Çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çocuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Erdoğan’ın çok çocuk talebine ‘toprak ana’dan itiraz var

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Haziran 2016

Recep Tayyip Erdoğan doğum kontrolünü sevmeyebilir. Bunun pek önemi yok, diğer düşünceleri gibi uç bir noktada duruyor. Müslüman ya da değil herkesin bilmesi gerekense şu: Türkiye’nin doğası önerilen çok çocuklu, genç nüfuslu bir ülkenin ihtiyacını karşılayacak doğal varlık kapasitesine sahip değil. Özellikle de Erdoğan ve partisi AKP’nin, doğal varlıkları sürekli yıprattığı mevcut politikalar değiştirilmezse risk artacak. Zorlanmış bir nüfus artışı, Türkiye’nin giderek yıpranmış doğasının üretme ve kendini yenileme kapasitesini çok daha fazla baskı altına almak, doğacak çocuklara karabasan gibi bir ülke bırakabilir. Erdoğan çocuk istiyor ama annelerin annesi toprak ana “hayır” diyor.

TÜİK’in yaptığı tahminlere göre Türkiye nüfusu 2050 yılında 93 milyonu bulacak ama o tarihten sonra düşecek. Erdoğan’ın dillendirdiği gibi çok çocuk teşvik edilir, nüfus artışı körüklenirse, artan nüfusun ihtiyaç duyacağı su ve gıda gibi ihtiyaçları karşılamak zorlaşacak.

En temel ihtiyaçtan, sudan örnek verelim. Türkiye’nin net kullanılabilir tatlı su kaynağı, DSİ verilerine göre, yılda 112 milyar metreküp. 2015 sonu nüfusumuz 78 milyon 741 bin. Yani, kişi başına düşen tatlı su miktarı yılda 1422 metreküp. Nüfusumuz tahmin edildiği gibi 93 milyon olursa ne olacak? Kişi başına düşen tatlı su miktarı 1100 metrekübe kadar gerileyecek. Nüfus arttıkça su kaynaklarının kirleneceğini de düşünürseniz, bu rakam bir ülkenin su fakiri kabul edildiği 1000 metreküp seviyesine gerileyecek. Türkiye su fakiri bir ülke olacak. Daha çok çocuk yapıp nüfusu 100 milyonlara doğru götürürsek, felaketimizi de hazırlamış oluruz. Su olmazsa hastalıkların artacağını, yaşam kalitesinin düşeceğini, ekonominin zorlanacağını hatırlatalım.

Nüfus artışıyla büyüyecek ikinci bir dert de hava kirliliği. Su gibi temiz hava da insan yaşamının olmazsa olmazı. Türkiye’de 81 ilin 62’sinde hava kirliliği değerleri, Avrupa Birliği’nin sınır değerinin üzerinde (KaraRapor, Temiz Hava Hakkı Platformu). Hava kirliliğini körükleyen üç faktör var: Çarpık kentleşme, ulaşım ve kömürlü termik santraller. Mevcut hükümetin planları bu üç konuda da iyileşme önermiyor. Daha büyük ve çarpık kentler kurmaya devam ediliyor. Türkiye’nin nüfusu rant uğruna iki üç şehire sıkıştırıldı. Koskoca ülkede nüfusun beşte biri İstanbul’da. Toplu taşıma da ihmal ediliyor. İstanbul Boğazı’nın üzerine üç karayolu köprüsü yapıldı ama iki yakayı birbirine bağlayan tren hattı bir tane. Türkiye’nin üçüncü büyük kenti İzmir’e İstanbul’dan tren yok; Ankara’dan giden trense otobüsten yavaş. Herkese otomobil aldırmak için otoyol, duble yol, köprü ve geçitlere paralar akıtılıyor. Ulaşım karayoluna ve otomobile endekslendikçe hava kirliliği artıyor.

Enerjide de temiz kaynaklara değil kömüre teşvik veren yasalar çıkarılıyor. Kömürlü termik santrallere çevre muafiyeti getiren kanun geçen hafta Meclis’ten geçti. Özelleştirilen santrallerin sahipleri filtre bile çalıştırmadan kömür yakacak. Bu da hava kirliliği artışının, tarım alanları ve ormanların asit yağmurlarıyla yok edilmesinin yolunu açacak. Çok çocuk doğurun diye herkesin özel hayatına karışanlar ne yapacak? Doğumhane kapısında her yeni doğan bebeğe nazar boncuğu yerine gaz maskesi mi takacak?

Çok çocuk dayatmasıyla büyüyecek sorunlar sadece su ve hava kirliliğiyle sınırlı değil. Türkiye halihazırda ekolojik kapasitesinin fazlasını tüketiyor. Türkiye, mevcut doğal kaynaklarının bir yıl içinde kendisine sunabileceği miktarın 1,5 katını tüketiyor (WWF-Türkiye - Türkiye’nin EkolojikAyak İziRaporu). Yani, cepten yiyor. Doğasını, kendini yenileme kapasitesinin üstünde kullanıyor. Nüfus artışı nedeniyle artacak talebi karşılamak için daha fazla ürün üretmek, bunun için de sanayinin daha fazla hammadde kullanması gerekecek. Bu da doğaya verilen kalıcı hasarı arttıracak. Halbuki her şeyin sınırı var; doğanın da, size sunduğu hizmetlerin de. Aradığınız kaynakları başka ülkelerden bulmak da zor çünkü tüm dünyada durum aynı. Gelişmiş ülkelerle gelişenler arasında dengesizlik olsa da şu anda ortalama 1,5 gezegenin sunabileceği kaynağı tüketerek yaşıyoruz. Ormanların azalması, gıda üretiminin zorlaşması, sınırlı madenler için talanın ve doğa üzerindeki baskının artması hep bu yüzden. Nüfus artışı da kimseye yardımcı olmuyor. Yangına körük misali…

Ne zaman çevre konusunda bu uyarıları yapsak çok zeki bir arkadaş çıkıp, “önce gelişelim sonra gelişmiş ülkeler gibi soruna çözüm ararız” der. Bu saçmalığı dinleyerek geçti ömrümüz. Şimdi o zeki arkadaşlardan, “önce çoğalalım, sonra azalırız” tadında, benzer bir yanıt bekliyorum. Pratikleri de var hani. Durup dururken çıkardıkları savaşlarla her gün onlarca insanı toprağa vermiyor muyuz? Olan doğurduğunuz çocuklara olacak, yazıktır.

Nükleer santraller ve lösemi

Kaza ve sızıntı yapmasalar bile nükleer santrallerin yakın çevresinde yaşayanlarda kansere yakalanma riskinin daha yüksek olduğunu gösteren önemli çalışmalar var. Bunlardan belki de en bilineni, “KIKK Araştırması” adıyla anılan ve Almanya Radyasyondan Korunma Dairesi’nin başlattığı çalışma. Almanya’daki 16 nükleer reaktörü kapsayan araştırmada, nükleer santrallere beş kilometreden yakın bir mesafede yaşayan ve beş yaşayan küçük çocuklarda rastlanan kanser sayısı, nükleer santralden uzakta yaşayan aynı yaş grubundaki çocuklarla kıyaslanıyor. 1980-2003 yılları arasındaki veriler kıyaslanınca, nükleer santralden uzakta oturan çocuklarda lösemiye daha az rastlandığı ortaya çıkıyor. Dr. Alfred Körblein’in yürüttüğü bu çalışma 2007’de gözden geçirildi ama santrallerin kanser etkisini gösterecek veriler değişmedi. Nükleer santrale beş kilometre çapında bir mesafede yaşayan, beş yaşın altındaki çocukların kansere yakalanma olasılığı beklenenden 1,6 kat; lösemiye yakalanma olasılığı ise nükleerden uzak duran çocuklara oranla 2,2 kat daha fazlaydı. Buna rağmen, araştırmayla ilgili tartışmalar bitmedi.(Körblein daha önce Türkiye'ye de gelmiş ve araştırmasının sonuçlarını açıklamıştı. O konuda yazdığım haber için lütfen tıklayınız)

The Ecologist dergisinde yayımlanan yeni bir makale, KIKK Araştırması’nda çıkan sonuçları açıklayacak nitelikte. Dr. Ian Fairlie tarafından kaleme alınan ve 29 Eylül 2014’te yayımlanan makalede, nükleer santrallerin yakıt değişimi sırasında normal çalışma süresindeki radyasyonun 500 katını çevreye bıraktığı belirtiliyor. 12 saat boyunca radyoaktif emisyonların tepe noktasına çıktığını belirten Fairlie, çocuklarda görülen löseminin kaynağının yakıt değişimi sırasında ortaya çıkan yüksek radyasyon olabileceğine dikkat çekiyor. Nükleer reaktörlerde yakıt değişimi 1 veya 1,5 yılda bir yapılıyor. Bu sırada da santrallerden etrafa yayılan rutin radyasyon en yüksek miktarlara ulaşıyor. Dr. Fairlie, nükleer santral yakınında yaşayan çocuklarda daha sık lösemiye rastlanmasının sebebi bu olabilir mi sorusuna, “Evet, olabilir” yanıtını veriyor. Fairlie, “Nükleer santrale yakın ve oradan esen rüzgarların yolu üzerinde oturanlar, yakıt değişimi sırasında yıl boyunca aldıkları rutin radyasyon seviyelerinin 20 ila 100 katı radyasyona maruz kalıyorlar” diyor. Makalede, yakıt değişimi yapacak nükleer santrallerin bu sırada bölge halkını uyarması gerektiği ve yakıt değişiminin rüzgarların radyoaktif emisyonları okyanusa doğru taşıyacağı zamanlarda yapılması gerektiği de yazılı.

The Ecologist'teki makaleye ulaşmak için lütfen tıklayınız: