Yoksulluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yoksulluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Gençler ve çocukların yüzde 40’ı yoksulluk riski altında

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Ekim 2024

Eurostat
Türkiye’de sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 30,7. Yaş gruplarına göre baktığımızda ise 0-17 yaş arasında bu oranın yüzde 40’ın üstüne çıktığını görüyoruz. Bu oran Türkiye’yi Avrupa ülkeleri ile yaptığımız bir kıyaslamada ilk sıraya yerleştiriyor.

TÜİK’in bu verileriyle aynı zamanda Avrupa verileri de açıklandı. Avrupa Birliği’nde sosyal dışlanma ve yoksulluk riski altındaki nüfusun oranı yüzde 21,4. Orada da her şey güllük gülistanlık değil ama AB’deki oran Türkiye’den 10 puan düşük.

Yoksulluk sadece 18 yaş altındaki grupta hissedilmiyor. Türkiye’de yaşayan 65 yaş üstündeki nüfusun yüzde 23,1’i de sosyal dışlanma ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya. 2021’de bu oran yüzde 16’ydı; iki yıldır sürekli artıyor. Artık 65 yaş üstü her dört kişiden biri yoksullukla yüzleşiyor diyebiliriz. Kuşa dönen emekli maaşları ve hayat pahalılığı, aile içi dayanışmanın yüksek olmasına rağmen durumu kurtarmaya yetmiyor.  

65 yaş üzerinde ise AB ortalamasının üç puan üzerindeyiz. Orada 65 yaş üstü nüfusun yüzde 20’si sosyal dışlanma ve yoksulluk riskiyle karşı karşıya, bizde yüzde 23’ü. Avrupa içinde bu oranın yüzde 40’ın üstünde olduğu Letonya ve Estonya gibi ülkelerin yanı sıra yüzde 8’le çıtayı yükselten Norveç de var.

Burada dikkatimi çeken başka bir veriyi de paylaşmak isterim. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, her iki yaş grubunun artan sorunlarına karşı harekete geçmişe benzemiyor. 2021 yılında Bakanlık’a bağlı huzurevi sayısı 165, kapasitesi de 17 bin 91 kişiymiş. 2024 Ağustos itibarıyla huzurevi sayısı 168 olmuş, üç yılda üç huzurevi eklenmiş. Ağustos 2024 itibarıyla Bakanlık’a bağlı huzurevlerinde kalan sayısı 14 bin 668. Aynı dönemde özel huzurevi sayısı yaklaşık 2 bin adet artmış. Ve özel huzurevlerinde kalanların sayısı da 13 bini geçmiş. Bakanlık 65 yaş üstünde yoksulluk riski artarken huzurevine yatırım yapmamış, bu konuyu da daha pahalıya hizmet veren özel sektöre devretmiş. Özetle, parası olan huzura kavuşur demiş. Aynı dönemde Bakanlık’a bağlı çocukevi sayısı ve kapasitesinin düştüğünü de belirtelim.

Alarm zilleri ise 18 yaş altındaki nüfusa baktığımızda çalmaya başlıyor. AB’de 18 yaş altı nüfusun yüzde 25’i yoksulluk riskiyle karşı karşıyayken bizde bu oran yüzde 40’ı geçiyor. Neredeyse her iki genç veya çocuktan biri zor durumda. Geleceğimiz dediğimiz 18 yaş altı nüfusun yarıya yakını yoksullukla boğuşuyor.

Bu durumun olası sonuçlarını Üsküdar Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Erdoğan’a sordum. Barış Erdoğan, “Genç nüfusta yüksek oranda yoksulluk riskinin olması geleceğe yönelik bir takım olumsuz verilerin ortaya çıkmasına neden olabilir. İçlerinden bazıları yasa dışı yollarla kısa zamanda zengin olmaya çalışırken bazıları da toplumdan kendilerini geriye çekip uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanımına yönelebilir. Geleceğe yönelik bir umutsuzluk ve ona bağlı olarak sosyal bağların zayıflaması, zaman içinde ülkeyi terk etme, beyin ve kol göçü gibi sonuçlara neden olabilir” yanıtını verdi. Erdoğan ayrıca, yoksulluk riski nedeniyle genç erkeklerin eğitim hayatını bırakarak çalışma hayatına geçtiklerini, kızların da ev işlerinde çalıştırıldıkları ya da erkenden evlendirilip aileye ‘yük olmaktan’ çıkarılmaya çalışıldığına da dikkat çekti. Türkiye’de yoksulluk nedeniyle okul dışında kalan çocuk sayısının son bir yılda yüzde 38 oranında arttığını çok yakın zamanda Pelin Ünker’in DW’deki haberinde de okumuştuk.

15 yaşındayken para kazanmaya çalışan, çocukluğunu yaşayamadan kendinden çok daha büyük insanlarla iş hayatında mücadele etmek zorunda kalan bu gençlerin suça, uyuşturucuya bulaşmadan, eğitim almadan hayatta başarılı olmalarının ne kadar zor olduğu ortada. Bu veriler gençlerin umutsuzluğunu, psikolojik bozukluklarını ve başka ülkelere gitme isteğini açıklamada yardımcı olabilir. 18 yıl her gün yoksullukla boğuştuğunuz bir ülkede ruh sağlığınızı koruyabilir, o ülkeye ‘memleketim’ diyebilir misiniz?

Seçimi ‘zor muhalefet’ kazandıracak

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Eylül 2024

Foto: O. Gurbuz
Türkiye, tarihinin en ağır ekonomik krizini yaşıyor desek herhalde itiraz eden çok olmaz. Evet, çok krizler gördük ancak bu defa sadece ekonominin kötü yönetilmesinin sonuçlarıyla yüzleşmiyoruz, çökmüş bir adalet sistemi, talan edilmiş doğal varlıklar, belli şirketlerle imzalanmış kapitülasyonlardan beter anlaşmalarla karşı karşıyayız.

2023 yılında yapılan bir hesaplama Türkiye’de nüfusun yüzde 98’inin yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşadığını göstermişti. AKP-MHP koalisyonu öyle bir sistem kurdu ki 83 milyon varını yoğunu ortaya koyup geride kalan 1,5 milyonun daha zengin olması için çalışır hale geldi.

DİSK/Birleşik Metal-İş Sınıf Araştırmaları Merkezi’nin (BİSAM) Haziran 2024 tarihli araştırması, dört kişilik bir aile için açlık sınırının 19 bin 44 liraya, yoksulluk sınırının ise 65 bin 874 liraya yükseldiğini açıkladı. Tek başına yaşayan biri için de yoksulluk sınırı 30 bin TL oldu. Bu, bir haneye tek bir asgari ücret giriyorsa o evdeki herkes aç anlamına geliyor.

Böyle bir ülkede ekonomik eleştirilere dayalı muhalefetin halktan destek görmemesi, muhalefeti iktidara taşımaması sürpriz olur. Son yerel seçimlerde kötü ekonominin sandıkta tercihleri değiştirdiği görüldü. CHP’li belediyelerin bazı kentlerdeki olumlu icraatlarının da başka kentlerde bir değişim rüzgarı yarattığını da elbette hesaba katmak gerekir.

Kötü ekonomi ve derinleşen yoksulluğun devamı halinde iktidarın işi zor ancak iktidarın seçim öncesi sıcak para bulması, son cumhurbaşkanlığı seçiminde olduğu gibi yalan ve iftiralarla gündemi değiştirme olasılığı gibi manevra alanları olduğu da unutulmamalı. Bugün ekonomi üzerinden yapılan ‘kolay muhalefet’ yetersiz ya da eksik kalabilir.

Muhalefetin yaşanan büyük ekonomik krizin sadece faiz politikasından kaynaklanmadığını bildiğine eminim. Yapısal sorunlar denen, adaletten yolsuzluğa, üretim politikalarına kadar uzanan ve sistemi örümcek ağı gibi saran tüm yanlışların değiştirilmesi gerek. Bu da ‘zor muhalefet’i gerektiriyor. Başta CHP olmak üzere tüm muhalif partiler, toplumun iliklerine kadar işlemiş yanlışların olduğu bu zor alanlara girmeyi tercih etmiyor çünkü ‘kolay muhalefet’ şu an için seçimi kazandıracak gibi duruyor. Tek neden bu da değil, öyle olsa stratejik derdik. Türkiye’de merkeze yakın partiler aslında bu sistemle iç içe geçmiş durumdalar. Devletin alışılagelmiş işleyişini yanlış da olsa eleştirmekten kaçınırlar. Bu yüzden de halkın umudu, tutkusu olamazlar. Radikalizmden kaçma refleksi örgütlenmenin zayıflığının da nedenidir aslında. İktidarın biraz değişmiş bir modeli için kim örgütlü bir çalışmaya girer ki? Değişim umudu azaldıkça o değişim uğruna çalışma isteği de azalır. Olası bir siyasi yasak durumunda halkın kendisine destek vereceğini düşünen Ekrem İmamoğlu, umarım bu örgütsüzlük politikasını parti içinde de tartışmaya açmıştır.

Kadın ve çocukların öldürülmesinden trafikte maganda saldırılarına, çetelerin üssü olan Türkiye’den düğünlerde ‘kutlama kurşunlarıyla’ vurulan insanlara kadar her olayda karşımıza çıkan bireysel silahlanmaya karşı neden muhalefet bir söylem geliştirmez ya da bir kampanya yapmaz düşündünüz mü? Türkiye’nin Çin veya İngiltere gibi silah taşımanın ağır suç olduğu bir ülke olmasıyla hayatımızın iyileşeceği bu kadar netken neden muhalefetten bir çift söz durmayız?

Türkiye’de faiz oyunlarıyla emlak zenginleri yaratıldı ve nüfusun büyük bir bölümünün ev sahibi olma hayali bile kalmadı. Muhalefet neden belediye evleri, dar gelirlilere düşük kiralı konut gibi radikal politikalarla barınma sorununu çözeceğini gösteren projeler ortaya koymaz?

Başta Ankara’daki ‘kaçak saray’ olmak üzere, kamu arazilerini yasalara rağmen işgal eden örnekleri yıkacağını söyleyerek, ‘yapanın yanına kâr kalır’ anlayışını bu ülkenin hafızasından sileceğini neden söylemez?

Türkiye’de herkesin bu sisteme bir yerden bulaştığı ve köklü değişikliklerin kendisini de etkilemesinden korktuğunu itiraf edelim. Muhalefet de bu nedenle taşları yerinden oynatmaktan çekinen ‘kolay muhalefet’ stratejisine sığınıyor. Ama unuttukları şu. Belki de bu yüzden 22 yıldır iktidar ortağı bile olamıyorlar. Ve bu düzenden mağdur olanların tarihte hiç olmadığı kadar yüksek bir sayıya ulaştığının farkında da değiller.

Yüzde 2’den korkarak yüzde 98’in oyunu alabilir misiniz?

Enerji yoksulluğu kapıda

Özgür Gürbüz-BirGün / 29 Şubat 2024

Foto: Riccardo Annandale / Unsplash
Seçimlerden sonra enerji faturalarının kabaracağına neredeyse herkes kesin gözüyle bakıyor. Enerji verimliliği konusunda Türkiye’nin önde gelen uzmanlarından Arif Künar, “Seçimden sonra enerjide devlet sübvansiyonlarının kaldırılması halinde nüfusun yarısının enerji yoksulu olduğu bir ülkeyi konuşmaya başlayacağız” diyor. Kaynak bulmakta zorlanan hükümetin, elektrik ve gaz fiyatlarında sübvansiyonları azaltacağı bunun da faturaları ikiye katlayacağı enerji sektöründeki sıkça konuşuluyor.

Aylık veya yıllık hane gelirinin yüzde 25’inden fazlasını elektrik, gaz ve su faturalarına harcıyorsanız siz de enerji yoksulu sınıfına girmiş kabul ediliyorsunuz.
Ekonomideki kötü gidişat ve enerji fiyatlarındaki yükseliş, Türkiye’de de enerji yoksulu sınıfına giren insan sayısının hızla arttığını ve büyük bir krize dönüşmek üzere olduğunu gösteriyor. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı, 2019 yılında 1 milyon 141 bin haneye elektrik tüketim desteğinde bulunmuştu. Bakanlık, bu yıl destek verilecek hane sayısının 4 milyon 53 bine çıkarılacağını açıkladı. Beş yılda dört kat artan destekler felaketin habercisi. Seçim sonrasına ötelendiği düşünülen elektrik ve gaz zamları, desteğe muhtaç hane sayısını çift haneli rakamlara taşıyabilir.

İstanbul İklim Buluşmaları başlığı altında, İstanbul Büyükşehir Belediyesi, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası ve Ülke Politikaları Vakfı’nın düzenlediği etkinlikte konuşan Arif Künar, Ankara’nın Güvenevler ve Andiçen mahallelerinde yapılan bir araştırmadan da örnekler verdi. Güvenevler’de enerji yoksulu sınıfına giren nüfusun oranı yüzde 66’ya, Andiçen’de ise yüzde 95’e varıyor. İki mahallede de ısınmaya bağlı hastalık yaşayanların oranı yüzde 15’in üstünde. Fatura borcu bulunan hanelerin oranı Güvenevler’de yüzde 17, Andiçen’de ise yüzde 23.

Beklenen zamlar yapılırsa enerji yoksulluğu artacak ve asgari ücrete mahkûm edilmiş birçok hanenin yaşamını derinden etkileyecek. Soruna kalıcı çözümler bulmak ve askıda fatura, elektrik faturası desteği gibi kısa süreli iyileştirmelerin ötesine geçmek gerek. Bina yalıtımı, elektrikli aletlerin verimlileriyle değiştirilmesi, enerji kooperatifleri gibi uzun vadeli çözüm önerilerini destekleyen kamu politikalarına ihtiyaç var. Bu sadece ailelere daha uzun vadeli bir rahatlatma sağlamaz, ülke ekonomisine ve doğal varlıkların akıllıca kullanılmasına da katkı sağlar. Yalıtımsız bir evin gaz faturasını ödemek, dibi delik bir kovaya su doldurmaya benziyor.

Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Üyesi Orhan Aytaç da aynı sempozyumda bir konuşma yaptı. Türkiye’de enerjide ithal kaynak oranının yüzde 67 olduğunu belirtti. Neredeyse tamamı ithal edilen gaz, hane halkının tükettiği bir numaralı enerji kaynağı. Onu elektrik ve kömür izliyor ki, elektriğin büyük bir bölümü de ithal gaz ve kömürden üretiliyor. 70 milyar dolarlık enerji ithalatı yapan Türkiye, jeotermalle ısıtacağı konutlara gaz hattı döşemekle övünüyor. Binalarda daha iyi bir yalıtımı zorunlu kılalım, çatılara, cephelere güneş paneli konulması isteğe bırakılmasın, kentlerde yeni binalar sıfır enerji standartlarına yakın yapılsın, otomobile ucuz kredi verenler yalıtıma, yenilenebilir enerjiye de uygun kredi versin dediğinizde ise hükümetten bu çağrılarınıza yanıt alamıyoruz.

Enerji yoksulluğu kapımıza geldi dayandı, yardımlarla döndürülemeyecek bir noktaya doğru ilerliyor. Hükümet oralı değil, enerji verimliliği ve tasarrufu konusunu nedendir bilinmez hiç sevmiyorlar. Tek amaçları daha çok santral kurup, daha fazla boru hattı döşeyip, daha fazla gaz ithal edip enerji tüketimini artırmak. Bu işten kazanç sağlayan şirketler de bunu istiyor zaten, hükümet yurttaşın derdine derman olmaktan çok çok şirketlerin kazancına destek olmayı misyon edinmiş. Belediyeler ise elini taşın altına koymaktan çekiniyor, kadro ve yetki sorunları da gözlerini korkutuyor. Müteahhitler hiç oralı değil, üzerlerinde bir baskı da hissetmiyorlar. Yurttaşlar bu konuda bir talepte bulunabileceklerini bilmiyor, yurtdışındaki ‘balık tutmayı öğreten’ örnek uygulamalardan haberdar değil. Sivil toplumun, yurttaşların ve muhalefetteki partilerin bir an önce enerji yoksulluğu konusunu gündemlerine alması ve çözüm önerilerinin hayata geçirilmesi için baskı yapması lazım. Yoksa, bindik bir alamete gidiyoz kıyamete…

Sürdürülebilir 17 hedef

Gezegenimiz tüm canlılar için giderek yaşanmaz bir hal alıyor. Birleşmiş Milletler’e (BM) üye 193 ülke, 25 Eylül 2015’te yoksulluğu sonlandırmak, gezegeni korumak ve herkesin refah içinde yaşaması için yeni Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri belirledi. Bu hedeflerin belirlenmesinden üç yıl sonra bir durum değerlendirmesi yapmak için BM Kalkınma Programı (UNDP) İklim Değişikliği ve Çevre Portföy Yöneticisi Nuri Özbağdatlı’yla konuştuk. 

Özgür Gürbüz-Magma/Ağustos 2018
 
Savaşlar, temiz içme suyuna erişim ya da iklim değişikliğinin etkileri... Gezegenin ve üzerinde yaşayan canlıların sorunları saymakla bitmiyor. Dünya nüfusunun yaklaşık yarısı hâlâ günde iki dolarla geçiniyor. Nüfusun yarısından fazlası kentlerde yaşıyor ve barınmadan trafik sıkışıklığına onlarca ortak sorunla boğuşuyor. Gezegen sadece insanlar için giderek yaşanmaz bir hal almıyor, bu dünyayı paylaştığımız diğer canlılar da zor durumda. İnsan faaliyetleri yüzünden denizlerin yüzde 40’ında kirlilik, su ürünlerinin azalması gibi sorunlar görülüyor. Birçok tür ise yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Bilinen 8 bin 300 hayvan türünün yüzde 8’inin soyu tükendi, yüzde 22’sinin de tükenmek üzere. Sürdürülebilir bir yaşamı sağlayan koşulları teker teker kaybediyoruz.

Kimi zaman akıntıya karşı kürek çekmeye benzese de birçok insan sürdürülebilir bir yaşam için ellerini taşın altına koyuyor. Dernekler, kooperatifler ve bazı şirketlerin çabalarının yanı sıra  de sürdürülebilirlik adına bir girişimi var. 25 Eylül 2015’te bir araya gelen 193 ülke, yoksulluğu sonlandırmayı, gezegeni korumayı ve herkesin refah içinde yaşaması için yeni Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri belirledi. 17 ayrı hedefin hepsinin 15 yıl sonra ulaşmayı amaçladığı farklı hedefleri var. 

1. Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri'nin belirlemesinin üzerinden neredeyse üç yıl geçti. Mevcut durumu değerlendirdiğinizde yol aldığımızı söyleyebilir miyiz?
Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerini tek başına ulaşılması gereken bir göstergeler ve rakamlar silsilesi olarak görmek yerine bir anlayış, yaklaşım ve herkesle birlikte çalışarak ortak fayda sağlayacak bir süreç olarak görüyoruz. Bu bakımdan özellikle bütüncül bakış açısının oluşması, farklılıkların bir bütün için buluşması ve herkesin sesini duyuracak bir platform olarak yapılanması açısından ilerleme kaydedildiği açık. Üç yıl içinde bu bakış açısının oluşmaya başladığını uluslararası, ulusal, yerel ölçekte farklı kurumlarda, finans mekanizmalarında, uygulama yaklaşımlarında görüyoruz. Sorunun bu bakış açısıyla tanımlanabilmesi, bütüncül çözümler oluşturmak açısından umut veriyor. Örneğin Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın 2018-2021 stratejisi 6 çözüm üzerinde şekilleniyor. Bunlar yoksullukla mücadele, katılımcı yönetişim, iklim değişikliği ve dayanıklılık, doğayla uyumlu çözümler, enerji ve toplumsal cinsiyet eşitliği. 2018-2021 yılları arasında UNDP’nin odağını belirleyen bu çözümlerin uygulanması için ayrıştırmayıp birleştiren ve herkesin dahil edildiği bir çalışma yöntemi kabul ediliyor. Önümüzdeki 12 sene içinde bu bakış açısıyla oluşturulacak çözümler ile hedeflerin hepsine ulaşmaya çalışılıyor. Artık iklim değişikliğini konuşurken doğanın hakkını, şehirleri konuşurken toplumsal cinsiyet eşitliğini, istihdamı konuşurken yerel kalkınmayı, enerji talebini konuşurken yenilenebilir enerji kooperatiflerini ve bunlar arasındaki ilişkileri somut hedeflerle ilişkilendirebiliyoruz. Özellikle bunu sadece UNDP değil, tüm BM sisteminin, BM üye devletlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, özel sektörün, şehirlerin de dahil olduğu bir platformda yapmak umudumuzu artırıyor.

2. Belirlenen 17 hedefi değerlendirdiğinizde hangilerinde daha iyi durumdayız ve hangilerinde geride kaldık?
17 hedefle ilgili durumun değerlendirilmesinde küresel, ulusal ve bölgesel ölçeklerde farklı sonuçlar görüyoruz. Örneğin hedeflerden ilki olan yoksullukla mücadelede küresel ölçekte baktığımızda 1990 yılında günlük 1.90 dolar altında bir gelirle yaşayan dünya nüfusu yüzde 35 oranında iken şu anda bu oran yüzde 10 seviyesinde. Fakat bölgesel ölçekte baktığımızda 1990 yılına göre Sahra Altı Afrika’da yoksul nüfusu artarken Güney ve Doğu Asya ile Pasifik bölgesindeki yoksul sayısı azalmış durumda. Uluslararası yoksulluk tanımına göre Türkiye’de yoksulluk bir sorun olarak ortaya çıkmıyor. Belediye hizmetleri arasında olan atık yönetimi konusunda Türkiye, en iyi 10 ülke arasında yer alırken hava kirliliği konusunda geride kalıyor. İklim değişikliği risklerine göre Avrupa’daki kıyı kentleri karşılaştırıldığında İstanbul ve İzmir 15 Avrupa kıyı kenti arasında birinci ve üçüncü en yüksek risk taşıyan şehirler olarak değerlendiriliyor. Korunan alanların yüzdesine baktığımızda dünyada yüzde 14 olan ortalama değerin çok altında Türkiye. 16. Hedefe baktığımızda 2017 ortasında toplam mülteci sayısı 18,5 milyon kişi ve bu kişilerin 6 milyonu Suriye’den. Suriyelilerin yarısından çoğu ise Türkiye’de yaşıyor. Sonuç olarak her hedefte eksikler var. Öte yandan ilerleme de görülüyor. Bu hedeflerin ülke ölçeğinde rakamlarla karşılaştırmalı olarak değerlendirilmesi bir yana, bireylerin kendi yaşamlarında karşılaştıkları sorunlar ve toplumsal olarak oluşturdukları çözümler ayrı bir önem taşıyor. Eğer bir şehirde iklim değişikliği sorunu çözülürken doğal alanlar kayboluyorsa, ya da kadına karşı şiddet devam ediyorsa sürdürülebilirlik hedeflerine ulaşmış olamayız. Bu nedenle hedeflerin izlenip değerlendirilmesi önemli fakat bütüncül çözümler bireyler tarafından uygulanmadıkça ilerleyemeyiz.

3. Bu hedeflere ulaşırsak bizi nasıl bir dünya bekliyor?
Bu hedefler ile 2030 yılında dünyada barış, adalet, refah ve sağlığın herkes tarafından yaşandığı, doğayla uyumlu ve ayrımcılığın olmadığı bir yaşam biçimi hayal ediliyor. Fakat her ülkenin her şehrin her bireyin sorunları ve önem sırası farklı. Sorunların iç içe olduğu ve birbirini tetiklediği bir durumda çözümlerin de birlikte ve herkes için oluşturulması önem taşıyor. Bizi bekleyen dünya için herkesin bir talebi ve bunun için bir çözüm önerisi var. Bu farklı taleplerin ayrıştırmayıp birleştiren ve farklılıklar arasında tahakküm oluşturmayan bir şekilde gerçekleşmesi için BM’ye üye tüm ülkelerle oluşturulan ve uygulamada katılımcı olan bu hedefler elimizdeki en iyi seçenek.

4. Türkiye bu hedeflerin gerçekleştirilmesi açısından kilit bir ülke mi? Bizim rolümüz ya da üzerimize düşen nedir?
Türkiye her ülke kadar kilit bir ülke. Sosyal, politik, ekonomik, çevresel göstergeler ile bakıldığında Türkiye’ye benzerlikleri olan ülkeler de bulunuyor. Bu ülkelerin bazıları Türkiye’yi rol model olarak görüyor. Hedefler kapsamında küresel ölçekte baktığımızda bazı ülkelerin yaşadığı tecrübelerden ders almak, aynı hataların yapılmasını engelleyebilir. Türkiye’nin çok önemli bir biyolojik çeşitliliği var. Binlerce yıllık bir tarihi ve kültürel zenginliği var. Ülkeler ve toplumlar arasında bir köprü görevi görüyor. Bu köprü fonksiyonu deprem fay hattından mültecilerin geçiş rotasına, kuş göç yollarından enerji hatlarına kadar uzanan farklı konularda hem avantaj hem dezavantaj oluşturuyor. Türkiye’nin toy kuşunu bilmek, ata tohumlarını bilmek, masallarını bilmek, Çatalhöyük gibi tarihi değerlerini bilmek ve bu bilgiyle geleceğe yönelik sürdürülebilir kalkınma hedeflerine katkı koymak yapabileceğimiz en özgün iş olabilir.  

5. Hedeflerin gerçekleşmesinin önündeki engelleri teknolojik veya ekonomik zorluklar şeklinde tanımlayabilir miyiz yoksa sorun sadece politikalarla mı ilgili? Çözüm için neye odaklanmalıyız?
Her sorunun teknolojik, ekonomik, politik, kültürel birçok nedeni var. Bu nedenlerden oluşan sorun yumağını çözmek için bütüncül bakış açısı büyük önem taşıyor. Bütüncül çözümler için iş birliklerine, toplumsal faydaya, dayanışmaya, yenilikçiliğe ve katılımcılığa ihtiyacımız var. Sanat, bilim, kültür, yerel yaklaşımlar bazen daha kolay ve etkili çözümler oluşturabilir. Sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin sihri hiç kimseyi geride bırakmayarak ilerlemekte. Çözüm için bütüncüllüğe odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum.

***
Ayrıntılı bilgi için BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri: https://bit.ly/2yW4iCz

Hedeflerden örnekler

Hedef 2: Açlığa son
Gıda ve tarımda sistematik bir değişikliğe gitmezsek 815 milyonu bulan aç insanı beslememiz mümkün değil. 2050’de bu sayıya eklenecek 2 milyarı da aynı tehlike bekliyor. Hedef, 2030’a kadar dünyada aç insan kalmaması ve tarımsal üretim ve küçük ölçekli çiftçilerin gelirlerini iki kat artırmak.

Hedef 3: Sağlıklı bireyler
Her yıl altı milyondan fazla çocuk beş yaşına gelmeden ölüyor. Yoksul çocukların altı yaşını görmeden ölme olasılığı zenginlere göre iki kat fazla. 2030 yılına gelindiğinde beş yaş altı çocuk ölümlerini binde 25’e düşürülmesi amaçlanıyor.

Hedef 15: Karasal Yaşam
70 milyonu yerli halklar olmak üzere dünyada yaklaşık 1 milyar 600 milyon insanın yaşamı ormanlara bağlı. Ormanlar, karada yaşayan hayvan, bitki ve böceklerin yüzde 80’ine de ev sahipliği yapıyor. 15. hedefin amaçlarından biri de 2020’ye kadar biyoçeşitlilik kaybının durdurulması ve tehdit altındaki türlerin yok olmasının önüne geçilmesi.

Yoksulluğun fotoğrafı

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Kasım 2014

Bu ülkede mutluluğun resmini yapabildik mi bilmiyorum ama yoksulluğun fotoğrafını çektik. Hem de yaratılan yalan dünyayı koruma gayretleri, medyada doruğa çıkmış olmasına rağmen.

İçlerinde Birgün’ün de olduğu birkaçı dışında diğer gazeteler hükümetin kontrolü altında. Televizyonlar, internet siteleri ve radyolar da öyle. Twitter dahil, sosyal medyada bile sansür ve manipülasyon işbaşında. Muhalefet, medyanın gücünü küçümsemenin ve elini taşın altına koymamanın bedelini ağır ödüyor. Bir avuç gazeteci yıllardır söylüyorduk ama Gezi’ye kadar kimse o bir avuç gazeteciye inanmadı. Tüm bu baskı ve kontrole rağmen Ermenek’te oğlunu yitiren Recep Gökçe’nin fotoğrafını tüm Türkiye gördü. Soma’da ölen işçileri, asansör faciasında yitirilen canları bültenlerine, sayfalarına almak zorunda kaldılar. Malum medyanın değiştiğinden değil, ölümlerin ardı arkası kesilmediğinden. Mızrak çuvala sığamaz halde artık.

Bu ülkede onlarca gazete ve ekonomi sayfası var. Hangi sıradan günde, Recep Gökçelerin dertlerinin haber olduğunu gördünüz? Hangisi Torun Center’daki asansör kazasında ölen Hıdır Ali Genç’in ailesinin şirket aleyhine açtığı 1,5 milyon TL’lik davayı sonuna kadar takip edecek. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi verilerine göre AKP’nin 12 yılında en az 14 bin 455 işçi yaşamını yitirmiş. Kaç tanesinin haberini okudunuz, ölümlerden sorumlu şirketlerden kaç tanesinin adı o sayfalarda yazıldı? Gazeteleri siz alıyorsunuz ama onlar reklam verenlerin haberlerini yapıyorlar. O sayfalarda ölen işçilerin dertleri değil, sorumluların başarı öyküleri yer alıyor. Varsılların hikayelerini her gün okuyorsunuz ama yoksulların haberleri sadece kara günlerde yayınlanıyor. Sizce ekonomi sadece varsıllarla, parası çok olanlarla mı ilgilenir? Ekonomi kanallarına dikkatle bakın, anlattıkları hep parası olanın nasıl daha çok para kazanacağıdır. Borsa, altın ve döviz fiyatlarından bahsedince, falanca şirket filanca miktar yatırım yaptı deyince ekonomi haberciliği yapmış olur muyuz? Asgari ücret, sendikal haklar, iş güvenliği ve sosyal güvenceler ekonomi programlarında konuşulmayacak da nerede konuşulacak? Evlilik programlarında mı?

Bağımsız medya işte bu yüzden önemli. Dünyanın en büyük 17. ekonomisi diye masallar anlatılan Türkiye’de Recep Gökçe’nin fotoğrafını gördüğünüzde şaşırmamamız için bağımsız medya var. Kömür madenlerinde, o şartlarda ekmek parasına çıkaranlar olduğunu kaza olmadan önce duymamız için var. Ülkede hükümet eliyle yaratılan büyüme tanrısını mutlu etmek için her gün işçiler, köylüler kurban edilmesin diye bu inat.

Bizlere düşen, gözümüze pembe gözlükleri takmak isteyenlere değil, gerçekleri anlatanlara destek olmak. Keyfimiz kaçsa da, haberler canımızı sıksa da, aldığımız gazetede renkli fotoğraflar, son dakika haberleri olmasa da, inatla bağımsız medyaya destek olmalıyız. Türkiye’deki 10 bin kişinin şatafatlı hayatını değil milyonların derdini anlatan televizyon kanallarına bakmalıyız. Görüntü kalitesi, spikerin acemiliği beklentilerimiz karşılamasa da sabretmeliyiz. Elinizde tuttuğunuz şu gazete en iyi örnek. 5 binlerden 26 binlere yükselen tirajı, değişen baskı kalitesi ve sayfa düzeniyle Birgün bugün medyanın yüz aklarından biri. O beş bin okur, ellerine bulaşan mürekkep, imla hataları ve yetersiz habercilik yüzünden Birgün’den vazgeçseydi, bugün daha az kişi yolsuzluklardan haberdar olacak, tapeleri okuyacaktı. 

Çağrım sadece okuyuculara, izleyicilere değil. Mesleğe yeni adım atan gençlere de sesleniyorum. Size gazeteciliği, gücü elinde tutanlara mikrofon tutmak, bildik soruları sormak diye anlatanlara inanmayın. Gazetecilik, ayakkabı alacak parası olmayanları oğlunun cenazesinde görmeden önce yazmaktır. Gerçekleri herkes kabullendikten sonra yazmak kolay ama asıl gazetecilik gerçeği kimsenin duymak istemediği zamanda yazmaktır. Bugüne kadar nasıl yaşıyorsak bundan sonra da öyle yaşayamayız. Biz değişmeden hiçbir şey değişmeyecek. Böyle gelecek bahar.

Yolsuzluk ve yoksulluk

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Aralık 2013

İstanbul’da Göztepe’yi bilen pazar köprüsünü de bilir. Köprü, Göztepe’yi ikiye bölen demiryolunun üstünden geçer, kestirme bir yol gibidir. Küçük ama onlarca merdiveni olan bir köprüdür. Çocukluğumda köprünün bir ucuna pazar kurulurdu. Annem pazara gider, alışverişi bitmeye yakın ben de köprünün altında onu beklerdim. Ağzına kadar dolu pazar çantasını köprüden geçirip eve kadar götürmek benim işimdi.

Yine bir pazar günüydü. Annem pazarın sonuna yetişmişti. Onu beklemeye gittiğimde pazar toplanmış, belediye temizliğe başlamıştı. Tam karşımda, yolun öte tarafında 10-12 yaşlarında bir kız çocuğu belirdi. Annesi pazar tezgahlarının arkasına saklanmış gibiydi. Eliyle kızına bir yeri işaret ettiğini gördüm. Pardösüsü eskimiş, kollarının uçlarında yırtıklar vardı. Yırtıkları takip ederek parmaklarına, daha sonra da parmaklarının gösterdiği yere baktım. Kızı da aynı yere bakıyordu. Boşalmış tezgahların altında duran ezilmiş meyveleri gösteriyordu. Herhalde elmaydılar. Annesi durmadan bir şeyler söylüyordu ama ben çok azını duyuyordum. “Al” dedi, “alsana” dedi. Kız önce elmalara sonra bana baktı. Göz göze geldik. Hemen bakışlarımı bir başka yere çevirdim. İlgilenmiyormuş gibi yaptım. Tezgahları kendisine siper almış annesinin söylediklerini seçemesem de sesini hala duyuyordum. Donup kaldım. Kızı da benim gibi donup kalmıştı. Bir anda çöpçüler belirdi. Sanki saatlerdir oradaydık. Çöpçüler pazardan arta kalan, tezgahtan düşen, yere atılan ne varsa metal kovalarına doldurdular.

Annesi söyleniyordu, kız ise başını önüne eğdi. Giderken arkalarından baktım. Çok canım yandı, yüreğim sızlıyordu.

Utancın ne demek olduğunu o gün orada, o eski pazar köprüsünün ayağının altında anladım. Annesi yoksulluğundan, kız benden, bense varlığımdan utandım. Pazarda kalanları toplamalarının sorumlusu ben miydim? Hiç sanmıyorum. Paramızın olduğu kadar olmadığı günleri de hatırlarım. Başka birileriydi o tablonun sorumlusu, dünyada herkese yetecek elma vardı ama birileri başkasının payını alıyordu.

O ana ve kızın çalışacak işleri, aç kaldıklarında devletin onlara verecek iki kuruş parası yoksa, bilin ki yokluktan değil, haksız kazançtan, yolsuzluktandır. Birileri devletin arsasını ucuza kapatıp, aslında halkın olanı cebine attıkları içindir. Herkese beşe sattıklarını devlete 10’a vermeleri yüzündendir. O ana ile kızı yerdeki elmaya muhtaç bırakan torpille işe girenler, zengine gelince var, yoksula gelince yok diyenlerdir.

Ve sizler; yolsuzlukları soruşturmak yerine kefen giyip adalete meydan okuyanlar. Mahkemelerin önünü açacağına elini kolunu bağlayanlar. Saadet zincirine bir yerinden dahil olup sesini çıkarmayanlar. Korktukları, koltukları için yazamayanlar. Duayla, dinle, vaazla harama övgü düzenler. Bedduayla işin içinden çıkmaya çalışanlar. Gözlerini kör, kulaklarını sağır edenler, bilin ki bugün bu ülkede aç yatanların hesabı sizden sorulur. Bayramlarda zekat vermekle, kurban kesip bağış yapmakla bu günah affolunmaz çünkü sistem değişmezse açlık kalıcıdır. Bir günlük karın doyurmayla bir yıl tok gezilmez.

Sözüm kefen meraklılarına, havalimanı şakşakçılarına. Hak etmediğiniz her kuruş, pazardaki ana-kızın boğazına gitmesi gereken lokmadır. Bu bir iktidar mücadelesi değil, adalet ve vicdan muhasebesidir. Bu ülkenin kimseyi pazardaki artıklara muhtaç etmeyecek kadar zengin olduğunu bilin. Bırakın yolsuzlukların üstüne gidilsin. Bırakın bu ülkede analar, babalar ve çocuklar açlık utancını yaşamasın, aç bırakanlar utansın.