Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Hükümetin sosyal adalet borcu icralık

Özgür Gürbüz-BirGün / 19 Aralık 2024

Foto: Yapay Zeka Grok ile yaratıldı
Hükümet, belediyelerin Sosyal Güvenlik Kurumu’na borçlarını konuşmamızı istiyor ama asıl konuşmamız gereken hükümetin sosyal adalet borcu. SGK borcu ödenir ama AKP-MHP hükümetinin sosyal adalet borcu öyle büyüdü, öyle birikti ki iktidar değişikliği dışında hiçbir icra işlemi bu borcu kapatamaz.

Sosyal adalet toplumun her bireyinin aynı haklara, yükümlülüklere ve fırsatlara sahip olmasıdır. Devlet, ayrım yapmadan her bireyini korumalı, her bireye kamusal sağlık ve eğitim hizmeti sunmalı, işçi haklarından adil vergilendirmeye, fırsat eşitliğinden servet dağılımına kadar birçok alanda toplumun farklı kesimleri arasındaki uçurumu daraltmalıdır. Türkiye’de ise son 22 yılda bunun tam tersini gördük.    

Türkiye’de ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan öğrenci sayısı 18 milyon 710 bin. Bu öğrencilerin 15 milyon 849 bini devlet, 1 milyon 631 bini özel ve 1 milyon 229 bini de açık öğretimde okuyor. Özel okullarda okuyan azınlık kadar, okula uzaktan devam etmek zorunda olanlar var. Eşitsizlik hemen göze çarpıyor. Ayrıca, devlet okullarının içinde sadece bir tip dini inanca göre eğitim vermek üzere tasarlanmış imam hatip okulları da var. Birkaç istisna dışında devlet okullarının eğitim kalitesini biliyoruz. Özellikle yabancı dil ve özgürlüklerle ilgili sıkıntılar var. Özel okullara gitmek ise ateş pahası. Eğitimde eşitlikten söz edebilir miyiz?

Sayısal bir karşılaştırma da yapalım. Özel okullardaki derslik sayısı 134 bin. Özel okullardan 10 kat daha fazla öğrenciye sahip devlet okullarında ise derslik sayısı 608 bin. Öğrenci sayısı 10 kat, derslik sayısı ise sadece 4,5 kat fazla. Devlet okuluna giden bir öğrenci, özele göre iki kat kalabalık bir sınıfta oturmak zorunda. Nerede eğitimde sosyal adalet? Milli Eğitim Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?

Sosyal adaleti ölçebileceğiniz önemli bir alan da sağlık. Sağlık Bakanlığı’nın son verilerine göre Türkiye’de 1555 hastane var; üçte birinden fazlası özel hastane. Özel hastanelerde ücretler ateş pahası. Bin liranın altında muayene ücreti kaldı mı, emin değilim. Gelir durumumuz ortada. DİSK’in son araştırmasına göre Türkiye’de 15 bin 300 TL ila 18 bin 700 TL arasında ücret alanların sayısı 8,5 milyon. Özel sektör çalışanlarının neredeyse yarısı bu grupta yer alıyor. Özel hastanelerde muayene olmaya kalkan asgari ücretlinin o ayın sonunu getirme şansı yok. Kamu hastanelerinde ise beş dakikalık muayeneler, hastaların yığıldığı koridorlar ve müdahale gerektiren bir işleminiz varsa uzun bekleme süreleri ‘kaderiniz’. Sağlık hizmetlerini özele, yani parası olana tahsis eden Sağlık Bakanlığı’na haciz koymanın zamanı gelmedi mi?

Sosyal adalet denince eğitim ve sağlık hemen akla gelen konular ancak sosyal adaletin sınırları aslında çok daha geniş. Bireysel hakların korunmasından fırsat eşitliğine kadar, kamusal alanların dokunduğu birçok alanı kapsıyor. Tüm yurttaşların ücretsiz yararlanabildiği müştereklerimiz olan orman alanlarının veya kıyıların özel şirketlere tahsisinden bu bağlamda bahsedebiliriz. Vergilerimizle yayın yapan TRT’nin sadece hükümetin görüşleri için kullanılması, sosyal medya gibi kamuya mal olmuş iletişim kanallarındaki engellemeler…

Bir de detaylarda kaybolan saldırılar var. Vergi aflarıyla yurttaşların belli bir kesimi için haksız kazanç sağlanması gibi. Ya da cemevlerinin ibadethaneden sayılmaması. Okullarda Noel Baba’yı yasaklayarak ülkesinde yaşayan binlerce Hıristiyan’ın ötekileştirilmesi, suçlu hissettirilmesi. Mülakatlarda politik ve dini görüşlere göre ayrımcılık yapılması.

İşçilerin, sivil toplum örgütlerinin grev ve protesto haklarını kısıtlayarak sosyal adaletin temel taşlarından ifade özgürlüğü ve sosyal hareketliliğin engellenmesi. Herkesin vergisiyle yapılan köprü ve otoyolların sadece parası olanların hizmetine sunulması. Belediye hizmetlerini belli bir yaşam tarzı ve çevrenin isteğine göre düzenlenip diğerlerinin dışlanması.

Yaşlılar, yoksullar, kadınlar ve çocuklar gibi dezavantajlı grupların adalet ve güvenlik gibi haklarına erişiminin politik ve yaşam tarzı gibi gerekçelerle kısıtlanması. Liste uzayıp gidiyor. Eğitim paralı, sağlık paralı hayat da pahalı. Sosyal adaleti 22 yılda lime lime eden hükümete ne zaman haciz koyacağımızı konuşsak mı?          

Fark yaratan ülkeler

Özgür Gürbüz-BirGün/ 14 Mayıs 2020

Krizler yıkımları da beraberinde getirir. Salgınla birlikte çok ciddi bir sosyoekonomik krizle karşı karşıya kaldığımız ortada. Bazı ülkeler bu gibi durumlarda dibe çöker bazıları ise krizlerden çözüm üreterek çıkar. İlham vermesi dileğiyle krizlerden yaratıcı çözümlerle çıkmayı başaran ve sürüyü takip etmek yerine aksi yönde gitmekten korkmayan birkaç ülkeyi hatırlatmak istiyorum. Zor zamanlar, ülkelerin ne kadar iyi yönetildiğinin göstergesidir.

 

Adını çok duymadığımız bir ülke Bhutan. Himalayalarda, Hindistan ve Çin’in arasında yer alıyor. Ekonomik büyümeyi uzun yıllardır sosyal, kültürel ve çevresel değerlerin korunması koşuluyla yapılandıran bir anlayışa sahip. 1970’lerde ülkenin 4. kralının ortaya attığı “gayri safi milli mutluluk” kavramı, o gün bugündür Bhutanlılar için gayri safi hasılanın yerini almış. Dünyaya meydan okurcasına, daha çok tükettiğinizde bunu büyüme kabul eden ekonomik anlayışı esas almak yerine insanların refah ve mutluluğunu büyüme göstergesi kabul etmişler. Üç milyar dolara yaklaşan “küçük” ekonomisi tarım ve ormancılığa dayanıyor. Kişi başına düşen gelir Türkiye’den çok daha az ama eğitim ve sağlık tamamen ücretsiz. İlaçlar buna dahil. Çalışkan öğrenciler için üniversite eğitimini de devlet karşılıyor.

Ekonomisi Türkiye’deki birçok şirketten küçük olan Bhutan hızlıca zenginleşmek ya da birilerini zengin etmek için bütün ormanlarını kesme ya da madenlerini yabancı şirketlere satıp zenginleşmeye çalışmıyor. Ülkenin yüzde 72’si ormanlarla kaplı ve anayasaları bunun en az yüzde 60 olmasını zorunlu kılıyor. Köylülere odun yakmamaları için bedava elektrik veriyor, enerji tasarrufu yapan LED lambalar ve elektrikli araçlar için destek sunuyorlar. Yaban hayvanları birbirine bağlı koridorlarla ülkedeki her bölgeye ulaşabiliyor.

Bhutan belki de dünyada iklim krizine katkıda bulunmayan nadir ülkelerden biri. Ürettiği emisyonun çok daha fazlasını ormanları sayesinde telafi ediyor. Gelir adaletsizliğinde Bhutan’ın Türkiye’den daha iyi durumda olduğunu da (Gini katsayısına bakarak) söyleyebiliriz. Özetlersek, sürüden ayrılma cesareti Bhutan’ı bambaşka bir ülke yapıyor.

Krizden çözüm üretenlere de bir örnek verelim… 1970’li yıllarda petrol krizi dünyadaki her ülke gibi Danimarka’yı da vurdu. Enerjisinin yüzde 90’ınını petrolden karşılayan ülkede zorunlu enerji tasarrufu dönemi başladı. Gece elektrik kesintileri, yollarında otomobilsiz günler gören Danimarka, enerji dönüşümünü başlattı. Petrol krizi bitse de onlar enerji ihtiyacını güneş, rüzgar ve biyokütle gibi kaynaklardan sağlamaya karar verdi. Nükleer enerjiyi de Çernobil’den bir yıl önce mecliste aldıkları kararla bir kenara iten kuzeyliler, rüzgar başta olmak üzere dünyanın bu alanlardaki teknoloji devlerinden biri oldu. Bugün nihai enerji tüketiminin yüzde 35’ini, elektrik ihtiyacının ise yüzde 62’sini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlayan Danimarka’nın 2050 hedefi yüzde 100 yenilenebilir enerjiyle çalışan bir ülke.

Küçük ülkeler deyip küçümsemeyin. Danimarka ölçeğinde bir ilde benzer bir uygulama yapsak Türkiye’nin diğer illerine de yayılır. Bhutan’ın ekonomik modelini bir ilde başarıyla uygulasak kalan 80 ile yayılır ve birleşince Türkiye olur. Kaldı ki, nükleer santrallarının hepsini Fukuşima sonrası kapatma kararı alan Almanya gibi dev ekonomiler de var. Sorun örneğin büyük ya da küçük olması değil, ülkenin bir çizgisinin olması.

Almanya Federal Meclisi’nin olduğu binayı ele alalım. Çatısındaki güneş panelleriyle elektriğini üreten, ısıtma için toprak kaynaklı ısı pompaları kullanan bambaşka bir enerji mantığıyla inşa edilmiş örnek bir bina Bundestag. Son eklentiler 21 yıl önce yapıldı, yeni de değil. Türkiye’nin son 20 yılda yaptığı dev binalara, adliyelere, saraylara baktığınızda yeni ne görüyorsunuz? Yıl 2020, Cumhurbaşkanlığı için yapılan Beştepe’deki binanın çatısında elektrik üreten bir güneş paneli bile yok.

Dünyada fark yaratanların öne çıktığı bir çağdayız ve biz asırlar öncesini taklitle meşgulüz. Acı ama gerçek.

Türkiye’nin çöküşünün sorumlusu doğa değil eğitim

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2016 

“Uygarlıklar kurulmuş, refah ve bolluğa kavuşmuş ve çoğu kez zayıflayarak yok olup gitmişlerdir. Neden yok olup gittiklerini burada tartışacak değiliz ama şu kadarını söyleyebiliriz: Mutlaka bir kaynak tükenmesi meydana gelmiş olmalıdır. Birçok kez aynı alan üzerinde yeni uygarlıklar yükselmiştir; daha önceki uygarlığın yıkımına salt maddi kaynakların tükenmesi neden olsaydı buna olanak kalmazdı. Bu tür kaynaklar yenilerdi kendilerini.”

E.F. Schumacher[1], Küçük Güzeldir adlı başyapıtında en büyük kaynak dediği eğitimi, bu satırlarla tartışmaya açar. Bildiğimiz bir tarihten örnekle Schumacher’in ne demek istediğini biraz daha açıklayalım…

Osmanlının hüküm sürdüğü toprakların büyük bir bölümü dönemin en büyük imparatorluklarından Roma’ya aitti. Schumacher’in de dediği gibi, Roma’nın çöküşünün maddi kaynakların kaybıyla, o topraklardaki doğal zenginliklerin eksikliğiyle bir ilgisi olamaz çünkü aynı topraklarda yüzyıllarca ayakta kalacak başka bir imparatorluk, Osmanlı kurulabildi. Osmanlı’nın çöküşü de suyun azalmasından veya buğdayın bitişinden kaynaklanmadı. Neden kaynaklandı diye soracak olursanız yanıtını yine Schumacher’den alabilirsiniz:

“Tüm tarihimiz ve halen geçirmekte olduğumuz deneyimler göstermektedir ki, ana kaynağı sağlayan insandır, doğa değil: tüm ekonomik gelişmenin kilit etkeni insanoğlunun kafasında yatmaktadır. Birden bir gözü peklik, girişimcilik, buluşçuluk, yapıcılık seli boşanır, hem de birçok alanda birden. Bunun ilk nereden doğduğunu kimse söyleyemez ama kendini nasıl sürdürdüğünü ve güçlendirdiğini söyleyebiliriz… Çok gerçek bir anlamda, eğitimin tüm kaynakların en yaşamsalı olduğunu bu yüzden söyleyebiliyoruz.”  

Doğa her kaynağın/varlığın sağlayıcısıdır ancak bunları doğru kullanmak, tüketip tüketmemek insanın elinde. Kısaca özetlersek, aynı toprakta, aynı kaynaklardan faydalanarak batan bir uygarlığın yerine yenisi kurulabiliyorsa bunun nedeni insandadır diyor Schumacher. İnsanın aynı doğal varlığı farklı farklı kullanmasını sağlayan da eğitimden başka bir şey değil. Ve hepimiz biliyoruz ki yeni icat ve düşünceleri ancak farklı insanlar, farklı bilgiler ve kültürel değerlere sahip olanlar yaratabilir.

Türkiye’nin yaratıcılık anlamında yaşadığı yoksunluğun, ekonomiden edebiyata, bilimden tıbba kadar taklitçiliğe, üretmekten çok tüketmeye yönelmesinin ardında eğitim sisteminin dibe vurması yatıyor. Bugünkü terör, darbe ve kaotik ortamı hazırlayan da, Türkiye’nin yaşadığı çöküşün kaynağı da bu. Osmanlı sevdalılarının ülkeyi getirdiği yer Osmanlı’nın sonundan farklı değil çünkü kendilerini aynı dogmalara hapsettikleri için aynı hataları tekrar ettiler. Etmek de zorundaydılar çünkü savundukları devlet ve onu dayandırdıkları din merkezli sistem, biraz önce bahsettiğimiz gibi, ülkelerin ayakta kalmasına yarayan tek unsur olan insanı geliştirmeye değil, kontrol altında tutmayı öne çıkarıyor. Bu da tarihte yüzlerce defa tekrarlandığı gibi ülkelerin iflasını beraberinde getiriyor. Türkiye’de yaşadığımız da bu.

Okulların açıldığı şu günlerde, farklı düşünen eğitimcilerin, ortaokul, lise ve üniversitelerden atılması, zorunlu din dersleriyle, imam hatiplerle eğitimin insanda dönüşüm yaratma gücüne katkı sağlamaktan uzak bir hale getirilmesi bu günleri hazırladı. 1980 sonrası başlayan süreç mevcut hükümetin son hamleleriyle hızlandı. Mevcut eğitim sistemi acilen değiştirilmezse çöküş kaçınılmaz.

Türkiye’nin bu hazin sondan kurtulma şansı var mı? Elbette var ama bu, başta eğitim olmak üzere tüm yapılanların tersinin yapılmasıyla olabilir. Aldığımız eğitimin, doğanın bize sunduğu kaynakları/varlıkları sürdürülebilir ve en verimli bir şekilde kullanmamıza olanak tanımasıyla mümkün. Bu da zorunlu din dersleriyle, peygamberin hayatını öğrenmekle, bireysel özgürlükleri kısıtlayacak kıyafet dayatmalarıyla, her öğrenciden imam yaratmakla; yasak, mahalle baskısı ve tabularla iç içe yürüyen bir eğitim sitemiyle olmaz. Düşünce özgürlüğü bilimin gelişmesi için gereken ilk şartlardan biri. Düşüncesini kısıtladığını eğitimci, çöküşü durduracak öğrenci yetiştiremez.


[1] E.F. Schumacher, bir önceki yüzyıla damgasını vurmuş sosyalist-ekolojist ekonomistlerden biriydi. Küçük Güzeldir adlı kitabı bugün de doğaseverlerin başucu kitapları arasında yer alıyor.

Türban sorununu AKP çözemez

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Ekim 2013
 
Etek boyu dizden yukarı olmayacak, yırtmaca izin yok. Kot ve benzeri pantolon yasak. Kolsuz ve çok açık yakalı gömlek, bluz veya elbise giyilmeyecek. Dar pantolonu sormaya bile gerek yok; o bizi tümden daraltır. Erkekler de rahat duracak. Saçlar kulağı kapatmayacak. Enseden uzatmak yasak, gömlek yakasını aşmayacak. Sandalet falan haşa! Sakal bırakılmaz, bıyık da üstten alınmaz, yanlar üst dudak hizasında olur, alt uçları dudak hizasından kesilir. Baş, kadınlardaki gibi daima açık bırakılır…
 
Halen yürürlükteki yönetmelik kamu kurum ve kuruluşlarında çalışanların böyle giyinmesini söylüyor. Bu ucube kuralların çoğunun artık uygulanmadığını biliyoruz. Hafta başında açıklanan paketten anladığımız kadarıyla yasal zemin de hazırlanacak ve 16 Temmuz 1982 tarihli genelge tarih olacak. Peki, bu türban ya da başörtüsü sorununu halledecek mi? Ne yazık ki hayır… 
 
Kıyafetin politikleşmesi aslında bu ülke için yeni bir şey değil. Özellikle 12 Eylül döneminde erkeklerin bıyığına bakıp siyasi görüşünü tahmin etmek zor değildi. Şimdi imgeler çeşitlendi. Uzun saç, küpe, dinlediğin müzik… Son dönemde bu kervana türban ve badem bıyık da eklendi. Sokaklar, semtler, kafeler ayrıldı. AKP iktidarında bu ayrımcılığın kadrolaşmaya yansıması da öncekilerden daha belirgin. Adalet, ekonomi, eğitim hep kendileri gibi olanların yönetimine verildi. Hükümetin icraatlarını protesto ederken polis tarafından vurulanlara artık rahmet bile dilenmiyor. Öteki kabul ettikleri yok sayılıyor. Giyimin, hayat tarzın iktidardakilerin hoşuna gitmiyorsa iş bulamıyorsun, dayak yiyorsun. İntihar eden hakim adayı Didem Yaylalı’yı hatırlayın. Muhafazakar olmadığı için hakim olmasına izin verilmeyen Didem’i. Ya da, akşam sekiz buçukta sokağa çıktığı için bir polis memuru tarafından tacize uğrayan ve tecavüzden kurtulan Pınar’ı... 
 
Kıyafetiyle, yaşam tarzıyla iktidarın dayattığı yaşam tarzından uzak insanların yerine koyun kendinizi. Türbanlı öğretmenin çocuğuna bilerek düşük not verdiğini, hakimin davacı olduğu kişinin türbanlı avukatı sayesinde aleyhte karar aldığını, devlet dairesindeki işi badem bıyıkları olmadığı için kaptırdığını düşünmeyecekler mi? Ne yazık ki düşünecekler. Aynı şekilde işini türban, davayı badem bıyığı nedeniyle kaybettiğini düşünenler de oldu ve olacak. Açık konuşmak gerekirse biz aslında hiçbir zaman toplum olmayı beceremedik. Hep ‘onlar ve biz’ olduk. Kürtler ve Türkler olduk. Aleviler ve Sünniler, dindarlar ve dinsizler. Kürtler, Türkler, Aleviler, Sünniler, dindarlar ve dinsizlerden oluşan bir toplum olamadık. Ya ayırdık yollarımızı ya da yok saydık bir tarafı. Bunu da iktidardaki partilere borçluyuz, özellikle de AKP’ye. Erdoğan’ın çok emeği var bu bölünmede. Bu bölünmeler bize asıl sorunları ve mücadeleyi unutturuyor. Neden bu kadar çok çalışıp hâlâ aza şükrettiğimizi, neden komşumuzdan daha zengin olmaya çalıştığımızı ve onlarca benzer sorunun yanıtını düşünmüyoruz. Ayrı düştük ve birbirimize güvenmiyoruz.
 
Bu güven sorununu aşılmadan türban ve benzeri sorunlar çözülemez. Bunun için de devlet, başta eğitim ve dinden ideolojik desteğini çekmeli. İmam hatipler özel okul olmalı, diyanet, zorunlu din dersleri kaldırılmalı. Temel eğitim ideoloji ve dinlerden uzak olmalı. Erdoğan gibi özgürlükleri sadece türbanla veya kendine yakın olanların istekleriyle sınırlarsanız sorun büyür. Derslere türbanla girmek isteyen öğretmene izin verirken, mini etekle, askılı elbiseyle girmek isteyene hayır diyemezsiniz. Kumaş pantolon ve badem bıyık serbestse, uzun saç ve şort da serbest olmalı. Özgürlük bütündür. Sokakta, kamuda her yerdedir. Görünen o ki AKP’nin görüşü ve kapasitesi buna yetmiyor. Sorunu gerçekten çözmek için bireylerin birbirine güven duyduğu bir topluma ve onu şekillendirecek başka bir siyasi harekete ihtiyaç var. Özgürlükçü ve eşitlikçi bir siyaset Türkiye’nin özlemidir. İnsan sevdiğine öyle bir bakar ki sadece gözlerini görür. Birbirimizi sevmeye ihtiyacımız var. Başa, eteğe, saça değil gözlerimizin içine bakmaya ihtiyacımız var.