Kız önce elmalara sonra bana baktı. Göz göze geldik. Hemen bakışlarımı bir başka yere çevirdim. İlgilenmiyormuş gibi yaptım. Tezgahları kendisine siper almış annesinin söylediklerini seçemesem de sesini hala duyuyordum. Donup kaldım. Kızı da benim gibi donup kalmıştı. Bir anda çöpçüler belirdi. Sanki saatlerdir oradaydık. Çöpçüler pazardan arta kalan, tezgahtan düşen, yere atılan ne varsa metal kovalarına doldurdular.

Annesi söyleniyordu, kız ise başını önüne eğdi. Giderken arkalarından baktım. Çok canım yandı, yüreğim sızlıyordu.

Utancın ne demek olduğunu o gün orada, o eski pazar köprüsünün ayağının altında anladım. Annesi yoksulluğundan, kız benden, bense varlığımdan utandım. Pazarda kalanları toplamalarının sorumlusu ben miydim? Hiç sanmıyorum. Paramızın olduğu kadar olmadığı günleri de hatırlarım. Başka birileriydi o tablonun sorumlusu, dünyada herkese yetecek elma vardı ama birileri başkasının payını alıyordu.

O ana ve kızın çalışacak işleri, aç kaldıklarında devletin onlara verecek iki kuruş parası yoksa, bilin ki yokluktan değil, haksız kazançtan, yolsuzluktandır. Birileri devletin arsasını ucuza kapatıp, aslında halkın olanı cebine attıkları içindir. Herkese beşe sattıklarını devlete 10’a vermeleri yüzündendir. O ana ile kızı yerdeki elmaya muhtaç bırakan torpille işe girenler, zengine gelince var, yoksula gelince yok diyenlerdir.

Ve sizler; yolsuzlukları soruşturmak yerine kefen giyip adalete meydan okuyanlar. Mahkemelerin önünü açacağına elini kolunu bağlayanlar. Saadet zincirine bir yerinden dahil olup sesini çıkarmayanlar. Korktukları, koltukları için yazamayanlar. Duayla, dinle, vaazla harama övgü düzenler. Bedduayla işin içinden çıkmaya çalışanlar. Gözlerini kör, kulaklarını sağır edenler, bilin ki bugün bu ülkede aç yatanların hesabı sizden sorulur. Bayramlarda zekat vermekle, kurban kesip bağış yapmakla bu günah affolunmaz çünkü sistem değişmezse açlık kalıcıdır. Bir günlük karın doyurmayla bir yıl tok gezilmez.

Sözüm kefen meraklılarına, havalimanı şakşakçılarına. Hak etmediğiniz her kuruş, pazardaki ana-kızın boğazına gitmesi gereken lokmadır. Bu bir iktidar mücadelesi değil, adalet ve vicdan muhasebesidir. Bu ülkenin kimseyi pazardaki artıklara muhtaç etmeyecek kadar zengin olduğunu bilin. Bırakın yolsuzlukların üstüne gidilsin. Bırakın bu ülkede analar, babalar ve çocuklar açlık utancını yaşamasın, aç bırakanlar utansın. 

Çılgın projeler dondurulsun

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Aralık 2013

Özelleştirmelerden önce TEAŞ (Türkiye Elektrik Üretim İletim A. Ş.) vardı. Elektrik üretimi ve iletiminden sorumluydu. 2000 yılında Başbakan Bülent Ecevit’in iptal ettiği nükleer ihaleye TEAŞ’ın altındaki Nükleer Santraller Dairesi bakıyordu. Her ne kadar Ecevit, nükleer ihaleyi bütçeye yük getirecek diyerek iptal etmiş olsa da, pis kokular her yeri sarmıştı. Enerji sektörünün yargıya taşınmış en önemli yolsuzluk dosyalarından biri Beyaz Enerji operasyonuyla ortaya çıkmıştı. İşin içinde nükleer enerji de vardı. Nasıl olmasın ki, milyarlarca dolarlık bir ihaleden bahsediyorduk.

TEAŞ’ın Genel Müdürü Muzaffer Selvi, Ankara DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) Savcılığı’na 13 Ocak’ta verdiği ifadesinde, “Nükleer enerji santral ihalesi yapımı gündeme geldiğinde Kanada firmasının 50 milyon dolar rüşvet dağıttığı ortada söylendi… Enerji Bakanı Ersümer’in nükleer santralin yapım işinin Kanada konsorsiyumuna verilmesi yönünde bir baskısı oldu ama bu baskıyı niçin uyguladı bilmiyorum” demişti. TEAŞ Genel Müdür Yardımcısı Ünal Peker ise ifadesinde, “Bu ihale aşamasında tahminimce 6 ay veya 1 yıl kadar önce ihaleye katılan Kanada firması tarafından bakanlık seviyesinde birilerine 50 milyon dolar para verildiğini duydum. Bu paranın Anavatan Partisi adına alındığını duymuştum. …Enerji Bakanlığı’nda yukarıda anlattığım konu herkes tarafından bilinmektedir” sözlerine yer vermişti.  (Rüşvetin Deşifresi, Aykut Küçükkaya, sayfa 106, 111)

Selvi ve yardımcısı Peker, Beyaz Enerji Davası’ndan 11 yıl ceza aldı. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz adını rüşvet meselesine karıştırdıkları için daha sonra birçok kişiye tazminat davası açmıştı. 2012’de dava zaman aşımıyla düştü. İhalelere fesat karıştırma iddiasıyla açılan davada sadece nükleer enerji yoktu. Birçok büyük şirketin adı bu davaya karıştı. Dönemin Enerji Bakanı Cumhur Ersümer Yüce Divanlık oldu. Daha da ilginci, Mesut Yılmaz’ın itirazına rağmen koalisyon ortağı MHP lideri Bahçeli’nin ısrarı ve muhalefetin baskısı nedeniyle Ersümer görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Bu ülke yolsuzluk nedeniyle bir bakanın istifa ettiğini gördü. Hem de ‘vesayet, mesayet’ denilen o yıllarda.

Bütün bunları hatırlatmamın elbette bir nedeni var. Bugün Türkiye’nin her yanından çılgın projeler fışkırıyor. Her biri milyarlarca liralık projeler. Akkuyu Nükleer Santrali 20-22 milyar dolar. Rus şirket sermaye maliyetinin yüzde 43’ünün inşaat maliyeti olduğunu açıkladı. Nereden baksanız 10 milyar dolarlık ihaleden bahsediliyor, bunun yüzde 90’ı açık ihale olacakmış. Sinop Nükleer Santrali için biçilen miktar da 22 milyar dolar. İki nükleer proje 50 milyar dolar.

Rakamlar havada uçuşuyor  ve değişiyor ama fikir vermesi için yazıyorum. Marmaray yeni bitti, ederi 5,5 milyar TL. İstanbul’daki 3. Köprü 4,5 milyar TL. 3. Havalimanı’nın yapımı 28, 25 yıllık işletmesi için ödenecek ücret 72 milyar TL. Hepsi 110 milyar TL.

Rakamlar yüksek. Bu projelerin ilgili olduğu bakanlıklar arasında Çevre ve Şehircilik ile Ekonomi Bakanlığı da var. Yolsuzluk soruşturması sonuçlanmadı ama kabul etmeliyiz ki, iki bakan ve bakanlık zan altında. Yargı süreci titizlikle ve şeffaf bir biçimde yürütülmeli. Bunlar olurken de, zaten varlık nedenleri şaibeli bu projeler dondurulmalı. Denetim organları bu ihaleleri gözden geçirmeli, sürece sivil toplum örgütleri de dahil olmalı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı TMMOB’u değil, TMMOB Bakanlık’ı denetlemeli. Kızmanın, suçu İsrail’e Marslılara atmanın anlamı yok. Adalet ve Kalkınma Partisi ‘AK’lanmak istiyorsa ancak böylesi kapsamlı ve şeffaf bir denetim sürecinden geçerek aklanabilir. Şu ana kadar, Emniyet’te yaptıkları operasyonlarla, başta İçişleri olmak üzere ilgili bakanları görevde tutmakla yapılması gerekenin tam tersini yaptılar.

Nükleer enerjiye muhtaç olmadığımızı bilen herkes, Türkiye’nin bu maceraya neden girdiğini açıklamakta zorlanıyor. Elektrik üretmek için daha ucuz ve temiz kaynaklar mevcut. Enerji tasarrufu potansiyeli ortada. Rüşvet meselesi nükleerde hep söylenirdi şimdi daha fazla gündeme gelecek. O yüzden hükümet, bu projelerde daha ileri gitmeden ‘AK’lanma işini ciddiye alsa iyi olur.

Mersin’e yapılmak istenen nükleer santral “dandik” olabilir mi?

Mersin'e nükleer santral yapmaya hazırlanan Rosatom'un alt şirketini Rusya'da federal savcılar bastı. Nükleer reaktörlerde kullanılan parçaların düşük kalitede imal edildiği ve yolsuzluk yapıldığı iddia ediliyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Mart 2012

Hatırlayın, bizim hükümet Mersin'e nükleer santral yapmak için ihale açtığında dünyanın belli başlı nükleer firmaları bu ihaleye girmemişti. Çünkü ortada yanıtlanması gereken onlarca soru vardı. Kaza olsa mali sorumluluk kimde olacak belli değildi? Binlerce yıl radyoaktif kalan atıklarla ne yapılacağı (nerede saklanacağı, bahsedilen çelik kapların içinde 250 bin yıl sızdırmadan kalıp kalınmayacağı) bilinmiyordu. Ortada nükleer santrallerinin kurulması ve işletilmesi ile enerji satışını tarif eden beş sayfalık bir kanundan başka bir şey yoktu. Evet, bizim nükleer maceramızın temelinde hâlâ bu beş sayfalık kanun var. Sadece beş sayfa! Aklı başında hiçbir firma o ihaleye katılmadı, zaten ihale de daha sonra yargıya takıldı. İhalede teklif veren tek şirket Rusya Federasyonu'ndan Atomstroyexport'tu (Rosatom'a bağlı bir şirket). Hükümet daha sonra baktı ki ihale zor iş, Ruslarla masaya oturup özel bir anlaşma imzaladı. 20 milyar dolarlık işi ihalesiz Rus şirketi Rosatom'un yurt dışındaki işlerini yürüten bir yan şirketine verdi. Rosatom bir devlet şirketi, aynı bize doğalgaz satan Gazprom gibi. Nükleer santral kurmak ciddi bir iştir, öyle yasası, kuralı, şartnamesi olmadan ciddi hiçbir firma böyle bir işe girmez. Ruslar cesaretli davrandı diyelim...

Yolsuzluk ve düşük standartta üretim
Türkiye'ye “en sağlam” nükleer santrali inşa edeceğini söyleyen Rosatom'un başı şimdi Rusya'da belada. Federal savcılar Rosatom'un sahip olduğu makine imalat tesisi Zio-Podolsk'u yolsuzluk ve nükleer reaktörler için düşük standartta üretim yapmakla suçladı. Podolsk'un satın alma müdürü Sergey Şutov hapse atıldı. Şutov düşük kalitede hammaddeyi ucuza kapatıp, aradaki farkı cebe indirmekle suçlanıyor. Soruşturmayı yapan da eski KGB'nin yerini alan Rusya Federal Güvenlik Teşkilatı (FSB). Buraya kadar iş Rusya'nın bir iç meselesi gibi duruyor ama öyle değil, bizi de yakından ilgilendiriyor.

Yurt dışındaki santrallere bu parçalar gitti mi?
Kaç nükleer reaktörün bu ucuz ve düşük kalitede hammadde kullanımıyla imal edildiği ve bu parçaların hangi nükleer santrallerde kullanıldığı belli değil. Norveç merkezli Bellona Vakfı'na göre, makinelerin yapımı için gereken süre ve operasyonun kapsamı nedeniyle hem Rusya hem Rusya dışında inşa edilen reaktörlerde bu malzemeler kullanılmış olabilir. Savcılar bu malzemelerin 2007'den sonra hatta öncesinde üretilip sevk edildiklerini söylüyor. Bu da Rusya, Hindistan, İran, Bulgaristan ve Çin'de yapılan reaktörlerin ne kadar güvenli olduğu sorusunu doğuruyor. Bellona, FSB müfettişlerinin bu reaktörlerin adlarını açıklamamalarından şikayetçi, soruşturmanın doğru yapılmadığını iddia ediyor. Bu iddianın nedenlerinden biri de soruşturmanın aslında Aralık ayında başlamasına rağmen medyaya geçen hafta yansıması. Zio-Podolsk Rusya'nın nükleer reaktörlerde kullanılan ve Rosatom tarafından kullanılan buhar jeneratörlerinin tek üreticisi. Bu da durumun ciddiyeti hakkında fikir veriyor olmalı.

Bizden böyle bir savcı çıkar mı?
Nükleer santral kurmanın ciddiyetini anlatmaya gerek yok. En ufak bir vidanın bile yanlış vidalanmaması gerek. Rusya yıllardır nükleer santral ihraç etmeye çalışıyor ama bu teknolojinin talipleri arasında Batılı tek bir ülkeye rastlamak mümkün değil. Çernobil unutulmadı, Podolsk'ta ve benzeri yerlerde yaşanan olaylar da Rus firmasına güveni azaltıyor. Batı'da güvenlik standartları ve yapım sırasındaki denetlemeler çok sıkı. Devletten bağımsız kuruluşlar yapımı denetliyor ve firmaların gözünün yaşına bakmıyor. Finlandiya'da Olkiluoto reaktörünün yapımında hatalar bulundu ve inşaat beş yıl gecikti. 3 milyar avroya biter denilen reaktör 6 milyara biterse Finliler dua edecek. Denetlemeyi yapanlar, “aman ülke 3 milyar avro ziyan etmesin” deyip hatalara göz yummadılar. Buralardan böyle bir savcı, bilim insanı çıkar mı? Hiç sanmıyorum.

Bizde ise bu denetlemeleri yapacak ne bir ekip, ne de bağımsız bir kuruluş var. Her şey Rus şirketin elinde. Türkiye'de yaşayan milyonlarca insanın hayatını emanet ettiğiniz şirketin bir alt firmasının yolsuzluk skandallarıyla karşı karşıya kalması, ürettiği parçaların kalitesinin sorgulanması sizleri rahatsız etmiyor mu? Nükleeri savunmayı hayatlarının bir numaralı meselesi haline getirenlere soruyorum. Kendi çocuklarınızın hayatlarını bile umursamıyor musunuz? Böylesine ciddi iddialara maruz kalan bir firmayla çalışmak sizce ne kadar doğru? Başbakan Erdoğan, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve iktidar partisinin diğer milletvekilleri bu ülkede yaşayanları biraz olsun düşünüyorsa derhal Rusya ile yapılan anlaşmayı feshetmeliler. Lamı cimi yok!

***
Greenpeace'ten çarpıcı rapor
Greenpeace, “Fukuşima'dan alınan dersler” adında, nükleer konusunda önde gelen uzmanlarla birlikte bir rapor hazırladı. Rapor üç önemli noktaya dikkat çekiyor, ilgililerin dikkatine:

  • Japon yetkililer ve Fukuşima nükleer santralini işletenler, ciddi bir kazanın riskleri konusunda yaptıkları varsayımlar konusunda tamamen yanıldılar. Gerçek riskler biliniyordu ancak görmezden gelindi ve üzerinde durulmadı.
  • Büyük felaketlerle başa çıkma konusunda en hazırlıklı ülkelerden biri olarak bilinen Japonya’nın bile, büyük bir nükleer felaket karşısında yetersiz kaldığı ortaya çıktı. Acil durum ve tahliye planları insanları radyasyondan korumaya yetmedi.
  • Radyoaktif kirlenmeden uzaklaşmak için gerçekleştirilen tahliye çalışmaları yüz binlerce insanın hayatını değiştirdi. Bu insanlar, yeterli finansal destek olmadığı için yaşamlarını yeniden kuramıyor. Japonya, nükleer kazanın tüm maliyetlerinden işletici firmayı sorumlu tutan üç ülkeden biri ancak Japonya’da yükümlülük yasası ve tazmin programı gerektiği gibi işlemiyor. Kazanın üzerinden bir yıl geçmiş olmasına rağmen, kazadan etkilenen insanlar kaderine terk edilmiş durumda ve zararlarının çoğu da Japon halkının vergileriyle ödenecek.