AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AKP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs börtü böceğin de bayramı olsun

Özgür Gürbüz-BirGün / 12 Mayıs 2023

AKP hükümetinin ekonomiyi krize soktuğunu, gelir adaletsizliğini büyüttüğünü, devlette liyakati
ortadan kaldırdığını, adalet ve hukuk kavramlarının içini boşalttığını duymayan kalmadı. Meydan ve sokaklarda haftalardır bunlar konuşuluyor. Muhalefet 21 yılın yanlışlarını teker teker hatırlatıyor. AKP’nin çevre politikalarıyla Türkiye’ye verdiği zarar ise meydanlarda pek dillendirilmiyor. Seçime iki gün kala birkaç örnekle hatırlamakta fayda var.

AKP, Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığından bu yana özellikle İstanbul’u yapılaşmaya açarak kenti bir rant alanına çevirdi. 1994’te 8 milyon olan nüfus, AKP döneminde ikiye katlandı. Yapılan üçüncü köprü ve havalimanıyla, kentin nefes almasını sağlayan Kuzey Ormanları büyük bir darbe daha aldı. Kentin kalan su rezervleri, korunan alanları yapılaşma tehditliyle karşı karşıya kaldı. İstanbul’un beklenen depremden az hasarla kurtulması için uzmanlar kentin nüfusunun azaltılmasını önerirken, AKP hâlâ kentin kuzeyinin yapılaşmaya açmaya çalışıyor. Kanal İstanbul projesiyle milyonları İstanbul’a davet ediyor, yeni çevre sorunlarına ve deprem sonrası kaosa davetiye çıkarıyor. Maraş Depremi’nden sonra bile İstanbul’da yeni yerleşim yerleri açacağını “müjdeleyen” hükümet, adeta bir akıl tutulması yaşıyor.

İstanbul’da rant için yapılan ve yatırım diye duyurulan tüm bu projelerin daha küçük ölçekte, Türkiye’nin tüm kentlerinde hayata geçirildiğine de son 20 yılda tanıklık ettik. Doğal yeşil alanlar park ve bahçelere dönüştürülerek özelliğini kaybetti, rant aracı oldu. İstanbul’da yüzlerce AVM olmasına rağmen Taksim’deki son yeşil alana bile göz dikildi. Gezi Parkı direnişçileri olmasa, betona hapsedilmiş şehirlerimizde durum belki de çok daha kötü olacaktı.

Kent merkezlerindeki talan, kırsalda her nehrin üstüne konan barajlar, otellere peşkeş çekilen kumsallar, sanayi tesislerine feda edilen tarımsal ve korunan alanlarla sürdü. Bu talan sırasında sadece doğal çevre değil kültürel çevre kaybı da yaşadık. Dünya tarihinin en önemli merkezlerinden biri olmaya aday 12 bin yıllık Hasankeyf ve Allionai antik kenti barajlar uğruna suların altına gömüldü. 

Ulaşım politikasında da çevreci bir yol izlenmedi. Bir iktidar düşünün ki, Cumhuriyet tarihinin en büyük finansal olanaklarına sahip olmasına rağmen, ülkenin üç büyük kentini birbirine bağlayacak hızlı tren ağlarını 20 yılda öremedi. Ankara’dan İzmir’e, İzmir’den İstanbul’a hızlı tren yok. Demiryollarıyla kentler birbirine bağlansa yük taşıma potansiyeli sayesinde ticarete de katkısı olabilirdi. Hükümet ise kısa sürede tamamlandığı için seçmenin gözünü boyayan, iklim düşmanı hava yolunu önceliklendirdi.  

Enerji politikaları ise Türkiye’yi geçmişin dünyasına hapsetti. Mersin’deki nükleer santral projesi durdurulmazsa Türkiye tarihinin en kötü yatırım hamlesi olacak. Çalışmaya başlarsa Türkiye hem nükleer kaza riskiyle yaşamaya başlayacak hem de binlerce yıllık nükleer atık sorunuyla karşı karşıya kalacak. Santralın sahibi Rusya’ya da 60 yıl boyunca milyarlarca dolar ödenecek. AKP döneminde sayıları hızla artan ithal kömür santralları da hem dışa bağımlılığı artırdı hem de hava kirliliği ve iklim krizi gibi sorunların çözümünü zorlaştırdı. Avrupa’nın en güneşli ve rüzgarlı ülkelerinden Türkiye’de bu iki kaynağın gelişmesi, enerjinin verimli kullanılmasını sağlayacak tedbirlerin artırılması çok gecikti. Son yıllardaki olumlu gelişmeler de bir planlamadan çok piyasa koşullarının dayatmasıyla hayata geçirildi. Örneğin, 2013’te Türkiye enerjiyi verimli kullanmada Slovenya’dan iyiyken 2021’de gerisinde kaldı. Danimarka gibi örnek ülkeler ise aynı milli gelir katkısını Türkiye’den üç kat daha az enerji harcayarak yapar duruma geldi.  

Yenilenebilir enerji gibi çözümde rol oynayabilecek kaynaklar bile yanlış yer seçimleri, kâr odaklı planlar, eksik ÇED’ler ve hukuki süreçler nedeniyle bazı bölgelerde sorunun ta kendisi oldu.

Madenlerle yurdun delik deşik edilmeyen tepesi kalmadı. Birkaç şirket zenginleşecek diye, ihtiyaç ve gereksinim hesabı doğru dürüst yapılmayan projelere onlarca ruhsat verildi. Geriye Kaz Dağları’nda olduğu gibi tıraşlanmış ormanlar, Erzincan’da olduğu gibi siyanüre bulanmış topraklar kaldı.

21 yıllık iktidarın doğa talanı elbette bir yazıya sığmaz, bu örnekler diğerlerini de hatırlatacaktır. 21 yıllık icraatlar bize şunu gösterdi. Doğamızı korumak istiyorsak tüm eleştirilere kulaklarını tıkayan, dünyada doğanın önemini vurgulayan gelişmeleri görmezden gelen bu hükümetle Türkiye’nin doğal varlıklarını korumak mümkün değil. Bir değişim şart. O değişim sandıktan çıksın, 15 Mayıs sadece demokrasinin değil börtü böceğin, kurdun ve kuşun da bayramı olsun.

İmar affını da Twitter çıkarmış

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Şubat 2023

Foto: BirGün
Türkiye en büyük deprem felaketlerinden biriyle karşı karşıya. Deprem bekleniyordu, sürpriz değil. Bilim insanları defalarca uyardı, ortada yazılmış onlarca rapor var. İki büyük depremin arka arkaya gerçekleşmesi, birçok ili etkilemesi arama kurtarma çalışmalarını zorlaştırdı ancak organizasyonu tek elde toplama çalışması, kolluk kuvvetlerinin sahaya geç inişi, hükümetin her olayda olduğu gibi sorunu çözmek yerine sorunu görünmez kılmaya çalışması büyük yaralar açtı. İnsanların Twitter’dan yardımları örgütlediği bir sırada Twitter’ı kapatarak eleştirilere sansür uygulama çabası bardağı taşıran son damla oldu. Keşke eksiklerini kabul edip halkla birlikte hareket etmeye çalışsalardı. Dayanışma hükmetmekle sağlanamaz, eşitlikle, şeffaflıkla, sivil toplumun katılımıyla sağlanır.  

Karşı karşıya kaldığımız felaket maddi imkanların eksikliğiyle de açıklanamaz. 1999 depreminin ardından, benzer felaketler bir daha yaşanmasın diye ‘deprem vergisi’ diye bilinen Özel İletişim Vergisi kanalıyla 87 milyar lira toplandı. Sürekli olmayan ek vergilerle de para toplandı. 2012 yılında depreme dayanıksız binaları dönüştürmek amacıyla ‘Kentsel Dönüşüm’ yasası çıkarıldı. Sadece Haziran 2018 seçimi öncesi çıkarılan İmar Barışı’ndan sonra bir buçuk yılda toplanan para 25 milyar lirayı buldu. Bütün bu toplanan paralar nereye gitti? Eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek açıklamıştı. O paraları başka yerlere, duble yolara, sağlık harcamalarına, eğitime harcadık demişti. 

İktidar, kaynakları iyi kullanmadığı gibi ‘imar affı’ gibi seçimde oy almayı amaçlayan hamlelerle felakete zemin hazırladı. 2018 seçimlerinden önceki ‘İmar Barışı’ ile imar mevzuatına aykırı en 7 milyon 500 bin binaya ruhsat verildi. Binaların sağlam olup olmadığını kontrol etmeyen bu af sonrası binlerce insan uygun olmayan binalarda yaşamaya adeta davet edildi. Kartal’da yıkılan ve 21 kişinin öldüğü binayı hatırladınız mı? O bina da imar affıyla ruhsat almıştı. Çürük, plansız, kontrolsüz yapılmış binalara ruhsat veren imar affını da Twitter mı çıkardı?

2012 yılında “Kentsel Dönüşüm” kavramı AKP’nin çıkardığı yasayla hayatımıza girdi. Söylenen, o yasayla depreme dayanıksız binaların yıkılacağı yerine depreme dayanıklı binalar yapılacağıydı. 2012’den günümüze gelene kadar, kentsel dönüşümün rantsal dönüşüm olduğu, amacına ulaşmadığı sivil toplum örgütlerince, muhalefetçe defalarca dile getirildi. AKP oralı olmadı. ‘Ya inşaat’ hükümeti, Türkiye’nin büyüme rakamlarını inşaatla şişirmeyi sevmişti. Köprüler, duble yollar, TOKİ evleri, havaalanları ile halkın gözü boyanıyordu. Beton, seçimlerde oy, depremde ise tabut oluyordu.

2002 yılında yapı ruhsatı verilen daire sayısı 109 binken bu rakam 2017’de 1 milyon 200 bini buldu. İçinde bulunduğumuz krize rağmen 2021’de 480 bin. AKP’nin iktidara geldiği zamana göre 20 kat fazla. Bu kadar binanın depreme dayanıksız olanları yenilemek için yapılmadığı, her kentte rant için yeni yerleşim yerleri açıldığını biliyoruz. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) İstanbul Planlama Ajansı İstanbul’da 1 milyon 800 bin boş konut olduğunu söylüyor. Rantı yüksek, İstanbul gibi şehirlerde konut sayısı ve nüfus artarken, yeşil alanlar, korunması gereken ormanlar azalıyor. Şimdi acilen İstanbul’un nüfusunu 10 milyona düşürecek bir plana, diğer kentlerin nüfuslarına da sınırlama getirmeye ihtiyaç var. Ülke çapında nüfus planlaması bile konuşulmalı. Depremde gördüğümüz gibi kentler büyüdükçe afetlerle mücadele de zorlaşıyor.

Kentsel dönüşümde yapılan her yeni bina için eski bir bina yıkılmadı. Yeni yapılan binaların hepsi de sağlam değil. Hatay’da devlet hastanesi yıkıldı. İskenderun’da devlet hastanesinin bir bloğu yıkıldı. Adıyaman’da belediye binası yerle bir oldu. Hatay’da Polisevi yıkıldı, havalimanı kullanılamaz hale geldi. Özel hastaneler, birkaç yıl önce yapılan dev bloklar yerle bir oldu. 21 yılda deprem riski taşıyan tüm binalar yenilenmediği gibi, yeni yapılanların da denetlenmediği, gerektiği gibi yapılmadığı ortaya çıktı.

Tehlikenin farkındaydık, zamanımız ve paramız da vardı. Çözüm yerine imar affı, rantsal dönüşüm gibi işi zorlaştıran adımlar attık. Yoksullara değil, varsıllara konut ürettik. 21 yıldır ülkeyi tek bir parti yönetiyor; Adalet ve Kalkınma Partisi, Ak Parti veya AKP, ne derseniz deyin adres aynı. 21 yıl boyunca bu partinin başında, bugün Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Recep Tayyip Erdoğan var. 21 yıl Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihinin dörtte biri demek. Bu ülkenin sadece 1923 ila 1929 yılları arasında, dünya ekonomik buhranla boğuşurken, savaştan sonra yaptıklarına bakın, zamanın ve kaynağın nasıl boşa harcandığını görürsünüz. Siyasi sorumlu arıyorsak Erdoğan ve ekibinden başkasını bulamayız. AKP’li de olsanız bunu söylemek zorundasınız yoksa Türkiye ömür boyu bu enkazın altından kalkamaz. İstifa etmesi gerekenler veya ilk seçimde gönderilecekler belli. Zaman vardı, kaynak vardı; hükümetin elinde olmayan tek şey bahane. Yerine gelecekler de ilk günden Türkiye’yi depreme hazırlamak için çalışmaya başlamazsa onları da göndermesini bilmeliyiz. Partizanlık bitti, takım tutma bitti…

Binali Yıldırım neden güven vermiyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 28 Mart 2019

Yerel seçimlere sayılı günler kaldı. Bizim gibi ulusal gazetelerde yazanların işi elbette tüm ülkeyi değerlendirmek ama bugün izninizle yaşadığım kentin, İstanbul’un Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) adayı Binali Yıldırım’ın doğaya dair vaatlerini değerlendireceğim. 

25 yıldır bu kenti yöneten iktidar partisinin İstanbul adayının vaatleri, aslında AKP adaylarının seçilirlerse diğer kentleri nasıl yöneteceklerine dair ipuçları da içeriyor. İstanbul’u gerçekte yönetecek kişiyi bildiğimiz için diğer belediyelerin nasıl yönetileceğini de tahmin etmek zor değil. Yoldan çıkanın sonu kayyım ne de olsa. Melih Gökçek ve Kadir Topbaş örneklerini hatırlayın.

Gelelim Binali Yıldırım’ın vaatlerine. Yıldırım’ın arasında AKP’den son 20 yıldır sürekli duyduğumuz yeni yeşil alan kazandırma vaadi var. 20 yıldır yapılamayan iş bu sefer nasıl yapılacak diye baktığınızda tam bir hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Madde madde ne yazdıklarını ve aslında ne anlama geldiğini yazalım.

Yeşil koridor adıyla kıyılar doldurulacak
Yıldırım, 39 ilçenin kent meydanını tamamlayacağız diyor. Anlamı şu: Taksim ve Eminönü örneklerinde de gördüğümüz gibi bu 39 ilçenin ortasına beton dökülecek, saksıda ağaçlarla kent meydanları gri beton tarlalarına dönecek.

Yıldırım, yeşil koridorların ormanlarla buluştuğu yerlerde yeni mesire alanları yapacağız diyor. Anlamı şu: Ormanların içi mesire alanı adıyla yine oyulacak, doğal kalması gereken alanlar büfeler ve mangallarla kaplanacak.

Yıldırım, 15 milyon İstanbullu’nun her birinin dikili ağacı olacak diyor. Anlamı şu: Fidan dikme kampanyalarıyla yine göz boyanacak. Olur olmaz her yere fidan dikilecek, çoğu bakımsızlıktan ölecek, tabela ormanlarına, fidan ihalelerinde yolsuzluklara davetiye çıkarılacak. Fidan dikme merasimi, alt geçit duvarlarına saksı çiçekleri asarak ve değişik şekillere sahip yol kenarı süslemeleriyle devam edecek. Milletin parası yine boşa gidecek.

Yıldırım, İstanbul’un tüm kıyılarını kesintisiz gezeceğiz diyor. Anlamı şu: Tüm sahil şeridinde yeni dolgu alanlar, yollar yapılacak. Denizlerdeki ekolojik zenginlik zarar görecek, tarihi doku zedelenecek ve kıyılar betona boğulacak.

Yıldırım, kişi başına düşen yeşil alan miktarı 8,44 metrekareden 11 metrekareye çıkarılacak diyor. Anlamı şu: Sahil dolguları ve derelerin ıslahıyla betonla zapt edilecek alanlar yeşil koridor adıyla pazarlanıp, yeşil alan miktarını şişirmek için kullanılacak. Zaten hem bugün için verilen rakamın doğruluğu tartışmalı hem de belirtilen hedef, Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği’nde belirtilen 15 metrekareden çok daha az. 25 yılda yapmadıklarını beş yılda nasıl yapacaklar, o hiç belli değil.

Yıldırım’ın “yeşil ağ sistemi” adıyla verdiği vaat belki de en tehlikelisi. “İstanbul’un kuzeyinde yer alan ormanları, şehrin içerisine almak ve bu doğal yaşamı deniz ile buluşturmak için 20 koridor planladık” diye özetlenen hedef. Görüldüğü gibi, burada amaç yeni yeşil alan kazandırmak değil, kenti kuzeye doğru daha da büyüterek, oradaki ormanları yonta yonta parka, arazileri de ranta çevirmek. Bu mantıkla, İstanbul’a temiz hava sağlayan, nefes aldıran Kuzey Ormanları’ndan da bir süre sonra geriye bir şey kalmayacak.

İstanbul’un özlemi, nüfusun yoğun olduğu yerlerde yeni yeşil alanlar yapılması. Bu mümkün ama rantın yerine halkı koyan bir belediyecilik istiyor. İnsanı, doğayı öne çıkaran bir zihniyet kenti yönetseydi bugün Ali Sami Yen Stadı’nın yerinde kocaman bir parkımız olabilirdi. Benzer bir çağrıyı zamanında Cevahir Alışveriş Merkezi için de yapmıştık. Bu iki yer park olsaydı bugün Şişli ve Mecidiyeköy bambaşka olurdu.

İstanbul, ormanı park yaparak, denizi doldurarak değil, betonu park yaparak, binaları yıkarak yeşillenir. Binali Yıldırım henüz bunu anlamamış.

Geleceği konuşmuyoruz

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Kasım 2018

Filmlerimiz, dizilerimiz, yazılarımız hatta politikacıların nutukları bile geçmişle ilgili. Bu bir “geçmişten öğrenme” çabası olsa anlayışla karşılanabilirdi elbette ama bu aslında “gelecekten kaçışın” belirtisi. Geleceğe dair bir hedefin olmayışının itirafı. Geçmişe adım atarak geleceği inşa edemeyeceğimizi henüz öğrenemedik.

Bugün Osmanlıcılığa sığınanların, aslında yeni bir başarı yaratamadığı ve gelecekle ilgili kitlelere umut verecek bir icraat bulamadığı ortada. Tarihe, onun da sadece hoşlarına giden kısmına sığınmaları işte tam da bu yüzden. Mevcut durumu iyiye götüremedikleri için bugünü değil geçmişi tartışmaya açıyorlar. Bugünün otoriterleşme, ekonomik kriz ve dış politikanın iflası gibi sorunlarını herkes biliyor ama CHP dönemini sadece tarih ve siyasetle ilgilenen gençler hatırlıyor. O yüzdeni gündemi geçmişe çekmek ve istediğiniz gibi çarpıtmak iktidara vakit kazandırıyor.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ilk dönemlerinde projeleriyle gündemi kontrol ediyordu. Geleceği şekillendirmek, kısa dönemli projelerle ya da bizdeki gibi inşaat işleriyle olmasa da bunların en azından “bugün ve yarınla” ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Projelerin hemen hemen hepsinin ülkeye ekonomik ve çevresel zararlar getirmesiyle proje dönemi de kapandı. Köprüler, şehir hastaneleri, enerji projeleri sermayeyi eritti, kredi muslukları kapandı ve daha da önemlisi gelecek kuşakların ihtiyacını da karşılayacak doğa büyük yara aldı. Doğayı, ülkenin ekonomik ve sosyal geleceğini kuracağımız zemini, böyle yaralamaya devam ettikçe bundan 10, 20 veya 50 yıl sonrası için bir erek oluşturamayız. O zaman, gelsin İsmet İnönü!

İkinci bir neden de bugüne ve geleceğe dair söz söylemenin tehlikeli olması. Behzat Ç. dizisini hepimiz hatırlıyoruz. Emniyet içerisinde herkesin bildiği örgütlenmelere atıfta bulunması bile olay olmuştu. Sistemi eleştiren, hatta bırakın eleştirmeyi bugün yaşananı gösteren dizi ve filmler yayından kaldırılabiliyor, sansürlenebiliyor. Hükümetin, 16 yılda yarattığı ülkeyi halkına göstermeye tahammülü bile yok. Mesele siyaset de değil. Sigara üzerinden anlatalım…

Sigarayı ekranda göstermek isterseniz buzlamak zorundasınız ama biliyorsunuz ki ülkede varmış gibi yapılan sigara yasağı gerçekte uygulanmıyor. Nöbetteki polisinden, statları dolduran seyircisine kadar herkes yasağa rağmen sigara içiyor. AKP yetkilileriyse her fırsatta sigara yasağını başarı öyküsü gibi anlatıyor. Televizyonlar, gazeteler, sosyal medya ve siyaset; bırakın geleceği, yaşadığımız hayatı gündemine alabilse bunun gibi gerçekleşmeyen birçok icraat gözler önüne serilecek.

Geçmişe dönmek hiçbir ilerlemeci ülke için ideal ya da erek olamaz. Dünyaya bakarak, gerçekten de ne kadar geçmişte yaşadığımızı görebiliriz. Son 25 yılda 300 milyondan fazla insanı yoksulluktan kurtaran Çin, 2050’ye kadar nüfusun yüzde 80’ini kentlere taşımayı hedefliyor. Bu sadece bir yer değiştirme hedefi değil. Endüstriyel kentlerdeki nüfus 500 milyona çıkarken, 600 milyon insan da ileri teknoloji kullanılan yörekentlerde (banliyö) yaşayacak.

Danimarka 2050 yılında enerjisinin tamamını yenilenebilir kaynaklardan sağlamayı hedefliyor. Petrol, kömür ve doğalgazı tamamen terk edecek ülkede kullanılan elektrikten, ulaşıma, ısıtmadan endüstriye kadar her şey güneş, rüzgar, biyokütle gibi kaynaklardan sağlanacak. Danimarka’nın geleceğinde kömüre, nükleere, doğalgaza ve petrole yer yok.

Kişi başına düşen milli geliri 800 doların altındaki Ruanda’nın 2050 hedefi ise yaşam koşullarını yükseltmek. Atılacak adımlar arasında yeşil, akıllı, ekolojik kentler kurmak; ulaşımı modernleştirmek; toplumsal cinsiyet eşitliğini yaygınlaştırmak ve turizmi çeşitlendirmek gibi tüm gelişmiş ülkelerde görebileceğiniz konular var. Şeffaflık ve halkın katılımı da 2050 hedefleri arasında. Kimbilir, belki de otobüs durağının yerini değiştirmeden önce halka soruyorlardır.

Türkiye’nin geleceğe dönük planları ise köprü yapmak, kanal açmak ve yine köprü yapmaktan ibaret. Sosyal ya da çevresel bir değerden, genç nüfusu heyecanlandıracak bir projeden bahsetmek zor. Şimdi neden favori dizimizin Ertuğrul, fon müziğimizin mehter ve haber bültenimizin İsmet İnönü olduğunu anladınız mı?

Akkuyu için Avrupa’dan bir uyarı daha

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi, yapımı süren Akkuyu Nükleer Santralı konusunda Türkiye’den, nükleer santral gibi sınır aşan projelerin ÇED sürecine komşu ülke vatandaşlarının katılımına olanak sağlayan Espoo Sözleşmesi’ne katılmasını istedi.

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Ekim 2018

Geçen hafta Akkuyu Nükleer Santralı’nı ilgilendiren önemli bir gelişme yaşandı. Yeni Akit olayı, “Nükleer Ahlaksızlık”, Cumhuriyet ise “Akkuyu uyarısı istifa getirdi” başlıklarıyla haberleştirdi. Sorun, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’ne sunulan ve AKP Eskişehir Milletvekili Emine Nur Günay’ın raportörü olduğu nükleer güvenlikle ilgili bir tasarıda Akkuyu Nükleer Santralı’yla ilgili bazı taleplerin yer almasıydı.

Emine Nur Günay, yaptığı açıklamada, “Avrupa’da 15 yeni reaktör inşaatı devam etmektedir. 15 santral içinden sadece Akkuyu santralı gündeme getiriliyor ve rapora ekleniyor. Diğer 14 santralden neden hiç bahsedilmiyor ve önerge verilmiyor? Bunun hiçbir rasyonel açıklaması yoktur ve komiteye sunulmamıştır. Türkiye aleyhine bir girişim var” diyerek raportörlükten çekildiğini söylemişti. Günay’ın açıklamasının doğruluğunu kontrol etmek için söz konusu tasarıyı okudum. Durum hiç de anlatıldığı gibi değil.

Öncelikle tasarıda sadece Akkuyu’dan bahsedilmiyor, Avrupa’da yaşlanan nükleer santralların riskine (madde 4); Belçika ve Fransa’da yaşanan terör saldırılarından sonra nükleer santralların hedef olma durumuna (madde 2); Çernobil ve Fukuşima kazalarına (madde 2); hatta nükleer santralların sökümü ve atık sorununa (madde 5) bile değiniliyor. İsmi verilerek, uyarılarda bulunulan tek nükleer santral da Akkuyu değil. Belarus’ta yapımı süren ve Litvanya’nın başkentine 45 kilometre uzakta bulunan nükleer reaktörü de uluslararası standartlara uymadığı için eleştiriyor (madde 7). Özetle, ortada Türkiye’yi hedef alan bir “Batı kumpası” yok. Güney Kıbrıs’ın talebi Akkuyu’ya ayrı bir madde açılmasını sağlamış olabilir ama 11 maddenin hemen hemen hepsinde yukarıdaki gibi tüm Avrupa’daki nükleer santrallara yapılan uyarılar var.

Neden Avrupa’da yapımı süren diğer 12 reaktörün (14 değil 12 çünkü Belarus’taki iki reaktörün de adı geçiyor) genel eleştiriye tabi tutulduğu ve isminin vermediği ise Akkuyu ile yazan madde okunduğunda hemen anlaşılıyor. Madde 8’de özetle, deprem kuşağında yer alan Türkiye’de yapımı süren santralın, başta 85 kilometre ötedeki Kıbrıs olmak üzere komşu ülkelerde güvenlik endişesi yarattığı, bu yüzden de Uluslararası Nükleer Güvenlik Anlaşması gereği komşularıyla proje hakkında görüş alışverişinde bulunması gerektiği yazıyor. Daha da önemlisi aynı maddede Türkiye’den Espoo Sözleşmesi’ne katılması çok net bir dille isteniyor. Espoo’ya, sınır aşan çevresel etki değerlendirmesi de denebilir. Türkiye bu sözleşmeye taraf değil çünkü kurallara uymayı sevmiyor, halkın görüşünü önemsemiyor. Espoo Sözleşmesi’ne taraf ülkeler, nükleer santral gibi etkisi komşulara kadar uzanan bir proje yapıyorsa, kendi ülkelerinde olduğu gibi o ülkelerde yaşayan insanların da görüşlerini almak zorunda.

Mersin Büyükeceli’de, bir saat süren protestolar nedeniyle yapılamayan, Rus şirket temsilcilerinin salonu Jandarma korumasında terk etmek zorunda kaldığı toplantıyı bizzat izledim. Türkiye, o yapılmayan toplantıyı yapıldı diye kayda geçip, nükleer santral yapan bir ülke. Hiç ister mi Yunanistan’dan, Bulgaristan’dan, Güney Kıbrıs’tan gelecek ciddi sorulara yanıt vermeyi? Yeri gelmişken söyleyelim. Yunanistan, Bulgaristan ve Ermenistan’ın da aralarında olduğu 45 ülke Espoo’ya taraf. Halkın katılımından kaçan bir ülke varsa o Türkiye anlayacağınız. Taraf olsak, onların benzer projeleriyle ilgili bizim de söz söyleme hakkımız olacak halbuki.

Günay’ın nükleer enerji konusuna hakim olmadığı ve biraz da önyargıyla hareket ederek bunu Türkiye’ye karşı bir hareket gibi algıladığını sanıyorum ama gündeme getirmesi iyi oldu. Tasarının 11 Ekim 2018 tarihinde, 99 evet oyuna karşı 18 hayır oyu ile kabul edildiğini ve Emine Nur Günay’ın isminin “raportör” olarak kaldığını da not düşelim. Sadete gelelim. Nükleerin pahalı ve gereksiz olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak soruyorum. Akkuyu’da uluslararası standartlara uygun bir nükleer santral yapmaktan neden kaçıyorsunuz?

Enerjide hangi parti daha çevreci

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Mayıs 2018

Seçim tarihi yaklaştıkça seçmenlerin karar verme süreci kolaylaşıyor. Seçim bildirgeleri, liderlerin vaatleri ortaya çıktıkça oy vereceğimiz partinin bize nasıl bir gelecek hazırladığına dair öngörülerimiz netleşiyor. Parti bildirgeleri bize bu bilgiyi veriyor. Şimdi satırların izin verdiği kadarıyla AKP, CHP, HDP ve İyi Parti’nin enerji konusundaki görüşlerini özetlemeye çalışayım.

Kömür
AKP iktidarda kalırsa daha fazla kömür santralı yapacağını, kamunun elindeki kömür sahalarını da özelleştirmeye devam edeceğini açıklamış. En az 5 bin megavat (MW) gücünde yerli kömürle çalışan santral yapma hedefleri var. Bildirgede bu kadar çok kömür olunca hava kirliliği konusunda ne yapacaklar diye baktım ama tek bulduğum izleme istasyonlarının sayısının artıracakları bilgisi. Hava kalitesi başlığı altında gürültü kirliliğinden bile bahsedilmiş ancak havanın kirli olduğundan bahsedilmemiş, haliyle çözüm için herhangi bir hedef koyulmamış. Bildirgede kentlerin havası temizlendi deniyor ama bildiğiniz gibi en son Çevre Mühendisleri Odası 81 ilden sadece altısının havasının temiz olduğunu açıklamıştı. Türk Toraks Derneği ve diğer sivil toplum örgütleri de benzer raporlar yayımlamıştı.

CHP hava kirliliğini azaltacak önlemlere öncelik vereceğiz, doğalgaz altyapısı olan kentlerde yakıt yardımını kömür yerine doğalgazla yapacağız demiş. Daha fazla örnek yok ama hava kirliliği sorununu kabul etmiş. AKP gibi termik santrallarda verimli ve yüksek teknoloji kullanma vurgusu var hatta bu teknolojilerin kullanılmasını yasal zorunluluk haline getireceğiz diyerek bir adım öne geçmişler. Zira, AKP döneminde özelleştirilen termik santrallara adeta çevreyi kirletme hakkı verilmiş, en basit filtreler bile olmadan çalıştırılması için Elektrik Piyasası Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle çevre mevzuatına uyum konusunda muafiyet getirilmişti. Anayasa Mahkemesi’nden dönen değişiklik ısrarla yeniden yasalaştırılmıştı.

İyi Parti kömür santralları kuracağını belirtmiş. Uygun teknolojik çözümler denmiş ama kömürle ilgili hava kirliliği veya başka bir çevre sorunundan bahsedilmemiş. Üç partinin kömüre karşı tavır almadan iklim değişikliğiyle nasıl mücadele edeceği kocaman bir soru işareti olarak havada asılı kalmış.

HDP ise sermayenin çıkarı için yapılacak termik santral gibi uygulamalara son vereceklerini söylemiş. Bu söylem geçen seçimde de vardı ve çok net değil. Kamu yaparsa sermayenin çıkarı olmayacağı için onay veriliyor mu sorusu geliyor aklıma. Bildirgede ayrıca “Ormanların, derelerin, havanın, suyun, taşın, toprağın, ağacın, kurdun, kuşun, böceğin, tüm yaşamın haklarını koruyacak, yaşamın bilgisini savunacağız” denmiş.

Nükleer
AKP tahmin edileceği gibi Mersin, Sinop ve üçüncü bir yere nükleer santral kurmaktan bahsediyor. İşin ilginç tarafı, yabancı şirketlerin elindeki bu projelerle dışa bağımlılığın azaltılmasının hedeflendiği söylenmiş. Yakıtından, işletmesine yabancılara bağlı santrallarla bu iş nasıl olacak belli değil.

CHP bir önceki seçime göre tabanına kulak vermişe benziyor. Sinop ve Mersin projelerini gözden geçireceklerini, uluslararası yükümlülükler çerçevesinde mümkünse iptal edeceklerini yazmışlar. Bir başka yerde ise “Mevcut nükleer enerji teknolojilerine dayalı, sorunlarını giderememiş riskli santrallerin, ülkemizde kurulmasına izin vermeyeceğiz” deniyor. Bana fisyonla değil füzyonla gel diyorlar. Bu da nükleer santrallara güle güle demek aslında. CHP, diğer partilerin değinmediği nükleer silah konusunda da barışçıl bir tavır sergilemiş. Nükleer ve kimyasal silahların bölgede ve dünyada yayılmasına karşı mücadele edeceklerini söyleyen tek parti olmuş.

İyi Parti nükleer enerjiyle ilgili bir şey söylememiş. HDP’nin tavrı ise net; Sinop ve Mersin’deki projeleri iptal edeceğini söylemiş.

Sorunlar nükleer ve kömürle sınırlı değil ama bu iki örnek partilerin bakışını görmek için bize fırsat veriyor. Biraz da çözüm tarafına yani ne yapacaklarına bakalım.

İklim değişikliği
AKP’nin iklim değişikliği ile mücadelede “yeşil büyüme” sloganını seçtiğini ve akıllı şehirlere odaklandığı görülüyor. 2016 yılında Paris Anlaşması’nı imzaladık denmiş ama sürecin tamamlanmadığından ve Türkiye’nin anlaşmaya taraf olmayan 23 ülkeden biri olduğu es geçilmiş. İklim fonlarından en çok yararlanan ülkelerden biri olmasına rağmen hâlâ Yeşil İklim Fonu’ndan para alınmaya çalışılacağı belirtilmiş. Seragazı azaltım hedefi ise yok. Paris onaylanmadığı için havada kalsa da 2030’a kadar artıştan azaltma hedefi var. Kamu alımlarında çevre dostu ürün tercihi, Ankara’dan başlayarak hastane ve AVM gibi merkezlerde “sıfır atık” politikası ve atıkların kaynağında ayrıştırılması gibi iklimle ilgili öneriler dikkat çekici. Ağaçların korunmasından çok fidan dikimine odaklanıldığını, fidan ithalatının önüne geçmek için de önlem alınacağı da gözümden kaçmadı. Tersi daha kolay olurdu sanki.

CHP, AKP’nin aşırı tüketimle doğaya zarar verdiğine değinmiş ve çözüm için yeşil ekonomiye geçişi önermiş. Düşük karbonlu sektörlere ve yeşil teknolojilere yatırım yapılacağı vurgulanmış. ÇED sürecini etkin uygulamanın yanı sıra sivil toplumun uzun zamandır dillendirdiği “Sosyal Etki Değerlendirmesi”nin de sürece ekleneceği vurgulanmış. İklim değişikliğinden en çok etkilenecek çitfçi, balıkçı ve tarım işçilerini koruyacak politikalar uygulanacağı belirtilmiş. Paris ve toplam seragazı azaltımıyla ilgili bir hedef yok ama deniz ve demiryoluyla birlikte toplu ulaşımı, verimli uygulama ve ürünleri teşvik ederek seragazı emisyonlarını azaltmayı amaçladıkları yazılmış.  Bu arada hem AKP hem de CHP’nin emisyon yerine kullanılan “salım” kelimesini yanlış yazıp “salınım” yazdıklarını da belirtmeliyim.

İyi Parti, iklim değişimi kaynaklı zararlardan korunmak için gerekli önlemlerin alınacağını söylerken HDP konuya değinmemiş.

Enerji hedefleri
AKP önümüzdeki dönemde yerli ve yenilenebilir kaynaklara önem vereceğini söylüyor. Bu hedefin içinde oldukça tartışmalı HES yatırımlarına Ilısu (Hasankeyf) ve Yusufeli gibi iki büyük barajın yanında 10 bin MW’lık onlarca hidroelektrik santralın eklenmesi de var. Güneş ve rüzgar enerjisinde de 1000 MW’lık büyük projelerden bahsediliyor. İktidar partisinin tüm planlarının büyük şirketler ve elektrik üretiminde merkezileşme üzerine kurulu olduğunu söylemek mümkün. Burada hem CHP hem de İyi Parti daha farklı bir yol öneriyor.

CHP de AKP gibi yerli ve yenilebilir enerji dese de çözüm yolunu birkaç şirketten değil halktan ve devletten geçirmeye çalışmış. Örneğin, apartmanlarda güneş paneli kullanacaklara sıfır faizle kredi vermeyi, ısı yalıtımı ve panel yatırımının mali yükünü karşılama sözü vererek, sorunu yine güneşle ama daha küçük ve faydası halka gidecek yatırımlarla çözmeyi amaçlamış. Sokak aydınlatması için de güneş enerjisini önermiş. Bor madenlerini özelleştirmeyeceklerini, özellikle kamuya ait madenlerin rödovans sözleşmelerini iptal edip kamulaştırılacağını söylemiş.

İyi Parti de “yalnızca makro ve büyük ölçekli projelere değil, mikro ölçekli projeleri de ön planda tutan düzenlemeler yapılacaktır” diyerek çağa daha uygun çözüm önerileri sunmuş. Çatılarda güneş panelleri, bireylerin kurulum yapmasını sağlayacak düzenlemeler yenilenebilir enerji hedefleriyle iç içe yer almış.

HDP’nin Cumhurbaşkanlığı Bildirgesi’nde “Güneş ve rüzgardan yararlanarak her eve temiz ve ucuz enerji sağlayacağız” sözü durumu özetliyor. Tasarruf öne çıkıyor, yerelde üretime vurgu yapılıyor. Su ve elektrik kullanımında, asgari ihtiyaç miktarına kadar ücretsiz sunulması vaadi de önemli.

Bu bölümde CHP’nin hedefleri daha detaylı, İyi Parti’yle birlikte bireysel üretime, mikro çözümlere yönelmeleri ülke için umut veriyor.

Bildirgelerde benim gözüme çarpanlar bunlar. Detaylar için sizleri de okumaya davet ediyorum.

Karar sizin!

Not: Bu değerlendirme yapılırken AKP'nin Cumhurbaşkanlığı Seçimleri ve Genel Seçim Beyannemesi 2018, CHP Seçim Bildirgesi 2018, İyi Parti Parti Programı, HDP Parlamento ve Cumhurbaşkanlığı seçim bildirgelerinden faydalanılmıştır.  İyi Parti henüz seçim beyannamesini açıklamamıştı.

Darbe ve diktatörlük arasında ne yapmalı?

Özgür Gürbüz/16 Temmuz 2016

Önce bir hatırlatma yapmakta fayda var. Erdoğan ve AKP'yi büyüten cemaattir. Onlar türlü oyunlarla, manevralarla (Ergenekon, yetmez ama evet) Erdoğan'ı güçlendirip, Türkiye'nin demokratik güçlerini zayıflattılar. Bazı liberal (onlara sol diyemiyorum) arkadaşlar da bu oluşuma destek oldu.

Sonra Fettullah Gülen hareketi ile Erdoğancılar birbirine düştü. Rantı mı paylaşamadılar yoksa gücü mü çok önemli değil ama bu kavganın ülkenin geleceğiyle, demokrasiyle ilgisi olmadığı en başından beri görülüyordu. Dün iyice ortaya çıktı. Erdoğan ve Fettullah Gülen taraftarlarının kavgası ülkeyi birbirine kattı, yüzlerce insan öldü. Ordu, yargı dağıldı, Türkiye'de demokrasi rafa kalktı, sokaklar zorbalara ve silahlı güçlere bırakıldı. Din, iktidarın oyuncağı haline geldi. Tüm bunları Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Mısır'da ve daha birçok Ortadoğu ülkesinde gördük. Şimdi burada oluyor.

Çoğumuz oyun muydu diye soruyor, haklılar çünkü bu ülke AKP iktidar olduğundan bu yana benzer oyunlarla askerlerin, yargıçların, siyasi parti liderlerinin tasviye edildiğine tanıklık etti. Şu ortamda sorulmayacak bu soruyu soranlara o yüzden hiç kızmıyorum. Birkaç füze atılarak savaşa sokulacak ülke bu; böyle bir oyunla Erdoğan'ın zayıflayan başkanlık hayallerini güçlendirmek isteyenler olabilir. İnsanlar 14 yılda öyle şeyler gördüler ki artık hep şüpheleniyorlar.

Oyun değil diyenler de haklı çünkü anti demokratik yasalar, keyfi görevden almalar, Güneydoğu'da süren savaş, İŞİD'in elini kolunu sallaya sallaya ülkede dolaşması bu tip girişimlere davet çıkaracak bir ortam yarattı. Darbe girişimlerinin demokrasinin olmadığı, devletin zayıfladığı yerlerde ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir? Türkiye'deki yönetim boşluğu her türlü kötülüğe fırsat sunuyor.
Tüm bunların sorumlusunun kim olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Sokağa çıkanlar bile biliyor ama güçlü gördüklerinin yanında durmaya devam ediyorlar şimdilik. Farkındaysanız, darbe girişimini yapan grubun küçüklüğü, ordunun asıl yönetimiyle ilgisinin olmadığı anlaşıldıktan sonra ekranda gördük Erdoğan'ı. Karşısındakinin zayıf olduğunu anladığında sokağa çıkma çağrıları başladı.

Peki, biz, Türkiye'de gerçek bir demokrasi isteyenler ne yapacak? Bence tek seçenek vardı ve hâlâ da o seçenek var. Pazartesi ilk işimiz örgütlenmek olmalı. Demokrasiye inanan sendikalara, partilere yazılmalı ve onlar için çalışmaya başlamalıyız. Sadece kayıt olmak ve aidat ödemek yetmez. Bu örgütlerin mahalle birliklerini kurmalı, yaşadığımız çevredeki demokrat insanlarla birlikte hareket etmeliyiz. Böyle acil durumlarda güvenliğimizi sağlamak ve Türkiye'nin geleceğini garanti altına almak için birlikte hareket etmeye mecburuz. Lanet okuma ve mucize beklemekle hiçbir şey düzelmez.

Ya hep beraber ya hiç birimiz.

Enerjide hesap döndü

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Nisan 2016

Afşin Elbistan - Foto: O. Gurbuz
Sap döner, keser döner, gün gelir hesap döner diye boşuna dememişler. Enerjide öyle oldu. 14 yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının enerjiden rant yaratmaya dayalı modeli çıkışı olmayan bir tünele girdi. Enerji piyasasında hiçbir şey hükümetin istediği gibi gitmiyor.

Hükümetin enerji politikası elektrik talebinin sürekli ve yüksek oranlarda artmasına ve bu talebin aynı şekilde sürekli açılan yeni enerji santralleriyle karşılanmasına bağlıydı. Bu yapay talebin çok uzun sürmeyeceği belliydi. 2003-2007 yıllarında Türkiye’de elektrik talebi yılda ortalama yüzde 7 civarında arttı. 2008’de artış hızı yavaşladı, 2009’da ise talep yüzde -2 oranında azaldı ki, 2001 krizinde bile bu kadar düşmemişti. Son dört yılda ise Türkiye elektrik talebi yılda ortalama sadece yüzde 3,5 oranında arttı. Tahminlerin çok altında kaldı.

Gelişmiş ülkeler enerjiyi daha akıllı ve verimli kullanarak daha az santral kurma yolunda giderken, Türkiye talebi kontrol etmek yerine yeni santrallar yaparak enerji sorununu çözmeye çalıştı. Her dereye HES, her ovaya doğalgaz, her koya ithal kömür santralı ve iki dev nükleer santral için yatırımcıları Türkiye’ye topladılar. Son 14 yılda görev yapan üç enerji bakanının Türkiye’nin enerjide milyarlarca dolarlık yatırıma ihtiyaç duyduğunu tekrar tekrar söylemesi rastlantı değildi. Onların işi, yerli ve yabancı yatırımcıyla finans kuruluşlarını Türkiye’ye çekerek para akışını sağlamaktı. Bu sayede birçok şirket enerji sektörüne girdi, iyi para kazandı. Son Enerji Bakanı Berat Albayrak da aynı yolda ilerliyor. 5 Mart 2016’da, enerji sektöründe 10 yılda 100 milyar dolarlık yatırım gerektiğini söyledi. AKP’nin enerji politikası bir ezbere, gerçek ihtiyaca yanıt vermek yerine ihtiyaç yaratmaya dayanıyor ve bu ezberin artık ne Türkiye’de ne dünyada bir karşılığı var.

Dert bu kadarla da sınırlı değil. Makine Mühendisleri Odası’nın Enerji Görünümü Raporu’nda, şu ana kadar lisans alıp yapımına başlanan 38 bin megavatlık yeni santral olduğu belirtiliyor. Mevcut santralların yarısı kadar santral yolda anlayacağınız. Buna nükleerler dahil değil. Yapımı sürenler bittiğinde talep artmazsa elektrik gerçekten de sudan ucuza satılabilir çünkü arz talebin çok üstünde.

Sorun büyük. Santral sayısı artarken (arz) talep neredeyse yerinde sayıyor. Talebi gereksiz tüketimle artırmak da israftan başka bir şey değil. Arz fazla, talep az olunca da elektrik fiyatları düşüyor. Buna rağmen hükümet bu düşüşü bize yansıtmıyor. Elektriği ucuzlatacağına zam yapıyor çünkü onların derdi kar edemeyen elektrik üreticilerini kurtarmak. Talebin ve fiyatların hep yüksek olacağını düşünen özel sektör ise aldığı riskin bedelini ödemek yerine maliyeti tüketiciye yükleme peşinde.

Ucuz denen kömüre teşvik gündemde
Yılbaşındaki elektrik zammını hükümetten önce haber veren Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir, bu defa da ürettikleri elektrik için alım ve fiyat garantisi istedi. Enerji Bakanı Berat Albayrak da alım garantisinin yerli kömürle çalışan santraller için düşünülen modellerden birisi olduğunu söyledi. Sabancı Holding Enerji Grubu Başkanı Mehmet Göçmen, “Geçtiğimiz 10 küsur yılda hiçbir fiyat garantisi olmadan sektöre 75 milyar dolara yakın para yatırılmış. Bugün itibariyle sektörün borcu 60 milyar dolar. Bunun da 52 milyar doları yerli bankalara. Mali durum bu” diyerek durumu özetliyor. Göçmen de diğer özel sektör temsilcileri gibi, devletin piyasa fiyatının üzerinde bir alım garantisi vererek kendilerini kurtarmasını istiyor.
Özdemir, alım garantisinin rakamını da açıkladı, kilovatsaat için 8 dolar sent isteniyor. İyi işletilemiyor diyerek neredeyse devletin elindeki tüm enerji santrallerini satışa çıkartanlar, şimdi de öngörüsüzlüklerinin ve hükümetin rant yaratma çabalarının fiyaskoyla sonuçlanmasının bedelini bize ödetmeye hazırlanıyor.

Özel sektör bastırdı ve Türkiye, herkesin kirli olduğu için kaçmaya çalıştığı kömüre teşvik vermeyi gündemine aldı. Hem de pahalı dedikleri rüzgar enerjisine verdikleri alım garantisinden (7,3 dolar sent) daha fazlasını havayı kirleten, iklimi değiştiren kömüre vermeyi planlayarak. Hayaldi, gerçek oldu.

Tecavüz ediyorlar ama çalışıyorlar

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Mart 2016

Dünya, BirGün gazetesi Eğitim Muhabiri Serbay Mansuroğlu’nun ortaya çıkardığı Karaman’daki tecavüz vakasını konuşuyor. Ensar Vakfı ve Karaman İmam Hatip Mezunları Derneği’ne (KAİMDER) ait öğrenci evlerinde 45 erkek çocuğa tecavüz edildiği haberi önce gizlenmeye, sonra inkâr edilmeye çalışıldı. Olmadı. Şimdi tüm dünya biliyor.

Sonra bildik senaryoya geçildi, olayı küçümseme, önemsizleştirme çabaları başladı. Adalet ve Kalkınma Partisi bunu her olayda yapıyordu; yine yaptı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Sema Ramazanoğlu gazetecilerin sorularını yanıtlarken, onlarca çocuğun cinsel istismara uğradığı Ensar Vakfı'nı “Buna bir kere rastlanmış olması hizmetleri ile ön plana çıkmış bir kurumumuzu karalamak için gerekçe olamaz. Biz Ensar Vakfı’nı da tanıyoruz, hizmetlerini de takdir ediyoruz, ama öteki taraftan bunu yapan kişi için de sıfır toleransla hukuki açıdan bütün takibimizi yapıyoruz” sözleriyle savundu.

“Bir kere”, “biraz”, “ufacık”, “gemicik” ve “fıtrat” dediğimiz her konu dağ gibi sorunlar haline geldi. Mutluluğumuzu, gülen yüzümüzü, dostluğumuzu, emeğimizi çaldı ve hepsinden önemlisi bu ülkede canlar aldı. Sokakta gülen insan yok, mutlu olan yok, umudu olan yok.

Ertelemek, görmezden gelmek, küçümsemek artık işe yaramıyor.

Biz bu filmi yolsuzluklar ortaya döküldüğünde de gördük. Önce inkar ettiler, sonra “beni dinlemişler, ailemi dinlemişler, oğlumu, kızımı dinlemişler” diye aslında kabul ettiler. Son çare küçümsediler. Taraftarlar da, “çalıyorlar ama çalışıyorlar” diye geçiştirmeye çalıştı. Sonuçta, bakanların önüne yattığı, iş adamı diye ödül verdikleri Rıza Sarraf, ABD’de hapse atıldı. Bir kere yolsuzlukların önünü açarsanız ülke soyguncuların eline düşer. Onlar kral, emeğiyle, namusuyla çalışanlar sefil olur. Türkiye’de durum bu.

Biz bu filmi IŞİD meselesinde de gördük. IŞİD üyelerine terörist diyemediler, Fatih’te masa açıp propaganda yapmalarına göz yumdular. Adıyaman’da örgütlendiklerini herkes duydu, İç İşleri Bakanı, emniyet müdürleri duymadı. Gözü dönmüş bu örgüte silah yardımı yapılmasından, silahlı üyelerinin Suriye’den gelip Türkiye’de tedavi edilmesine kadar onlarca ‘iddia’ ortada. Hepsini göz yumdular, küçümsediler, görmezden geldiler. Haberlerin değil yazanların üzerine gittiler. Sonuç ne oldu? IŞİD üyeleri ülkenin dört bir yanında bomba oldu, arkadaşlarımızı, dostlarımızı öldürdü. Bizleri evimize hapsetti. Eli kanlı IŞİD üyelerine göz yumanlar yüzünden, onlar bizi bin kere vurdu.

Biz bu filmi Soma’da da gördük. 301 madencinin öldüğü kazadan sonra sorumluları cezalandırmak yerine işçileri tekmeleyenler yüzünden Ermenek’te 18 madenciyi daha toprağa verdik. Fıtrat diyenler, “bir kere” diyenler yüzünden 18 can daha gitti.

İlk işçi ölümünü “bir kere” deyip geçmeseydiniz her yıl binlerce işçiyi toprağa vermezdik.

Kesilen ağaçları “birkaç” diye küçümsemeydiniz, İstanbul’un ciğeri Kuzey Ormanları talan edilmezdi.

Anayasayı tanımam diyene ‘bir kere’ diye izin vermeseydiniz, bugün ortada herkesin güveneceği bir hukuk kalırdı.

Ey, ‘bir kere’ciler, fıtratçılar. Biz sözümüzü söyledik, şimdi top yine sizde. Çocuklarınızın gözünüzün önünde tecavüz edilmesine “bir kere olmuş” deyip geçecek misiniz, yoksa din maskesiyle, hükümetle arasındaki ilişkiyle, kendilerini gizleyen bu istismarcılara dur mu diyeceksiniz?

Bugüne kadar yolsuza, hırsıza, kanunsuza ses çıkarmadınız. Böyle devam ederseniz, sesinizi çıkarmazsanız, hayır ve din adıyla bu işleri yapanlara ne diyeceğiz? “Tecavüz ediyorlar ama çalışıyorlar” mı diyeceğiz? Bu durumun gülünecek bir tarafı yok. Çocuklarınız, çocuklarımız tehlikede. Bıçak nereye dayandı görmüyor musunuz?

Seçimin kaybedeni bu ülkenin hayalleri

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Kasım 2015

1 Kasım seçimlerinin analizini yaparken normal bir seçim yaşamış gibi davranmak eblehlik. Plakasız araçlardan, sandık başındaki baskılara kadar Türkiye’nin gördüğü en antidemokratik seçimlerden birini yaşadık. Yüzde 10 barajı oradaydı. Medya hükümetin elindeydi. İktidar partisi televizyonlarda, radyolarda istediği gibi cirit atarken muhalefete göstermelik süreler verildi. Parti başkanlarını yan yana tartışırken göremedik. İktidar hesap vermekten kaçtı, konuşacağı gazetecileri bile kendi belirledi. Bitmedi…

Bir süre öncesine kadar kendilerinin yanında duran birkaç medya kuruluşuna polis eşliğinde el konuldu. Hocasını beğenmediler kayyum atadılar. Kapağını beğenmediler dergiyi toplattılar. Medyada iktidarı eleştirmek fiilen yasaklandı. Sokakta hükümeti eleştirmek isteyenler canından oldu. Suruç’ta, Ankara’da bombalar patladı. Ölenler hep hükümete karşı sesini yükselten muhaliflerdi. Cenazesini buzluklarda saklayan insanlar birkaç hafta sonra panzer gölgesinde oy kullandı. Bu seçimin demokrasinin “d”siyle uzaktan yakından ilgisi yok; kimse hikaye anlatmasın.

Yüzde 49’un oyunu aldığı iddia edenler neden cesaret edip, adil bir seçime evet demezler bilemiyorum. Herhalde küçümsedikleri o partilerden korkuyorlar. Bugün Türkiye’de muhalefetin seçim çalışması, seçimi kazanmaktan çok Türkiye’nin hak ettiği demokratik bir seçimin yapılması mücadelesidir. Oy toplamak için çalışandan çok oyları korumak için çalışanların olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Muhalefetin demokrasiye inancı ve inadı bu ülkeyi krizden kurtaran yegâne güçtür. İktidarın bunun farkına varması ve ülkenin hayrı için bundan sonra demokratik bir seçimde uzlaşması gerekir. Kimsenin bu tiyatroyu izlemeye tahammülü kalmadı. AKP demokratik bir seçimden de galip çıkabilir mi? Belki. Hakkıyla kazanırsa da ülkede demokrasi gelişir, gerilim ve kutuplaşma azalır.

Bu kadar saptama, şikayet yeter. Şimdi ben de fabrika ayarlarıma döneyim.

Bu seçimin asıl kaybedeni Kılıçdaroğlu, Demirtaş veya Bahçeli değil. Asıl kaybeden bu ülkenin hayalleri… Son 13 yılın güzel bir özeti deyince aklıma gelen liste uzun. Kalabalıklaşan kentler, kirlenen hava, bozulan gelir dağılımı, artan polis şiddeti ve daha niceleri. Bu ülkenin insanları hayal etmeyi, daha güzel yaşamayı unuttu. Artık kentlerin havasının temiz olabileceğine, bisikletle işine gidebileceğine, enerjisini kömürden, nükleerden değil temiz enerjiden elde edebileceğine inanmıyor. Hırsızlar bu ülkede ayakkabı kutularından önce gerçekleri, umudu ve hayalleri çaldı.

Artık başka ülkelerden örnekler verdiğinizde heyecanlanmayan, yeni fikirler, orijinal çözümler üretmeyen, daha iyi yaşayabileceğine inanmayan, umudunu yitirmiş insanlarla birlikte yaşıyoruz. İlk işimiz bu umudu yeniden canlandırmak olmalı.

“Yiyorlar ama çalışıyorlar” diyenlere Uruguay eski Cumhurbaşkanı Mujica gibi yemeden çalışan onlarca devlet adamını göstermeliyiz.

“Madende ölmek fıtrat diyene”, Şili’de kurtarılan madencilerin öyküsünü anlatmalıyız.

Petrolsüz, kömürsüz olmaz diyenlere, Danimarka, İsveç gibi ülkelerin neden “olur” dediğini ve nasıl bu işi yaptıklarını herkese duyurmalıyız.

Ekonominin büyümesi için daha çok enerji ve nükleer santral gerek diyenlere, Almanya gibi dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin nükleersiz ve daha az enerji tüketerek büyümeye devam ettiğini göstermeliyiz.

Güzel bir çevrede yaşamak zengin ülkelerin işi diyenlere, Çin’den, Hindistan’dan, Ekvador ve Kosta Rika’dan başarı öyküleri paylaşmalıyız.

Dünyanın en iyi sağlık sisteminin New York’ta değil Küba’da olduğunun altını yüz kere çizmeliyiz. Duble yolların değil, iyi bir sağlık sisteminin kanserli yakınlarımızı kurtarabileceğini anlatabilmeliyiz.

Bunları defalarca tekrarlamalıyız ki, umudunu ve hayallerini yitirenlere umut ve tutunacak bir dal olabilelim. Bugün AKP’ye oy verenlerin de aynı trafikte bunaldığını, aynı havayı soluyarak hasta olduğunu unutmayalım. Şikayet ederek onlardan biri olabiliriz ama çözümü göstererek ve üreterek, bu ülkenin makus kaderini yıkan “umut” olabiliriz.