Çernobil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Çernobil etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Ukrayna’nın nükleer belası

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Mart 2022

Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş, nükleer enerjinin nasıl bir bela olduğunu hepimize bir kez daha gösterdi. Çernobil’i yeniden hatırladık ama bu savaştaki nükleer tehlike ne yazık ki Çernobil’le sınırlı değil. Ukrayna’nın dört nükleer santralı ve bu santrallardaki 15 reaktörü, Çernobil’den çok daha büyük bir risk dünya için.

Savaşın içinde nükleer geçen son dört günü hatırlayalım. Rusya Federasyonu’na ait birlikler Belarus üzerinden Kiev’e ilerlemeye karar verince ilk durak, dünyanın en büyük nükleer kazalarından birine ev sahipliği yapmış Çernobil Nükleer Santralı olmuştu. Zırhlı araçların radyoaktif serpintiye uğramış bölgeye girmesiyle radyasyon seviyesi 22 kat artmış ve spekülasyona neden olmuştu. Radyasyon artışı, 1986 yılındaki kazayla içindeki nükleer yakıtı eriyen dört numaralı reaktör ve yeni yapılan geçici nükleer atık deposundan değil, ağır araçların kaldırdığı tozdan kaynaklanıyordu. Ukrayna Nükleer Düzenleme ve Denetleme Kurumu’ndan (UNDD) gelen bu açıklama akla yatkın. Çernobil’deki yasak bölge bizim yaşadığımız bölgelerle kıyaslanamayacak düzeyde radyoaktif. Yıllar önce bölgeye gittiğimde, ormana, toprak yollara girmenin yasak olduğu, bazı bölgelerde yüksek seviyede radyasyon olduğu söylenmişti. Savaş öncesi bölgedeki arka plan radyasyon seviyesi saatte 3 milisievert civarında. Üç saat kalsanız bir tomografiye bedel.

Çernobil’in stratejik önemi olduğu da pek doğru değil. Kiev’e giden ve radyasyon yüzünden kimsenin yaşamadığı, 150 km uzunluğunda, düz bir yolun başlangıcında sadece. Sanırım, nükleer kazayı trafik kazasıyla veya tüpgazla kıyaslayanlara inananlar, 36 yıl sonra orada hâlâ radyasyon olmasına şaşırıyor. Değil 36, 36 bin yıl sonra da orada radyasyon olacak halbuki. Nükleer bela böyle bir şey.

Kontrolden çıkması elbette mümkün
Rusya Ukrayna savaşında bir başka tehlike de savaşın ortasında kalan nükleer santrallar. Yıllardır nükleer santralların savaş ve terör saldırılarında hedef olabileceğini yazıyorduk, şimdi dehşetle böyle bir şey yaşanmadan ateşkes ilan edilmesini bekliyoruz. Ukrayna’nın tamamen kapalı durumdaki Çernobil dışında 4 nükleer santralı ve buralarda 15 nükleer reaktörü var. Hepsi Rusya yapımı. 12 tanesi Akkuyu’da yapımı süren reaktörlerin biraz daha düşük güçteki VVER-1000 tipi reaktörler, kalan iki ise bugün hiç kimsenin istemeyeceği VVER-440 tipi. Çoğu tasarım ömrü 30 yıldan daha yaşlı ve asıl tehlike savaşın ortasında kalan bu reaktörler. Aklı başında kimsenin bu reaktörleri hedef alacağını düşünmüyorum. Ancak, savaşta bu reaktörlerin kazara hedef alınması, soğutma suyu veya elektrik kesintisi gibi nedenlerle kontrolden çıkması elbette mümkün.

UNDD’nin açıklamalarına göre 28 Şubat 2022 itibarıyla 15 reaktörden dokuzu çalışıyor. 23 Şubat’ta bu sayı 13’tü. Ukrayna, gördüğüm kadarıyla çatışmaların arttığı bölgelerdeki nükleer reaktörleri teker teker durduruyor. Ülkenin en büyük nükleer santralı Zaporijya’da beş gün önce altı reaktörden altısı çalışıyordu, şimdi bu sayı yarıya düştü. Rusya’nın kente girdiğine dair haberler var.

Size bunları anlatmıyorlar
Ukrayna’nın nükleer derdi bununla da sınırlı değil. Ukrayna nükleer yakıt ve nükleer atık konusunda da Rusya’ya bağımlı. Rusya ile yaşadıkları gerilim nedeniyle ABD’li Westinghouse şirketinden yıllar önce yardım isteseler de ülkedeki reaktörlerin yakıtının yüzde 60’ı hâlâ Rusya’dan geliyor(du). Kullanılmış yakıt çubukları da işlenmesi ve saklanması için 200 milyon dolar ödenerek Rusya’ya gönderiliyor[1].

Nükleer enerji gerek yakıt gerekse teknoloji açısından sizi üreticisine bağımlı kılıyor. Mersin’deki nükleer santral projesi iptal edilmezse, kullandığımız doğalgazın 3'te 1'ini, petrolün 5'te 1'ini, kömürün 3'te 1'ini aldığımız Rusya’ya nükleer enerjide de bağımlı olacağız. Akkuyu’yu “bağımsız”, “milli”, “yerli” gibi kelimeleri aralara sıkıştırarak pazarlayanlar size bunları hiç anlatmıyor.


[1] Ukraine’s nuclear impasse, Oleksandra Zaika, 26 Nisan 2021.

Covid-19 ve Çernobil

Özgür Gürbüz-BirGün/ 8 Mayıs 2021

Çernobil nükleer kazasının üzerinden 35 yıl geçti. Türkiye, Çernobil felaketiyle mücadelede sınıfta
kalmıştı şimdi ise başka bir sınavdan geçiyor. Covid-19 salgını boyunca Erdoğan hükümetince yapılan hatalar, 35 yıl önce Çernobil faciasını eline yüzüne bulaştıran Özal hükümetinin icraatlarını andırıyor. Bu iki felaketin karşılaştırması, 35 yıldır yerimizde saydığımızı gösteriyor.

26 Nisan 1986 günü Çernobil’in 4 numaralı reaktöründe meydana gelen kazanın ilk yönetim hatası, bu büyük felaketi dünyadan ve Sovyetler Birliği’nde yaşayanlardan saklanmaya çalışılmasıydı. Sovyet yönetimi, kimi iddialara göre birliğin çöküşüne de götürecek o büyük hatayı yaptı ve kazayı gizlemeye çalıştı. Bölgede yaşayanların tahliyesi kazadan 36 saat sonra başladı. Radyasyon İsveç’te ölçüldü ama Sovyetler kendisine yöneltilen soruları, “kazanın kontrol altında olduğunu” söyleyerek geçiştiriyordu. Halbuki uydu görüntüleri durumun öyle olmadığını gösteriyordu; elbette değildi. 1 Mayıs’ta Kiev’deki kutlamalar iptal edilmedi. Halk bayramı radyasyon bulutlarının altında kutladığının farkında değildi. Gorbaçov’un halka Çernobil’den bahsettiği ilk gün 14 Mayıs 1986’ydı.

Vaka sayıları ve radyasyon gizlendi

Türkiye’de ilk covid vakası 11 Mart 2020’de açıklandı. Sağlık Bakanı Fahrettin Koca o tarihten itibaren günlük vaka sayılarını açıklamaya başladı. Basının sorularının yanıtlanması ve düzenli toplantılar, şeffaf bir yönetim varmış izlenimi yaratmıştı. Ne var ki, doktorlar, hasta yakınları ve mezarlıklardan gelen bilgiler açıklanan vaka sayılarının doğruluğu konusunda şüphe uyandırmaya başladı. Türk Tabipleri Birliği (TTB) açıklanan sayıların doğru olmadığını söylüyordu. İktidar ortağı MHP’nin Genel Başkanı TTB’yi “bölücülüğün ve terörizmin saklandığı karanlık oluşum” diye suçladı ve kapatılmasını istedi. TTB haklı çıktı. Baskılar sonucunda Koca, 25 Kasım 2020 tarihinde, ilk vakadan sekiz ay sonra gerçek vaka sayısını açıkladı. Daha önceleri sadece semptom gösterenlerin sayısını verdiklerini itiraf etti.

Vaka sayısının saklanması sadece Çernobil’i gizlemeye çalışan Sovyetler’i değil, Türkiye’nin Çernobil’den etkilendiğinini gizlemeye çalışan, 1983 ila 1987 arasında Türkiye’yi yöneten Turgut Özal hükümetlerini de hatırlattı. 2 Mayıs’tan itibaren Türkiye’yi Trakya’dan başlayarak etkisi altına alan Sezyum izotopları, Sinop’tan başlayarak önce Orta Karadeniz’e daha sonra da Doğu Karadeniz’e ulaşmış ve ardından tüm ülkenin üzerinden geçmişti. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral ise Günaydın gazetesine verdiği demeçte şöyle diyordu: “Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir”. Bu suçlama ile Bahçeli’nin iftirası aslında birbirine çok benzeyen, hedef gösteren ithamlardı.

Para sağlıktan önce gelir

Fahrettin Koca’nın gerçek vaka sayılarını gizleme nedenlerinden birinin, turizm sezonunda Türkiye’nin kara listeye alınmaması olduğu artık neredeyse herkesçe kabul gören bir iddia. İlginç bir tesadüf, Cahit Aral da aynı gerekçeyle radyasyon haberlerinden yakınmıştı: “Radyasyon haberlerinin büyütülmesi yüzünden turizmimiz de ticaretimiz de aksadı”. 1986 ile 2020 Türkiye’sinin ortak özelliği, insan yaşamı ile ticaret arasında tercih yapmak zorunda kalınca istikrarlı bir şekilde “para”yı seçmesi.

Maske dağıtamayanlar iyot tableti nasıl dağıtacak?

Çernobil sonucunda binlerce çocuğun tiroid kanseri olduğunu biliyoruz. Kazadan hemen sonra, birçok çocuğu tiroid kanserinden kurtaracak iyot tablertleri dağıtılsa Çernobil’de kayıplar çok daha az olabilirdi. Koronavirüs salgını Türkiye’nin de Sovyetler gibi nükleer kazaya karşı hazırlıksız olduğunu gösterdi. İnsanlar aylarca 5 adet maske bekledi. Mersin’de nükleer santral yaptıran hükümet, olası bir kazada bölgede yaşayan insanlara birkaç saat içinde bu tabletleri dağıtacak yeteneğe ve onları tahliye edecek organizasasyon gücüne sahip olmadığını 5 adet kağıt maske dağıtamayarak itiraf etti. Salgın sırasında bu yetersizlikleri de görmüş olduk.

Halka başka kendine başka

1986 yılında Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olan Ahmed Yüksel Özemre, “Et, süt ve balığı çekinmeden yiyin” derken, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren de, “Midem rahatsız, onun için ıhlamur içiyorum” diyordu. Evren’e Özal da şu sözlerle katıldı: “Korkamadan çay içilebilir, radyasyonlu çay lezzetli oluyor”. Kenan Evren kamuoyuna bunları söylerken, kendi çayını, radyasyon olup olmadığını öğrenmek için şoförüyle ODTÜ’ye gönderiyordu. Covid-19 ile mücadelede sıkça gördüğümüz bir durum var. AKP hükümeti ve iktidara yakın kişilerin, herkesin uyması için koyulan yasalara uymadığını ve cezalandırılmadığını görüyoruz. Sokakta maskesiz dolaşana, denize girene ceza kesen hükümet, cenazelerde, partisinin kongrelerinde kuralları ve güvenli mesafeyi hiçe sayıyor. Herkese yap dediğini kendi yapmıyor. 80 darbesinin devamı olan hükümetle bugünkü yönetim arasındaki davranış benzerliği ilginç değil mi?

Hep o dış güçler

Salgın ve radyasyonla mücadelede dünyayı kıskandıracak yöntemler bulma konusunda da Erdoğan ve Özal hükümetleri birbiriyle yarışıyor. TAEK Başkanı Özemre’nin övünerek anlattığı bir yöntem, radyasyona bulaşmış çaylarla bulaşmamış olanları harmanlayarak çaydaki radyasyon seviyesinin düşürülmesiydi. Böylece, sınır değerlerin altında radyasyon içeren daha fazla çayınız oluyordu ve piyasaya sürülebiliyordu. Elbette kimse radyasyonda sınır değeri olmaz diyen bilim insanlarını dinlemedi. Aslında her doz zararlıydı, marifet az radyasyon almak değil hiç almamaktı. Bu yöntemle kirlenmemiş çaylar da kirlendi. İktidar, o çayı içen insanların başka kaynaklardan da radyasyon alabileceğini ve aldığı dozun sınır değerlerin üzerine çıkabileceğini düşünmüyordu. Mesele itibarı zedelenen “Türk Çayı”nı kurtarmaktı. Özemre böyle iddia ediyordu: “…Avrupa çay tröstü kendisine kuvvetli bir rakip olarak gördüğü Türk çayını rezil etmek ve pazarladığı Hint ve Seylan çaylarına Türkiye'de pazar açmak için aynı oyuna başvurmaktadır”. Neyse ki “çay tröstü” halkın kanser olması pahasına bertaraf edildi.

Akla ve mantığa aykırı önlemler

Covid salgınıyla “mücadelede” mevcut hükümetin bulduğu yöntemler de 86’daki Özal hükümetini aratmayacak kadar yaratıcı. Covid salgınının yayılmaması için içki, daha sonra gıda dışında neredeyse her şeyi yasaklamak, parkta dolaşamamak ama alışveriş merkezlerine gidebilmek ilk akla gelenler arasında. Turistler hasta olup olmadığını kanıtlamak zorunda olmadan Türkiye’ye gelirken, Türkiye’de yaşayanların denize girmesini yasaklamak da çok konuşulan bir yöntem oldu. Camide toplu halde namaz kılmaya ve stadyumda maç izlemeye izin vermek ama aynı zamanda site bahçesinde yürümeyi yasaklamak da tüm dünyada ilgi gören örnek mücadele önlemleri arasına alındı.

Ünlülerle propaganda her dönemin favorisi

Bir başka yöntem de ünlüleri kullanarak her şeyin normal olduğuna halkı ikna etmekti. Çernobil zamanında da bazı ünlü kişiler hükümetin bu bilim tanımaz işlerini aklamasına yardım ediyordu. Hülya Avşar gibi uzmanlar, “Acı patlıcanı radyasyon çalmaz” diyerek hükümetin politikasını destekledi. Salgının ilk günlerinde verilen konserleri hatırladınız sanırım.

Çernobil’den gelen radyasyon ile koronavirüse karşı, 35 yıl arayla iki “farklı” hükümet tarafından ortaya konulan “mücadele yöntemleri” Türkiye’nin iş, bilim ve yaşama gelince nasıl yerinde saydığının bir göstergesi değil mi?

Maske dağıtamayanlar iyot tabletini nasıl dağıtacak?

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Nisan 2020

Koronavirüs salgınının Türkiye’ye bulaştığını anlayalı bir buçuk ay oluyor. Bugün hâlâ devletin ücretsiz dağıtacağını söylediği maskeleri bekleyenler var. Beklediğimiz, eşimizden dostumuzdan bulabileceğimiz bir maske olmasaydı ne yapacaktık? Mesela bir nükleer sızıntı sonrası çocukların, hamilelerin, bebek emzirenlerin alması gereken iyot tabletlerini bekliyor olsaydık ne olacaktı? Tiroid kanserine yakalanan çocuklarımıza bakıp, hükümetimizin takdiri mi diyecektik?

Bugün Çernobil nükleer kazasının 34. yıldönümü. Çernobil’i Nisan başındaki orman yangınlarıyla tekrar hatırladık. Bir nükleer kazanın yıllar hatta asırlar sonra bile tehlike yaratmaya devam ettiğine tanık olduk. Biz ise bunları göre göre Mersin Akkuyu’da Rusya’nın nükleer santral yapmasına izin veriyoruz. Yapımı süren bu santralda Çernobil veya Fukuşima benzeri bir nükleer kaza yaşanmayacağını kimse garanti edemez. Deprem riski var, tsunami riski var, savaşta hedef olma riski var, insanın hata yapma riski var…

Bir nükleer kaza ya da sızıntı olduğunda kaçmaktan fazla yapacak bir şeyiniz yok. Mümkün olduğunca uzağa kaçacaksınız. Bulabilirseniz radyasyon bulutlarının olmadığı bir yere. Nükleer santraldan havaya toprağa ulaşan radyoaktif maddelerin çoğuna karşı insanlığın bildiği bir savunma yok. Radyoaktif iyotlara karşıysa iyot tableti alarak tiroid kanseri riskini azaltabiliyoruz. Radyasyon sızıntısının olduğu alanda bulunan çocuklar, emziren kadınlar, hamileler hatta 40 yaş altındaki herkes bu tabletlerden alıp, birkaç gün evlerinde kalarak riski azaltabilir. Öyle ama maske dağıtamayan bir devletin, nükleer kaza veya sızıntı olduktan hemen sonra binlerce insana iyot tableti dağıtabileceğine siz inanıyor musunuz?

Binlerce derken abartmıyorum. Çernobil sonrası sadece Ukrayna’da kirlenen alanın yüzölçümü 53 bin kilometre kareydi. Mersin’in yüzölçümü 15 bin. Radyasyonun Adana, Antalya, Mersin, Konya başta olmak üzere tüm Türkiye’ye yayılacağını tahmin etmek zor değil. Kaç bin tane iyot tableti hazırda tutulacak. Nerede bekletilecek? Nasıl dağıtılacak? Yoksa nükleer santral için kapalı kapılar arkasında Rusya ile pazarlık yaparken bunları düşünmediniz mi? Koronavirüs salgını bize kabul etmesi zor gerçeği bir kez daha gösterdi. Türkiye bir nükleer kazanın sonuçlarıyla baş edebilecek hazırlığa sahip değil. Bunu kabul edin. Yüz milyarlarca doları bulan kazanın maddi boyutundan bahsetmiyorum bile.

Mersin’de 1 milyon 814 bin, Antalya’da 2 milyon 426 bin, Adana’da 2 milyon 220 bin, Karaman’da 251 bin ve Konya’da 2 milyon 200 bin insan yaşıyor. Yuvarlak hesap 10 milyon kişiye nükleer santralda meydana gelecek kazadan sonra acil yardım götürülmesi gerekecek. Kaza yazın olursa turizmin de etkisiyle bu rakam birkaç milyon daha artacak. Milyonlarca iyot tabletine, insanları o bölgeden uzaklaştıracak binlerce otobüse, kazanın etkilerini azaltacak binlerce görevliye ihtiyaç olacak. Bunları çok hızlı ve organize bir şekilde hayata geçirmek zorunda kalacağız. Değil bir buçuk ay, bir buçuk saat geç kalırsanız binlerce insanı kanserin ve ölümün kucağına atmış olursunuz. Ne yapacaksınız? Numaracıktan istifa edip, halkın tepkisini azaltmaya mı çalışacaksınız? Tekrar deneyebilirsiniz elbette.

Türkiye’deki elektrik üretim santrallarının 91 bin megavata ulaşan kurulu gücü var. Gördüğümüz en yüksek talep ise 47 bin megavatı geçmedi. TEİAŞ’ın 2028 yılı için yaptığı Türkiye puant tahmini ise 71 bin megavat. Bugünkü kurulu güçle bile karşılanabilir bir talep tahmini bu. Türkiye’nin elektrik talebini verimlilik ve tasarruf önlemleriyle dörtte bir oranında azaltabileceğini de hatırlatalım. Nükleere mecbur değiliz; nokta!

Maske bile dağıtamazken neden elektriği onlarca farklı yola rağmen pahalı ve riskli nükleerden üretmeye çalışıyorsunuz? Sağlık Bakanı her akşam televizyonda yeni vaka sayıları açıklasın diye mi?

Nükleer inadı çok pahalıya patlayacak

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Mart 2020 

1986 yılında Çernobil’de meydana gelen kazadan ağır yaralı olarak çıkan nükleer enerji endüstrisi, yıllarca bu kazayı eski Sovyet teknolojisine bağlayarak nükleer enerjinin düşüşünü engellemeye çalıştı. Halbuki, çözülemeyen nükleer atık sorunu ve maliyetler nedeniyle nükleer enerjinin aranan çözüm olup olmadığı zaten tartışılmaya başlanmıştı. Çernobil’i eski teknolojiyle ve güvenlik tedbirleriyle ilişkilendirip, bir daha böyle bir kaza yaşanmayacağı garantisi verme üzerine kurulu bu strateji güç kaybeden sektörü kaza unutulana kadar ayakta tutmayı amaçlıyordu. 

Nükleer endüstri daha sonra iklim krizinden kendine pay çıkarmaya çalıştı. Çernobil ile Fukuşima kazaları arasında geçen sürede güçlenen rüzgar ve güneş teknolojileri, nükleerle maliyet rekabetine girebilir duruma gelmişti. Bu yüzden de pahalı nükleer santralları satmak için bir başka bahane gerekiyordu. İklim değişikliğini durdurmada kömür santrallarına göre daha az karbon emisyonuna yol açan nükleer santralların iklim krizine çözüm olabileceği iddiasıyla “nükleer rönesans” adı verilen yeni bir pazarlama kampanyası başlatıldı. Bundan dokuz yıl önce meydana gelen Fukuşima nükleer felaketi ise hem Çernobil’den bu yana kullanılan “yeni santrallar güvenli” masalını hem de nükleer rönesans kampanyasını çöpe attı. 

Japonya, kazaya kadar nükleer güvenlik konusunda dünyada örnek gösterilen ülkelerin başında geliyordu. Fukuşima öncesi 54 nükleer reaktörün çalıştığı ülkede şu an sadece 9 reaktör çalışıyor. 21 reaktör kapatıldı, 26 nükleer reaktör ise belirlenen yeni standartları henüz karşılayamadı. Elektrik üretiminin yüzde 30’unu nükleer santrallardan sağlayan Japonya’da bugün bu oran yüzde 6’ya geriledi. Elektrik üretiminde dengeler tamamen değişti. 2011 yılında güneşten sadece 4839 gigavatsaat elektrik üreten Japonya, 2018’de bu rakamı 67 bin 609 gigavatsaate çıkardı ve nükleer santrallardan (64 bin 929 gigavatsaat) daha fazla elektrik üretti. 

Fukuşima nükleer kazası sadece Japonya’yı etkilemedi. Başta Almanya olmak üzere birçok ülkede nükleer santrallardan çıkış hızlandı, yeni nükleer santral planları askıya alındı. Almanya hızlı bir nükleerden çıkış planı hazırlayarak, 17 nükleer reaktörden günümüze kadar 11’ini kapattı. Kalan altı reaktör de 2023 yılına kadar kapatılacak. Kaza, Almanya gibi zaten nükleer enerjiye kuşkuyla yaklaşan ülkelerin dışında, Fransa gibi nükleer enerjinin kalesi kabul edilen ülkelerde bile tartışma başlattı. Fransa tarihte ilk kez nükleer enerjinin elektrik üretimindeki payının azaltılması için karar aldı. 2035 yılına kadar 14 nükleer reaktörünü kapatacak Fransa, nükleer santralların elektrik üretimindeki payını yüzde 80’lerden yüzde 50’ye indirme kararı aldı. 

Türkiye ise kazadan sonra Japonya’yı Sinop’a nükleer santral yapmaya davet ederek enerji politikaları alanında tarihinin en büyük hatalarından birine imza attı. Halbuki, ucuz denilen nükleer reaktörlerin Fukuşima sonrası getirilen güvenlik tedbirleriyle birlikte artan maliyetleri, nükleeri elektrik üretiminde bir seçenek olmaktan çıkarmıştı. Türkiye’de kamuoyu bu gerçeği Japon şirketleriyle yapılan pazarlıklar sonucu net bir şekilde gördü. Japon şirketler Türkiye’nin gerçek maliyetleri kabul etmemesi ve daha fazla ödeme yapmayı kabul etmemesi nedeniyle bu maceradan vazgeçti. Akkuyu’daki ısrar ise ekonomiye, çevreye, Rusya ile gidip gelen ilişkilere ve kamuoyunun nükleere hayır demesine rağmen sürüyor. Bu inat Türkiye’ye çok pahalıya patlayacak.

10 soruda Çernobil

Çernobil dizisi nedeniyle 33 yıl sonra yeniden Türkiye’nin gündemine giren dünyanın en büyük nükleer santral kazası hem Sovyetler Birliği’nde olan biteni hem de Türkiye’de yaşananları tekrar tartışmaya açtı. Bu tartışmalara ışık tutması amacıyla, kafaları karıştıran 10 soruya yanıt aradık. 

Özgür Gürbüz-BirGün/ 7 Haziran 2019

1. Çernobil kazası ilk nükleer kaza mıydı?
Çernobil, sonuçları itibarıyla Fukuşima ile birlikte tarihin en büyük nükleer felaketlerinden biri ancak ilk kaza değil. Öncesinde İngiltere ve ABD’de yaşanan büyük kazalar vardı. 1957 yılında İngiltere’de yaşanan Windscale kazası, nükleer enerji konusundaki ilk uyarıydı. Nükleer silah üretimi için kurulan bu tesisteki 1 numaralı reaktörde çıkan yangın sonucu, reaktörün kalbindeki 11 ton civarındaki yakıt çubuğu yandı. Radyasyon sızıntısının reaktör yakınını etkilediği ve 200’den fazla insanın kanserden ölmesine neden olduğu düşünülüyor. İngiltere, 500 km2’lik bir alanda süt üretimini birkaç hafta boyunca yasakladı ve kazanın gerçek boyutlarını halka açıklamak yerine önemsizmiş gibi göstermeye çalıştı. Çernobil’den önce ABD’de de kısmi çekirdek erimesi yaşanan SRE (Los Angeles), Enrico Fermi-1 ve Üç Mil Adası kazaları yaşandı. 1978’deki Üç Mil Adası kazası, büyük bir ticari nükleer reaktörde meydana gelen en ciddi kazaydı. Sızıntının boyutları ve etkileri hala tartışılsa da reaktör üç ay çalıştıktan sonra kullanılamaz hale geldi. 

2. Çernobil’de sadece itfaiyeciler mi öldü?
Foto: O. Gurbuz
Çernobil kazasının kaç kişinin hayatına mal olduğu oldukça tartışılan bir konu. Nükleer endüstri, kazanın nükleer enerjinin geleceğini etkilememesi için ölü sayısını yangını söndürmeye çalışan itfaiyecilerle sınırlayıp, “30 civarında” demekle yetinir. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) da benzer argümanları kullandığına sık sık şahit olduk. Santraldaki patlama sonucu çıkan yangını söndürmeye çalışırken ölen itfaiyeciler ile kaza sonrası yayılan radyasyon nedeniyle ölenleri ayrı ayrı değerlendirmek gerekir. 

3. Çernobil’deki radyasyon sızıntısı kaç kişiyi öldürecek?
2005 yılında aralarında Birleşmiş Milletler’e bağlı (Dünya Sağlık Örgütü, BM Çevre Programı ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı gibi) kuruluşların Çernobil Forumu adı altında açıkladığı rapor santraldan sızan radyasyon nedeniyle 4 bin kişinin öleceğini iddia etmiştir. Bu 4 bin kişinin 2 bin 200’ünün de kaza sonrası tasfiye çalışmalarına katılan işçiler olacağı belirtilmişti. Bu rapor, bağımsız kuruluşlarca sert bir şekilde eleştirilmişti. Endişeli Bilim İnsanları (UCS-Union of Concerned Scientist) Çernobil Forumu’nun sadece yüksek doza maruz kalan insanları hesaba kattığını söyleyerek bu tahmine karşı çıktı. Sınır değerlerin altında kalsa bile alınan her ek dozun kanser riskini artırabileceğini söyleyen UCS’ye göre ölü sayısı 27 bini bulabilir. Bunların içinde Avrupa’da yaşayan 9 bin kişi de var. İki İngiliz bilim insanının hazırladığı TORCH raporu, 30 ila 60 bin arasında kanser kaynaklı ölüme işaret ederken, çalışmalarından dolayı Nobel ödülü almış, Uluslararası Nükleer Savaşa Karşı Doktorlar Birliği (IPPNW) ise on binlerce tasfiyecinin ölmüş olabileceğini söylüyor. 2006’da hazırladıkları rapor, 10 bin kişinin tiroit kanseri olduğunu ve 50 bin vakanın daha görüleceğini belirtiyordu. IPPNW’ye göre Çernobil, Avrupa’da 10 bin sakat doğuma ve 5 bin ölü doğuma neden oldu. Bazı Sovyet kaynakları da 25 bin tasfiyecinin öldüğünü belirtir. Radyasyona maruz kalmanın sadece ölümle sonuçlanmadığını, bağışık sistemini zayıflattığını, sakat veya hasta bırakabildiğini de hatırlatalım. 

4. Çernobil en çok hangi ülkeleri etkiledi?
Çernobil’den en çok etkilenen ülkeler kuşkusuz Belarus, Ukrayna ve Rusya. Kaza sonrası Belarus’un tarım alanlarının yüzde 22’si, orman alanlarının ise yüzde 21’i kullanılamaz hale geldi. Santrala bugün ev sahipliği yapan Ukrayna’da ise kirlenen alan ise 53 bin 500 km2. 45 bini santralın yakınındaki Pripyat kenti olmak üzere yaklaşık 400 bin kişi bölgeden tahliye edildi.

5. Radyasyon Türkiye’ye geldi mi?
Çernobil’den gelen Sezyum-137 yüklü radyoaktif bulutlar tüm dünya gibi Türkiye’yi de etkiledi. 2 Mayıs sabahı önce Trakya’dan giriş yaptılar. 3 Mayıs sabahı yoğunluğu daha yüksek radyoaktif bir dalga Sinop üzerinden Doğu Karadeniz’e doğru ilerledi. 5 Mayıs günü ise yeni ama daha yoğun sezyum-137 içeren radyoaktif bulutlar tüm kuzey kıyısını etkisi altına aldı, İç Anadolu ve Ege Bölgesi’ne doğru ilerleyerek tüm Türkiye’yi etkiledi. Yağış olan yerlerde etkisinin arttığı, bu yüzden de Karadeniz’i daha derinden etkilediği, özellikle çaylarda radyasyon ölçümleri yapıldığında ortaya çıktı.   

6. İçtiğimiz çayda radyasyon var mıydı?
Çernobil’de kaza olduğunda Türkiye, Mersin’de nükleer santral kurmak için yoğun bir çaba içindeydi. Bu yüzden de dönemin yetkilileri, kazanın etkilerini gizlemek, nükleer enerjiye karşı halkın isyan etmesini önlemeye çalıştı. Dönemin başbakanı Turgut Özal, “Radyoaktif çay daha lezzetlidir” derken dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, “Biraz radyasyon iyidir” gibi riski küçümseyen açıklamalar yapıyor, halkın önünde çay içiyorlardı. Yaptıkları analizlerde çayda yüksek seviyede radyasyon bulan ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’nin hazırladığı raporun basına sızmasıyla gerçek ortaya çıktı. Raporda, 1985 tarihli bazı Çay Çiçeği paketlerinde yüksek radyoaktiviteye rastlandığı belirtiliyor, bulunan oranların bildirilen yüzde 3’ten çok daha yüksek olduğu ve yüzde 65’leri bulduğu açıklanıyordu. Bilinen eşik değerleri geçmek için her gün bu çayla hazırlanmış, iyi demli beş bardak çay içmeniz yeterliydi. Kaldı ki raporda da belirtildiği gibi radyasyonda eşik değer yoktu ve temel amaç mümkün olan en az radyasyona maruz kalmak olmalıydı. Raporu hazırlayanlar hamile kadınlar ve çocukların daha az çay içmeleriyle başlayan bir dizi öneride bulunuyordu ama sorumluların sesi daha gür çıkıyordu. Zaten bir süre sonra böyle raporlar hazırlamak ve sunmak da kontrol altına alındı; YÖK işbaşındaydı. 

7. Çayı harmanlamak işe yaradı mı?
Dönemin TAEK Başkanı Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil’le ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum ve bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum” diyordu. Özemre, 1985 yılından kalma eldeki eski çayı, radyasyonlu çayla harmanlayarak piyasaya sunulmasını da onaylıyordu. Radyasyon seviyesinin düşürüldüğü söylenen bu teknik tam tersine, tüm çayları kirletiyor ve herkese radyasyonlu çay servisi yapıyordu. 30 Aralık 1986’da, 58 bin ton çayın gömülmesi kararı alındı ancak bu karar Ocak 1998 yılında Resmi Gazete’de yayımlandıktan sonra yürürlüğe girdi. Depolarda bekleyen çaylar kaçırıldı. Dere kenarlarında bekletilenler suya, yakılan çaylardan çıkan radyasyon havaya karıştı. Yakma seçeneğinden vazgeçildi ancak tüm bu kargaşada 130 bin ton çay tüm Türkiye’ye afiyetle içirildi.

8. Türkiye’de kanser sonuçlarını gösteren rapor var mı?
Çernobil’in Türkiye’yi etkilediği bilinmesine rağmen, kanser kayıtlarındaki özensizlik ve devletin bu konuları araştırma konusundaki “isteksizliği” nedeniyle, resmi kurumların dünyadaki örneklere benzer bir çalışmasından söz etmek zor. 2006 yılında yayımlanan, “Çernobil Nükleer Kazası Sonrası Türkiye’de Kanser” başlıklı Türk Tabipleri Birliği raporu ise bu konudaki açığı kapatmaya çalışan önemli çalışmalardan biri. Hopa Belediyesi’yle yapılan ortak çalışmanın sonucunda, Hopa’da 2006 öncesi üç yılda meydana gelen ölümlerin yüzde 47’sinin kanser kaynaklı olduğu ortaya çıkarılmıştı. 

9. Çernobil nükleer enerjinin kaderini etkiledi mi?
Foto: O. Gurbuz
Çernobil kazasından önce de nükleer enerji, kaza riski ve atık sorunu nedeniyle eleştiriliyordu. Kazadan sonra nükleer risk daha çok konuşulur hale geldi, güvenlik tedbirleri de nükleer enerjiden elektrik üretme maliyetlerini artırdı. İtalya, Çernobil sonrası en net tepkiyi veren ülkelerden biri oldu. Mevcut dört reaktörünü kapatma kararı aldı ve 1990 yılında son reaktörü kapatarak bunu gerçekleştirdi. Çernobil’in Almanya, Belçika, İsveç gibi ülkelerde de nükleerden çıkış kararları alınmasında etkili olduğu biliniyor. Çıkış kararı almayan Avrupa ve Amerika kıtalarındaki ülkelerde ise yeni nükleer reaktör yapımı gözle görülür bir şekilde azaldı. Örneğin, ABD’de Çernobil sonrası yapımına başlanıp bitirilen yeni bir nükleer reaktör yok. Dünyada mevcut nükleer filo yenileri yapılmadığı için yaşlanıyor. 

10. Çernobil artık güvenli mi?
Çernobil’deki erimiş yakıtlar hâlâ radyasyon yaydıkları için 4 numaralı reaktörün üstü yeni bir zırhla kaplandı. 2 milyar avrodan fazla bir maliyetle yapılan bu zırhın 100 yıl dayanması, radyasyon sızıntısını azaltması ve bu sürede yakıt ve radyoaktif atıklara daha kolay erişilmesi planlanıyor. Tüm bu çabalara rağmen mevcut kirlilik nedeniyle santralı merkez alan ve 30 km’lik yarıçapa sahip alanın içine ve yakınına insanların yerleşmesinin yüz hatta binlerce yıl alacağını söyleyenler var.

Çernobil'den gelen radyasyon bulutları Türkiye'de



Çernobil kazası olduktan sonra Sezyum-137 elementinin nasıl dağıldığını ve 33 yıl önce Türkiye'yi etkilediğini bu video net bir şekilde gösteriyor. Kısaca neler olduğunu anlatayım.

1. Kaza, 26 Nisan 1986 tarihinde, günün ilk saatlerinde meydana geliyor. 4 numaralı reaktördeki nükleer reaksiyon kontrolden çıkıyor ve reaktörde patlama meydana geliyor. İçerdeki radyasyon havaya karışmaya başlıyor.

2. Bu video havaya karışan radyoaktif elementlerden Sezyum 137'nin dağılışını gösteriyor. Sezyum 137'nin yarılanma süresi 30 yıl. Tamamen yok olduğunun varsayılması için 10 yarılanma süresi geçmesi gerekiyor. Yani, etkisi 300 yıl sürüyor.

3. Haritadaki rengin koyulaşması, kırmızıya dönmesi sezyum 137'nin yoğunluğunu gösteriyor. En kırmızı bulutlarda m3'te 1000 bekerele kadar çıkıyor. Şimdi tarihe göre Sezyum 137'nin Türkiye'yi ne zaman ve nerelerde vurduğuna bakalım.

4. Videoyu izlerken 2 Mayıs (le 2 mai) sabahı durdurursanız, Bulgaristan tarafından ilk radyoaktif bulutların Türkiye'ye girdiğini görürsünüz. 2 Mayıs bitmeden bulutlar Çanakkale üzerinden Balıkesir'e kadar ulaşıyor. Bu arada Sinop'tan başlayarak Batı Karadeniz de ilk darbeyi yiyor.

5. Sezyum 137 tüm Türkiye'ye yayılırken, 3 Mayıs saat 5.45'te asıl tehlike Sinop'a varıyor. Kırmızı renkte daha yoğun bulutlar Sinop üzerinden Türkiye'ye giriyor. Doğu Karadeniz'e doğru gidip dağılıyor ama ne yazık ki yeni bir dalga yolda.

6. 4 Mayıs saat 18.00'da videoyu bir daha durdurun. Bu defa yine Sezyum 137'nin çok yoğun olduğu bulutlar Karadeniz'de. 5 Mayıs akşam üstüne doğru Sinop'un sağ ve soluna yayılarak Türkiye'nin tüm batı kıyısını etkisi altına alıyor. Üzerimize radyasyon yağıyor.

7. Yetkililer hiçbir çağrıda bulunmuyor. Evlerinizden çıkmayın, camlarınızı kapatın demiyor. Bu kırmızı sezyum yüklü bulutlar neredeyse 4 gün, yoğunluğunu kaybetmeden Türkiye'nin üzerinde kalıyor. Karadeniz'de yağışlarla toprağa indiği de biliniyor.

8. Halka gerekli uyarıları yapmayan yetkililer televizyonda çay içiyor. İhraç edilemeyen fındıklar öğrencilere dağıtılıyor. Tek dert, nükleerin gerçek yüzünü gizlemek. O yıllarda Mersin'de kurulmak istenen nükleer santral projesine karşı halkın tepkisinin büyümemesi.

9. 25 yıl sonra Fukuşima oldu. Bu sefer de evinizde tüpgaz yok mu dendi. Dert aynı, nükleer santral ihalelerinde büyük paralar dönüyor. 33 yıl geçti ne nükleer daha güvenli hale geldi ne bizi yönetenler değişti. Tek çare Mersin ve Sinop'taki projelerin iptal edilmesi.

33 yıl önceki zihniyet işbaşında

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Nisan 2019

Yarın 26 Nisan, Çernobil nükleer kazasının 33. yıldönümü. 33 yıl önce Çernobil Nükleer Santralı’nda kimsenin hayal edemeyeceği büyüklükte bir nükleer kaza meydana geldi. Kontrolden çıkan santral her saniye havaya, suya ve toprağa radyoaktivite salıyordu. Santralı merkez alan 30 kilometre yarı çapında bir alanda yaşayan 110 bin kişiyi tahliye etmekse 10 gün sürdü. Toplamda 400 bine yakın kişi evlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Çoğu özel eşyalarını bile geride bıraktı. Oradaki her şey radyoaktifti ve vedalaşmaya zaman yoktu.

Sovyetler Birliği’ndeki binlerce insan, aynı günlerde sevdiklerine, eşlerine, babalarına veda etti. Çoğu asker 800 bin kişi, kaza ve sonrasındaki temizlik çalışmalarına katıldı. “Tasfiyeci” adı verilen bu insanların 60 bininin öldüğü, 165 bininin ise sakat kaldığı söyleniyor. Resmi rakamlarda ise bu sayılar azalıyor, insanlıkla doğru orantılı bir şekilde. Amaç nükleer enerjinin gerçek yüzünü gösteren bu felaketi önemsizleştirmekti. Çernobil’den sadece 25 yıl sonra Fukuşima nükleer kazası meydana gelince nükleer endüstrinin gerçeği gizleme çabaları da boşa çıktı.

1986’daki kazadan sadece bugün Rusya, Belarus ve Ukrayna sınırları içerisinde kalan topraklar etkilenmedi. 300 yıl çevresine radyasyon yayacak Sezyum-137 bulutları aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkeye kadar ulaştı. Önce Trakya’ya geldi radyasyon bulutları, ikinci dalga ise yağışların da etkisiyle Karadeniz ve özellikle de Doğu Karadeniz’i etkiledi. Radyasyonun havada kalmadığı, toprağa indiği ilk önce çay ve fındıktan anlaşıldı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu, çayda radyasyon olduğunu uzun bir süre inkar etti ve o süre boyunca herkes evlerinde çay içti. 1986 Aralık ayında ise TAEK çayda, kilogramda 89 bin bekerele varan radyasyon olduğunu itiraf etmiş, 58 bin ton çayın gömülerek yok edilmesine karar vermişti. Kararın yürürlüğe girmesi içinse 2 yıl sonra Resmi Gazete’de yayımlanması beklenecekti.

Bütün bunlar olurken dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren, kendi içtiği çayda radyasyon olup olmadığını ölçmeleri için şoförü aracılığıyla ODTÜ’ye çay gönderiyordu. Neden ODTÜ’ye? Çünkü çayda radyasyon olduğunu tüm baskılara karşı halka duyuran ODTÜ Kimya Bölümü’nden Dr. Olcay Birgül, Dr. İnci Gökmen ve Biyoloji Bölümü’nden Dr. Aykut Kence’ydi. Çaydaki radyasyonu ölçüp ortaya çıkarmış, TAEK’i defalarca uyardıkları için başlarına gelmedik kalmamıştı.

Türkiye’deki yetkililerin Türkiye’nin Çernobil’den gelen radyasyondan ciddi şekilde etkilendiğini gizlemeye çalışmalarının bir tek nedeni vardı. Türkiye o sıralarda Akkuyu’da bir nükleer santral kurmak istiyordu. Kamuoyunun, nükleer santralın kaza riski konusunda çevrecilerin uyarılarının doğru çıktığını bilmesi tüm planları suya düşürebilirdi. Türkiye, Sovyetler Birliği gibi kazanın etkilerini gizlemeye çalıştı ama bu belki de binlerce insanın kanserden ölmesine yol açtı. Bugün Karadeniz kanserden kan ağlıyorsa nedeni “nükleer sevdası”dır.  

Çernobil ve radyasyon tartışmaları olurken dönemin başbakanı Turgut Özal, “Azıcık radyasyonlu çay bize faydalı” diyecek, TAEK Başkanı Ahmet Yüksel Özemre ise “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım, rakamı ne yapsın” diyerek olayı geçiştirmeye çalışacaktı.

Aradan 25 yıl geçti. Fukuşima’daki nükleer felaketten sonra dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan ise Riski olmayan hiçbir yatırım yoktur. Yani evinize Aygaz tüpü de koymamak gerekir” dedi.

İşte bu yüzden korkmamız ve nükleere hayır dememiz gerekiyor. 33 yıl önce bin 500 kilometre ötede meydana gelen kazadan bizi koruyamayan zihniyet yine işbaşında ve evimizin yanıbaşına, Mersin ve Sinop’a nükleer santrallar yapmak istiyor.

Nükleerden elektrik değil oy bekleniyor

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Mart 2018

Türkiye’de kurulmak istenen nükleer santralların pahalı olduğunu herkes biliyor. Akkuyu’da Rusya devlet şirketi Rosatom’a verilen alım garantisi kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Elektriğin şu andaki piyasa fiyatı 5 dolar sent. Rüzgar güneş gibi kaynakların ihalelerde verdikleri fiyatlar 5 sentin bile altına iniyor. Sinop’ta da durum farklı değil. Nükleer santrallar kurulursa Türkiye’de elektrik daha pahalıya üretecek.

Enerji Bakanlığı, enerjide “yerli ve milli” olalım diyor ama nükleer santralların yerli ve milli olmadığını herkes biliyor. Nükleer santralları Rus, Japon ve Fransız şirketleri kuracak. 60 yıl işletip yüksek alım garantileriyle ceplerini doldurduktan sonra tonlarca nükleer atığı bize bırakıp gidecekler. Birkaç tane yandaş şirket çimento, demir satacak, bizimkiler de onu yerliymiş gibi gösterecek. Bu işin Rusya’dan ya da Japonya’dan elektrik almaktan farkı yok. İthal nükleer, ithal bela. Yapılan anlaşmalar ortada. Santrallarda çoğunluk hisse hep Rusya (Mersin) ve Japon-Fransız (Sinop) tarafında kalacak.

Rosatom'un Ortadoğu ve Kuzey Afrika Direktörü Aleksandır Voronkov geçen hafta  İstanbul’da konuştu. “Akkuyu’da güvenlik standartları en üst seviyede” dedi. ABD’deki Üç Mil Adası kazası öncesi Amerikalılar, Çernobil öncesi Sovyetler ve Fukuşima öncesi Japonlar da aynen böyle düşünüyordu. Nükleer lobi, her kazadan sonra güvenlik standartlarını yükselttiğini, bir daha böyle bir kaza olmayacağını söyler. Onların bu söylemlerine inanalar yüzünden 50 yılda dünyada üç büyük nükleer kaza oldu.

Fukuşima kazasının üzerinden yedi yıl geçti. Çekirdek erimesi yaşanan santralde nükleer reaksiyonu kontrol altına almak için her gün tonlarca su kullanılıyor. Bu rakam günde 400 tondan 100 tona indi ama okyanusa/toprağa karışması,  radyoaktif kirliliğe maruz kalan bu suyun depolanması gibi sorunlar çözülemedi. Santral sahasındaki tanklarda 1 milyon tondan fazla radyoaktif su bekletiliyor. Arıtmadan sonra bile radyasyon içeren bu suyun okyanusa boşaltılması konuşuluyor ki bunun bir çözüm olmadığı ortada.

Radyasyon bulutlarının vurduğu bölgede de durum farklı değil. Radyasyona bulanmış toprak tek tek kazınarak büyük siyah torbalara konuyor. Bölgedeki depolama alanlarında 15 milyon metreküpten fazla radyasyona bulanmış toprak olduğu belirtiliyor. Türkiye’de bir nükleer kaza olduğunda, radyasyonlu toprağı kazıyacaklarını, binaların cephelerinde radyasyon görürlerse o sıvaları sökeceklerini düşünüyor musunuz? Radyasyon denen cin nükleer santraldan çıkınca onu durdurmak mümkün değil. Bunu da herkes biliyor.

Peki, Türkiye neden nükleer santral kurmakta inat ediyor? Yanıt belki de “inat” kelimesinde gizli. Nükleer santral projesi sadece AKP değil, belki de son 50 yıldır bu ülkede öyle bir pompalandı ki, mevcut hükümet kritik seçim öncesi projelerden vazgeçmenin kendisine oy kaybettireceğini düşünüyor olabilir. Malum, seçmenlerin bazıları nükleer santralın ülkeyi kalkındıracağını sanıyor. Nükleer santral sahibi Pakistan’ın durumu ortada. Kalkınmada elektriğin rolü nükleer olması değil, ucuz ve güvenli olmasıdır.

Birçokları ise nükleer santral kurulduğunda Türkiye’nin nükleer silah yapabileceğini düşünüyor. Bunun da ülkeyi güçlü kılacağını, bu yüzden de “dış güçler”in bunu istemediğini. Bu komploların sahipleri, Türkiye’nin nükleer silah yapmamak için Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na imza attığını bilmiyor. Ne de silah yapmaya kalktığınızda İran gibi ekonomik ve siyasi ambargoların en ciddileriyle karşı karşıya kalacağımızı. Nükleer silahlanma ülkeleri güçlü değil hedef yapar. Hindistan ve Pakistan’ı hatırlayın. Biri nükleer silah yapınca öbürü de yapıyor. Kuzey Kore’de nükleer silah var ama ülke zaman zaman açlıkla karşı karşıya kalıyor. Kısacası, “dış güçler”in Türkiye’ye nükleer santral yaptırmamak gibi bir dertleri yok. Yapılırsa “onlar” yapacak zaten. Hükümetin dostu gibi görünen nükleer lobi ise bizi yönetenlerin böyle düşünmesini istiyor olabilir.

Yitik Topraklar

Çernobil’deki nükleer kazanın üzerinden 30 yıl geçti. Toprak yitip gitti. İnsanlar yitip gitti. Geriye sadece radyasyon kaldı...

Özgür Gürbüz-Magma/Nisan 2016

Foto: O.Gurbuz
Sovyetler Birliği’ni 26 Nisan 1986’da vuran nükleer kaza hâlâ etkisini sürdürüyor. Aradan geçen otuz yıla rağmen Çernobil’de kaza yapan dört numaralı reaktörü merkez alan, otuz kilometre yarıçapındaki alana giriş yasağı devam ediyor. Bu alana, özel izinle ve kısa süreli girişe izin veriliyor. Kazadan sonra göçe zorlanan 350 bin kişinin geri dönmesi artık hayal gibi. Temizlik çalışmalarında görev alan, çoğu asker 800 bin kişiden kaçının öldüğü, kaçının hayatta olduğuna dair farklı rakamlar var. İsviçre İşbirliği ve Kalkınma Ajansı’nın 10 yıl önceki raporunda temizlikçilerin 25 bininin eski Sovyet kayıtlarına göre öldüğü belirtiliyor. Sovyetler Birliği’ndeki rejimin hem kazayı hem de sonuçlarını gizleme çabaları nedeniyle bu rakamlar günümüzde halen tartışılıyor.

Yeni açıklanan Torch-2016 raporu ise Çernobil’in sadece bugünkü Ukrayna, Belarus ve Rusya’yı değil tüm Avrupa’yı etkilediğini öne sürüyor. Dr. Ian Fairlie tarafından ondan fazla uzmanın katkılarıyla hazırlanan ve Dünya Dostları (Friends of the Earth) adlı çevre kuruluşunun Avusturya ofisi tarafından yayımlanan rapor ilerleyen yıllarda 40 bin kişinin Çernobil kaynaklı ölümcül kanser vakasına yakalanacağına dikkat çekmekte. Belarus, Ukrayna ve Rusya’da yüksek seviyede kirlenmiş topraklarda (Sezyum-137 >40 kBq/m2) yaşayan insanların sayısının da 5 milyon olduğuna dikkat çekiyor.

Raporun bir başka önemli bulgusu da tiroit kanseriyle ilgili. Şu ana kadar kaza nedeniyle 6 bin tiroit kanseri vakası saptandığı belirtilirken 16 bin yeni tiroit kanserinin de gelecek yıllarda görüleceği söyleniyor. Radyoaktivite kaynaklı kan kanseri, meme kanseri, kalp ve damar hastalıklarının sayısındaki artışın doğrulandığı da raporda geçen bir başka bilgi.

Çernobil kazasının Türkiye’de başta Trakya ve Doğu Karadeniz olmak üzere etkili olduğu, o dönem alınan çay ve toprak analizlerinde yüksek seviyede radyasyona rastlandığı biliniyor. Aynı bugünkü gibi 1986 yılında da Mersin Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen dönemin yöneticileri, bu kazanın Türkiye üzerindeki etkilerini araştırmamış, özellikle de çaydaki radyasyonu gizlemek için büyük çaba harcamıştı. Dönemin TAEK Başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre şunları demişti: “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil ile ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum, bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum...” Dönemin Başbakanı Turgut Özal, “radyoaktif çay daha lezzetli” açıklamasını yaparken Cumhurbaşkanı Kenan Evren “radyasyon kemiklere yararlıdır” diyerek konuyu önemsizleştirmişti. Evren’in, içtiği çayı ODTÜ’ye analize gönderdiği ve çayında diğer örneklere göre az da olsa radyasyona rastlandığı daha sonra ortaya çıkmıştı. O tarihte ODTÜ’de doçent olan İnci Gökmen, Olcay Birgül ve Aykut Kence, yaptıkları analizlerde çaylarda kilogram başına ortalama 10 bin 300 bekerel radyasyona rastlamıştı. Bu rakam bazı Çay Çiçeği marka çaylarda 36 bin 800’e kadar çıkıyordu. Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in çayıysa 5 bin 600 bekarel radyasyona sahipti; temiz değildi...

Ölemeyen ağaçlar diyarı Çernobil

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Nisan 2016

Foto: Pripyat - O.Gurbuz
Çernobil kazasının üzerinden 30 yıl geçti. Bir daha böyle bir kaza olmaz diyorlardı; Fukuşima oldu. Sovyet teknolojisi diyorlardı, güvenlik kültüründen yakınıyorlardı; Japonya’da örnek gösterilen güvenlik kültürü ve Amerikan yapımı nükleer reaktör kaza yaptı. Çernobil’in koruma kabı yoktu, o yüzden radyasyon sızıntısı oldu diyorlardı; Fukuşima’da koruma kabı vardı ama yine radyasyon sızıntısı oldu. Çernobil olduğunda Türkiye’de radyasyonlu çay kemiklere iyi gelir diyorlardı.30 yıl sonra, “tüpgaz da patlar”, “bekarlık nükleer santraldan daha tehlikeli” diyorlar.

Aradan geçen 30 yıla rağmen kilometrelerce toprak hâlâ kullanılamaz durumda. Çernobil nükleer santralini merkez alan 30 km yarıçapındaki bir alana artık izinsiz girilemiyor. Kazadan sonra temizlik çalışmalarına katılan 800 bin kişiden en az 25 bininin öldüğü biliniyor. Radyoaktif serpinti, Belarus’un tarım arazilerinin yüzde 22’sini, ormanlarının ise yüzde 21’ini kirletti. Ukrayna’da ormanların yüzde 40’ı radyasyona bulandı. Nazım haklı çıktı, yaprağına değen ölüyor. Bugün yüzlerce işçi, çökmek üzere olan dört numaralı reaktörün üzerini yeni bir beton duvarla örmeye çalışıyor. Reaktörün içinde 200 ton erimiş nükleer yakıt var ve etrafında koruma kabı olmaması, radyasyonun yeniden bölgeye yayılması demek. Radyasyon bu tüpgaz değil, etkisinin geçmesi için yüzlerce, binlerce yıl geçmesi gerek.

Foto: Pripyat - O.Gurbuz
İnsanların boşalttığı bölge bazen orada yaşayan vahşi hayvanlarla gündeme geliyor. Nükleer enerjiyi savunanlar bazen bunu ‘yaşam geri döndü’ diyerek nükleer enerjinin lehine kullanmaya bile çalışıyor. Amerika’daki ‘USA Today’ gazetesine konuşan Güney Karolina Üniversitesi’nden Prof. Timothy Mousseau ise durumun hiç de söylendiği gibi olmadığına dikkat çekiyor. Onlarca kez Çernobil’de araştırma yapan bilim insanı, bölgedeki birçok canlıda genetik hasara yol açtığını söylüyor. Kuşların birçoğunda hasarlı sperm görülürken yüzde 40’a yakının kısır olduğu saptanmış. Nedeni suya, havaya ve toprağa bulaşmış iyonize radyasyon. Ağaçların çok yavaş büyüdüğü, ölen ağaçların da radyasyon yüzünden büyüyemeyen mantar, kurt ve bakterilerin yokluğu nedeniyle daha geç çürüdüğünü gözlemlenmiş. Ölemeyen ağaçların ülkesi artık Çernobil. Profesör Mousseau, aynı araştırmaları Fukuşima’da da yaptıklarını ve benzer sonuçlarla karşılaştıklarını da söylüyor. Bu da hayvanlarda görülen genetik bozuklukların başka nedenlerden değil radyasyondan kaynaklandığını gösteriyor. Çernobil’de yaptıkları onlarca araştırma da aslında bunu kanıtlamak için tekrar edilmiş.

Nükleer, kaza olmasa da tehlikeli
Nükleer santrallerin tek tehlikesinin kaza olduğunu sananlar, arızasız çalışan bir reaktörden her yıl çıkan ve binlerce yıl radyoaktif kalan nükleer atıkların doğayla en ufak bir temasta bile bu sonuçları doğuracağını unutmamalı. Nükleer santraldeki küçük sızıntılardan ancak ülkedeki otorite isterse haberiniz olacağını unutmayın. Sosyal medyada en ufak bir eleştiriyi bile yasaklayan bir hükümetin, nükleer santraldeki her sızıntıyı size haber vereceğini mi sanıyorsunuz?

Sinop ve Mersin’de nükleere hayır demeyenler, etraflarındaki ağaçlara, kelebeklere, kuşlara ve sevdiklerine son bir kez bakabilir. Hayır diyenler ise zaten ne yapacağını biliyor, 24 Nisan Pazar günü Sinop’taki Uğur Mumcu Meydanı’nda toplanıyor. Sinop NKP Dönem Sözcüsü Zeki Karataş, “Sinop’ta her evde bir kanser vakası var” diyor. Türkiye bu konuyu hiç araştırmadan geçiştirmeye çalışsa da, Karadenizliler, bu acıların nedeninin bir nükleer santral ve Türkiye’ye nükleer santral kurmak için olan biteni halktan gizleyenler olduğunu iyi biliyor. Bin küsur kilometre uzaktaki Çernobil’in acısını yaşayanlar, burunlarının dibine, Sinop ve Mersin’e nükleer santral kurdurmamaya kararlı. Kanserden yitirdikleri dostları, kardeşleri, akrabaları için sokağa çıkıyorlar.

Karadeniz İsyandadır Platformu işi özetlemiş, “Hamsi limonsuz kalmayacak” diyor. Hem Sinop’un hamsisine hem de Mersin’in limonuna sahip çıkıyor. Siz ne yapıyorsunuz bu hafta sonu? Umutsuz ve mutsuz oturup güzel günlerin gelmesini mi bekliyorsunuz yoksa Sinop’a mı gidiyorsunuz?

Sinop nükleeri boğdu

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Nisan 2015

25 Nisan 2015, Sinop. Foto: O. Gurbuz
Sinop’a defalarca geldim. Bu izlediğim kaçıncı miting hatırlamıyorum ama bu kadar kalabalık bir nükleer karşıtı mitingi ilk kez görüyorum. Sadece binlerce insan görmedim dirençli insanlar gördüm. Nükleere memleket toprağını vermemek için İstanbul’dan, İzmir’den kalkıp gelen Sinoplular vardı. Nükleer reklamlarla kandırılmaya çalışıldıkları için kızgın insanlar vardı. Gençler vardı, “rüzgar, güneş bize yeter” diye bağırıyorlardı. Emeklisi de vardı, hayata adımını yeni atmış bebeği de. Yaşam mücadelesi nedir görmek isteyenin Sinop’a bakması gereken bir gün yaşandı burada.

Sinop Uğur Mumcu Meydanı’nı dolduran binlerce kişinin bir tek mesajı vardı: Nükleere hayır! Sinop’un nükleere hayır demek için birçok nedeni var. Burası Karadeniz’in en gözde turizm noktası, sahil yolunun yok etmediği nadide kumsallarına sahip. 2013’te kente gelen turist sayısı 870 bini geçti. Sadece turizmin değil balıkçılığın da Karadeniz’deki en önemli merkezlerinden biri. İlin tek başına Karadeniz’in yüzde 30 balıkçılık potansiyeline sahip olduğu belirtiliyor. Nükleer santralin soğutma suyu ihtiyacının balık larva ve yumurtalarını tehdit edeceğini bilen balıkçılar takalarını nükleer karşıtı bayraklarla donatmıştı. Balıkçılar, mitingin başında Uğur Mumcu Meydanı’na bakan limanda turlayarak korteje katıldılar. Sinop esnafı da vitrin camlarına astıkları afişlerle nükleer karşıtı şenliğe günler öncesinden hazırlanmış gibiydi. Yürüyüşe bu yıl daha çok Sinoplu’nun katılması, Japonya ile yapılan nükleer santral anlaşmasının Meclis’ten geçerek daha somut bir hale gelmesine verilmiş bir yanıt gibiydi. Sadece Sinoplular değil, Artvin, İzmir, Bartın, Tunceli, Amasya, Samsun, İstanbul, Çanakkale ve Tokat gibi farklı illerden gelen çevre dernekleri, öğrenci birlikleri, sendikalar ve siyasi partiler hükümetin seçim öncesi aceleyle geçirdiği bu yasaya adeta, “siz geçirdiniz ama biz geçirmeyiz” dedi.

25 Nisan 2015, Sinop. Foto: O. Gurbuz
Sinop nükleeri bundan 29 yıl önce Çernobil’le tanıdı. Kentte kime sorsanız kanserden kaybettiği bir yakını var. 26 Nisan 1986 yılında meydana gelen kazanın izleri ne yazık ki Sinop’ta her ailenin hafızasına kazınmış. O dönemde söylenen yalanları herkes hatırlıyor. Çayda radyasyon yok deyip, kendi içtiği çayı analize gönderen Kenan Evren’i (o çayda da yüksek oranda radyasyon çıkmıştı), Eski çayla kirlenmiş çayı birbirine karıştırarak radyasyon dozunu düşürdüğünü öne süren ve o çayın dağıtımını onaylayan dönemim Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ahmed Yüksel Özemre’yi ne Sinoplular ne de Türkiye unuttu. Unutmadı çünkü bugün konu nükleer olunca yalan söyleme hastalığı da beraberinde geliyor. Nükleer reklamlarında oynattığı pilota bile gerçeği söyleyemeyen şirket, olası bir kaza veya sızıntıda bizlere kim bilir ne masallar anlatacak. Akkuyu için ‘dünyanın en güvenli santrali’ iddiasını ortaya atan hükümet yetkililerinin hâlihazırda Sinoplulara bir açıklama borcu var. Mersin’deki santral dünyanın en güvenlisiyse Sinop’takinin daha az güvenli olacağı ortada. İki ayrı teknolojiden sadece biri en güvenli olabilir. O halde daha az güvenli olanını neden Sinop’a layık gördünüz? Yoksa Karadeniz Çernobil’den beri kobay vazifesi görmeye devam mı ediyor? Gördüğünüz gibi konu nükleer olunca daha ilk dakikadan itibaren yalanlar, bol keseden atmalar başlıyor.

Bu yalanlara karnım tok diyen Sinoplu bugünden itibaren evlerini, dükkanlarını nükleer karşıtı bayraklarla donatacağını söylüyor. Sustuğunuzda onayladığını sananlara çok akıllı bir mesaj vermeye hazırlanıyor Sinoplular. Darısı Mersin ve tüm Türkiye’nin başına.

Nükleer elektrik değil yalan üretir

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Mart 2015

Angra Nükleer Santrali, Brezilya-Foto: O. Gurbuz
11 Mart, tarihin en büyük nükleer kazalarından Fukuşima’nın yıldönümü. Kazanın üstünden dört yıl geçti. Radyoaktif kirlenmeye maruz kalan topraklarda yaşayanlar evlerine dönemedi. Japonya’da şu anda çalışan nükleer santral yok. Nükleer sızıntı durdurulamadı. İki hafta önce gazetelerde radyoaktif sızıntının sürdüğü haberleri vardı. Newsweek dergisinin 25 Şubat tarihli haberinin başlığı şöyleydi: “Fukuşima’daki sızıntı Mayıs ayından beri var ama TEPCO kimseye söylemedi”. Görmek isteyene nükleer belanın ne olduğunu anlatan bir başlık. Bugün Fukuşima veya Çernobil’de gördükleriniz gerçeğin sadece bir kısmı. Nükleer santrali kusursuz işletmek istiyorsanız iyi mühendislere değil, bolca yalana ve sır saklayacak bir hükümete ihtiyacınız var. Bu yüzden nükleer endüstri Türkiye’yi iyi bir ‘pazar’ kabul ediyor.

Yalan, nükleer enerjiyi savunanların sıkça başvurduğu bir araç. Sovyetler Birliği Çernobil’den sonra kazayı kendi vatandaşlarından bile gizlemişti. Ölü sayısı hep saklandı. Nükleer enerjinin lokomotifi diye gösterilen Fransa’da hükümetin sektöre verdiği sübvansiyon miktarı bir muamma. İngiltere’de, Sellafield’te meydana gelen nükleer kazanın ciddiyeti yıllar sonra anlaşıldı. Daha da korkuncu, İngiliz hükümetinin santralde çalışan işçiler üzerinde yaptığı deneylerin 2007 yılında ortaya çıkmasıydı. Nükleer tesislerde çalışmış işçilerin aileleri, akrabalarının ölümlerinden sonra vücutlarından parçalar, organlar alındığını ve bir dizi teste tabi tutulduğunu yıllar sonra öğrendi. 1962 ile 1992 yılları arasında İngiltere’de, nükleer sahalarda çalışan 76 işçinin organları, doku örnekleri ailelerine bile haber verilmeden incelenmişti. Çernobil sonrası Türkiye’deki yetkililer de, radyasyonlu çayları bize içirmiş, halka doğruların söylenmemesi için de bilim insanlarına baskı uygulamıştı. Tüm dünyada böyle onlarca örnek var…

Şeffaf, halkın bilgi isteğine, bağımsız kuruluşların denetimine açık bir nükleer santralin bugünkü piyasa koşullarında rekabet şansı yok. Sızıntılara ceza kestiğinizde, kazaların sorumluluğunu halka değil şirketlere yüklediğinizde hiçbir firma yeni nükleer reaktör kurmaya teşebbüs bile etmez. Bu yüzden dünyadaki nükleer santraller yaşlanıyor. Yaşlanan santrallerin yerine yenileri yapılmıyor. Bu yüzden yeni nükleer reaktörler Rusya, BAE, Çin ve Pakistan gibi ülkelerde alıcı buluyor. Nükleere verilen gizli destekler, rüşvetler, pazarlıklar açıklansa halk gerçeği görecek. O nedenle nükleer meseleler Türkiye’de olduğu gibi kapalı kapılar ardında hallediliyor. Bugün nükleeri savunanların televizyonlarda karşımıza çıkamayışı, gazetecilerin, bu işlere bulaşmış patronlarının korkusuyla nükleer meseleyi gündeme getiremeyişi bu yüzden.

İstisnalar yok değil. Filiz Yavuz’un, “Beni ‘Akkuyu’larda Merdivensiz Bıraktın” başlıklı kitabı bunlardan biri. Türkiye’de nükleer santral kurma mücadelesine tanıklık eden kitap, Çernobil’den günümüze, nükleer meseleye bulaşmış tüm tarafları buluşturuyor. Radyasyonlu çaylarla ilgili gerçekleri, nükleer silah tutkusunu, Sinop ve Mersin’in kaygılarını derli toplu bir şekilde okuyabiliyorsunuz. Kitapta nükleeri savunan hükümetin ciddiye almadığı önemli bir unsur var; insanlar. Belki de yazarının kadın olmasındandır. Nükleer enerjiye baktığında bir ticari anlaşmadan fazlasını görenler. Bırakacağı radyoaktif atıkları düşünen, kanser yapacağı yakınları için endişelenen insanlar.

BirGün’ün yeşil sayfaları için de hatırı sayılır bir emek harcayan Filiz Yavuz’un kitabı iki açıdan önemli. İlki, nükleer enerji konusunu tüm taraflarla konuşup, bize tarihi bir belge bırakması. İkincisi, konuyu halkın katılımı, kaza riski ve atıklar yönünden ele alarak, şirketlerin ve hükümetin gözünden değil halkın gözünden anlatmayı başarması. Nükleer lobinin birçok gazete ve internet sitesine sızarak propaganda yaptığı şu günlerde, Yavuz’un kitabı nükleer enerjiyi anlamak için hepimize iyi bir fırsat sunuyor.