Çin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Nükleer enerjinin durumunu rakamlar anlatıyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Şubat 2025

TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası geçen hafta Ankara’da Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu’nun tanıtımı için bir dizi etkinlik düzenledi. Raporun sonuçlarını baş yazarı ve koordinatörü Mycle Schneider aktardı. 2024 raporunun yazarlarından biri olduğum için ben de sunumları Ankara’da izledim. 2007 yılından bu yana düzenli yayımlanan bu nükleer külliyata siz de worldnuclearreport.org adresinden ulaşabilirsiniz.

Beş yüz sayfayı aşan bu rapor nükleer karşıtı veya yanlısı bir rapor değil, rakamlarla durumu ortaya koyuyor, değerlendirmeyi size bırakıyor. Ben de Schneider’in sunumundan aldığım notları sizlerle yorum yapmadan paylaşıyorum.

  • 1996 yılında nükleer santrallar küresel elektrik üretiminin yüzde 17,5’ini karşılıyordu, 2023 yılında bu rakam yüzde 9,15’e geriledi.
  • Nükleer santralların toplam elektrik üretimi 2023’te 2600 teravatsaat (TWh) oldu, 2006 yılındaki zirvenin 60 TWh gerisinde kaldı.
  • 2005 ila 2024 yılları arasında 104 yeni nükleer reaktör işletmeye alınırken 101 tanesi de kapatıldı. Bu 104 reaktörün neredeyse yarısı (51) Çin’de yapıldı. Çin’i hesaba katmazsanız aynı dönemde dünyada kapatılan reaktör sayısı yapılandan 48 adet fazla.
  • 2024 sonunda dünyada 411 nükleer reaktör çalışıyordu, 2002’de bu rakam 438’di.
  • Halihazırda yapımı süren reaktör sayısı 61 (29 adedi Çin’de) ancak çok gecikmiş inşaatlar veya küçük reaktörler de bu listede yer alıyor, yapımına 1985 yılında başlanan Mochovce-4 gibi.
  • Dünyadaki reaktörler oldukça yaşlı. Yaş ortalaması 32’yi geçiyor, ABD’deki filonun ortalaması 43’ü, Fransa’da ise 39’u buluyor.
  • Yaşlı reaktörlerin üretim rakamları düşüyor. Fransa ve Belçika örneklerinde net bir şekilde görüldüğü gibi, iki ülkede de filo ilk 10-15 yılda yüksek üretim rakamlarına ulaşırken, yaşlandıkça yaklaşık yüzde 20 oranında daha az üretim yapa hale gelmişler, ani düşüş ve inişler yaşamışlar.
  • Nükleer reaktör inşaatlarında maliyeti artıran faktörlerden biri yapım sürelerinin uzaması. Yapımı süren 61 reaktörden 24’ü gecikmiş durumda. Akkuyu’daki 4 reaktör de bu listede. Bu konuda en iyi örnek olarak gösterilen Çin de bile gecikmeler daha sık görülmeye başlanmış. Schneider bunu “nükleer enerjinin negatif öğrenme eğrisi” olarak tanımlıyor. Gerçekten ilginç, daha çok reaktör yaptıkça maliyetlerin ucuzlamasını, yapım süresinin kısalmasını beklersiniz ama nükleer alanda tersi oluyor.
  • Amerika ve Fransa’nın başını çektiği, 2050’ye kadar nükleer enerji kurulu gücünü üçe katlama çağrısının ardında iklim krizinden çok jeopolitik nedenler olduğunu belirten Schneider, bu çağrıyı yapan ülkelerin çoğunda, ABD ve Fransa da dahil olmak üzere halihazırda yapımı süren bir nükleer reaktör bile olmadığının altını çiziyor.
  • Dünyada nükleer santral yapımında Rus ve Çinli firmaların net hakimiyeti var. Kore ve İngiltere’deki ikişer üniteyi saymazsanız geri kalan tüm reaktörleri bu iki ülkenin firmaları yapıyor. Bu da Batı’da sıkça dillendirilen “nükleer enerji geri geliyor” iddiasının karşısına, “kim yapabilecek” sorusunu koyuyor. Schneider, ABD veya Avrupa’da ambargolar yüzünden Rusya veya Çin’in nükleer reaktör yapamayacağına, Güney Kore’nin KHNP’si ve Fransız EDF’nin de zaten ciddi borç yükü altında olduğuna dikkat çekiyor.
  • Medyada sıkça yer alan Küçük Modüler Nükleer Reaktörlerin (SMR) geleceği ise anlatılanın aksine büyük bir soru işareti taşıyor. Henüz tasarımların onaylanma aşamasını bile geçememiş bu projelerin tahmini maliyeti, pahalı olduğu için eleştirilen büyük reaktörlerin bile üstüne çıkıyor. Bu yüzden de başta ABD’deki Nuscale projesi olmak üzere birçoğu kâğıt üstünde kalıyor.
  • Nükleer santraldan elektrik üretmenin maliyeti son 15 yılda yüzde 49 oranında artarken, güneşte yüzde 83, rüzgârda yüzde 63 oranında azalmış. Uluslararası Enerji Ajansı’na göre batarya destekli güneş elektriğinin maliyeti bile şimdiden nükleerden ucuz ve 2030’da kilovatsaat başına 4,5 sentlere kadar düşecek.
  • AB’de rüzgâr ve güneşin toplam elektrik üretimi nükleeri çoktan geçmiş durumda. Çin’de ise güneş enerjisinden üretilen elektrik ülkedeki tüm nükleer santralların üretiminden fazla. Rüzgar santralları da nükleer santralların toplam üretiminin iki katı kadar elektrik üretiyor.

V.Ö ve V.S

2019’un son günü tanıştığımız koronavirüs (Covid-19), yeni yılın ilk günü Çin’in, daha sonra da tüm dünyanın gördüğü en büyük felaketlerden biri olarak karşımıza çıktı. Artık dünyanın yeni bir miladı var. Bundan sonra her şeyi virüsten önce (V.Ö) ve virüsten sonra (V.S) diye anlatacağız. Bu yazı erken bir yazı ama 14 gün sonrasını göremediğimiz günlerde belki de erken diye bir şey yok.

Özgür Gürbüz-BirGün/ 5 Nisan 2020

V.Ö hayat şöyleydi hepimiz için…

İnsanın doymak bilmez tüketim hırsı ve hızlandırdığı yaşam, küresel ticareti de beraberinde getirmişti. Tüketim o kadar hızlıydı ki ihtiyaç kabul edilen ürünleri kimse eskisi gibi kendi bahçesi veya köyünde yetiştirmiyordu. Kimse kendisine; ‘gerçekten ne istiyorum’ diye sormuyordu. İnsan balta girmemiş orman bırakmamıştı. Tadına bakmadığı hayvan, bitki; kazmadığı dağ, kirletmediği nehir ve hava kalmamıştı. Hayvanların mı insanların evine yoksa insanların mı hayvanların evine girdiği sorgulanmıyordu.

Virüsten önce para, mal ve insan dünyanın bir ucundan diğerine, hiç durmadan taşınıyordu. Virüs sadece bu konvoya katıldı. Kimse virüsün, insanın hırsından bile daha hızlı yayılacağını tahmin etmiyordu. Kendi yiyeceğini, giyeceğini üretemeyen insan virüsün yayılmasını engellemek için bildik hayatı durdurmak zorundaydı. Sadece Çin’den gelen insanlar değil çocuk oyuncakları bile şüpheli damgası yedi. Kağıttan uçak yapmayı unutanlar, oyuncak uçaklar Çin’den gelmeyince ne yapacağını şaşırdı. Bu bölüme tarihçiler V.Ö adını verecek.

Virüsün ortaya çıkmasıyla herkes Vuhan’daki pazara, yarasaya ve Çinlilere kızdı. Kristof Kolomb Hispanyola adasına geldiğinde en az 60 bin (bazı kaynaklar 8 milyon olduğunu söylüyor) Taino yerlisi vardı. Kolomb ve arkadaşlarının Avrupa’dan getirdiği çiçek ve grip hastalığı nedeniyle yaklaşık 50 yıl sonra sayıları 500’e indi. Kolonileşme sırasında dünyanın her yanına virüs yayanların Çinlilerden şikayet etmesi elbette ders çıkarılacak bir konu. Bu karambolde, bir gün önce Washington Post’ta çıkan, yarasa kaynaklı virüsün laboratuvarda bilimsel bir araştırma sırasında yayılma ihtimalini de kimse konuşmayacak. İnsanın yaban hayatına neden bu kadar burnunu soktuğu soru bile değil.

Yaşadığımız küresel salgın ve sonrasındaki süreç ise sorularla dolu olacak? Herkes eve kapanırsa kim üretece? Salgından sonra sokakta çalışmak zorunda olanlarla evden çalışma lüksü olanlar arasındaki gelir adaletsizliği nasıl düzeltilecek? Belki de iş hayatına “risk primi” diye bir kavram girecek. Madende, sokakta çalışanlar işin riskine göre daha fazla ücret alacak. Sağlık sisteminin özelleştirilmesinin nasıl bir bela olduğu anlaşılacak mı? Evden çalışma yaygınlaşır mı? Onlarca sorunun yanıtını V.S bulacağız.

Bu ara dönemde kendimize soracağımız sorular da var elbette. İnsan aslında uzun zamandır kendi evine kapanmıştı ama farkında değildi. Cep telefonundan konuşuyor, bilgisayardan yazışıyordu. Alışverişte karşılaştığımız kişilerin kaçıyla gerçekten konuşuyorduk? Kaç arkadaşımız kalmıştı yüzünü her hafta gördüğümüz? Dostlarımızın çoğu güzel bir söz söylediğimizde bize sarılmak yerine, “beğen” tuşuna basmıyor muydu zaten? Ölümler ise en yakınımızda olmadıkça, bir sosyal medya mesajı ya da internet haberi değil miydi? Karantina günlerinde akraba ve dostlarımızla her zamankinden daha fazla konuşmadık mı? Onları hatırlamadık mı? Kim fark etti acaba bu dostlukların sosyal medyadan daha sıcak olduğunu?

V.S yavaşlamak ve sosyalleşmek gerektiğini fark edebilirsek bu büyük felaketin yaşattığı acılar bir nebze olsun hafifleyebilir. Daha az üretmek, sınırlı sayıda insan ve enerjiyle gerçek ihtiyaçlara öncelik verebilirsek. Salgın başladığında oto galerisine, son model televizyon almaya değil makarna almaya koştuğumuzu unutmazsak. Gerekli dediğimiz onlarca ürünün bir anda hayatımızdan çıktığını, maske, sabun ve ekmeğin hepsinden değerli olduğunu unutmazsak, toprağa verdiklerimizin gözleri açık kalmayacak. İnanın.

V.S kısmını tarihçiler değil biz yazmalıyız. Gerçek ihtiyaçlar için çalışan atölyeler, tüketimi ve hızı terk ettiği için azalan işi paylaşan işçiler yazmalı. Bu krizden, işini paylaşan ama buna rağmen daha az tükettiği için geliriyle yetinen yeni bir insanlık filizlenmeli. Büyük sokaklarındaki dev marketinde dünyanın bir ucundan gelecek makarna ve pirinci bekleyen ve aç kalma paniğiyle stok yapan insanların yerine, küçük kasaba ve köylerde kendine yetecek gıdayı üreten başka bir insanlık kurulmalı. Çekilen bunca acıdan artık ders çıkarmalıyız. Kapitalizm bizi bir an önce unutmaya başladığımız hayata geri döndürmek isteyecek ama direnmeliyiz. V.S akıl dolu bir siyasete ve dirayetli insanlara ihtiyacımız olacak.

Kirli enerjiye teşvik dönemi başladı

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ağustos 2016

Afşin-Elbistan Termik Santrali Foto: O.Gurbuz
Enerji ve çevre konusu bir elmanın iki yarısı gibi. Enerjide yanlış işler yapılınca çevre sorunları da artıyor. Türkiye yıllardır enerjide yapılan yanlışların bedelini sağlığıyla, doğasının zarar görmesiyle ödüyor. Termik ve nükleer santral yatırımları, yanlış HES projeleri doğaya ve canlıların sağlığına çok zarar verdi, vermeye de devam ediyor. İşin kötüsü yanlış enerji politikaları yerini artık “felaket enerji politikalarına” bırakıyor. Son birkaç haftada felaket tablosu daha net görülmeye başladı.

Özür dilendi Akkuyu göründü
Çin ile nükleer enerji alanında işbirliğinin kapılarını açan mutabakat zaptı Haziran sonunda imzalandı ve dün TBMM’de kabul edildi. Yandaş medyada üçüncü nükleerin Çin’e verileceği şeklinde yorumlanan bu gelişme Türkiye’nin nükleer enerji batağına kendisini daha fazla sokacağının sinyallerini veriyor. Ben Çin’e açılan bu kapının, zor durumdaki Akkuyu ve Sinop projeleriyle de ilgili olabileceğini düşünüyorum. Uçak krizinden sonra Rusya, Akkuyu’daki hisselerinin yüzde 49’unu satışa çıkarmıştı. Yüzde 49 çünkü Türkiye ile Rusya arasındaki anlaşma gereği çoğunluk hisse hep Rusya’da kalmak zorunda. Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesiyle proje yeniden gündeme geldi ama Rusya hem riski azaltmak hem de petrol ve doğalgaz gelirlerinin düşmesiyle zorlanan ekonomisine kaynak bulmak için satışta ısrar edebilir. Çinlilerin Ruslarla nükleer işbirliği var, Rus yapımı nükleer santraller 10 yıldır Çin’de çalışıyor ve yeni yapılanlar var. Bu hisselere Çin talip olabilir. Sinop’ta ise Çin-Japonya ortaklığı imkansız gibi. Japonya aradan çıkarsa Çin-Fransa gündeme gelebilir, benzer bir işbirliği İngiltere’de yapılmak istenen santral için var. Fransa’da para yok ama Çin’de var.

Bir ikinci seçenek de Rusya’nın yanına Cengiz İnşaat gibi hükümete yakın bir şirketi alarak projenin geleceğini sağlama almak istemesi olabilir. Bu ihtimal de kuvvetli çünkü nükleer santral için verilmiş bir alım garantisi de var. Akkuyu yapılırsa üretilen elektrik TETAŞ tarafından kilovatsaati 12,35 dolar sentten satın alınacak. İşi garantiye alma derdi olmasa kimse piyasa fiyatının yaklaşık üç kat üzerindeki bu alım garantisini başka birine bırakmak istemez. Rantı bölüştürmek üzerine bir anlaşma yapılmadıysa tabii. Üstelik, Akkuyu projesine stratejik yatırım statüsü verilmesi de gündemde. Gelsin vergi indirimleri, kredi destekleri…

Kömüre de alım garantisi
Yerli linyit kömürle çalışan ve özelleştirilen santrallerin sahipleri, elektrik piyasasındaki düşük fiyatlardan şikayetçiydi. İstedikleri kârı elde edemiyorlardı. Hükümete baskı yaptılar, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce iptal etmesine rağmen, özelleştirilen termik santrallerin çevre mevzuatından muaf tutulmasını sağlayan maddeyi yeni Elektrik Piyasası Kanunu’na tekrar eklettirdiler. Şimdi bu santraller 2020’ye kadar diledikleri gibi çevreyi kirletebilecek. Bu yetmedi, dünyanın en kirli elektrik üretme yöntemine, kömürlü santrallere bir de alım garantisi getirildi. Bu santrallerden üretilen elektriği devlet kilovatsaat başına yaklaşık 6,2 dolar sentten (megavatsaati 185 TL) satın alacak. Bu rakam, elektrik talebinin en yüksek olduğu Ağustos ayı için bu yıl belirlenen baz yük kontrat fiyatlarından (5,4 dolar sent) daha yüksek. Kömürcüler, bütün yıl boyunca talebin yüksek olduğu yaz aylarındaki fiyattan elektrik satacak. Böyle özelleştirmeye herkes talip olur. Ne risk var ne de uyulması gereken bir çevre kuralı. İklim değişikliği, hava kirliliği zaten bizim sözlüklerde yok.

İthal kömür üçkağıtları
Serbest piyasa, özelleştirme diye diye başımızın etini yiyenlerin yarattığı enerji piyasası, kömüre, nükleere verilen alım garantileriyle doldu. İlk bakışta iyi gibi görünen ithal kömüre getirilen ek vergiyle, alavere ve dalavereye davetiye çıkarıldığının farkındalar mı acaba? Belki inanmayacaksınız ama Platts gibi enerji piyasasının en önemli kurumlarında bile, Türkiye’nin Kolombiya gibi ülkelerden gelecek ithal kömüre koyduğu ton başına 15 dolarlık ek verginin nasıl aşılabileceği üzerine tartışmalar yapılıyor. AB ve bazı ülkeler bu vergiden muaf tutuldukları için, Kolombiya’dan gelen kömürün Avrupa’da bir limana indirilmesi ve oradan yeniden Türkiye’ye gönderilmesinin yasal-ekonomik koşulları konuşuluyor. Hesaplar bu işlemin ton başı maliyetinin 10 dolar olduğunu göstermiş yani vergiden daha düşük. Kömüre karbon vergisi getiremeyenlerin, özelleştirilen yerli linyit santrali sahiplerinin çıkarları için getirdiği kurallar, Türkiye’yi bu tip ticari üçkağıtların hedefi mi yapacak acaba?

Kayıp-kaçak bedeli tüketiciye yıkıldı. Kimsenin izlemediği TRT’nin masrafı elektrik faturalarına yansıtıldı. Bütün dünya, çevreyi kirletmeyen, insanları astım ve kanser hastası yapmayan güneş, rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının önünü açıp, kömür ve nükleere engel çıkarırken biz tersini yapar olduk. Yenilenebilir enerji gelişsin, daha rahat kredi bulsun diye çıkarılan alım garantisi formülü, daha ucuz oldukları öne sürülen kömür ve nükleere uygulanmaya başladı. Sonuçta elektrik üretiminde aşağıdaki tablo oluştu.

Kaynak
Alım garantisi (kWs-USD dolar sent)
Nükleer Akkuyu
12,35
Nükleer Sinop
11,80
Yerli linyit
6,2
Rüzgar
7,3
Hidroelektrik
7,3
Jeotermal
10,5
Güneş
13,3
Biyokütle
13,3
  
Dünyada güneş enerjisinin fiyatının 8 sentlere kadar indiğini, Türkiye’de 5-6 sente elektrik üreten rüzgar santralleri olduğunu hatırlatalım. Yukarıdaki tabloda da açıkça görüldüğü gibi, çevreyi kirletmeyen, iklim değişikliğine yol açmayan bu kaynaklar, sosyal maliyetleri hesaba katmasanız bile ülkemizde nükleer ve kömür santralleriyle baş edebilecek ekonomik güçte. Temiz bir dünya ve gelecek için önümüzdeki tek engel ise siyasi irade ve rant hesapları. Bunu bilmenizde fayda var.

Dünya nükleerden vazgeçmiyor diyenlere

Özgür Gürbüz-BirGun/22 Ocak 2016

Anadolu Ajansı (AA) 6 Ocak’ta, ‘Dünya Nükleerden Vazgeçmiyor’ başlıklı bir haber servis etti. “Ajans bağımsız değil, yazdıklarına kim inanır” diyerek üzerinde durmadım ama haberin yayıldığını görünce bu yazıyı yazmak şart oldu. Nükleeri savunanlar yıllardır nükleer santral ve yapımı süren reaktör sayılarıyla ilgili verileri çarpıtarak sunuyor. Bu yazı aracılığıyla o oyunu da bozalım.

Angra Nükleer Santrali-Brezilya Foto: O. Gurbuz
Haberde dünyada 442 nükleer santral olduğu ve 64 nükleer santralin yapımının da sürdüğü yazılı. Önce AA’nın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan aldığını (UAEA) söylediği rakamları yine aynı kaynağı kullanarak düzeltelim. Dünyada 442 nükleer santral yok, çalışabilir durumda 441 nükleer reaktör (santral değil reaktör) var. Bunların hepsi de çalışmıyor. Örneğin, Japonya’da 43 reaktör var ancak sadece 2 tanesi çalışıyor. O yüzden doğrusu, çalışabilir demek ama nükleerciler yıllardır kelime oyununu yaparak, arızalı, kapalı reaktörleri de çalışır gibi gösteriyor. Yapımı süren reaktör sayısı da yanıltıcı. AA’nın dediği gibi 64 değil 67 reaktör inşa aşamasında gözüküyor ama yakından bakınca işler değişiyor.

Dünyada yapımı sürdüğü iddia edilen 67 reaktörden 24 tanesi enerji ihtiyacı bitmez tükenmez bir hâl alan Çin’de. Çin’deki bu santrallerin, yeni bir nükleer kaza olmazsa birkaç yıl gecikmeyle de olsa bitirileceğini varsayabiliriz. Geriye kalan 43 tanesi içinse aynı kararlılıkta konuşmak büyük aymazlık olur. Birkaç örnekle neden aymazlık olur, anlatalım. Söz konusu reaktörlerden 2 tanesi Japonya’da; Fukuşima sonrası bu inşaatlar durdu ama listeden çıkarılmadı. Kalan 41 reaktörden üç tanesi çok küçük, prototip reaktörler (biri Arjantin’de diğer ikisi Rusya’da), enerji üretimi açısından önemi yok. Yani, kaldı 38. Nükleeri savunanların sık sık dile getirdiği gibi, ortalama bir reaktörün beş yılda inşa edileceğini kabul edersek, 38 reaktörün 21’inde gecikme yaşandığını söyleyebiliriz. Hatta, bazılarında inşaatın sürdüğünü söylemek bile mümkün değil. ABD’de yapımına yeniden başlanan Watts Bar-2 reaktöründe ilk kazma 1973’te vurulmuştu. Slovenya’daki Mochovce-3 ve Mochovce-4 reaktörleri 1987’den beri yapılıyor. 30 yıldır bitmedi. Avrupa’nın ve dünyanın en modern ve en büyük nükleer reaktörü EPR’nin inşaatı Finlandiya’da 11, Fransa’da 9. yılına girdi. Ama nasıl oluyorsa bu reaktörler bizim 'nükleerspor'un her sunumunda, her demecinde, nükleer enerjiyi bilmeyen ama öven ‘gazetecilerin’ her makalesinde ‘yapımı süren nükleer santraller’ diye anlatılmaya devam ediliyor. “Finlandiya’da yeni bir nükleer reaktör yapılıyor” demeyi biliyorlar ama o reaktörün inşaatının en az 15 yıl süreceğini, bunun da şirkete en az 5,5 milyar avro ek maliyete neden olacağını söylemiyorlar.

Gelelim AA’nın haber başlığına. Almanya, İsviçre, İtalya, İspanya ve hatta dünyanın nükleer devi Fransa’da bile nükleerden çıkış, nükleer enerjinin payını azaltma süreci başlamışken gerçekten de dünyanın nükleerden vazgeçmediğini iddia edebilir miyiz? Bu sorunun yanıtını da yine nükleer enerjinin bir numaralı savunucusu, BM’e bağlı* UAEA versin. 2015 sonunda yayımladıkları projeksiyon raporu** nükleer enerjinin geleceğinin hiç de parlak olmadığını itiraf ediyor. Rapora göre, dünyada nükleer santraller halihazırda küresel elektrik üretiminin yüzde 11,1’ini karşılıyor. 2050 sonunda ise nükleer enerjinin küresel elektrik üretimine katkısı yüzde 4,2’ye kadar düşebilir. En iyi senaryoda ise yüzde 10,8’i ancak görecek.

Rakamlar ortada. Nükleer enerji için çok umut vermeyen bu gidişatı, ‘dünya nükleer enerjiden vazgeçmiyor’ diye yazmak elbette serbest. Havuz medyasında çalışmanın birinci koşulu da bu olmalı zaten. Hükümet Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurmak isterken, milyar dolarlık ihaleleri yandaş şirketlere dağıtıp sonra da işi verdiği Rusya ile gırtlak gırtlağa gelmişken, kapatılan nükleer santrallerden, bitmeyen inşaatlardan, umutsuz projeksiyonlardan bahsetmek olmaz. Bu yazdıklarınızı hakaret sayıp dava açan bile olabilir.

*Burada bağlı kelimesi yerine, kontrolünde demek daha doğru olacaktı sanırım. Düzeltir, özür dilerim.
**Energy, Electricity and Nuclear Power Estimates for the Period up to 2050, IAEA.

Çin’de yolsuzlukla mücadele

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Mart 2014

Bugün seçim yasakları nedeniyle Türkiye’deki siyasetten uzak durmamız gerekiyor. Ben de sizleri mümkün olduğu kadar uzağa, Çin’e götürmeye karar verdim. Çin bu sıralar yolsuzlukla mücadeleyi konuşuyor. Sadece konuşmuyor, üzerine de gidiyor.

Çin Cumhurbaşkanı Xi Jinping, göreve geldiği Mart 2013’te yolsuzlukla mücadeleyi yapılacaklar listesinin en başına yazmıştı. O gün bu gündür Çin’de yolsuzluk haberleri hep gündemde. Çin’in resmi haber ajansları, günlük gazeteler, her gün bir başka yolsuzluk öyküsüne yer veriyor. Sorumlular yargı önüne çıkarılıyor, haberleri medyada yer buluyor. Aralarında Çin Komünist Partisi’nin önemli isimleri, belediye başkanları ve önemli devlet şirketlerinin yöneticileri var. Xi Jinping’in başlattığı bu kampanya Çin’de yolsuzluğu ne kadar önler bilinmez ama ortada yargılanan ve ceza alan yetkililerin olması elle tutulur bir ilerleme sayılır. Birkaç örnek vereyim, kimlerin yargılandığını görünce siz de çok şaşıracaksınız.

Liu Zhijun, Çin’in eski Demiryolu Bakanı. Rüşvet almak ve gücünü kötüye kullanmaktan ölüm cezasına çarptırıldı. Liu’nun idam cezası iki yıl ertelendi ancak gücü kötüye kullanmaktan aldığı 10 yıl nedeniyle idamını hapiste bekleyecek. Tüm kişisel mülküne el konulan Zhijun, 2011 yılına kadar bakanlık yapmıştı. 10 milyon dolardan fazla rüşvet alan 60 yaşındaki eski bakan, yakın akrabalarına demiryolu ihalelerinde öncelik sağlamış.

Guangzhou kentine bağlı Panyu bölgesinin kıdemli polis memurlarından Cai Bin, bölgede ‘Ev Amca’ diye biliniyordu. Nedeni Bin’in 20’den fazla evinin olduğu söylentisi. Yurttaşların internet üzerinden dillendirdikleri iddialar mahkemeye taşındı ve ‘Ev Amca’, 1993-2012 yılları arasında toplam 446 bin dolar rüşvet almaktan 11,5 yıl hapse mahkum oldu. Altını çizmekte fayda var. Yolsuzluk iddiası internet üzerinden, kimliği belirsiz bir kişiden geldi. Twitter’ın Çin versiyonu Weibo’ya gönderilen belge ve fotoğraflar, Bin’in 21 evinin olduğunu gösteriyordu. İlgililer bu bilgilerin doğruluğunu kontrol etti. Doğru olduklarını anladıklarında da Bin’in, bin 600 dolar aylık gelirle bunları nasıl elde ettiğine dair soruşturma başlattılar.

Jiangxi eyaleti vali yardımcısı Yao Mugen hakkında ciddi disiplin ve hukuk ihlalleri nedeniyle soruşturma başlatıldı. Disiplin ihlali denince Çin’de ilk akla gelenin yolsuzluk ve rüşvet olduğunu hatırlatalım.

Nanjing kenti eski belediye başkanı Ji Jianye hakkında rüşvet aldığı iddiasıyla soruşturma yürütülüyor. Li Dongsheng, Kamu Güvenliği Bakan Yardımcısıydı; görevden alındı.

Zhou Zhenhong, Komünist Parti’de önemli bir göreve sahipti. 4,3 milyon dolar rüşvet aldığı ortaya çıkınca ölüm cezasına çarptırıldı. 5 milyar doların üzerinde serveti olduğu anlaşıldı. Bu serveti nasıl elde ettiğini açıklayamadığı için ceza aldı. Onun da cezası iki yıl ertelendi. Tüm mal varlığına el kondu.

Çin Komünist Partisi Disiplin Kurulu, 2013 yılında 182 bin kişiyi cezalandırdı. Bir önceki yıla göre yüzde 13,3’lük bir artıştan bahsediyoruz. 2013’te, 51 bin 306 resmi görevlinin adı geçen toplam 37 bin 551 yolsuzluk/zimmete geçirme iddiası araştırıldı.  Çin Başbakanı Li Keqiang iki hafta önce yaptığı konuşmasında yolsuzluklara karşı başlattıkları mücadelenin bu kadarla kalmayacağının sinyallerini verdi. Yolsuzluğu “halkın doğal düşmanı” diye tanımlayan Keqiang, “Tüm kurumsal tedbirleri alarak, yasadışı rant sağlamaya dönük davranışlara ve yolsuzluğa kaçacak delik bırakmayacağız” diye kükredi. Kampanya ne kadar başarılı olacak göreceğiz.

Evet, Çin’den anlatacaklarım şimdilik bu kadar. Umarım sizleri fazla uzaklara götürmemişimdir.

Sarıgül ve Topbaş'ın Çin metrosu tartışması

Özgür Gürbüz/29 Mart 2013

İstanbul’un en büyük sorunlarından biri ulaşım. Durum böyle olunca başkan adayları arasındaki metro tartışması öne çıkıyor. CHP’nin Büyükşehir Belediye Başkan adayı Mustafa Sarıgül’ün, İstanbul’a beş yılda 200 km’lik yeni metro hattı kazandıracağını vaat etmesi ve bu konuda Çin ve Hindistan’ı örnek göstermesi AKP adayı Kadir Topbaş’ı kızdırdı. Topbaş, Çin ve Hindistan’da metronun devlet desteğiyle yapıldığını söyledi. Gerçekten öyle mi? Dünyanın en büyük üçüncü metro ağına sahip Çin’in başkenti Pekin’i mercek altına alıp, durumu sizler için inceledim.  

DÜNYANIN EN BÜYÜK 3. METROSU
2001 yılında Pekin’de sadece 45 km uzunluğunda, iki hattan oluşan bir metro vardı. 2013 sonunda metronun uzunluğu 465 km’yi buldu ve hat sayısı da 17’ye çıktı. 13 yılda 420 km’lik yeni metro hattı eklendi. Pekin metrosunun bir özelliği de bilet fiyatlarının ucuz olması. Sefer ücreti sadece iki yuan, yani 35 kuruş. Bu paraya dev kentin bir ucundan diğer ucuna gitmek mümkün. Ücretin düşük tutulmasının hem ekonomik hem de sosyal gerekçeleri var. Kentte hava kirliliğiyle baş etmenin, trafik sıkışıklığını önlemenin ve ticareti çekici kılmanın en önemli yolu toplu ulaşımı geliştirmek ve konforlu hale getirmek. Pekin Yerel Hükümeti bilet fiyatlarını düşük tutarak bu sosyal hedefe ulaşmaya çalışıyor ve bu sübvansiyonun maliyeti yılda 6,5 milyar TL’yi buluyor.

Çin’de metro yapımında genelde üç farklı yol izleniyor. İlki, yatırımın bir bölümünün belediye sermayesi, kalanın ise banka kredileriyle karşılandığı yöntem. Belediyenin koyduğu sermayenin oranı yüzde 40 ila 60 arasında değişiyor. İş tamamen belediyenin ana parası ve banka kredisiyle yürütülüyor. En çok bu modelin kullanıldığı söylenebilir. Yeni projelerin çoğu dört ayrı devlet bankası tarafından kredilendiriliyor. Merkezi hükümetin 42 milyar doları bulan ekonomik paketi kentteki metronun hızla büyümesini desteklese de ana finansman modelinde belediye ve bankalar başrolü oynuyor. İkinci yöntem ise “yap-devret” yöntemi. Bu modelde belediye hukuki altyapıyı hazırlıyor ve işi uygulayıcı firmaya devrediyor. Uygulayıcı firma ise finans, inşaat gibi işleri hallederek yatırımı belediyeye teslim ediyor ve yatırım bedelini belediyeden geri alıyor. Olimpiyat Oyunları öncesi bir hat böyle tamamlandı.

METRO SOSYAL BİR PROJE
Üçüncü yöntem ise daha tanıdık: “Kamu-Özel Ortaklığı”. Bu ortaklık modelinin de Çin’e özgü farklılıkları var. Çin metro projelerini yarı kamu malı olarak görüyor ve iki bölüme ayırıyor. Birinci bölümde (A Bölümü) sosyal yardım kısmı var, ikinci de ise (B Bölümü) işletme kısmı. A bölümü belediyenin sorumluluğunda kalıyor; arazi edinimi ve inşaat hep onun sorumluluğunda. Özel sektör ise trenler ve sinyalizasyon gibi ekipmanları sağlıyor. İşletme modeli de farklılıklar gösteriyor. İnşaat bitince belediye A Bölümü uygun bir fiyatla diğer şirkete kiralayabiliyor. Belediyenin parası yoksa şirket A Bölümü’nde de sorumluluk alıp, harcadığı parayı imtiyazlı işletmecilik hakkıyla geri alabiliyor. Bilet fiyatları ucuz tutulduğu için belediye firmaya her yıl mali destek sözü veriyor.

Görüldüğü gibi Çin’de metroyu tamamen devletin yaptığını söylemek mümkün değil. Devlet desteksiz yapıldığı da söylenemez ama asıl önemli olan, ulaşım sorunun çözümünün, halk sağlığını, ekonomik hayatı etkileyen bir konu olduğu için desteklenmesi. Ucuz ve konforlu ulaşım Çin’de devlet politikası demek yanlış olmaz. Otobüs biletlerinin 35 kuruştan daha ucuz olduğunu hatırlatalım. İstanbul’da metro kadar pahalı bir yatırım olmamasına rağmen metrobüse 4 durak için 2,40 TL ödüyoruz. O da, iade makinelerinden paranızın üstünü almayı unutmazsanız. İki belediyecilik arasındaki fark asıl burada.

OTOMOBİLE VAR METROYA YOK
Topbaş’ın metro yapımında geride kalmasını “devlet desteği olmadan bu kadar” diyerek açıklaması da çok gerçekçi değil. Topbaş’ın tercihi metro olsaydı karayolu taşımacılığı yatırımları yerine mali imkanları raylı ulaşıma aktarabilirdi. İstanbul’daki Üçüncü Boğaz Köprüsü’ne (4,5 milyar TL) ve Avrasya Tüneli’ne (2,8 milyar TL) ayrılan kaynağı metro için kullanmayı isteyebilir, benzer finansman modellerini Çin’de olduğu gibi metro için de gündeme getirebilirdi. “Yap İşlet Devret” modeliyle otomobillere tünel açılıyorsa metroya neden açılmasın? Kentindeki yatırımları istediğin gibi yönlendiremeyeceksen başkanlık yapmanın ne anlamı var?

Yeşil Kaplanın Uyanışı

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Nisan 2013
Dali'de pirinç tarlaları (Yunnan) - Foto: O.Gurbuz.


Mao’nun, “İnsanoğlu doğayı fethetmeli” sözleri Çin’de önemini yitireli çok oldu. Bugün Çin’de aklı başında hiç kimse doğayı fethederek “kalkınmaktan” bahsetmez. Çin Kültür Devrimi’nden kalan “doğayı fethetme” hedefi yerini, “yeşil kentlere, düşük karbon ekonomisine ve yenilenebilir enerjiye bırakmaya başladı. Çin ekonomik kalkınma ve doğayı koruma kavramları arasındaki sorunları tümden çözmüş değil elbet ama gittikleri yolun yanlış olduğunu fark ettiler. Değişimin ilk adımı da hata yaptığınızı kabul etmektir. Darısı başımıza!

11 Nisan’da Ankara’da başlayacak Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’nin en çarpıcı ve tartışmalı filmlerinden biri hiç kuşkusuz Yeşil Kaplanın Uyanışı. Çin’in Yunnan bölgesinde kurulmak istenen barajlara karşı mücadele eden yerel halkın öyküsünü anlatan film, bir anlamda Çin’in son 50 yıllık kalkınma hamlesini inceliyor. Çin’in deneyimi hem doğa korumacılara hem de “ekonomik kalkınmayı” tanrılaştıran günümüz sanayici ve politikacılarına çok önemli mesajlar veriyor.

Serçe avından açlığa
1958’deki Büyük Atılım politikasıyla başlatılan çelik üretimi seferberliği nedeniyle yok edilen ormanlar, yeni tarım sahaları açmak için doldurula göller veya tahıl üretimini düşürdüğü için sinek, fare ve serçe avına çıkarılan kitleler. Çin’in bu kalkınma hamlelerinin yol açtığı ekolojik ve sosyal felaketlerden hepimiz, başta politikacılar, ders çıkarmalı. Çin’de bu politikaların sonuçları ağır oldu. Çelik ocakları için kesilen ağaçlar sonucu ormanlar kaybedildi. Filmde çarpıcı karelerle gösterilen, Diançi Gölü’nü doldurarak yeni tarım sahaları açma fikri, göl ekosistemini yok etti. Sadece göller değil, otlaklar ve ormanlar da pirinç üretimi için heba edildi. Bugün Diançi Gölü’nün iyileştirilmesi için milyonlar harcanıyor, ormanları yeniden kazanmak içinse fidanlar dikiliyor. Tahıl üretimini azalttığı için serçelerin ve farelerin öldürülmesi ise tahıllara saldıran böceklerin artmasına neden olmuş. Kimilerine göre 1958-1961 yılları arasında yaşanan büyük açlığın nedenlerinden biri de bu. Film, zaman zaman bir Çin karşıtı propaganda hissi verse de, ortalarında kapitalizmin de benzer sorunlara yol açtığını söyleyerek sizi biraz rahatlatıyor.

Çin’de 2004 yılında yürürlüğe giren Çevre Etki Değerlendirme Yasası, bu tip projelerde halkın katılımını ve onayını şart koşuyor. Belgesel, birkaç gazeteci ve akademisyenle yerel halkın bu yasal değişikliğe güvenerek, Yunnan eyaletindeki baraj projelerinin bazılarını nasıl durdurduklarını anlatıyor. İçlerinde en büyük olanı, Kaplan Atlatan Boğaz Barajı da var. Ana akım medyada baraj karşıtı ilk haberlerin çıkmasıyla eski Başbakan Vın Ciabao, Nu Nehri üzerindeki projelerin dikkatle ele alınması gerektiğini söylüyor. Ciabao’nun bu demeci, zenginliğin tartışılamaz ön şartı kabul edilen kalkınmanın sorgulanması anlamına geliyor. Bu açıdan baraj karşıtı bu mücadele Çin için önemli bir mihenk taşı niteliğinde. Ekoloji mücadelesi, halkın birlikte sesini yükseltmesine, hükümetin eleştirilere daha açık olmasına neden oluyor; tüm dünyada olduğu gibi. Türkiye’de süreç Çin’in tersi yönde ilerlese de…

Çin’de yaşarken Yunnan eyaletine gitmiştim. Doğasıyla insanı büyüleyen bir yer. Çin’in tüm hayvan ve bitki türlerinin yarısından fazlası bu bölgede. Yaşam suyla birlikte geldiğinden olsa gerek hidroelektrik potansiyelinin dörtte biri de yine burada. Kültürel zenginlik de çok çarpıcı. 25 etnik grup burada yaşıyor. Müslümanlar, Budistler ve Şamanlar.

Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali Türkiye’de ilk kez İstanbul dışında bir kentte gösterilecek. Sinemaseverler, 14 Nisan’a kadar 24 filmi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde ücretsiz izleyebilecek. Arıların neden son yıllarda kaybolduğunu, ABD’de 83 bin öğrencinin nasıl yerel gıda ile beslendiğini, Türkiye’de kentsel dönüşüm yaşanırken dünyanın pasif mimariye dönüşünü filmler çok güzel anlatıyor. Festivalin amacı sürdürülebilir yaşamı hep birlikte inşa etmek. Yunnanlı bir köylünün dediği gibi. “İki yemek çubuğunu kırmak kolay ancak bir deste yemek çubuğunu kıramazsınız”.