Türkiye’nin imza atarken verdiği Ulusal Katkı Niyet Beyanı resmiyet kazandı ve hedefi oldu. Bu hedef, Türkiye’nin seragazı emisyonlarının 2030'da 929 milyon tonun altında kalması gerektiğini söylüyor.
Özgür Gürbüz-BirGün Pazar/17 Ekim 2021
Paris Anlaşması’nın onaylanmasıyla iklim krizi yine konuşuluyor. Daha önce kopan dev bir buzul, selin vurduğu bir kent, Hollywood’un yaptığı bir film veya iklim değişikliği bizansın oyunudur diyerek sahnede yer bulmaya çalışan kişilerin haberleriyle karşımıza çıkardı. İklim krizini artık Türkiye’nin hedefi, uluslararası müzakereler penceresinden konuşmaya başladık. Elbette kafalar karışık, “seragazı emisyonlarında tarihsel sorumluluğu neredeyse bulunmayan Türkiye”den, nasıl oldu da bir anda “Küresel hiçbir soruna, krize, çağrıya kayıtsız kalmayan Türkiye, iklim değişikliği ve çevrenin korunması hususlarında da üzerine düşenleri yapacaktır” noktasına geldik anlamak zor. Merak edenlere söyleyelim, iki konuşma da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ait; ilki 22 Nisan 2021’deki Dünya İklim Zirvesi’nden, ikincisi ise 21 Eylül 2021’deki Birleşmiş Milletler konuşmasından.
İklim krizindeki bu ani politika değişikliğinin bakanlardan gazetecilere kadar uzanan örneklerini izlemek oldukça keyifli ancak biz Türkiye’nin Paris Anlaşması’na taraf olmasıyla neler değişti ona bakalım. Zaman kıymetli. Öncelikle AKP hükümetinin bu anlaşmaya taraf olma konusunda aslında çok da istekli olmadığını unutmayalım. Zaten tersi olsaydı Türkiye anlaşmaya taraf olmak için beş yıl beklemez, 197 ülke içinde anlaşmayı onaylayan 192. ülke olmazdı.
Türkiye fikrini neden değiştirdi?
Türkiye iklim konusunda elini taşın altına koymak için hep finansal destek şartını öne sürüyordu. Onay kararından kısa bir süre sonra çıkan haberler, Türkiye’ye 3 milyar doları aşan bir kredinin Dünya Bankası, Fransa ve Almanya finansmanıyla verileceğini söylüyor. Bu da muhtemelen Türkiye’yi masaya geri döndüren nedenlerden biri oldu. Halkı kuyrukta, aç durumdayken “refah içindeki” Türkiye’ye kredi veren bu ülkelerin yöneticileri, kendi halklarına nasıl hesap verecek o ayrı bir konu.
AB Yeşil Mutabakat süreci, sınırda karbon vergisi uygulamaları gibi Paris Anlaşması ve iklim kriziyle mücadele sürecinin dışında kalan ülkelere getirilecek ek yükler, başta ihracatçılar olmak üzere herkesi telaşlandırdı. İş dünyası da hükümete anlaşmanın onayı için baskı yapmaya başladı. Halkın yaşanan iklim krizi kaynaklı afetler sonrasında “çözüm için hükümet ne yapıyor” diye sorması, sivil toplum örgütlerinin çağrıları, 25 bin kişi ve 38 kurumun desteklediği imza kampanyası Türkiye’yi anlaşmaya taraf olmaya götüren diğer nedenler olarak sıralanabilir. Glasgow toplantısı sonrası Türkiye’nin müzakere sürecinde gözlemci ülke konumuna düşeceğini de unutmayalım.
Taraf olduk şimdi ne olacak?
Dünya ne durumda?
Diğer ülkelerin hedeflerinin de çok parlak olmadığının altını çizelim. Hepsini toplayınca 2,5; çok iyimser olursak 2,1 dereceye kadar giden bir sıcaklık artışından bahsediyoruz. 1,5 hedefi uzak ama 2 derece için umut var. O yüzden de anlaşmaya taraf her ülkeden beyanlarını güncellemeleri ve iyileştirmeleri isteniyor. Bu zaten Paris Anlaşması’nın koşullarından biri. Ülkeler beş yılda bir bunu yapmak zorunda ve Türkiye de güncelleyeceğini açıkladı. Tahminim, Kasım sonunda Glasgow’da yapılacak 26. Taraflar Toplantısı’yla süreç hızlanacak ve güncellemeler tamamlanacak. Şu ana kadar anlaşmaya taraf 192 ülkeden 113’ü ilk güncellemesini yaptı. İyi haber istiyorsanız onu da verelim. Aralarında ABD, Japonya, Çin, Birleşik Krallık ve AB’nin de bulunduğu birçok ülke eskisine oranla daha güçlü bir hedef verdi ya da vereceğini söyledi.
Evimizdeki buzdolabı değişecek mi?
Ülkeler hedeflerini belirledikten sonra o hedefe nasıl ulaşacakları kendi bilecekleri iş. Kömür santralları gibi adeta birer emisyon fabrikası olan işletmelerden vazgeçmeleri neredeyse zorunluluk. Doğalgazı ısıtmada tutup, ulaşımda yenilenebilir enerjiyle şarj olan elektrikli araçlara yönelmek bir seçenek. Binaların ve sanayinin enerji verimliliğini artırıp, birkaç doğalgaz santralını açık bırakmak da mümkün. Önemli olan bu eylemlerin sonucunda seragazı emisyonunuzu taahhüt ettiğiniz rakamlara getirmek ve elbette orta vadede sıfırlamak veya en aza indirmek. Paris nasıl yaptığınızla değil, sonuçla ilgileniyor. Enerji verimliliğini öne çıkaran bir ülkede, hedeflerin yüksek olması durumunda değişimin evlerdeki beyaz eşyalara kadar uzanacağını, çok yakan araçlara sınırlama getirileceğini, sanayide daha verimli motorların kullanılacağını öngörebiliriz. Çünkü elektrifikasyon gibi önemli değişimler kaçınılmaz görünüyor. Türkiye gibi yapabileceğinden daha azını vaat eden bir taahhüt verilirse hiçbir şey değişmeyebilir. Bu yüzden de Türkiye’nin güncelleyeceği Ulusal Katkı Beyanı’nda değişime zorlayacak bir hedefin belirlenmesi için uğraşmalıyız.
Paris +
Paris Anlaşması küresel bir soruna küresel bir çözüm bulmak için ülkeleri pazarlık masasına oturtan elimizdeki tek araç. Onsuz olmaz, onunla olacağı da kesin değil. Anlaşma bilimle uyumlu ancak adil dönüşüm, zengin ülkelerin sorumlulukları, gezegenin kapasitesi gibi konularda eksik kaldığı nokta çok. Mevcut düzenin bir eleştirisi değil her şeyden önce…
Bu yüzden de her ülkenin hatta işletmelerin, belediyelerin kendi “Paris Anlaşması”nı yaratıp, hedefler belirlemesi, emisyon azaltım hedeflerini sadece teknolojik dönüşüme bağlamadan sosyal ve adaletli bir çözüm üretmeleri çok önemli. Seragazı emisyonlarının azaltımı sadece güneş panellerinden geçmiyor. Çalışma saatlerinin düşürülmesi, lüks tüketimin teşvik edilmemesi, organik tarıma geçiş, et tüketimi ve silahlanma harcamalarının azaltılması gibi eylemler bizi küresel hedeflere çok daha kolay ulaştırabilir. Bir “Paris ve fazlası” akımına (Paris + diyebiliriz) ihtiyaç var. Görünen o ki, sivil topluma yine büyük iş düşecek.