elektrik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
elektrik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Enerji krizinin dünü ve bugünü

Halkın yarısından fazlası enerji faturalarını ödemekte zorlanıyor. Hükümet sorumlunun küresel fiyatlardaki artış olduğunu söylese de zamlarda enerji ve faiz politikalarındaki yanlışların payı net bir şekilde görülüyor.

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Mayıs 2022

Metropoll araştırma şirketinin 2022 Mart ayında yaptığı araştırmada elektrik ve doğalgaz faturalarını ödeyemeyenlerin oranının yüzde 19 olduğunu belirtmişti. Enerji faturalarını ödeyen ancak çok zorlananların oranı ise yüzde 57. Türkiye’de halkın yarısından fazlası her ay enerji faturalarını korkuyla bekliyor.

Koronavirüs sonrası artan talep ve üretimde yaşanan güçlüklerle tetiklenen, Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle büyüyen enerji krizinin faturaların artışında bir rolü olduğu gerçek. Ancak faturalardaki artışı sadece bu iki olayın sonucuymuş gibi gösterip dünü unutursak hata yaparız. Karşımızda 20 yıllık bir iktidar ve onun politikalarının da etkisiyle artan enerji fiyatları var.

Koronavirüs salgını 2019’un sonunda ortaya çıktı, Türkiye’de elektrik fiyatlarının yükselişe geçtiği zaman ise 2019’un başı, salgından bir yıl önce. TMMOB Makine Mühendisleri Odası (MMO) Enerji Çalışma Grubu, Türkiye Enerji Görünümü 2022 raporunda, 2019’dan günümüze kadar olan dönemde elektrik fiyatlarının birinci kademe için yüzde 85, ikinci kademe içinse yüzde 215 oranında arttığını tespit etmiş. Sanayi için fiyat artışı yüzde 360, ticarethaneler içinse yüzde 283. Sadece evimizde kullandığımız elektriğe değil, mal ve hizmet üretenlerin kullandığı elektriğe de çok yüksek oranda zam yapılmış. Enerji maliyeti artınca, ekmekten süte her şeyin fiyatı artıyor haliyle.

Adım adım sorgulayalım… Türkiye 2021 yılında ürettiği elektriğin yüzde 32’sini doğalgazdan, yüzde 18’ini ithal kömürden ve yüzde 13’ünü de yerli kömürden üretmiş. Doğalgaz ve ithal kömürün payı yüzde 50’yi buluyor ve ikisi de yurt dışından alınıyor, son bir yıl içerisinde de fiyatları arttı. Ancak, Türkiye’de elektrik fiyatının artmaya başladığı 2018 ve 2019 yılarında bu iki kaynağın elektrik üretimindeki payı son 20 yılın en düşük seviyelerindeydi. Fiyat artışları ithalatın düşük olduğu dönemde başladı.

Elektrik faturalarındaki artışı petroldeki artışa bağlayabilir miyiz, ona da bakalım. Doğalgazın fiyatını da etkileyen varil petrolün fiyatı 2011, 2012 ve 2013 yıllarında da bugünkü gibi 110 dolar civarındaydı ama 2011 yılında konutlarda 1 kilovatsaat elektrik için vergiler dahil 27,24 kuruş ödüyorduk. Şimdi ise en az 126 kuruş ödüyoruz, neredeyse beş kat fazlasını. Demek ki içeride bir sıkıntı var. Bir örnek daha verelim. 2012 yılında Brent petrolün varili 111 dolarken istasyonda benzinin litresi ortalama 4,5 liraya satılıyordu, şimdi 22 TL. Taşıma maliyetleri artışıyla açıklanacak bir fark değil bu.

O zaman büyüteci başka bir yere tutmalıyız. Elektrik fiyatları 2021’in sonunda iki kat kadar artıyor. Elektrik fiyatındaki artışla kurdaki artışın grafiğini üst üste koyduğunuzda ikiz kardeşler gibi birbirine benzediklerini görüyoruz. Faiz politikasındaki yanlış adımlarla yükselen dolar, ithal enerjinin maliyetini de artırıyor. Türk Lirası değer kaybetmese, zamların etkisini daha az hissedeceğiz.  Faturayı biz ödüyoruz ama aslında faturayı bu yanlış faiz politikasında ısrar eden Cumhurbaşkanı Erdoğan’a kesmeli. O da seçmenin bileceği iş.

MMO Enerji Çalışma Grubu Üyesi Orhan Aytaç, elektrik fiyatlarının artışında dolar üzerinden alım garantisi verilen santralların da payı olduğunu söylüyor. Aytaç, “İthal yakıt fiyatlarının zıplamaya başlamasından önceki dönemde Türkiye’deki elektrik fiyatlarını YEKDEM (Yenilenebilir Enerji Kaynakları Destekleme Mekanizması) artırıyordu. Başlangıçta o fiyatlar yenilenebilir enerjinin devreye girmesi için gerekliydi deniyor. Diyelim başlangıçta o fiyatlar mecburdu ama 2015-2020 arası uygulanacak fiyatlar farklı olabilirdi. 2013 yılında 2015-2020 için de döviz bazında aynı fiyatlarla devam edilmesi kabul edildi. Bu adımlar daha sağlıklı bir şekilde atılsaydı, özellikle kooperatiflerin, birliklerin desteklenmesiyle güneş enerjisinin kullanımı artırılabilir ve ithal etmek durumunda olduğumuz fosil yakıtlara ihtiyacımız azalabilirdi. Bu da fiyatları düşürürdü” diyor.

İşin en çarpıcı kısmı da bu. Fiyatını belirleyemediğimiz petrol, kömür ve doğalgaz kullanmaktan vazgeçerek daha ucuza elektrik üreten güneş ve rüzgar gibi kaynaklara geçme konusunda yavaş davranmasak enerji faturaları bu kadar kabarmayabilirdi. Bugün son güneş enerjisi yarışmasında ortaya çıkan fiyat kilovatsaat başına 2,5 sent iken ithal doğalgaz ve kömüre aynı elektrik için yaklaşık 10 sent ödeniyor. Mersin’deki nükleer santral devreye girerse ona da 12,5 sent ödenecek. Faturaları düşürmek için elinizde araç var ancak hükümet onları kullanmamakta ısrarcı. Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyelinin göz ardı edilip, enerji tüketimini teşvik eden politikaların desteklenmesi de cabası. Son 19 yılda 1 milyona yakın konut yapan TOKİ’nin binalarının kaçının çatısında elektrik üreten güneş paneli var? Yanıt sıfır olursa şaşırır mısınız?

Enerji dönüşümünden enerji faturalarına giden yol

Sosyal medya “faturamı ödeyemiyorum” paylaşımlarından geçilmiyor. Enerjide devrim niteliğinde bir değişiklik şart. Peki, nasıl yapacağız?

Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/20 Şubat 2022

Kime dokunsak enerji faturalarından yakınıyor. Kazancımız faturaları ödemeye yetmiyor. Aldığımız hizmetin kalitesi düşük. Enerji sektörü birkaç şirketin kontrolünde. Enerji dönüşümünün, başka bir deyişle, enerjide devrim niteliğinde bir değişikliğin şart olduğu ortada. İyi ama nasıl yapacağız? Üretim ve dağıtımı kamulaştırsak tüm sorunlar çözülür mü? Uygun her yere güneş paneli koyarsak iklim krizi başta olmak üzere çevre sorunları biter mi? Başka bir dünya hepimizin istediği ama o dünyanın resmini nasıl yapacağımızı yeterince konuşmuyoruz.

Resmin özelliklerini ise biliyoruz; doğaya en az zararı verecek, iklim krizine yol açmayacak, daha fazla enerji tüketmeyi değil enerjiyi verimli kullanmayı öne çıkaracak, istendiğinde erişilebilir olacak ve temel ihtiyaç olduğuna göre kimse yokluğunu çekmeyecek.

İklim krizine neden olan kaynaklar belli; petrol, kömür ve doğalgaz kullanılmayacak. Nükleer santralların kaza, sızıntı ve atık sorunu çözülemedi, seragazı emisyonları konusunda da masum değil; rüzgara göre 6 kat daha fazla emisyona yol açıyor. Amacımız doğayı korumak ve gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak. Bu durumda geriye yenilenebilir enerji kalıyor. Barajların doğaya verdiği zararı da yaşayarak öğrendiğimize göre onları da listeden çıkartabiliriz. Kötü uygulamaları örnek almadan, güneş, rüzgar, biyokütle, jeotermal, dalga ve hidrojenle yola devam edebiliriz. Endüstriyel bir toplumda yaşayacaksak eldeki kaynaklar bunlar. 

Yenilenebilir yeter mi?

Yenilenebilir enerjinin talebi karşılama sorunu da yok. 2019 yılında küresel enerji tüketimi 65 petavatsaatti (PWh). Bugünün teknolojisiyle sadece güneşten 5800 PWh elde edebiliyoruz ve halihazırda bu potansiyelin yüzde 60’ı ekonomik. Türkiye’de de petrol ve gaz yok ama rüzgar ve güneş bol. Burada sorun potansiyel değil, onu değerlendirmek için kullanılacak kaynakların eldesinde doğaya verilecek zarar. Bu yüzden de enerji tüketimini azaltmayı ve enerjiyi verimli kullanmayı her şeyin önüne koymalıyız. Yoksa bir çıkmaz sokağa gireceğiz.

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2050 yılında sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutacak bir senaryoda, enerji tüketimini yüzde 10 oranında azaltmak, talebin neredeyse yüzde 90’ını yenilenebilir enerjiden karşılamak mümkün diyor.

Güneş, rüzgar pahalı mı?

Şimdi maliyetlere bakalım. Enerji sektöründe kabulü yüksek olan Lazard şirketinin 2021 sonuna dayanan hesaplamalarına göre büyük ölçekli güneş ve rüzgar santrallarından elektrik üretmenin kilovatsaat başı maliyeti 2,6 ila 3 sent aralığına gerilemiş görünüyor. Türkiye’deki son ihalelerde de bu fiyatlar ortaya çıktı zaten. En ucuz seçenekler güneş ve rüzgar, onu bazı doğalgaz santralları ve jeotermal enerji izliyor. Ardından kooperatiflerce kurulan güneş santralları geliyor. Kömür, güneş termal santrallar, nükleer ve bireylerin çatılarına kurdukları güneş panelleri bu sırayı izliyor. Fiyatı belirleyen onlarca etken var elbette; örneğin sosyal maliyetler burada yok. Buna rağmen güneş ve rüzgarın başını çektiği yenilenebilir enerji kaynakları açık ara önde. Ucuz enerji istiyorsak adres belli.

Güneş batınca ne olacak?

Rüzgar ve güneş gibi bazı kaynaklar sürekli elektrik üretmedikleri için yokluklarında sistemi biyokütle, jeotermal, hidrojen ve batarya sistemleriyle desteklemek gerekecek. Güneş enerjisinin depolama destekli uygulamalarında maliyetler artsa da 5-10 yıl içinde depolama maliyetlerinin de hızla düşmesi bekleniyor. Bu teknolojilerin en büyük avantajlarından biri de sizi şebekeden bağımsız hale getirip, dağıtım şirketlerinden kurtarması olabilir. Bir sitede veya köyde, küçük bir güneş ve rüzgar gücünü, biyogaz santralı ya da elektrik depolama sistemiyle desteklediğinizde tüm faturalarla vedalaşabilir, yatırımın maliyetini çıkardıktan sonra çok daha ucuza elektrik üretebilirsiniz. Çatınıza koyacağınız güneş panelleri ve bir depolama sistemiyle bağımsızlığınızı ilan edip, petrol fiyatı arttı, doğalgaz zıpladı haberleriyle ilgilenmezsiniz. Güneşin yakıt maliyeti yok.

Enerji nerede kullanılacak?

Enerji üretimi ve dağıtımını tamamen kamulaştırsak bile bir maliyeti olacak. İletim ve dağıtım hatlarının bakımı, santralların işletmesi gibi hizmetlerin de karşılanması şart. Kamunun kâr beklemeden bu hizmetlerini sunduğunu düşünürsek faturaların biraz hafifleyeceği ortada. Ancak burada bizi bekleyen bir tehlike var. Çok ucuz enerji tüketimi artırabilir, enerjinin verimli kullanılmasının önüne geçebiliriz. Doğu Bloku’ndaki sorunlardan biri de buydu, o ülkelerde enerji yoğunluğu çok yüksekti. Enerji üretirken ödediğimiz bedeli fiyata yansıtmanın bir yolu, kullanılan alana göre fiyatlandırmak olabilir. Ekmek üreten bir fabrikaya verilen elektriğin fiyatıyla, lüks bir ürün üreten fabrikaya verilen elektriğin fiyatı farklı olmalı. ÖTV ve vergi kalemleri daha çok tüketiciyi ilgilendirdiği için üretim aşamasındaki karar verme süreci üzerinde etkisiz kalabiliyor. Ucuz enerjiden çok enerjinin verimli kullanılmasına ve kimsenin temel ihtiyaç haline gelen enerjiden mahrum kalmamasına odaklanmalıyız.

Başka bir “kamulaştırma” mümkün

Mümkün olan herkesi, evinin çatısında, köyünde, sitesinde ve apartmanında elektrik üretmeye teşvik edebiliriz. Enerji kooperatifleri, belediyelerin kuracağı enerji şirketlerine ortaklık ve daha pek çok farklı yolla üretimi başka türlü “kamulaştırabiliriz”. Enerjide kendine yeten her köy, kasaba iletim ve dağıtım kaynaklı maliyetlerin düşmesine, kayıpların azalmasına yarar. Resmi rakamlara göre iletim ve dağıtım kaybı yüzde 10 civarında. Yarıya indirmek iki büyük kömür santralının üretimine eş elektrik demek.

Türkiye ısrarla yenilenebilir enerjiyi şirketler aracılığıyla geliştirmeye çalışsa da bireyler veya kooperatiflerle yola çıkmak da mümkün. 2019 yılında Almanya’daki 120 bin megavatlık yenilenebilir enerji kurulu gücünün yüzde 40’ına çiftçiler ve bireylerin sahip olduğunu düşünürsek, devletin doğru yönlendirmeleri, enerjide 4-5 şirkete bağlı kaderimizi kökten değiştirebilir. 2019’da Almanya’nın yenilenebilir enerji kurulu gücü 120 bin megavatı geçiyordu. 50 bin megavatına yakınının bireylerin elinde olması demek neredeyse bugün Türkiye’deki tüm barajların, rüzgar ve güneş santrallarının yurttaşların elinde olması anlamına geliyor. Tarlalarda çiftçilere ait rüzgar türbinleri, köylerde biyogaz tesisleri ve kentlerde de evlerin çatılarında fotovoltaik paneller var. Enerji kooperatifleri de oldukça yaygın. Kamulaştırmayı tartışırken halkın enerji üreticisi ve tüketicisi olduğu başka bir modelin mümkün olduğunu unutmamalıyız.

Havuç olmadan sopa olmaz 

Enerjiyi daha az kullandıracak ve bunu teşvik edecek bir sisteme ihtiyacımız var. Kademeli fatura gibi, “havuç ve sopa” içeren uygulamalarla az kullanımı teşvik etmekte bir sakınca yok. Ancak, insanların tasarruf yapabilmesi için gerekli düzenlemeleri yapmadan çok tüketeni cezalandırmaya kalkarsanız kademeli tarifede havuç kalmaz, sadece herkesi sopalarsınız. AKP’nin yaptığı da buydu ve sopayla karşılaşan insanlar isyan etti. Daha iyi yalıtımlı binalar, enerjiyi tasarruflu kullanan ev aletleri veya ulaşım araçları, elektrik üreten güneş panelleri için vergi indirimi veya uygun kredi gibi hiçbir aracı halkın kullanımına sunmayan iktidar partisinin yurttaşlara “artık az enerji harcayın, harcamazsanız daha çok ödeyin” demesi haklı olarak herkesi isyan ettirdi. Acı çekiyoruz ama iyi tarafından bakalım. Yeniden kuracağımız Türkiye’nin enerji politikası nasıl olmalı, onu tartışmaya başladık.

Elektrik zammı kaderimiz değil

Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Ocak 2022
 
Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ni hepimiz biliriz. Elektrik enerjisinin, günümüzün endüstriyel toplumunda bir ihtiyaç olduğunu kabul edersek, herhalde onu hiyerarşi basamağının en altına, yani en öncelikli ihtiyaçlar kısmına yazarız. Günümüzde elektriksiz bir barınmadan bahsetmek oldukça zor. Son bir yılda elektrik fiyatları konutlarda yüzde 72,5 ila yüzde 158,7 oranında arttı. Elektriğe, asgari ücretlinin, memurun maaş artışının çok üstünde zam geldi. Bu zamlardan sonra elektrikle yaşamak da oldukça zor. 

Elektrik zammı gibi yurttaşların hayatını doğrudan etkileyen bu politik kararların gerekçelerinin, şeffaf bir şekilde halka açıklanması gerekir. Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu, 31 Aralık tarihli açıklamasında, “Dünya spot piyasalarında elektrik üretiminde kullanılan kömür fiyatlarında; 5 kat, doğalgaz fiyatlarında ise 10 katlık artışlar olmuştur” sözlerine yer verdi. Bu açıklamaya TMMOB’dan itiraz geldi. TMMOB’a bağlı odaların, elektrik, petrol ve doğalgaz zamları konusunda hazırladıkları özet raporda, kömürdeki artışın 2021 yılında 2 kat, doğalgazdaki artışın ise 1,4 kat olduğu belirtiliyor. TMMOB, yıl içinde yükselişler olsa da, yıllık artış EPDK’nin söylediğinden daha az olduğuna dikkat çekiyor.  
 
Zam yapmak yerine çılgın projelerden vazgeçelim
 
Görüldüğü gibi zamların iletişiminde, şeffaflık ve haklılığı konularında soru işaretleri var. Boşalan Merkez Bankası’nın kasalarını doldurmak için yüksek oranda zam yapıldığını söyleyenler de var. Bir soru da şu. Ekonomik kriz nedeniyle zaten çok zor koşullarda yaşayan, yüzde 42’si asgari ücretle geçim mücadelesi veren bir halka bu zamları yansıtmamak için devletin alabileceği bir önlem yok muydu? Kanal İstanbul gibi, “olmasa daha iyi olacak” bir projeden vazgeçilerek, oraya aktarılacak kaynak enerji fiyatlarındaki artışı yurttaşlara yansıtmamak için kullanılamaz mıydı? Bu önerileri hafife almayın, hamaset kabul etmeyin. Elektriğe yüzde 158 oranında zam yapacak kadar kritik bir durumdaysak, bu projeler gibi israf kalemlerini, şirketlere para aktarmaya yarayan ihale yöntemlerini konuşur, eleştiririz. Gazeteciler, böylesine bir kriz döneminde makam araçlarından, çift maaş alan bürokratlara kadar her konuyu gündeme getirir.

Enerji zamlarına önümüzdeki aylarda halkı rahatlatacak bir çözüm bulmak çok önemli ama ondan daha önemlisi bu soruna kalıcı bir çözüm bulmak. “Petrol, kömür ve doğalgazda dışa bağımlı bir ülkede, fiyat artışlarını kontrol edemezken bu soruna nasıl kalıcı bir çözüm bulabiliriz” diye sorabilirsiniz. Yanıt, sorunun içinde gizli. Petrol, kömür ve doğalgaza bağımlılığı azaltarak zamlara çözüm bulabilirsiniz. Bugün zamları, doğalgaz, kömür ve petroldeki fiyat artışlarına bağlayan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) hükümeti bu sorunu çözmek için ne yapmış gelin verilerin eşliğinde hatırlayalım.

İthal kömürün yıldızı AKP döneminde parladı
 
Türkiye, 2021 yılının ilk 11 ayında elektrik üretiminin yüzde 33’ünü doğalgazdan sağlamış. Kömürün payı da yüzde 31’lerde ve bunun yarısından fazlası ithal kömür. 2020 yılında da ithal kömür santralları üretilen elektriğin yüzde 20’sinden sorumluydu. 2002 yılında AKP iktidara geldiğinde Türkiye’de ithal kömür santrallarının kurulu gücü 145 megavattı. 2020 sonunda 8 bin 842 megavata çıkarak kurulu gücün yüzde 10’unu oluşturdular. 
 
2002 yılında doğalgaz santrallarının kurulu gücü 7 bin 247 megavattı. 2020 sonunda 21 bin 599’a çıktı. Eleştirmek için eleştirmeyelim. Doğalgazın, bundan 20 yıl önce çevreci bir yakıt gibi sunulduğunu, iklim krizine rağmen halen geçiş teknolojisi olabilir mi diye tartışıldığını düşünürsek, AKP yerinde başka hükümetler de olsa doğalgazda bir artış olacağını tahmin edebiliriz. Ancak, ithal kömür gibi bir kaynağı, güneş ve rüzgarın yükseldiği bir dönemde, Türkiye’nin enerji pastasına sokmanın ne gibi bir gerekçesi vardı; bunu anlamak mümkün değil. Aynı hata bugün yine dışa bağımlı nükleer santralla yapılmaya devam ediliyor. Bir sonraki elektrik zammının sebebi de Rusya’nın Akkuyu’da kurmaya çalıştığı nükleer santral olacak.

Güneş enerjisinin yakıt fiyatı değişmiyor
Ülkeyi ithal yakıtla çalışan doğalgaz, kömür ve nükleere (zenginleştirilmiş uranyum da ithal edilecek ve onun fiyatı da 2021’de yaklaşık %50 oranında arttı) bağlı kaldıkça fiyat artışı için bahaneler eksilmeyecek. O zaman radikal çözüm elektrik üretimini bu kaynaklardan arındırmaktan geçiyor. Çözüm için güneş enerjisini seçtiğimizi düşünelim. Güneş panellerinin özellikle güneş hücrelerinin ithal edildiğini, montajının burada yapıldığını biliyoruz. Ancak paneller ve gerekli yardımcı ekipmanlar alındıktan sonra fiyatı etkileyen başka bir faktör yok. Yakıtı güneş ve o da bedava. Panellerin ömrü boyunca (yaklaşık 25 yıl) elektrik fiyatını sabitleyebildiğiniz bir kaynak güneş enerjisi. Rüzgar ve biyokütle gibi diğer yenilenebilir enerji kaynakları da bu mantıkla çalışıyor. O halde, elektrik fiyatlarında dışa bağlı etkilerden korunmak için ilk adım yenilenebilir enerjiye geçiş olabilir ama ikinci adımı atmazsak bu da eksik kalır.

İkinci adım güneş panellerini elektriğin tüketildiği yerlere, evlerin, işyerlerinin, fabrikalarının çatılarına, tarımsal alanlarda belirlenen ortak alanlara kurarak dağıtım şirketlerini de aradan çıkarmak olmalı. Kullandığımız her kilovatsaat için dağıtım şirketlerine bir bedel ödediğimizi, İstanbul’da tükettiğimiz elektriği Adana’dan getirirken kayıplar yaşadığımızı unutmayalım. Başta güneş olmak üzere yenilenebilir enerjiyle tüketimimizi karşılayabilir, kalan ihtiyacı mikro şebekelerle sağlayabilirsek elektrik zamlarını da kandiller gibi tarihin bir parçası yapabiliriz. Yüzde 100 yenilenebilir hedefi inandırıcı gelmeyebilir ama bunun aslında önemi yok. Yüzde 100 dışarıdaki bir santrala bağlı olduğumuz bugünden yüzde 100 çatımızdaki güneş paneline doğru attığımız her adım kâr. İlk adımları attığımızda zaten yüzde 100’e koşabileceğimizi de göreceğiz.

Herkesin kendi elektriğini çatısındaki panelle, kooperatifle üretmesi önünde engeller olduğunu, bunun da dağıtım şirketlerinden, büyük santral sahiplerine ve onları destekleyen siyasilere kadar uzandığını biliyoruz ama direnemeyecekler çünkü dünya o yöne dönmüyor.

Kademeli tarifeden önce tasarruf politikaları gerekir

Orta vadeden tekrar günümüze dönelim. Elektrik zamlarıyla birlikte hayatımıza giren kademeli tarifenin yanlışlarına değinmeden olmaz. Yeni dönemde aylık tüketimi 150 kilovatsaatin (kWh) altında kalanlar elektriğe daha az, üstüne çıkanlar ise daha çok ödeyecek. TMMOB bu sınırın 230 kWh olması gerektiğini söylüyor, açıkçası ben bu rakamın çok yüksek buluyorum, bence elektrik tasarrufu ve verimli aletlerle 150 kilovatsaatlerde bir tüketim mümkün ama asıl sorun bu değil. İnsanların daha az elektrik tüketmesini teşvik etmek istiyorsak onlara enerjiyi tasarruflu kullanacakları araçları da sağlamalıyız. Bir evde elektrik tüketiminin üçte biri buzdolabından geliyor. Türkiye’de enerjiyi verimli kullanan buzdolaplarında KDV indirimi, ekstra taksit, uygun kredi var mı? Yok. Televizyondan çamaşır makinasına, hangi verimli elektrikli aletini teşvik ettiniz de şimdi insanlardan daha az elektrik tüketmesini bekliyorsunuz? TOKİ başta olmak üzere son 20 yılda yapılan binlerce konutun hangisinin çatısında güneş paneli var? Hangisinin yalıtımı göstermeliğin ötesinde? Hangisi güneş ışığından eksiksiz yararlanıyor ve bu yüzden aydınlatma harcamasını düşürebiliyor? Evlerine iyi bir yalıtım yapmak, çatısına su ısıtma ya da elektrik üretme amaçlı panel koymak isteyenlere, otomobillere sağladığınız gibi uygun krediler sağladınız mı? Bunların hiçbirini yapmadan, insanlara uygun araçlar sunmadan tasarruf yapmasını nasıl beklersiniz? Bu durumda tek çare var, evdeki bazı ampulleri söndürmek. En başta eski tip ampulleri tercih etmenizi öneririm, onlar daha fazla enerji tüketiyor.

Maske dağıtamayanlar iyot tabletini nasıl dağıtacak?

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Nisan 2020

Koronavirüs salgınının Türkiye’ye bulaştığını anlayalı bir buçuk ay oluyor. Bugün hâlâ devletin ücretsiz dağıtacağını söylediği maskeleri bekleyenler var. Beklediğimiz, eşimizden dostumuzdan bulabileceğimiz bir maske olmasaydı ne yapacaktık? Mesela bir nükleer sızıntı sonrası çocukların, hamilelerin, bebek emzirenlerin alması gereken iyot tabletlerini bekliyor olsaydık ne olacaktı? Tiroid kanserine yakalanan çocuklarımıza bakıp, hükümetimizin takdiri mi diyecektik?

Bugün Çernobil nükleer kazasının 34. yıldönümü. Çernobil’i Nisan başındaki orman yangınlarıyla tekrar hatırladık. Bir nükleer kazanın yıllar hatta asırlar sonra bile tehlike yaratmaya devam ettiğine tanık olduk. Biz ise bunları göre göre Mersin Akkuyu’da Rusya’nın nükleer santral yapmasına izin veriyoruz. Yapımı süren bu santralda Çernobil veya Fukuşima benzeri bir nükleer kaza yaşanmayacağını kimse garanti edemez. Deprem riski var, tsunami riski var, savaşta hedef olma riski var, insanın hata yapma riski var…

Bir nükleer kaza ya da sızıntı olduğunda kaçmaktan fazla yapacak bir şeyiniz yok. Mümkün olduğunca uzağa kaçacaksınız. Bulabilirseniz radyasyon bulutlarının olmadığı bir yere. Nükleer santraldan havaya toprağa ulaşan radyoaktif maddelerin çoğuna karşı insanlığın bildiği bir savunma yok. Radyoaktif iyotlara karşıysa iyot tableti alarak tiroid kanseri riskini azaltabiliyoruz. Radyasyon sızıntısının olduğu alanda bulunan çocuklar, emziren kadınlar, hamileler hatta 40 yaş altındaki herkes bu tabletlerden alıp, birkaç gün evlerinde kalarak riski azaltabilir. Öyle ama maske dağıtamayan bir devletin, nükleer kaza veya sızıntı olduktan hemen sonra binlerce insana iyot tableti dağıtabileceğine siz inanıyor musunuz?

Binlerce derken abartmıyorum. Çernobil sonrası sadece Ukrayna’da kirlenen alanın yüzölçümü 53 bin kilometre kareydi. Mersin’in yüzölçümü 15 bin. Radyasyonun Adana, Antalya, Mersin, Konya başta olmak üzere tüm Türkiye’ye yayılacağını tahmin etmek zor değil. Kaç bin tane iyot tableti hazırda tutulacak. Nerede bekletilecek? Nasıl dağıtılacak? Yoksa nükleer santral için kapalı kapılar arkasında Rusya ile pazarlık yaparken bunları düşünmediniz mi? Koronavirüs salgını bize kabul etmesi zor gerçeği bir kez daha gösterdi. Türkiye bir nükleer kazanın sonuçlarıyla baş edebilecek hazırlığa sahip değil. Bunu kabul edin. Yüz milyarlarca doları bulan kazanın maddi boyutundan bahsetmiyorum bile.

Mersin’de 1 milyon 814 bin, Antalya’da 2 milyon 426 bin, Adana’da 2 milyon 220 bin, Karaman’da 251 bin ve Konya’da 2 milyon 200 bin insan yaşıyor. Yuvarlak hesap 10 milyon kişiye nükleer santralda meydana gelecek kazadan sonra acil yardım götürülmesi gerekecek. Kaza yazın olursa turizmin de etkisiyle bu rakam birkaç milyon daha artacak. Milyonlarca iyot tabletine, insanları o bölgeden uzaklaştıracak binlerce otobüse, kazanın etkilerini azaltacak binlerce görevliye ihtiyaç olacak. Bunları çok hızlı ve organize bir şekilde hayata geçirmek zorunda kalacağız. Değil bir buçuk ay, bir buçuk saat geç kalırsanız binlerce insanı kanserin ve ölümün kucağına atmış olursunuz. Ne yapacaksınız? Numaracıktan istifa edip, halkın tepkisini azaltmaya mı çalışacaksınız? Tekrar deneyebilirsiniz elbette.

Türkiye’deki elektrik üretim santrallarının 91 bin megavata ulaşan kurulu gücü var. Gördüğümüz en yüksek talep ise 47 bin megavatı geçmedi. TEİAŞ’ın 2028 yılı için yaptığı Türkiye puant tahmini ise 71 bin megavat. Bugünkü kurulu güçle bile karşılanabilir bir talep tahmini bu. Türkiye’nin elektrik talebini verimlilik ve tasarruf önlemleriyle dörtte bir oranında azaltabileceğini de hatırlatalım. Nükleere mecbur değiliz; nokta!

Maske bile dağıtamazken neden elektriği onlarca farklı yola rağmen pahalı ve riskli nükleerden üretmeye çalışıyorsunuz? Sağlık Bakanı her akşam televizyonda yeni vaka sayıları açıklasın diye mi?

Elektrik piyasası da daraldı

Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Mart 2019

İstatistikleri bir o yana bir bu yana büktüler ama yine de gerçeği gizleyemediler. Türkiye ekonomisi durgunluk (resesyon) dönemine girdi. 2018 yılının 3. çeyreğinde başlayan daralma, 4. çeyrekte de beklentilerin üstünde yüzde 3 oranında daraldı. Sebze, meyve ve iş kuyruklarında daralan halkın ahı tuttu.

Daralan sadece gıda, imalat ve tarım sektörü değil, elektrik piyasası da daraldı. 2018 yılında elektrik tüketimi adeta yerinde saydı. EPDK verilerine göre, 2017’de 290 milyar kilovatsaat (kWs) olan fiili elektrik tüketimi 2018’de sadece 2 milyar kWs artarak 292 milyara ulaştı. Enerjiyi verimli / akıllı kullanmadığınızda zaten bir anlam ifade etmeyen ama hükümetin her yıl övündüğü elektrik tüketimindeki artış yüzde 1’in altında kalmışa benziyor. 2009 yılından bu yana ilk kez tüketim artışı yüzde 2’nin altına düşüyor.

Elektrik talebinin artması büyüme için şart değil ama Türkiye’de henüz bu bakış açısı yerleşmedi. O yüzden de planlar hep ekonominin daha çok enerji tüketerek büyümesi üzerine yapılıyor. Yapılan tüm talep tahminleri de yanılıyor.  

TEİAŞ’ın 2018 yılında hazırladığı, 10 Yıllık Talep Tahminleri Raporu’na bakalım. TEİAŞ’a göre, Türkiye’de elektrik tüketiminin 2018 sonunda düşük senaryoya göre 301, yüksek senaryoya göreyse 307 milyar kWs’i geçmesi bekleniyor. Rapor, 2017’nin Aralık ayında hazırlanmış. Bir yıl önce yapılan tahminde en az 9 en çok 16 milyar kWs’lik hata var. Mersin ve Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrallardan bir tanesinin yılda 30-35 milyar kilovatsaat elektrik üreteceğini düşünürseniz sapmanın büyüklüğünü görürsünüz.

Bu tahminlere bakarak yeni santralların yapılmasına yeşil ışık yakılıyor. Yeni santrallar için doğa gereksizce talan ediliyor; çevreciler daralıyor.

Talep olmayınca şirketler ürettiği elektriği satamıyor, satamayınca bankalardan aldıkları kredileri ödeyemiyorlar; yatırımcı daralıyor.

Talep artmayınca hükümet izin verdiği santralları kurtarmak için teşvik üzerine teşvik veriyor. Bu paraları çıkartmak için de vatandaşın cebine yapışıyor; vatandaş daralıyor.

Şu daralma işini biraz açalım da meseleyi lakırdıya boğmadığımız anlaşılsın.

Bugün enerji şirketlerinin 50 milyar doları aşan borcu var. Borçlarını ödeyebilmeleri için talebin dolayısıyla da piyasada 4 dolar sent civarında seyreden elektrik fiyatının artmasını istiyorlar. Kağıt üstünde güzel dursa da hayata geçmesi kolay değil. Çünkü talep artsa bile rüzgar ve güneş gibi enerji kaynaklarının ucuza elektrik üretmesi, onlar piyasaya girdikçe fiyatların istenen 7-8 sentlere çıkmasını engelleyebilir. Kaldı ki, talebin şu ekonomik koşullarda şahlanması ve TEİAŞ’ın tahminlerini yakalaması mümkün görünmüyor. TEİAŞ, elektrik talebinin 2027’ye kadar her yıl ortalama yüzde 5 oranında artmasını bekliyor. Son tahminleri daha önce yaptıkları öngörülere göre daha mütevazi olsa da gerçekleşmesi zor. Piyasada elektrik fiyatının artmasının vatandaşlar için hayırlı bir şey olmadığını zaten söylemeye gerek yok.    

İşin trajik tarafı ise şu. Hükümet, elektrik piyasasını krizden korumak için yapısal bir değişikliğe gitmek yerine talebi artırmak istiyor. Enerji verimliliği gibi tedbirler rafa kaldırılıyor. Proje stoku birikti. Lisans alan, ön çalışmalara başlayan ‘daralmış’ yatırımcı ne yapacağını bilmiyor. Ya harcadıkları parayı çöpe atıp santralını kapatacak, ya projeleri iptal edecek ya da santralı kurup, devletten teşvik kopararak hayatta kalmaya çalışacak. Öyle de oluyor. Geçen yıl 600 megavat gücünde doğalgaz santralı devreden çıktı.  Hükümet 14’ü yerli kömür, 10’u doğalgaz, 10’u su ve 5’i ithal kömürle çalışan santrala kapasite mekanizması adı altında teşvik verip ayakta tutmaya çalışıyor. Yenilenebilir enerjiye verilen destek de 25 milyon TL’yi geçti. Kurulursa nükleer santrallar da yüksek alım garantisiyle köşeyi dönecek. Zaten onlar daralan değil daraltan sınıfında… 

Hükümetin derdi daralan yatırımcıyı kurtarmak. Bu durumda vatandaşa tanzim satış, çevreciye ise protestodan başka bir seçenek kalmıyor. 

Elektrik faturasını devletin ödemesi sorunu çözmez

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Şubat 2019

Tanzim satış, nasıl Türkiye’nin tarımsal üretim sorununu çözemeyecekse ihtiyacı olan ailelerin elektrik faturalarının devletçe karşılanması da enerji yoksulluğu sorununu çözemeyecek. Sorunun krize dönüşmesini öteleyecek o kadar.

Düzenli sosyal yardım alan ailelerin 150 kilovatsaate kadar (yaklaşık 80 TL’lik faturaya eş) yaptıkları tüketimin devlet tarafından karşılanacağı bir ay önce duyuruldu. Bu yardım en az 5 kişilik aileler için geçerli. İki kişilik ailelerde 75 kilovatsaate düşüyor, aile üye sayısına göre değişiyor. Faturalarını ödemekte zorlanan ve elektriksiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalan aileler için elbette iyi bir haber ama nereye kadar? Seçimden sonra devlet bu karardan vazgeçerse ne olacak? “Bana balık verme, balık tutmayı öğret” diye boşuna dememişler. Burada yaptığımız balık tutmayı öğretmek değil.  

Zor durumdaki insanların faturalarını ödemek yerine devlet neler yapabilirdi, onu tartışalım. Örneğin, evlerinin yalıtım giderlerini karşılayabilir, böylece daha kalıcı bir çözüme imza atabilirdi. İyi bir yalıtımla ısınma giderlerini yüzde 30 ila 50 arasında azaltmak mümkün. Yalıtım tüm apartmanı kapsayacak, zor diyebilirsiniz ama istenirse formüller bulunur. Yapılabilecek daha pratik işler de var. Buzdolabı gibi çok elektrik tüketen cihazları enerji tasarruflu modellerle değiştirerek, elektrik faturalarını hemen azaltacak bir işe imza atılabilirdi. Gelin hesap kitap yapalım.

Buzdolaplarımız, evimizdeki elektrik faturasının üçte birinden sorumlu. 80 TL’lik bir fatura, enerji verimli bir buzdolabının kullanılmasıyla 65-70 TL civarına inebilir. Hükümet, yardım kapsamında evdeki ampulleri de verimlileriyle değiştirebilir; 10 liraya yakın tasarruf da oradan yapılabilir. Eve girmişken enerji tasarrufunun nasıl yapılacağı örneklerle anlatılabilir. Sadece bu üç hamleyle fatura bedeli 60 TL’ye kadar indirilebilirdi. Böylece, devletin karşılamaya çalıştığı fatura yükü giderek azalırdı. LED ampullerin ömürlerinin yaklaşık 10 yıl, buzdolabının 15 yıl olduğunu düşünürseniz uzun vadede devletin ne kadar karlı çıkacağını görebilirsiniz. Devletin yapacağı yardım yılda 240 TL azalır, ortalama sekiz yılda buzdolabı ve ampul yatırımı geri ödenmiş olurdu. Enerji tüketiminin azalmasıyla enerjide dışa bağımlılığın azalacağını, çevrenin korunacağını da unutmayalım.

Oysa şimdi yapılan fatura yardımı aileyi devlete daha çok bağımlı yapıyor. Elektrik tüketimini azaltma hedefi yok. Ekonomik kriz derinleşir veya bu politikadan vazgeçilirse yardım kesilebilir. Yardım kesilirse aile yine enerji yoksulu olacak. Halbuki enerji tasarrufu adımları kalıcı. Sayıları 2,5 milyonu bulan desteğe muhtaç ailelerin enerji yoksulluğunu bir ay için değil, 10-15 yıl için azaltabilir.

***

Geçtiğimiz hafta Avrupa Parlamentosu Milletvekili Rebecca Harms ve Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin davetiyle Brüksel’de “Nükleer Enerjinin Durumu” adlı bir konferansa katıldım. Nükleer enerjinin dünya çapında gerileyişini gösteren çarpıcı rakamları sizlerle paylaşayım.

Uzun süre elektrik üretmeyenler toplam reaktör sayısından düşüldüğünde, dünya çapında çalışan nükleer reaktör sayısı 416. 2002 yılında bu sayı 438’di. Avrupa’da 10 yıldır tek bir yeni reaktör devreye alınmadı. Nükleer reaktörler yaşlanıyor. Reaktörlerin ortalama yaşı dünyada 30, Avrupa’da ise 34. Tasarım ömrü 40 yıl olan bu reaktörlerin ömrü uzatılıyor ama bu da riski artırıyor. Güneş enerjisinde maliyetler son 10 yılda yüzde 88 azalırken, nükleerde yüzde 23 artmış. Nükleer atık sorununa kalıcı çözüm mümkün görünmüyor. Atıkların yeraltında depolanması düşünülüyor ama hayata geçiren bir ülke bile yok. Litvanya’daki Ignalina santralının söküm maliyetinin 3 milyar avroyu geçeceği tahmin ediliyor. Söküm ve atıklarla ilgili maliyetler başa bela.

Ve son not. İstatistiklere göre, yapımı süren sekiz nükleerden reaktörden birinden inşaat aşamasında vazgeçiliyormuş. O zaman Akkuyu için hâlâ şansımız var.

***
16 Şubat Cumartesi, saat 13.00’da İstanbul Mimarlar Odası’nda ÇYDD tarafından düzenlenen Yerel Yönetimler ve Çevre Politikaları panelinde” ulaşımda iklim dostu seçenekleri” anlatacağım, beklerim.

Elektrik ve doğalgaza her ay zam

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2018

Elektrik fiyatlarına 1 Ağustos’ta yapılan zammın üzerinden bir ay geçtikten sonra bir zam daha geldi. Konutlarda elektrik fiyatları bu ay da yüzde 9 oranında artırılırken, son zamdan sanayici de yüzde 14’lük artışla payını aldı. Doğalgaz zammı da bir önceki ay olduğu gibi yüzde 9 oldu. Elektrik Mühendisleri Odası, “Türk tipi başkanlık sistemiyle” üç ayda bir yapılan gözden geçirme yerine her ay zam düzenine geçildiğine dikkat çekiyor. Anlaşılan padişah sevgisi gıda ve ulaşımdan sonra bir başka önemli ihtiyacı, enerjiyi de erişilmesi zor bir kaynak yapacak.

İşin şakaya gelir yanı yok. Son bir yılda evimizdeki elektrik faturası yüzde 33, sanayi, ticarethane ve tarımsal sulamada ise yüzde 44 zamlandı. Bizler faturaları nasıl ödeyeceğiz diye düşünürken, üretici de enerji maliyetini nasıl karşılayacağını düşünüyor. Doğalgaza bir ay içinde yapılan iki zammı da hesaba kattığımızda, gıdadan giyim ve hizmete her alanda yeni zamların geleceği ortada. Mutfaktaki ateş daha da körüklenecek, herhalde en kötüsü de bu.

Bu zamların arkasındaki nedenlerden biri Türk Lirası’ndaki feci değer kaybı. Türkiye doğalgazı yurt dışından alıyor ve dolarla ödeme yapıyor. Doların artışı işi zorlaştırdı. Zaten yıllardır doğalgazda destekle (sübvansiyon) ayakta duruyorduk, hükümet elektrik üreten santrallara verilen doğalgazda desteğin büyük bir kısmını geri çekti ya da ekonomik kriz yüzünden artık bu yükü taşıyamaz hale geldi. Sanayiciye verilen doğalgazda ise destek şimdilik sürüyor.

İşin seçimleri ilgilendiren bir kısmı da var. Makine Mühendisleri Odası’nın “Elektrik ve Doğal Gaz Fiyatlarına Yapılan Son Zamların Analizi” raporu, Anayasa halk oylamasıyla başlayan ve 24 Haziran seçimiyle biten süre boyunca halkın tepkisini çekmemek için doğalgaz zamlarının nasıl ertelendiğini tek tek açıklıyor. Seçimler bitti, saraylarda oturma garantiye alındı, zamlar da serbest bırakıldı.

Elektrik tarafında yönetim krizinden de bahsetmek mümkün. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yıllardır ithal doğalgazdan kaçmak için her dereye HES, her ovaya termik santral kurmaya çalışıyor. Bu çabanın bir ölçüde başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Doğalgazın Türkiye elektrik üretimindeki payı 2017’de yüzde 37’e geriledi. Ancak, bir ara yüzde 50’ye yaklaşmış bu oranın azalması AKP’nin iddia ettiği gibi enerjide dışa bağımlılığı azaltmadı. Tasarruf ve enerji verimliliğine büyümeyi etkiler korkusuyla öcü muamelesi yapıldı. Doğalgaz gitti ithal kömür geldi. Enerjide dışa bağımlılık konusunda ithal petrole hiç dokunulmadı. Tersine köprü, havalimanı ve yollarla petrol tüketimi teşvik edildi. Böylece dışa bağımlılık yüzde 75’leri bile görerek rekor kırdı. İthalat yükseldi, dolardaki artış da üzerine tuz biber oldu. Yenilenebilir enerjiden kömüre, petrolden doğalgaza sonuçta tüm alım garantileri, ticaret dolar üzerinden yapılıyor. Tercihler, kilovatsaati 3-4 dolar sente elektrik üreten rüzgar, güneş yerine, 6 sentten elektrik satan kömür olunca fatura daha da kabarıyor. İptal edilmezse nükleer santrala verilen alım garantisinin 12,35 dolar sent olduğunu hatırlatalım. Elektrik zammını asıl o zaman göreceğiz.

Son durum şu. 2018’in ilk sekiz ayında ithal kömür santralları elektrik üretiminin yüzde 20’sini karşıladı, doğalgazla beraber elektriğin yarısı ithal kaynaklardan üretildi. 18 yıl önce Türkiye’de ithal kömürle çalışan bir santral olmadığını hatırlatalım.

Özelleştirme kısmını da atlamayalım. Bugün fon ve vergiler hariç 100 TL’yi bulan bir faturanın 30 TL’si iletim, dağıtım, kayıp ve kaçak bedellerine gidiyor. Dağıtım bölgelerini alan şirketlerin kayıp ve kaçak oranlarını düşürmek için yatırım yapacakları söylenmişti. Türkiye’de kayıp-kaçak oranı Dünya Bankası’nın son verilerine göre yüzde 15. Dünya ortalaması ise yüzde 8. Yedi yıldır bir ilerleme olmadı çünkü bu firmalar ihaleleri almak için dolar üzerinden borçlandılar. 45 milyar doları aşan borçları olduğu söyleniyor. Bırakın yatırım yapmayı, bedellerini bize ödeterek yardım alıyorlar.

Bir başka yazıda devam etmek üzere soralım. Bu özelleştirmeler yapılmasa ve devlet dağıtım şirketlerini elinde tutsaydı, tarihinin en kötü ekonomik krizlerinden birini yaşayan Türkiye’de, kâr derdi olmayacağı için vatandaşa şu son zammı yapmadan elektrik satamaz mıydı?

Matematik Eskişehir’de kömür santralına karşı

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Ocak 2018

Türkiye’deki şekerpancarı üretiminin yüzde 6,4’ü, arpanın yüzde 3,9’u, buğdayın yüzde 3,3’ü, kuşkonmazın neredeyse tamamı ve rokanın yarısına yakını Eskişehir’den sağlanıyor. İlin 5 bin 337 dekarlık bir alanında organik tarım, 6 bin 146 dekarlık bir alanında ise iyi tarım yapılıyor. Buğday, saman ve et ithal ediyoruz. Eskişehir’de bunlar üretiliyor. İstenirse daha çok da üretilir ama dert o değil. Dert, Eskişehir’e kurulmak istenen termik santral.

Termik santral için seçtikleri Alpu Ovası tarıma elverişli. Alpu ilçesinde besi sığırcılığı yapılıyor, şekerpancarı, patates ve kaz yetiştiriliyor. Toprağın altında ise “milli” diye pazarlamaya çalıştıkları kömür var. Bizim hükümet yerin üstünde olan biteni görmüyor, yerin altındaki kömürü görüyor. Her yıl 6 milyon 316 bin 812 ton kömür yakıp elektrik üreteceğim diyor.  

Santral kurulmak istenen yerin etrafında 1 milyona yakın insan yaşıyor, kömür santralı 1 milyon insanın havasını kirletecek, hükümet onu da görmüyor. Çevre Mühendisleri Odası Türkiye’de sadece 6 ilin havası temiz diyeli 10 gün oldu. O illerden biri de Eskişehir. Yöneticilerimiz, gelir dağılımına, eğitime, medyada söz hakkına gelince eşit davranmıyor ama iş “zehirlenme hakkı”na gelince oldukça adaletliler. Tüm Türkiye kirli hava solurken Eskişehir nasıl olur da temiz hava solur diyerek, oraya da bir termik santral planlayıvermişler.

Santral tam kapasite çalışırsa, her şey yolunda giderse yılda 7,5 milyar kilovatsaat elektrik üretecek. Yerli linyitin kalitesizliği ve geçmiş tecrübeler öyle olmadığını söylüyor ama varsayalım haklı çıktılar, biz bu veriler ışığında kritik soruyu soralım. Bu santral yapılmazsa Türkiye’de elektrikler kesilir mi? Ya da Eskişehirliler santrala karşı çıkar ve yaptırmazsa Türkiye elektrik ithal etmek zorunda kalır mı? İki sorunun da yanıtı hayır. İhtiyaçtan fazla santralımız var. Türkiye’nin kurulu gücü 2017 sonunda 85 bin megavatı geçti. 2017’de elektrik tüketim rekorunun kırıldığı günde ise en yüksek talep (puant güç) 48 bin megavatın altındaydı. Yani, talebin yaklaşık iki katı fazla kurulu güç var.

Görüldüğü gibi Türkiye’nin şu anda yeni bir santrala ihtiyacı yok. Önümüzdeki yıllarda elektrik talebi artarsa ne olacak diye sorabilirsiniz. O sorunun yanıtını da Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) vermiş. TEİAŞ`ın 2017-2026 için yaptığı elektrik tüketim tahminlerine bakmışlar. Elektrik talebinin daha az artacağını söyleyen düşük talep senaryosunun tahminin karşılamak için mevcut santralların yüzde 47,6 kapasiteyle çalıştırılması yeterli oluyor. Elektrik talebinin çok arttığı yüksek talep senaryosu içinse mevcut santralların yüzde 56,2 kapasiteyle çalıştırılması yeterli oluyor. Kısaca EMO, yeni bir santral yapılmasa bile talebi karşılamakta sorun yok diyor. Kaldı ki lisans almış yapılmayı bekleyen ya da yapımına başlanan nereden baksanız bir 30 bin megavatlık santral daha var.

Bu kadar is ve kömür kokusu yeter, işi tatlıya bağlayalım. Türkiye birkaç gün önce enerjide yeni bir hedef daha açıkladı. Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı kapsamında 2023 yılına kadar birincil enerji tüketiminin yüzde 14 oranında azaltılması hedeflendi. Planın içinde elektrikteki dağıtım kayıplarının yüzde 8’e indirilmesi de var. Bugünkü oranın yüzde 14’lerde olduğunu düşünürseniz, sadece bu hedefe erişilmesi Eskişehir’de kurulmak istenen santralın üreteceği kadar elektriğe ihtiyaç kalmayacağını gösteriyor. Tatlı olan da bu. Dağa taşa santral kuruyorsun, elektrik talebinden fazla üretim yapıyorsun ve bir yandan da enerjiyi daha verimli kullanmak için eylem planı hazırlıyorsun. Kafaların karıştığı kesin bilgi, yayalım.   

Tatlının üzerine acı kahve sevenleri de şu satırla baş başa bırakayım. Türkiye önümüzdeki günlerde ekmeklik buğday bulamayabilir ama herkesi çarpmaya yetecek elektriği olacak. Buğday bulamazsak yine ithal ederiz ama kömürü yakmazsak elektriksiz kalmayız. Onun yerine koyacak seçenek ise çok.

Klima imparatorluğu

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Temmuz 2017

Memlekette üretim hiç durmuyor. Beş yıl önce yerli otomobil yapacağız diyenler olmuştu, bugün ise rotayı uçak gemisine kırdılar. Durmadan bir şeyler üretiyorlar ama üretileni gören yok… Hiç kimse de, “madem derdiniz otomobil ve uçak gemisi gibi teknoloji-sanayi ürünleri üretmek; neden tüm liseleri kapatıp, üniversitelerdeki kaliteli bilim insanlarını işten atıp her mahalleye bir imam hatip açıyorsunuz” diye sormuyor. Okuyup üfleyerek yapılmıyor bu uçak gemisi dediğin. Ey dolduruşa gelenler, duyun sesimizi…

Uçak gemisi gibi gereksiz işleri bir tarafa bırakalım, gelin şu ülkenin klima sorununu çözelim. Enerji ve kentleşme politikaları o kadar çığırından çıktı ki, Türkiye’de ev tipi klima satışı 2016’da 800 bine ulaştı. Yılda 800 bin klima! Ticariler dahil klimalara ödenen para bir yıl önce 1,4 milyar dolardı. Akıllara ziyan. Türkiye’nin ekonomisi klima ekonomisi oldu, kimsenin haberi yok. Enerji ithalatının artmasında, çevreye zarar veren onlarca santralın kurulmasında en büyük sorumlulardan biri, “esmiyor” deyip düğmesine bastığınız klimalar. 

3 Temmuz’da Türkiye’nin birçok yerinde sıcaklık rekorları kırıldı. Daha sonra da herkes şu haberi okudu: “Elektrik tüketiminde 3 Temmuz’da rekor kırıldı”. Her yaz olduğu gibi, sıcaklıklar artınca klimalar çalıştı ve elektrik tüketimi de arttı. 3 Temmuz Pazartesi günü Türkiye’de 928 milyon kilovatsaat elektrik tüketildi. Normal bir işgünüydü. İki hafta önce, 20 Haziran’da ise Türkiye’nin elektrik tüketimi 775 milyon kilovatsaatti. O da normal bir işgünüydü ama iki tüketim miktarı arasındaki fark 150 milyon kilovatsaat. İki haftada Türkiye’de ne değişti? Ağır sanayi hamlesi mi sonuçlandı? İhracat mı ikiye katlandı? Uzaya roket göndermek için tüm fabrikalar 24 saat çalışmaya mı başladı? Hayır. Hava sıcaklığı ortalama 6 derece arttı, elektirk tüketimi tavan yaptı. Rekorun kırılmasının en büyük nedeni klimalar. Ne ülke kalkındı, ne de üretim şahlandı. Haliyle bu rekorun övünülecek bir tarafı yok.

Klimalar yüzünden boşa harcadığımız 150 milyon kilovatsaatlik enerjiyi üretmek için 50MW gücünde bir rüzgar santralının bir yıl çalışması gerek. Ya da bir o kadar nehir tipi HES’in. Sizin bir gün terlememek için klimalara hücum etmenizin bedeli bu. Doğru kentler kurmamanın, güneşi ve rüzgarı hesap ederek binalar yapmamanın ve konfor düşkünlüğümüzün sonucunu ülkece elektrik faturalarıyla boğuşarak ödüyoruz. Elektrik faturasını ödeyecek paranız olabilir ama bu iş para değil vicdan meselesi. 

Klima kullanımında öncelik yaşlılara, hastanelere ve sağlık problemi olanlara verilmeli. Urfa’da, Adana’da veya Antalya’da otursanız onu da anlarım ama İstanbul’da yazı 22-23 derecede geçirmek için eve klima koydurtmak başka bir şey… Japonya Çevre Bakanlığı yazın ofislerdeki klimaların 28 dereceye ayarlanması için kampanya yapmıştı. Klima kullanmak yerine giysilerle ilgili kurallar yumuşatıldı. Türkiye’de de yapılabilir. Ülke ekonomisine katkı sağlamak istiyorsanız ofise klimayla değil şortla ve tişörtle gelin. 

İşin daha da trajik tarafı şu. Yıl içinde sıcaklıkların tavan yaptığı gün sayısı çok değil ama yükseldiğinde artan elektrik talebini karşılamak için yedekte santralınızın olması gerekiyor. Malum akıllı şebeke, dağıtılmış santrallar konusunda sınıfta kalmış bir ülkeyiz. Merkezi santrallara bağlı eski ve tekelci bir elektrik üretim/dağıtım sisteminde ısrar ediyoruz. Bu yüzden de yıl içinde tüketim bu en yüksek rakamlara belki 10-15 gün ulaşsa bile, o anlık talepleri karşılamak için fazladan santral kuruyoruz. 

3 Temmuz’un faydası da oldu. Bize enerji planlamasında yapılan hataları gösterdi. Elektrik talebinin tavan yaptığı anda (ani puant talep) 46 bin MW oldu. Türkiye’nin mevcut kurulu gücü 80 bin MW civarında. Talep artışının umulduğu gibi artmamasına rağmen durmadan santral kurulması Türkiye’de bir arz fazlası yarattı. Bu plansızlığa son verip, yeni santral yapımlarını sınırlamazsak, Türkiye’deki birçok santralın atıl kalması kaçınılmaz olacak. Elektriği boşa harcayan ülke unvanının yanına, santralları boşa kuran ülke unvanını da alabiliriz.

Uçak gemisi yapınca bu sorunlar halloluyorsa tamam. Hallolmuyorsa sanayideki ustaları toplayıp uzay gemisi için çalışmalara başlasak çok daha iyi olur. 

Enerjide cebimiz delik

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Ocak 2017

Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılık oranı yüzde 75’lere çıktı. Dışa bağımlılık bir sorun, özellikle de ateş pahasına dışardan aldığınız enerjiyi üretimden çok tüketime harcadığınızda. Sorunun adı dışa bağımlılık ama sorunun kaynağı dışarıda değil, içeride. Tek sorumlu ülkenin enerji politikasını belirleyen iktidar. Tüketici davranışını da, sanayinin tercihini de hükümet belirliyor. İktidara geldikleri 2002 yılında Türkiye enerjide yüzde 67 oranında dışa bağımlıydı şimdi bu oran yüzde 75’i buldu.

Merak ediyorsunuzdur, her söylemlerinde dışa bağımlılığı azaltacağız diyenler nasıl oldu da dışa bağımlılığı artırdı diye. Halbuki, Türkiye’nin neredeyse her deresine, belki de onları ‘kurutma/tahrip etme’ pahasına baraj yapıldı. Yerli kaynak sayılan hidroelektrik potansiyeli çok daha fazla kullanılmaya başlandı.  Bugün Türkiye’de üretilen elektriğin yüzde 6’sından fazlası akarsular* üzerine kurulan hidroelektrik santrallerden geliyor. Bir o kadar da rüzgar ve jeotermal toplamından elektrik üretiliyor. Tüm bunlara rağmen dışa bağımlılık azalmadı. Çünkü sorun, işin üretim değil tüketim tarafındaydı ama enerji politikasını yönetenler bunu görmemekte ısrar etti. Hidroelektrikle bu iş olmadı şansımızı bir de kömürde deneyelim dediler.

Enerji Bakanlığı 2012 yılını ‘kömür yılı’ ilan etti. Bahanesi de enerjide dışa bağımlılığı azaltmak ve istihdamı artırmak diye açıklandı. Hükümet ne derse tersi oluyor demeyecekseniz ne olduğunu söyleyeyim. Tersi oldu. 2012 yılında 28 milyon ton civarında olan kömür ithalatımız 2015 sonunda 35 milyon tona dayandı. 2002 yılında ise kömür ithalatı sadece 11 milyon tondu. Elektrik üretiminde yerli kömürün önünü açacağız diye boş verilen çevre kuralları ve halk sağlığı, defalarca uyardığımız gibi, ithal kömürün de önünü açtı. ‘Kömür yılından hemen sonra, 2013’te ithal kömürle çalışan santraller Türkiye’deki elektrik üretiminin yüzde 12’sini karşılıyordu. Yerli kömürü ve istihdamı artırmak için alınan tedbirler sonucu bu oran 3 yılda yüzde 17’yi geçti. Türkiye’deki elektrik üretiminde ithal kömürün payı barajlı hidroelektrikleri yakaladı. Dışa bağımlılık arttı, ülke kül ve ise boğuldu.

Dışa bağımlılığı azaltmak için yapılan tüm bu hamleler doğalgaz ithalat miktarının artışını durdursa da yerini ithal kömürle doldurmaya çalıştığımız için sonuç değişmedi. Daha kirli bir kaynağı seçtiğimiz için hem sağlığımızı hem de doğamızı daha fazla riske attık.

Ne yapılmalıydı ya da yapılmalı, onu da dilimiz döndüğünce anlatalım. Enerjide dışa bağımlılığı azaltmak istiyorsak işe ilk başta tasarruf ve verimlilikle başlamalıyız. DPT raporlarında Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarruf potansiyelinin yüzde 20-25 oranında olduğu yazıyor. Bu şu demek; bizim cebimiz delik. 100 lira atıyoruz, 25 lirası delikten boşa gidiyor. O yüzden de 100 lirayı cepte tutmak için 130 lirayla evden çıkıyoruz. Enerji dilinden söylersek, elektrik talebi 100 ise biz 100 üretmek yerine 130 üretmeye çalışıyoruz çünkü biliyoruz ki 30’unu boşa harcayacağız.

Yapmamız gereken cepteki deliği dikmek elbette. Binalara yalıtım şartı getirmeli, yalıtım yapmak isteyene uygun teşvikler sağlamalıyız. Toplu taşımayı yaygınlaştırmalı, sanayide enerji yoğun üretim yöntemlerinden, çimento gibi ürünlerin ithalatı için enerji harcamaktan vazgeçmeli, ekonomiyi bilişim gibi alanlarda büyütmeliyiz. Verimli motorlarla üretip, akıllı elektrikli aletlerle tüketmeliyiz. Sınırları çizilmiş tüketimi, tüketilen yerde üretim yapan, küçük ve yenilenebilir enerji santrallerine kaydırarak dışa bağımlılığı da azaltabiliriz. Güneş paneli ve rüzgar türbinlerinin üretimi ve parçası için fabrikalar açıp istihdam sorununa enerji yatırımlarıyla çözüm bulmak da mümkün. 300 kişinin çalıştığı bir ithal kömür santrali yerine 30 bin kişinin ürettiği yenilenebilir enerji sektörü kurmak hayal değil.

Mesele, cepteki deliği dikip halkı rahatlatmak yerine cebi doldurmayı amaçlayan şirketlere göz kırpan politikaları hayata geçirmekse lütfen o bildiğiniz yolda, durmadan devam edin. Bıçak kemiğe dayandı diyorsanız da bu gidişata “hayır” deyin. Bu ülkenin insanları da temiz hava solumayı, güzel günler görmeyi herkes kadar hak ediyor.

*Barajsız hidroelektrik santraller

Bu saat işinden kim kârlı çıktı

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Aralık 2016

Sabahları zifiri karanlıkta yola çıkıyor, güvenlik korkusuyla yola düşüyor ve kendinizi bir zombi gibi hissediyorsanız bilin ki yalnız değilsiniz. İki aya yakın bir zamandır gözlerini zar zor açan, direklere ve diğer zombidaşlara toslamadan yollarda yürüyen, araç kullanan bu ülkedeki milyonlardan birisiniz. Neden bu hale düştük, hatırlıyor musunuz?

Çektiğimiz bu eziyetin sorumlusu hükümet, kış saatine geçmeyerek elektrik tasarrufu yapacağımızı söylemişti. Şaşırtıcı değil ama yine söylediklerinin tersi oldu. Türkiye’nin elektrik tüketimi geçen ay, bir yıl önceki kasım ayına göre yüzde 6,5 oranında arttı! Yanlış duymadınız, tasarruf yapmadığımız gibi rekor bir artışa da imza attık. Daha önceki kasım aylarında görülmemiş bir artış oranı yakalandı.

Elektrik Mühendisleri Odası’na (EMO) göre bu artışın nedeni kış saatine geçilmemesi sonucu artan elektrik tüketimi. Elektrik tüketimini artıracak diğer etkenlere bakınca EMO’ya hak veriyorsunuz. Meteoroloji Genel Müdürlüğü, kasım ayının mevsim normallerinde geçtiğini teyit ediyor. Ekonomi durgun hatta çökmüş. İmalat sanayinde kapasite kullanım oranında belirgin bir artış yok, kapanan yüzlerce şirket var. Geriye bir olasılık kalıyor. AKP hükümetinin akılları zorlayan yaz saatinde diretme planı, elektrik tasarrufuna yol açmadığı gibi tersine elektrik israfına neden olmuş.

28 Ekim’de, BirGün’deki, ‘Yaz Saati Değil Siesta’ başlıklı yazımı bulup okursanız, orada, “Karanlıkta kalkarak ve çalışarak nasıl enerji tasarrufu yapacağız” diye sormuş, yaz saatinde kalma ısrarının tüketimi artırabileceğinden bahsetmiştim. Ne yazık ki haklı çıktık. Kış saatine geçmemenin neden yanlış olduğunu hatırlatalım. Türkiye’deki nüfusun büyük bir kısmı ülkenin Batı’sında yaşıyor. Bu insanlar karanlıkta kalktıkça evlerini ısıtmak için daha fazla enerji harcayacaklar, işten/okuldan eve geldiklerinde de hava yine kararmış olacağından gün ışığından faydalanamayacaklar. Bir dostumla yaptığım konuşma, bu tezin doğruluğunu kanıtladı. Çocuklarını okula göndermek için daha erken kalktığını, evlerindeki merkezi ısıtma o saatlerde etkin olmadığı için de evi elektrik sobasıyla ısıttığını söyledi. Karanlık olduğu için yanan lambalar da cabası. Elektrik tüketimi rakamları, böyle yüzlerce ev ve işyeri olduğunu doğruluyor.

Durum net ama o kadar basit değil. Bu sadece hükümetin bir hesap hatası mı yoksa bilerek yapılmış bir eylem mi? Bu sorunun yanıtını, “bu işten kim karlı çıktı” diye sorarak bulabiliriz. Bildiğiniz gibi enerji sektörü uzunca bir süredir krizde. Nedeni, abartılan elektrik talebine bağlı olarak kurulan onlarca yeni santral. Türkiye’deki halihazırda çalışır durumdaki enerji santrallarının kurulu gücü 78 bin MW. Yapımı süren, lisans almış ve başvuru aşamasındakileri de toplarsanız bir 50 bin MW’lık santral da yolda. Oysa elektrik talebi istenildiği gibi artmıyor. Santrallar kapasitelerinin çok altında çalışıyor. Özelleştirilen santralları satın alan şirketlerden, eski oyunculara kadar herkes dertli. Onları bataktan kurtarmanın tek yolu daha çok elektrik satmalarını sağlamak. Kasım ayında bu oldu. Bir önceki yılın kasım ayına göre tüketimde 1,5 milyar kilovatsaatlik bir artış sağladı. Önümüzdeki 3-4 ay boyunca da benzer tüketim rakamları karşımıza çıkabilir.

Elektrik dağıtım şirketlerinin durumu daha da beter. Elektrik satışı azaldıkça kârları düşüyor ama asıl dertleri bu da değil. Dağıtım ihalelerini almak için milyar dolarları savuran bu şirketler, dolar kurundaki fark nedeniyle bankalara borçlarını ödemekte zorlanıyor. Elektrik dağıtım ve üretim özelleştirmelerine 21 milyar dolar ödendiği (Enerji IQ) belirtiliyor. Bankaların enerji sektörüne kullandırdığı kredi miktarının da 50 milyar doları bulduğu söyleniyor. Dolar yükseldikçe bu borcun ödenmesi zorlaşıyor. Enerji sektörü çökerse bankalar da bundan nasibini alacak. Hükümet ise beklendiği gibi(!) faturayı yanlış ticari kararlar veren bu şirketlere veya bankalara değil (çoğu hükümete yakın isimler zaten) halka ve doğaya kesiyor. Tüm dünya daha az enerji tüketerek aynı işi yapmaya başlarken; biz daha çok elektrik tükettirmeye, bu tüketimi karşılamak için de nehirleri, ovaları santrallarla doldurmaya ve suyumuzu, havamızı kirletmeye çalışıyoruz.

Sektörün durumu yaz saatiyle de kurtulamayacak kadar ciddi. Yakında hepimizi gece mesaisine bile kaldırabilirler. Oy vermeye, susmaya devam ettikçe bu eziyet sürecek. Tamamen zombiye dönüşmeden önce yapılacak ilk iş, saatleri bir saat geri almak için daha kuvvetli bir kampanya yapmak. Haydi sosyal medya başına!
#SaatlerGeriAlınsın

Enerji tüketiminin artması büyüdüğümüzü göstermez

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Mayıs 2016

Başbakan Binali Yıldırım 65. Hükümet’in programını açıklarken enerji sektörüne özel bir vurgu yaptı. Son 14 yılda elektrik üreten santrallerin kurulu gücünün (kapasitesinin) iki kat arttığını söyledi. Sonra da ekledi: “Türkiye büyümüyor diyenlere en büyük cevap bu. Enerji tüketimi demek, büyümek demek.”

Başbakan Binali Yıldırım gibi enerji tüketimiyle kalkınma/büyüme arasında doğrudan bir ilişki olduğunu sanan, bu hataya düşen çokça insan var ülkemizde. Bu söylemi iktidar partisinin birçok yetkilisinden daha önce de duyduk. Eski Enerji Bakanı Taner Yıldız, enerji tüketimi rekor kırdıkça medyayla bunu paylaşıp adeta iyi bir şeymiş gibi anlatıyordu. Demek ki bu yanlış anlayış Binali Yıldırım’a özgü değil, bizi 14 yıldır yönetenler enerji meselesini anlayamamış. Bugün yaşadığımız sorunların temelinde de bu yanlış bakış açısı yatıyor.

Klasik iktisatta büyüme, mal ve hizmet üretimindeki artıştır. Ülkelerin büyüyüp büyümediğini anlamak için de gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) artışına bakılır. Türkiye’de üretilen mal ve hizmetlerin değeri artmışsa büyüme gerçekleşir. Nereden kaynak bulunduğu, neyin tüketildiği önemli değildir. Bu zaten iktisadi açıdan hatalı bir gösterge. Faturasıyla silah alıp o silahla insan öldürseniz, doktoru ve ambulansıyla ekonomiyi büyütüyorsunuz. Hadi, bu iktisadi yanlış, başbakanı bağlamaz deyip geçelim. İşin enerji tarafı da hatalı. Basit bir ‘deney’ önerisiyle açıklayalım…

Binali Yıldırım, elektrik tüketimi artınca Türkiye’nin büyüyeceğine gerçekten inanıyorsa, yarından tezi yok yeni bir yasa için hazırlıklara başlasın. Bu yasa, başta hatırı sayılır bir elektrik tüketimine sahip kaçak saray olmak üzere ülkedeki tüm binaların, sokak lambalarının, alışveriş merkezlerinin ışıklarının 24 saat açık kalmasını zorunlu kılsın. Böylece bir yıl içinde elektrik tüketimi iki katına çıkar. Çıkar ama ülke büyümez çünkü tek yaptığınız enerjiyi boşa harcamak olur. Gündüz vakti ampulleri yakarak ülkenin kalkınmasına bir faydanız olabilir mi? Demek ki asıl mesele enerjinin nerede harcandığı, onunla ne üretildiği ve ne kadar verimli (akıllı) kullanıldığıyla ilgili.

Şimdi soralım. Peki, Türkiye enerjisini verimli tüketiyor mu? Hayır. Bunu görmek için Türkiye’nin enerji yoğunluğu verilerine bakmanız yeter. Enerji yoğunluğu, GSYİH artışı için ne kadar enerji harcandığını gösterir; tam da Başbakan’ın aradığı veri aslında. Türkiye’nin enerji yoğunluğu verisi OECD ortalamasının 1,5 katından fazla (UEA, 2011). Bütün dünyada enerji yoğunluğu düşerken yani, daha az enerjiyle daha fazla gayri safi hasıla elde edilirken, son 14 yılda Türkiye’deki değişim benzer ekonomilerden ve birçok Avrupa ülkesinin gerisinde kalmış. G20 içerisindeki benzer ekonomilerden, örneğin İtalya ve Meksika’dan da geride. Avrupa’daki hemen hemen her ülkede enerji yoğunluğu rakamları düşüyor. Türkiye ise daha fazla azaltım yapma potansiyeline sahipken bu ülkelerin ardında kalmış. 2004-2014 arasında İspanya, Hırvatistan, Avusturya ve Macaristan gibi ülkeler, yüzde 10-20 oranında iyileştirmeler yapmış.

Büyümenin yolunun daha çok enerji tüketmekten geçtiğini sananlar Almanya’yı da dikkatle izlemeli. 2006-2014 arasında Almanya’nın birincil enerji tüketimi yüzde 10 civarında azaldı ama ülke ekonomisinin büyümeye devam etti. Enerjide yeni eğilim daha çok üretip tüketmek değil, daha az tüketerek üretmek. Bunu anlamazsanız hem ekonomi hem de doğa zarar görmeye devam edecek.

Türkiye’de ise enerji sektörü, son yıllardaki değişime ayak uyduramadı. Daha az enerjiyle daha çok işi yapacağına durmadan yeni santrallar kurup elektrik tüketimini arttırmaya odaklandı. Bunda hükümetin katkısı çok, enerjiyi ülkeye para getirmenin bir yolu gibi gördüler ve bu eski modeli teşvik ettiler. Türkiye’de 74 bin megavatı bulan santrallerin kurulu gücüne rağmen en çok talebin olduğu zaman (Temmuz, 2015) gerek duyulan güç 43 bin megavat civarında kaldı. Dikkat edilirse en yüksek elektrik talebi hep yaz aylarında, klimaların çalıştığı sıcak günlerde gerçekleşiyor. Türkiye’de elektrik talebi artıyorsa bunu ülkenin büyüyen sanayisine, endüstrisine değil, büyüyen klima sektörüne bağlamak daha doğru olur. Coğrafyaya uygun ev yapamayan, güneş açılarını hesaplayamayan, pencereleri ona göre yapamayan müteahhit ve mimarların da bu büyümedeki katkısı unutulmamalı.

Enerjide hesap döndü

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Nisan 2016

Afşin Elbistan - Foto: O. Gurbuz
Sap döner, keser döner, gün gelir hesap döner diye boşuna dememişler. Enerjide öyle oldu. 14 yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının enerjiden rant yaratmaya dayalı modeli çıkışı olmayan bir tünele girdi. Enerji piyasasında hiçbir şey hükümetin istediği gibi gitmiyor.

Hükümetin enerji politikası elektrik talebinin sürekli ve yüksek oranlarda artmasına ve bu talebin aynı şekilde sürekli açılan yeni enerji santralleriyle karşılanmasına bağlıydı. Bu yapay talebin çok uzun sürmeyeceği belliydi. 2003-2007 yıllarında Türkiye’de elektrik talebi yılda ortalama yüzde 7 civarında arttı. 2008’de artış hızı yavaşladı, 2009’da ise talep yüzde -2 oranında azaldı ki, 2001 krizinde bile bu kadar düşmemişti. Son dört yılda ise Türkiye elektrik talebi yılda ortalama sadece yüzde 3,5 oranında arttı. Tahminlerin çok altında kaldı.

Gelişmiş ülkeler enerjiyi daha akıllı ve verimli kullanarak daha az santral kurma yolunda giderken, Türkiye talebi kontrol etmek yerine yeni santrallar yaparak enerji sorununu çözmeye çalıştı. Her dereye HES, her ovaya doğalgaz, her koya ithal kömür santralı ve iki dev nükleer santral için yatırımcıları Türkiye’ye topladılar. Son 14 yılda görev yapan üç enerji bakanının Türkiye’nin enerjide milyarlarca dolarlık yatırıma ihtiyaç duyduğunu tekrar tekrar söylemesi rastlantı değildi. Onların işi, yerli ve yabancı yatırımcıyla finans kuruluşlarını Türkiye’ye çekerek para akışını sağlamaktı. Bu sayede birçok şirket enerji sektörüne girdi, iyi para kazandı. Son Enerji Bakanı Berat Albayrak da aynı yolda ilerliyor. 5 Mart 2016’da, enerji sektöründe 10 yılda 100 milyar dolarlık yatırım gerektiğini söyledi. AKP’nin enerji politikası bir ezbere, gerçek ihtiyaca yanıt vermek yerine ihtiyaç yaratmaya dayanıyor ve bu ezberin artık ne Türkiye’de ne dünyada bir karşılığı var.

Dert bu kadarla da sınırlı değil. Makine Mühendisleri Odası’nın Enerji Görünümü Raporu’nda, şu ana kadar lisans alıp yapımına başlanan 38 bin megavatlık yeni santral olduğu belirtiliyor. Mevcut santralların yarısı kadar santral yolda anlayacağınız. Buna nükleerler dahil değil. Yapımı sürenler bittiğinde talep artmazsa elektrik gerçekten de sudan ucuza satılabilir çünkü arz talebin çok üstünde.

Sorun büyük. Santral sayısı artarken (arz) talep neredeyse yerinde sayıyor. Talebi gereksiz tüketimle artırmak da israftan başka bir şey değil. Arz fazla, talep az olunca da elektrik fiyatları düşüyor. Buna rağmen hükümet bu düşüşü bize yansıtmıyor. Elektriği ucuzlatacağına zam yapıyor çünkü onların derdi kar edemeyen elektrik üreticilerini kurtarmak. Talebin ve fiyatların hep yüksek olacağını düşünen özel sektör ise aldığı riskin bedelini ödemek yerine maliyeti tüketiciye yükleme peşinde.

Ucuz denen kömüre teşvik gündemde
Yılbaşındaki elektrik zammını hükümetten önce haber veren Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir, bu defa da ürettikleri elektrik için alım ve fiyat garantisi istedi. Enerji Bakanı Berat Albayrak da alım garantisinin yerli kömürle çalışan santraller için düşünülen modellerden birisi olduğunu söyledi. Sabancı Holding Enerji Grubu Başkanı Mehmet Göçmen, “Geçtiğimiz 10 küsur yılda hiçbir fiyat garantisi olmadan sektöre 75 milyar dolara yakın para yatırılmış. Bugün itibariyle sektörün borcu 60 milyar dolar. Bunun da 52 milyar doları yerli bankalara. Mali durum bu” diyerek durumu özetliyor. Göçmen de diğer özel sektör temsilcileri gibi, devletin piyasa fiyatının üzerinde bir alım garantisi vererek kendilerini kurtarmasını istiyor.
Özdemir, alım garantisinin rakamını da açıkladı, kilovatsaat için 8 dolar sent isteniyor. İyi işletilemiyor diyerek neredeyse devletin elindeki tüm enerji santrallerini satışa çıkartanlar, şimdi de öngörüsüzlüklerinin ve hükümetin rant yaratma çabalarının fiyaskoyla sonuçlanmasının bedelini bize ödetmeye hazırlanıyor.

Özel sektör bastırdı ve Türkiye, herkesin kirli olduğu için kaçmaya çalıştığı kömüre teşvik vermeyi gündemine aldı. Hem de pahalı dedikleri rüzgar enerjisine verdikleri alım garantisinden (7,3 dolar sent) daha fazlasını havayı kirleten, iklimi değiştiren kömüre vermeyi planlayarak. Hayaldi, gerçek oldu.

Kara hayaller

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Şubat 2016

Türkiye’de bakanlar değişiyor ama enerjide politikasızlık değişmiyor. Dünya nereye gidiyor diye bakan yok; ezber metinler ve hamasetle zaman kaybediliyor. Süreç şöyle işliyor. Hükümetin enerji kurmayları her yıl yeni bir slogan bularak işe başlıyor. “Bu yıl HES’lerin yılı”, “enerji verimliliğinde seferberlik başladı” veya “nükleer enerjinin önünü açıyoruz” diye süslü püslü laflar üretiyorlar. Bazı gazeteci arkadaşların da desteğiyle bu sloganlar manşete çıkarılıyor ve oyun böyle sürüp gidiyor. Sonra enerji verimliliği Ayşe Teyze’ye kalıyor, hidro işi talana dönüşüyor, nükleer de santrali patlatacak birine teslim ediliyor. Nükleer deyince aklıma geldi, şu aralar bakanlıkta herkesin dilinde bu şarkı varmış: Başıma gelenler hep senin yüzünden (Putin), yıkıldım artık ben, sevemem yeniden…

Sonra ne mi olur? Dönüp dolaşır,  yerli kömüre döneriz. “Bizim yerli linyit kömürümüz var ya” diye nutuklar atılır. İşte yine o oldu.

Afşin-Elbistan Termik A santrali. Foto: O. Gurbuz
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’ın 2016 Bütçe Sunumu, ülkenin olmayan enerji politikalarını bir kez daha gözler önüne serdi. Rusya ile yaşanan nükleer fiyasko hiç olmamış gibi bir sunum yapıldı. Yerli kömürü kullanmak için bolca santral kurularak doğalgaza bağımlılığın azaltılacağı söylendi. Aynı söylem, HES ve nükleeri pazarlamak için önceki yıllarda da kullanılmış, bir yandan da yeni doğalgaz santrallerine lisans verilmeye devam edilmişti. Vakti olan bundan önceki bütçe sunumlarına bakabilir. Türkiye’deki HES potansiyelinin hepsini kullanmak, yani her dereye mümkün olduğunca çok baraj yapmak gibi akla zarar hedeflerin bu bütçe sunumlarına sıkıştırıldığına şahit olduk. Rus doğalgazına bağımlılığı azaltmak için Rusya’ya nükleer santral yaptırmanın ne kadar “Zihni Sinir” bir proje olduğunu da hep birlikte gördük.

Türkiye’deki kalitesiz yerli linyit kömürünün hepsini yakma projesi de bir o kadar tutarsız. Nedenini de söyleyelim.  Kentlerde ciddi bir hava kirliliği sorunu var, bilimsel çalışmalar santrallerin hava kirliliğine etkisini gösteriyor; bu bir. Kömür yaktıkça iklim değişikliğine yol açan karbondioksit çıkıyor, Türkiye’nin karnesi zaten korkunç; bu iki. Sen kömür yakmak için çevre standartlarını düşürdükçe memleketin her yerine ithal kömür santrali kuruluyor, firmalar için bir kömür cenneti yaratılıyor, dışa bağımlılık artıyor; bu üç. Kömürden nükleere, bu kirli yatırımları haklı çıkarmak için verdiğiniz rakamlar da birbirini tutmuyor; bu da dört!

Tutmayan rakamları da açık açık yazalım. Bakan Albayrak’a göre, Türkiye’de arz güvenliğinin sağlanması için 2023’e kadar elektrik üretiminin 414 milyar kilovatsaati bulması gerekiyor. Halbuki TEİAŞ’ın 2014 yılındaki projeksiyonunun düşük talep senaryosunda ihtiyaç 380 milyar kilovatsaat gösterilmişti. Yüksek talebi konuşmaya bile gerek yok çünkü her yıl yaklaşık yüzde 5’lik artışa işaret eden düşük talep senaryosunun bile çok uzağındayız. Türkiye’de elektrik talebi artışının son üç yıllık ortalaması yüzde 3 civarında. Üretecek santral olmasına rağmen artmayan üretim talebin olmadığının net göstergesi. Bakan Albayrak’ın bu verileri bilmemesi garip. Ekonomi de kötüye gidiyor ve yakın gelecekte talebin umulduğu gibi artmayacağını herkes görüyor.

Bakanın bütçe sunumundaki ilginç bir nokta da enerji talebinin az da olsa artıyor olmasının bir başarıymış gibi anlatılması. Bir hükümet elektrik talebinin artmasını neden ister, o da ayrı bir konu. Elektrik satışıyla uğraşanlar, bunun için yeni santral kuranlar daha çok kâr edeceği için talebin artmasını, böylece fiyatların yükselmesini isteyebilir. Mevcut hükümetin devletin elindeki santralleri özelleştirdiğini yani “kâr” etme niyetinde olmadığını hatırlarsak, bu isteğin başlı başına “ilginç” olduğunu görebiliriz. Herhalde hükümetimiz enerji işindeki şirketleri çok seviyor ve onların daha zengin olmasını istiyor.

Enerji Bakanlığı’nın TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunulan bütçesinden anladığımız, hükümetin yine kömür gibi kara hayaller peşine düştüğü. Bu ülkenin enerji dengesini, tasarrufla, enerjiyi verimli kullanarak ve kalanı da yenilenebilir enerjiyle sağlaması hiç zor değil. Zor olan, bu yol tercih edildiğinde enerji işinden para kazanan malum kişilerin ve şirketlerin değil halkın bütçesinin ve sağlığının iyileşecek olması. Halkın mutluluğu bu hükümete ters galiba.

Haftanın anketi
Bu hafta, Twitter hesabımdan, “Türkiye elektrik üretiminde kömürü ön plana çıkarmalı mı” diye sordum, gelen yanıtların yüzde 93’ü “hayır” dedi. Hükümet Soma’yı, hava kirliliğini unutsa da bizim mini ankete yanıt verenler unutmamış.

Elektrikte talep artışı yine istenilenin altında kaldı

TEİAŞ düşük talep senaryosuna göre Türkiye'nin elektrik ihtiyacı
2015'in elektrik verileri gelmeye başladı. En çarpıcı verilerden biri şu: 2015'te Türkiye'de elektrik üretiminin %5,7'si rüzgar ve jeotermalden (rüzgar (%4,4), jeotermal (%1,3)) sağlandı. Bu yenilenebilir enerji hayal diyenlere sanırım yeterli bir yanıt. 

İşin bir de elektrik tüketimi kısmı var. Geçen yıl elektrik tüketimi artışı yine hükümetin beklentilerinin çok altında kaldı. Artış oranı sadece %2,6. Hükümetin beklentisi en az %4,7 idi. Planlar tutmuyor, elektrik talebi artacak diye HES'lere, nükleer santrallere, doğalgaz santrallere verilen izinler havada kalıyor. TEİAŞ, 2013 tahmininde 2015 sonunda en düşük elektrik talebinin 278 milyar kWs olmasını bekliyordu. Gerçekleşen ise sadece 263 milyar kWs. Bu neredeyse Akkuyu'da kurulmak istenen nükleer santralin üreteceği elektriğin yarısı kadar bir sapma demek. Abartılmış talep tahminlerine güvenerek nükleer gerekli, HES'ler lazım diyenlere duyurulur.

Elektriğe zammı hükümet yapmadı

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Ocak 2016

1 Ocak’tan itibaren aylık elektrik faturanız yüzde 6 oranında artacak. Çünkü hükümet son 11 yılın en düşük petrol fiyatlarına ve azalan talep nedeniyle serbest piyasada iyice gerileyen elektrik fiyatlarına rağmen zam yaptı. Aslında bu zammı hükümet yapmadı. Şirketler istedi hükümet bu isteği kırmadı.

Şirketlerin zam isteği kulislerde uzun zamandır konuşuluyordu. Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir, 25 Kasım’da NTV’de yaptığı konuşmada kulis mulis bırakmadı. Aynı zamanda Elektrik Dağıtım Hizmetleri Derneği’nin başkanlığını da yürüten Özdemir, elektriğe yeni yılla birlikte zam yapılacağını söyleyerek, “… bu karar yakın zamanda verilecek. Elektrikte bir zam beklentisi olabilir. Yüzde 15 ile 20 arasında bir zam olması gerektiğine inanıyorum. Bunu bir anda yapmak doğru değil. 2016 yılı içinde yüzde 7-8 gibi bir zamla yeni yıla başlayabiliriz” dedi. Özdemir Sayısal Loto oynasa yeridir çünkü dediği oldu; yeni yıla elektriğe yüzde 6,9 zamla (faturaya 1 puan düşük yansıyor) başladık. Görüldüğü üzere bu daha başlangıç. Yüzde 20’ye kadar yolu var. Halkın oyuyla seçilip, şirketlerin istekleriyle ülkeyi yönetmek böyle bir şey olsa gerek. Ülkeyi kim yönetiyor hâlâ anlamayanlara duyurulur.

Cengiz Holding ve Kolin İnşaat’la birlikte 21 elektrik dağıtım bölgesinin en büyüklerinden dördüne sahip Limak Holding’in Başkanı Özdemir, aynı röportajda neden bu zammı istediklerini de fısıldadı. “Girdilerimizden birçoğu petrol ve doğalgazla ölçülüyor, fiyatlar dünyada düşük ama hepimizin bildiği gibi kurlar arttı” dedi. Evet, petrol fiyatları dünyada düştü. Petrol düşünce doğalgaz fiyatı da düşüyor. Bu Türkiye gibi elektrik üretiminin neredeyse yarısını doğalgazdan sağlayan bir ülkeyi sevindirmeli ama olmuyor. Hükümetin çok kötü yönettiği hatta artık yönetemediği dış politika nedeniyle İran ve Rusya ile boğaz boğazayız; fiyatlardaki düşüşü yansıtmalarını isteyemiyoruz.

Bu yüzden doğalgaz ucuzlamıyor bunu anladık ama ortada Rusya veya İran’ın doğalgaza yaptığı bir zam da yok. Bu durumda en azından fiyatların aynı kalmasını beklersiniz ama o da olmuyor. Çünkü hükümetin içeride ve dışarıda yarattığı siyasi krizler, üstüne Çin’in durumu eklenince dolar artıyor. Şirketler maliyetimiz arttı deyip elektriğe zam istiyor. Zam talebi sadece elektrik üretenlerden de gelmiyor. Özdemir gibi elektrik dağıtım işinde olanlar da bastırıyor. Çünkü dağıtım özelleştirmeleri yaparken ihalelerde milyar dolarları yarıştıran şirketlerin bazıları, kur farkı yüzünden dolar cinsinden aldıkları kredileri ödemekte zorlanıyor. İhaleler bittiğinde 2 lira civarında olan dolar kuru şimdi 3 lira. Şirketlerin maliyetleri kur nedeniyle artan kredi ödemeleri nedeniyle artıyor ama asıl önemlisi onların ticari öngörüsüzlüklerinin bedelini yine tüketici ödüyor. Gelirin TL iken neden dolarla ihaleye giriyorsun? Neden kurun artma riskini öngörmüyorsun? Vatandaş dövizle kredi alıp ödeyemese devlet yardım ediyor mu? Hayır.

Yılda milyarlarca lira kâr eden şirketler dövizle borçlanıp ödemekte zorlanınca aynı devlet hemen yardıma koşuyor. Üstelik onların zararını da halktan topladığı parayla karşılıyor. Elektrik Mühendisleri Odası, yeni zamla konutlardan her yıl 1,8 milyar TL fazla para toplanacağını (bakınız emo.org.tr) söylüyor. Ne güzel iş! Bu şirketlerin durumu gerçekten kötü olsa, yurdun dört bir yanındaki ihalelerden çekilirlerdi. Zarar eden şirketler dört bir tarafta ihale peşinde koşar mı? Kaldı ki, gerçekten zarar ediyorlarsa da etsinler. Serbest piyasa diye övündüğünüz sistem bu. Özdemir durumdan çok şikayetçiyse bıraksın 3. Havalimanı inşaatını, satsın birkaç şirketini, ödesin zararını. Şirketlerin iş bilmemesinin cezasını elektrik faturalarıyla halka yüklemek de ne oluyor? Kim size ucuzlayan, dışa bağımlı olmayan güneş, rüzgar yerine doğalgaza, kömüre yatırım yapın dedi?

Biz peşin peşin yazalım da, yarın yandaş medyada elektrik zammını Esad’a, Putin’e, ateistlere falan yüklemek isteyenler boşuna zaman kaybedip, suçu atacak dış mihrak aramasınlar.

Elektrikli araçların sayısı artıyor

ABD'de elektrikli araç sayısı 300 bine yaklaşmış. Sadece 2014'te 120 bin elektrikli araç satılmış. Elektrikli araçlar çevreyi petrol ve gazla çalışan rakiplerine göre daha az kirletiyor ama bir şartla. O araçları mutlaka yenilenebilir enerji kaynaklarından (rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle vb.) sağladığımız elektrikle şarj etmeliyiz. Yoksa bir anlamı yok. Asıl çözümün de daha fazla yürümekte, bisiklette ve toplu taşımada olduğunu unutmayalım. Kısacası, aküsünü güneş enerjisiyle dolduran elektrikli otobüsleri yine otomobillere tercih etmeliyiz. Belediyeler de toplu taşıma filolarını buna göre organize etmeli.