Çimento cenneti Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Eylül 2018

Dünyada çimento üretimi, iklimi değiştiren küresel seragazı emisyonlarının yüzde 8’inden sorumlu (2015). Bütün çimento fabrikalarını bir bayrak altında toplasak, Çimento Cumhuriyeti, Çin ve ABD’den sonra atmosfere en çok seragazı bırakan üçüncü ülke olurdu. Chatham House’un düşük karbonlu çimento ve beton üretimini mercek altına alan raporu durumu böyle özetliyor.

Dünyanın başına bela olan çimento kaynaklı emisyonların azalmasında Türkiye’nin sorumluluğu da büyük çünkü Türkiye, dünyanın en büyük beş üreticisi arasında. İhracatta ise dünya üçüncüsü; ürettiği çimentonun yaklaşık 8 milyon tonunu ihraç ediyor. Dünya üçüncülüğüne rağmen ithalattan gelen para ise 2017’de 531 milyon dolar.

Türkiye’nin sattığı çimentonun en büyük alıcısı Suriye, onu ABD ve İsrail izliyor. Ne kadar “düşmanca” tavır sergilediğimiz ülke varsa onlara çimento sattığımıızı da belirtelim. ABD’yi boykot etmek için Washington portakalı kesmeyi düşünenler varsa, çimento ihracatını kesmek daha iyi bir seçenek olabilir. ABD’yi betonsuz bırakabilir, medeniyetten uzaklaştırabiliriz...

Üretiminde oldukça fazla enerji harcanan çimento hammaddesi klinkeri de üretip ihraç ediyoruz. Yılda 5 mlyon ton klinker ihraç eden Türkiye, çevre konusundaki duyarsızlığından dolayı dağını, taşını gemilere koyup 90 farklı ülkeye gönderebiliyor. Şirketlerin kasasına girenin 531 milyon dolar olduğunu düşünürsek ülkenin kasasına kalanın kaybedilen doğaya ve iklim krizini desteklemeye değer olup olmadığını oturup düşünmekte fayda var. Brezilya, Kanada, Gana ve Haiti gibi ülkelerin neden bu üretimi kendi ülkelerinde yapmayıp bizden satın almayı tercih ettiğini iyi düşünmeliyiz.

Çimento sektörü de aynı kömür santralları gibi, Türkiye’nin bir iklim hedefi olmamasından, Paris Anlaşması’nı onaylamamasından faydalanıyor. Çimento fabrikaları ülkenin ihtiyacından fazlasını üretiyor. Türkiye çimento fabrikaları için bir cennete dönmüş. Her yer fabrika, bütün tepeler taş ocağı olmuş. Dünyada üretimde ilk sıralarda olunmasına rağmen kapasite kullanımının 2017’de yüzde 62’de kaldığını da hatırlatalım. Enerjide yüzde 75’lere varan dışa bağımlılığı, çimento sektörünün çevreye verdiği zararı düşünmeden Türkiye’yi, dünyanın çimento üreticisi yapmak nasıl bir planlama veya öngörünün sonucu, anlamak mümkün değil.

İçinde bulunduğumuz iklim krizinin ne kadar ciddi olduğunu artık erik büyüklüğündeki dolulardan, sellerden biliyoruz. Onu durdrumak için de her sektörün kendini karbonsuzlaştırması yani üretim süreçlerinden petrol, kömür ve doğalgazı çıkarmaları gerekiyor. Çimento gibi enerji yoğun bir sektörün hiçbir şey yapmaması da beklenemez. Türkiye’de çimento sektörünün büyüklüğüne bakarsak, iklim konusunda  başımızı sadece kuma değil betona da gömdüğümüzü söyleyebiliriz.

Sadece, “çimento kötüdür” demek yeterli değil, çözümü de konuşalım. Türkiye’nin ihracatı değil ihtiyacı düşünerek çimento üretmesi, inşaat sektöründe yeniden kullanımı artırması, gereksiz çimento kullanımının önüne geçmesi, üretimin de iklime daha az zarar verecek şekilde yapılmasını sağlayacak kuralların hayata geçirmesi gerek. Mikro çözümler de önerilebilir. Apartmanların etrafını duvarlarla çevirmek yerine çalılar dikmeli, her boş gördüğümüz yere beton dökmekten vazgeçmeliyiz.

Üretim sürecinde emisyonların azaltılamsında ise anahtar kelime “klinker”. Klinker çimentonun ham maddesi ve çimento kaynaklı emisyonların yarısından sorumlu. Klinker yerine alternatif hammaddeler kullanılabilir, enerji kaynağı seçiminde de fosil yakıtlardan kaçınılabilir. Dünyada örnekleri var. İnşaat sektöründe yaşanan kriz tüm bu politikaları hayata geçirmek için bir fırsat yaratıyor. Hazır işler durmuşken iş yapış tarzımızı değiştirelim. Radikal önlemler almaktan değil, iklim krizinden korkmalıyız.

Balık az mazot pahalı*

Dolar kuru nedeniyle artan mazot fiyatları balıkçıyı da vurdu. Balık sezonu durgun başladı.

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2018

Trol gemileri-Foto: O. Gurbuz
Geçen hafta WWF-Türkiye’nin küçük ölçekli balıkçılığı yaşatmak için bir yıldır sürdürdüğü çalışmaları yerinde izlemek üzere Foça’daydım. Düzenlenen çalıştayda, bakanlık temsilcileri, altı ayrı üniversiteden akademisyenler ve balıkçıların sorunlarını ve çözüm önerilerini dinleme şansım oldu. Foça Belediyesi’nin düzenlediği Kültür, Sanat ve Balıkçılık Festivali kapsamında düzenlenen bir başka panelde de Mersin (Erdemli), Antalya (Kaş) ve İzmir’den gelen balıkçıları dinledim. Dertleri çok; anlatmak, gündeme getirmek de bize düşüyor.

Sayıları 14 bini bulan küçük balıkçıların iki büyük sorunu var. Birisi, “şebeke” denen, yasaya, doğaya aldırış etmeden kaçak avcılık yapan balıkçılar. Cuma günü BirGün’de, “Denizde şebeke var” başlığıyla haberleştirdik. Okumadıysanız lütfen okuyun. Öyle bir şebekeden bahsediyoruz ki, sahil güvenliğin botunu takip etmek için limanı gören yerde ev tuttukları, içine diğer teknelere haber vermesi için adam koydurttukları bile söyleniyor.

Bakanlık durumu biliyor ama yaptırımlar yetersiz. Yasadışı avcılık yapan tekneyi yakalasa bile ceza kesip bırakıyor, tekne sahibi akşama kalmadan yeniden denize açılıyor. Yakalanan teknelerin imhası için yasal değişiklik hazır. Bu madde yasalaşırsa herkes etkili olacağından emin ancak daha önceki iki değişiklik taslağı geri dönmüş. Gizli bir güç, yasaya uyup, emeğiyle para kazanmaya ve aynı zamanda denizleri korumaya çalışan balıkçıyı rahatlatacak bu değişikliği istemiyor sanki. Tarım ve Orman Bakanlığı üstüne giderse önemli bir sorun ortadan kalkacak, biz bir kez daha yazıp ortak aklın isteğini iletelim.

İkinci sorun ise mazot fiyatları. Dolarla birlikte artmış. Sadece mazot mu? Kasa fiyatı, tekneden çalışan işçilerin ücreti… Foça Limanı’na gittiğinizde sezonun yeni başlamasına rağmen denize açılmamış onlarca tekne görüyorsunuz. Tekne sayısının çok, balığın az olduğunu söyleyen 35 yıllık balıkçı Latif Turgut Tekin, bir teknenin günlük mazot maliyetinin 2-3 bin lira arasında olduğuna dikkat çekiyor.

Balık halinde fiyatlar el yakıyor
Burçin Tekin-Foto: O. Gurbuz
Fotoğrafın tamamını görmek için Foça Balık Hali’ne de gittim. Balıkçı Burçin Tekin, bir ay önce 18 TL’ye aldığı balığı 26-28 TL’ya aldığından yakınıyor. Yemlerin ithal olması nedeniyle çiftlik balıklarının bile fiyatları artmış. Misafirlerine balık almaya çalışan Tuba Urhan da, “Bir hafta önce deniz levreğini 35 TL’ye aldım şimdi 50 TL. Fiyat böyle olunca ne yapacağımı şaşırdım” diye yakınıyor. İş sadece yem, mazot gibi maliyet kalemlerindeki artışla da bitmiyor. Balıkçının kilosu 20 TL’den sattığı barbun, aracılardan sonra tezgaha 50 TL’den çıkıyor. Küçük balıkçı, kendi ürününü satmanın yollarını arıyor.

Balık sezonu Foça’da açıldığı gibi kapanmışa benziyor. Balık fiyatları artmadıkça teknelerin denize açılması zor. Fiyatlar artarsa da alıcı bulmak iyice zorlaşacak. Görüldüğü üzere ekonomik krizin denize yansıması da farklı değil. Dalgalar üstümüze üstümüze geliyor. 

* Gazetedeki iki konulu yazının ilk konusu

Çöp toplamak iyi mi kötü mü?*

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2018

İki gün önce Türkiye’de binlerce insan çöp topladı. Çöp toplama meselesi yıllardır tartışılır. İnsanların zaman ayırıp çöp toplaması, durumun vahametini görmesi elbette kötü değil. Sorun, çevreciliğin, çözümün bu tip eylemlerden geçtiği fikrinin yayılmasında. Yanıbaşındaki termik santrala itiraz etmeyen ama çöp toplayan çevrecileri yaratmak için az uğraşmıyor devletler. Atıklar gibi kangrene dönmüş sistemsel bir sorunu çöp toplayarak değil, çöp üretmeyerek, üretileni geri dönüştürerek çözebilirsiniz. Plastik şişe, karton kutu gibi ürünleri üreten şirketlere bunları geri toplamaları için depozito koymalarını sağlayamazsanız, onlar üretir, birileri atar ve siz de toplamaya devam edersiniz. Bizim her zaman balık tutmayı öğretmemiz gerek, çöp toplamanın “pansuman tedbir” olduğunu unutmayalım.

Avrupa’da belediye atıklarının geri dönüşümünde en başarılı ülke Almanya. Dünya lideri de desek abartmış olmayız. Almanya’da atıkların yüzde 64’ü ya kompost tesislerine gidiyor ya da geri dönüştürülüyor. Türkiye’de bu oran yüzde 10. Başarının ardında depozito uygulaması gibi katı kurallar yatıyor. Almanya’da camdan, pet şişeye aldığınız her ürün için depozito ödüyorsunuz. Hem de öyle birkaç kuruş değil; 25 avro sentten (yaklaşık 2 TL) bahsediyoruz. Kimse bir pet şişe su içip iki lirasını çöpe atmak istemiyor. Atan olursa da onları toplayıp para kazanalar, yere düşmeden bu atıkları topluyor.

Madem ülkede seferberlik ilan edip, herkesi çöp toplamaya çağıracak kadar kritik bir durumdayız, hükümetin elini kim tutuyor? Her türlü ambalaja depozito eklensin, doğaya bırakılan çöp miktarının ne kadar azaldığını birlikte izleyelim. Yetmedi mi? Sokağa çöp atana, atığını ayırmayana ceza kesilsin. Yurt dışındaki iyi örneklerin hepsinde bunlar var. Sadece bilinçlendirmeyle sorun çözülseydi, İngiltere, Fransa gibi çevre duyarlılığının bizden önce başladığı yerlerde böyle cezalar uygulanmaz, sadece çöp toplama etkinliğiyle sorunu çözülürdü. Öyle olmuyor, devlet doğayı korumakla görevli ve bunun için ne gerekiyorsa yapmalı. Çevrecilerin görevi de çöpleri toplamak değil, ürettirmemek, attırmamak olmalı. Hadi, hemen depozito uygulamasına geçelim. Şirketlerin değil doğanın isteğini hayata geçirelim.

* Gazetedeki iki konulu yazının ikinci konusu.

Denizde ‘şebeke’ sorunu var

Denetim ve cezaların yeterli olmaması nedeniyle son yıllarda sayıları giderek artan ve adına “şebeke” denen yasadışı ve kaçak avcılar, işi yasalara uygun yapmak isteyen balıkçılara deniz bırakmadı. 

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Eylül 2018
Artan mazot fiyatı, azalan balık sayısı nedeniyle zor günler yaşayan küçük ölçekli balıkçılar, denizde bir de “şebeke” sorunuyla karşı karşıya. Sayıları giderek artan kaçak ve yasadışı avcılık yapan teknelere verilen bu ad, kayıtlı iş yapan, balık neslinin tükenmemesi için yasaklara uyan balıkçıların adeta kâbusu oldu. Yaptırım ve denetimlerin yeterli olmamasından faydalanan şebeke tekneleri ise hem deniz canlılarının neslini hem de balıkçılık sektörünün geleceğini tehdit ediyor.

10 yılda yol alınamadı
Foça-Foto: O.Gurbuz
WWF-Türkiye tarafından Foça’da düzenlenen, “Küçük Ölçekli Balıkçılığın Bugünü ve Yarını” adlı çalıştayda, Tarım ve Orman Bakanlığı yetkilileri, balıkçılar, akademisyenler ve Erdemli, Foça, Güzelbahçe ile Kaş’tan gelen su ürünleri kooperatiflerinin yöneticileri güncel sorunları tartıştı. 12 metreden küçük tekneleriyle, Türkiye’nin balıkçılık filosunun yüzde 90’ınıoluşturan küçük ölçekli balıkçılar, artan mazot fiyatı ve yasadışı avcılık nedeniyle zor durumda olduklarını söyledi. Toplantıda bir konuşma yapan Su Ürünleri Kooperatifleri Merkez Birliği (SÜRKOOP) Başkanı Ramazan Özkaya, sorunlarını “Şebeke geldi başımıza, kimse durduramıyor. İstanbul’da Boğaz’ın ortasında şebeke çalışıyor. Ceza kesilen teknenin cezası siyasetçi tarafından kaldırılıyor. Küçük balıkçıların kullanacağı kıyıların büyük teknelere açılması bir akıl tutulması” şeklinde özetledi. Son 10 yılda sorunun çözümü açısından yol alınmadığını söyleyen Özkaya, “Yasaklar devlet destekli olmalı ki küçük balıkçı zarar görmesin. Yasadışı ve kaçak avcılık yapan teknelere el koyulması hayata geçerse büyük caydırıcılık olacak” dedi ve balıkçılara verilen desteklerin de kooperatifler üzerinden verilmesini istedi.

Melih Er-Foto: O.Gurbuz
Yasadışı avcılık yapan tekne imha edilecek
Çalıştayda balıkçıların sorunlarını dinleyen Tarım ve Orman Bakanlığı Balıkçılık ve Su Ürünleri Genel Müdürlüğü Avcılık ve Kontrol Daire Başkanı Melih Er ise yaptığı konuşmada şebeke sorununu çözmek için özel bir kanun maddesi hazırladıklarını, yasalaşması halinde kaçak balıkçıların gemilerine el koyup, imha edeceklerini söyledi. Melih Er, “Kontrol ve denetimle ilgili şikayetler olduğunu biliyoruz. 2017 yılında 10 bine yakın cezamız var. Özverili çalışıyoruz ama yeterli değil. Sekiz kontrol teknesi daha aldık, üçü denize indi” derken mevcut durumda kayıtlı balıkçılara yaptırımlarının daha fazla olduğunu da belirtiyor. Yasadışı avcılık yapan bir tekne yakalandığında 1300 TL gibi bir para cezası kesilirken, kayıtlı bir teknenin kaçak avcılık yapmakta ısrar etmesi durumunda ruhsatı iptal edilebiliyor. 2017 yılında 14 teknenin ruhsatı yasadışı avcılık nedeniyle iptal edilmiş.

Kooperatifler yetkilendirilsin
Foça-Foto: O.Gurbuz
Foça Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ceyhan Çetin sorunun çözümü için kooperatiflerin yetkilendirilmesi gerektiğini söylüyor. Yasaklar uygulansa, av alanları doğru kişilere açık hale getirilse balıkçılığın turizm kadar cazip bir meslek olabileceğini söyleyen Çetin, “Ticari amaçlı balıkçılık yapanlar bile artık yasadışı avcılara özenmeye başladı. Boy yasağına uymayan trol teknesinin bir ay ruhsatına el konuluyor. Yasadışı yapan ise para cezasıyla kurtuluyor. O yüzden herkes bu işi nasıl amatör yaparım, ticariden daha fazla nasıl para kazanırım diye düşünmeye başladı” diyor. Sorunun çözümü için kooperatifler yetkilendirilmesini isteyen Çetin, “Sportif ve amatör avcılık yapanlar gelsin kooperatiften pul alsın. Miktar cüzi olsun ama kayıtlı olsun. Her yıl 500 kişi Foça’da balıkçılık yapıyor, 5 TL verse ben en güzel botu alır, su ürünleri mühendisi tutar denetim yaparım. Şu anda 30 TL’ye iki yıl geçerli amatör balıkçı belgesi alınıyor, iki yıl boyunca da denize aşırı baskı yapılıyor. Tuttuğu balığı halde satan da var” şeklinde konuşuyor. Özel teknelerin para karşılığı balık turları yaptırdığını ve tutulan balığın satılmasına göz yumduğunu belirten Çetin, Foça’da 70 tekne tespit ettiklerini ve kaymakamlığa ilettiklerini söylüyor ama ilgilenen olmadığından yakınıyor. Sonuçta devlet de vergiden kaybediyor, balıkçılığın geleceği tehlikeye düşüyor diyen Çetin soruyor: “Devletin bir gücü var. Çok mu zor şebekeyi yok etmek” diye soruyor.

Üçte biri masraflarını karşılayamıyor
Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Vahdet Ünal ise yaşanan sorunlar nedeniyle balıkçıların yüzde 32’sinin işletme masraflarını bile karşılayamadığını, ek iş yapmak zorunda kaldıklarına dikkat çekiyor. Ünal, yasadışı avlanmış ürünün karada satışının engellenmesinde yetersiz kalındığını vurgulayarak sorunların aşılması için karar almadan uygulamaya kadar olan tüm süreçlerde ortak yönetim anlayışının benimsenmesi gerektiğini söylüyor. WWF-Türkiye Balıkçılık Sorumlusu Timuçin Dinçer ise yürüttükleri, projenin Türkiye’de Erdemli, Foça ve Kaş gibi üç farklı yerde devam ettiğini, avlanan türler farklı olsa da kaçak avcılık ve balık yığınlarındaki azalmanın gibi ortak sorunlar olduğunu belirtiyor. Projenin asıl amacının çözüm üretmek değil, ortak bir akılla çözümlerin üretilmesine katkı sağlamak olduğuna dikkat çekiyor. 

***
Genç balıkçı kalmadı
XI. Uluslararası Foça Kültür Sanat ve Balıkçılık Festivali kapsamında düzenlenen, Kıyı Balıkçılığının Dünü ve Bugünü adlı panelde bir araya gelen Erdemli, Kaş ve Foça su ürünleri kooperatifleri başkanları gençlerin balıkçılığa ilgi duymadığından yakındı. Erdemli Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Yalçın Sakın, “oğlumun balıkçılığa devam etmesini isterim elbette, balığa da gidiyor ama ben durduruyorum çünkü gelecek görmüyorum diyor. 15 yıldır Foça’da balıkçılık yapan Şevki Avcı ise yeni nesil balıkçı olmadığını, tekneyi satıp faize yatırmanın daha karlı hale geldiğini söylüyor.

***
Dokuz ülkede aynı anda çalışma yapılıyor
WWF-Türkiye Deniz Koruma Uzmanı Yaprak Arda
Projemizin amacı küçük ölçekli balıkçılığın sürdürülebilir hale gelmesi. Bunun için de balıkçının geçimini daha iyi sağlayabilmesi, koruma alanları ve balık stoklarının korunması gerekiyor. Balıkçılara Pesca Turizm (balıkçı turizmi) gibi, balık stokları üzerindeki baskıyı azaltacak ama daha fazla gelir getirecek alternatif geçim kaynakları yaratılmalı. Bu proje şu zamana kadar Akdeniz’de küçük ölçekli balıkçılık üzerine yapılan en kapsamlı projelerden biri. Aralarında Yunanistan, İspanya, Fransa, İtalya ve Kuzey Afrika ülkelerini de bulunduğu dokuz ülkede, 20’den fazla pilot alanda yürütülüyor. Dört yıl daha sürecek bu projeden çıkacak sonuçları hem Türkiye’de hem de Akdeniz genelinde yaygınlaştırmak istiyoruz. Küçük ölçekli balıkçılık Akdeniz’de bir miras ancak yeni kuşakların balıkçılık yapmak istemediğini görüyoruz çünkü ekonomik açıdan cazip gelmiyor. Halihazırda balıkçılık yapanlar bile ikinci meslek bakıyor.

***
“Bir balıkla herkese bayramlık alırdık”
Foça Su Ürünleri Kooperatifi Başkanı Ceyhan Çetin
Ceyhan Çetin
11-12 yaşlarındaydım. Büyüklerimiz balıkçı değildi, turizm ve hayvancılıkla uğraşırlardı. Fakirlik vardı, manava gidip bir elma, portakala alamazdık. Balıkçılıkta ise güzel para vardı. Bir gün Kıbrıslı Ahmet Amca’nın teknesindeydim. Büyük balık kalın misinayla tutulur deyip levrek için şansımı denedim. 11 kiloluk bir levrek tuttum. Kimse almasın diye sarılıp, eve götürdüm. Öyle sarılmışım ki dikenleri batmış vücuduma. İki gün sonrası Kurban Bayramı’ydı. Levreği satıp evdeki iki üç kişiye bayramlık almıştık. O zaman dedim ki balıkçılıkta para var. Şimdi de bu kadar büyük levrek tutmak mümkün, yumurtlama zamanı buralara gelir ama sportif amaçlı balıkçılar avlanmaması gereken zamanda balığı tuttukları için sayıları azalıyor. Aynı balığı satsak bugün herkesi giydiremeyiz ama bir kişiyi giydiririz.

Nükleer santrallar dış borcu 100 milyar dolar artıracak

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Eylül 2018 

Türkiye’nin 460 milyar doları bulan dış borcu yaşadığımız ekonomik krizin tam merkezinde duruyor. Şirketler dolar ve avro üzerinden aldıkları borçları ödeyemez hale geldi. Batan batana ama bu daha başlangıç. Kimsenin hesaba katmadığı 100 milyar doları geçen bir başka dış borç yükü daha pusuda bekliyor. Nükleer santrallar kurulursa dolar üzerinden verilen alım garantileri devreye girecek ve her yıl 6 milyar doları bulan ek bir dış borç kalemi daha listeye eklenecek.
Türkiye Mersin’de Rusya’nın, Sinop’ta ise Japonya ve Fransa’nın yapmak istediği nükleer santrallara alım garantisi verdi. Kasada para olmadığı için sen parayı bul, nükleer santralları yap; biz ürettiğin elektriği belli bir fiyattan satın alma garantisi verir, uzun vadede öderiz dendi. İyi hoş da iki santrala verilen alım garantisinin toplamı Türkiye’nin dış borcunun beşte biri kadar.

Rusya’ya, Akkuyu’daki santralında üreteceği elektriğin yarısını 15 yıl boyunca kilovatsaat (kWh) başına 12,35 dolar sent ödeyerek alma sözü verildi. Akkuyu’da kurulmak istenen santralın yılda 35 milyar kilovatsaat (kWh) elektrik üreteceği tahmin ediliyor. Bunun yarısı alım garantisi kapsamında, yani yılda 2 milyar 160 milyon dolarlık ödeme yapacağız. 15 yılda ödeyeceğimiz miktar 32 milyar doları geçecek. Santralın tüm hisseleri Rusya devlet şirketi Rosatom’a ait. Mersin’de olması hiçbir şeyi değiştirmiyor, alın size dağ gibi dış borç ve dışa bağımlılık.

Sinop’taki anlaşma da farklı değil. Sinop’ta verilen alım garantisi kWh başına yakıt bedeli hariç 10,38 dolar sent. Yakıt bedeliyle Akkuyu’ya yaklaşacak ama bir fark daha var. Sinop nükleer santralı hayata geçerse ürettiği elektriğin yüzde 100’ü hem de 20 yıl boyunca alım garantisi kapsamında olacak. Bu yüzden de Sinop’un yıllık alım garantisi faturası daha ağır; yılda 3 milyar 800 milyon dolar. 20 yılda ödenecek 75 milyar dolardan bahsediyoruz.

Sinop’taki proje şirketinde EÜAŞ’ın yüzde 49 hissesinin olması planlanıyor ama bu pek içinizi rahatlatmasın. EÜAŞ’ın bu kadar hisseye denk gelecek yatırım miktarını nereden bulacağı belli değil. Kim kredi verir, faiziyle ne kadara patlar; meçhul. Kaldı ki proje şirketi vergi cenneti diye bilinen (offshore) Jersey Adası’nda kuruldu. O yüzden de alım garantisinin tamamını değil hepsini ben dış borca yazıyorum. İsteyen 35 milyar dolar kabul etsin.

Özetle iki nükleer santral yüzünden Türkiye’nin yabancı şirketlere ödeyeceği borç miktarı 100 milyar dolar. Hem de devlet borcu, şirketlerin değil. Karşılığında elektrik alacağız elbette ama bu bizi rahatlatmasın. Neden mi? Dört maddede özetliyeyim.

·       Satılan elektrik pahalı. Nükleer santrallardan 12 dolar sent ödeyerek alacağımız elektriğin bugün piyasadaki fiyatı 4,5 dolar sent. Aynı elektriği üçte bir fiyatına almak varken alım garantilerindeki yüksek rakamlar nedeniyle mecburen pahalıya alacağız.

·       Önümüzdeki yıllarda elektrik fiyatı artar, alım garantilerini yakalar diye düşünmeyin. Bugün rüzgar ve güneş gibi kaynaklardan 3-4 sente elektrik üretebiliyoruz. Türkiye’deki ihalelerde çıkan, gerçekleşmiş fiyatlar bunlar. Bu kaynakların fiyatları düşmeye de devam ediyor. Türkiye nükleer ve kömür yerine yenilenebilir enerji ve enerji depolamaya yatırım yaparsa elektrikte büyük fiyat artışlarının olmayacağını öngörebiliriz.

·       Alım garantileri dolar üzerinden. Türkiye Rusya ile anlaşma imzaladığında dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu. Şimdi 6,5’lara geldi. Nükleer santrallar bir gün bile çalışmadı ama satacakları elektriğe yüzde 433 zam geldi. Türk Lirası kazananlar bu zammı nasıl karşılayacak? Önümüzdeki 15-20 yıl içinde dolar kurunun nereye gideceği de belli değil.

·       Elektrik arzının beklendiği gibi artmayacağı ortada. Ağustos ayında elektrik tüketimi bir yıl öncesine göre yüzde 3,22 oranında azaldı. Ekonomik kriz nedeniyle de büyümenin iyice yavaşlayacağı ortada. Bu şartlar sürdükçe piyasada fiyatların artması zor.

Atılacak bir adım var. Nükleer projeleri iptal etmek. Hazır çevreciler Akkuyu’nun yer lisansının iptali için dava da açmışken mahkemenin bir kararına bakar bu iş. Sonuçta mahkemelerimiz bağımsız, Rusya itiraz edemez. Yoksa nükleer santral çok pahalıya patlayacak.

Elektrik ve doğalgaza her ay zam

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2018

Elektrik fiyatlarına 1 Ağustos’ta yapılan zammın üzerinden bir ay geçtikten sonra bir zam daha geldi. Konutlarda elektrik fiyatları bu ay da yüzde 9 oranında artırılırken, son zamdan sanayici de yüzde 14’lük artışla payını aldı. Doğalgaz zammı da bir önceki ay olduğu gibi yüzde 9 oldu. Elektrik Mühendisleri Odası, “Türk tipi başkanlık sistemiyle” üç ayda bir yapılan gözden geçirme yerine her ay zam düzenine geçildiğine dikkat çekiyor. Anlaşılan padişah sevgisi gıda ve ulaşımdan sonra bir başka önemli ihtiyacı, enerjiyi de erişilmesi zor bir kaynak yapacak.

İşin şakaya gelir yanı yok. Son bir yılda evimizdeki elektrik faturası yüzde 33, sanayi, ticarethane ve tarımsal sulamada ise yüzde 44 zamlandı. Bizler faturaları nasıl ödeyeceğiz diye düşünürken, üretici de enerji maliyetini nasıl karşılayacağını düşünüyor. Doğalgaza bir ay içinde yapılan iki zammı da hesaba kattığımızda, gıdadan giyim ve hizmete her alanda yeni zamların geleceği ortada. Mutfaktaki ateş daha da körüklenecek, herhalde en kötüsü de bu.

Bu zamların arkasındaki nedenlerden biri Türk Lirası’ndaki feci değer kaybı. Türkiye doğalgazı yurt dışından alıyor ve dolarla ödeme yapıyor. Doların artışı işi zorlaştırdı. Zaten yıllardır doğalgazda destekle (sübvansiyon) ayakta duruyorduk, hükümet elektrik üreten santrallara verilen doğalgazda desteğin büyük bir kısmını geri çekti ya da ekonomik kriz yüzünden artık bu yükü taşıyamaz hale geldi. Sanayiciye verilen doğalgazda ise destek şimdilik sürüyor.

İşin seçimleri ilgilendiren bir kısmı da var. Makine Mühendisleri Odası’nın “Elektrik ve Doğal Gaz Fiyatlarına Yapılan Son Zamların Analizi” raporu, Anayasa halk oylamasıyla başlayan ve 24 Haziran seçimiyle biten süre boyunca halkın tepkisini çekmemek için doğalgaz zamlarının nasıl ertelendiğini tek tek açıklıyor. Seçimler bitti, saraylarda oturma garantiye alındı, zamlar da serbest bırakıldı.

Elektrik tarafında yönetim krizinden de bahsetmek mümkün. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yıllardır ithal doğalgazdan kaçmak için her dereye HES, her ovaya termik santral kurmaya çalışıyor. Bu çabanın bir ölçüde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Doğalgazın Türkiye elektrik üretimindeki payı 2017’de yüzde 37’e geriledi. Ancak, bir ara yüzde 50’ye yaklaşmış bu oranın azalması AKP’nin iddia ettiği gibi enerjide dışa bağımlılığı azaltmadı. Tasarruf ve enerji verimliliğine büyümeyi etkiler korkusuyla öcü muamelesi yapıldı. Doğalgaz gitti ithal kömür geldi. Enerjide dışa bağımlılık konusunda ithal petrole hiç dokunulmadı. Tersine köprü, havalimanı ve yollarla petrol tüketimi teşvik edildi. Böylece dışa bağımlılık yüzde 75’leri bile görerek rekor kırdı. İthalat yükseldi, dolardaki artış da üzerine tuz biber oldu. Yenilenebilir enerjiden kömüre, petrolden doğalgaza sonuçta tüm alım garantileri, ticaret dolar üzerinden yapılıyor. Tercihler, kilovatsaati 3-4 dolar sente elektrik üreten rüzgar, güneş yerine, 6 sentten elektrik satan kömür olunca fatura daha da kabarıyor. İptal edilmezse nükleer santrala verilen alım garantisinin 12,35 dolar sent olduğunu hatırlatalım. Elektrik zammını asıl o zaman göreceğiz.

Son durum şu. 2018’in ilk sekiz ayında ithal kömür santralları elektrik üretiminin yüzde 20’sini karşıladı, doğalgazla beraber elektriğin yarısı ithal kaynaklardan üretildi. 18 yıl önce Türkiye’de ithal kömürle çalışan bir santral olmadığını hatırlatalım.

Özelleştirme kısmını da atlamayalım. Bugün fon ve vergiler hariç 100 TL’yi bulan bir faturanın 30 TL’si iletim, dağıtım, kayıp ve kaçak bedellerine gidiyor. Dağıtım bölgelerini alan şirketlerin kayıp ve kaçak oranlarını düşürmek için yatırım yapacakları söylenmişti. Türkiye’de kayıp-kaçak oranı Dünya Bankası’nın son verilerine göre yüzde 15. Dünya ortalaması ise yüzde 8. Yedi yıldır bir ilerleme olmadı çünkü bu firmalar ihaleleri almak için dolar üzerinden borçlandılar. 45 milyar doları aşan borçları olduğu söyleniyor. Bırakın yatırım yapmayı, bedellerini bize ödeterek yardım alıyorlar.

Bir başka yazıda devam etmek üzere soralım. Bu özelleştirmeler yapılmasa ve devlet dağıtım şirketlerini elinde tutsaydı, tarihinin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşayan Türkiye’de, kâr derdi olmayacağı için vatandaşa şu son zammı yapmadan elektrik satamaz mıydı?