|
Tuncay Akgün'den Bezgin Bekir'li destek rozeti çizimi |
Özgür Gürbüz/9 Ağustos 2015
Yirmi yıl önce,
yine bir pazar günüydü. 18 gün önce başladığım uzun yürüyüşün son adımlarını Mersin Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin kapısına doğru atıyordum.
Daha doğrusu, kapı arkamdaydı ama adımlarım ters yönü gösteriyordu. Biraz
karışık bir durum kabul ediyorum. Geri geri yürüyünce işler biraz karışıyor.
Yirmi yıl önce benim anlatmak istediğim de aslında buydu. “Nükleer santral
memleketi ileri değil geriye götüren bir hamle, bizi ileriye değil geriye
götürüyorsunuz” diyordum. O sözde ilericileri protesto etmek için de Mersin’den
Akkuyu’ya geri geri yürümeye karar verdim. Tek üyesinin ben olduğum Don Kişot Platformu'nu kurdum. Deyişimiz de hazırdı: “Herkes gider
Mersin’e, bizimkiler gider tersine.”
|
Geri Geri Yürüyen Adam |
Yürüyüşe 17
Temmuz 1995’te Mersin’den başladım. Yanlış hatırlamıyorsam Cumhuriyet Meydanı’ndaki
Atatürk Heykeli’nin önünden yola çıktım. Her gün 10 km yol alsam 17 günde
Akkuyu’da olur, 5 Ağustos’ta Büyükeceli’de yapılacak şenliklere yetişirim
diyordum. O zamanlar her yıl Büyükeceli köyünde çadırlı, kamplı şenlikler
yapılırdı. İlk gün hızlı başladı. İlk kilometrelerde kentin içindeydim, medya
da uzun bir süre takip etti yürüyüşü. Kent dışına çıkınca nükleer karşıtı
dostlarla baş başa kaldım. Bir süre
sonra da tek başımaydım. Yürüyüşün tamamını tek başıma tamamlayacaktım. Destek
olan, yardım eden çoktu ama o kadar yolu, Allah’ın sıcağında geri geri
yürüyecek yol arkadaşı bulmak neredeyse imkansızdı. İlk gün hızımı alamadım, yaklaşık
17 km yol yaptım. Yolculuğun adı da orada kondu. Bir kahvede durdum. Bana, “böyle anarya anarya nereye gidiyorsun”
diye sordular. “Anarya’ya değil Akkuyu’ya
gidiyorum” dedim; herkesi bir gülme aldı. Meğer o yörede şoförler geri geri
yerine anarya diyormuş. O zaman,
beni daha iyi anlasınlar diye geri geri yürüyüşün adını “Anarya 170 km” yaptım.
İlk gece için
dostlar bana bir pansiyon ayarlamıştı. Odam en alt kattaydı, eşyaları bıraktım,
sırtıma yapışmış tişörtümü çıkarıp duş aldım. Giyinirken zorlanıyordum ama
hiçbir şey terastaki yemeğe gitmek kadar zor olmamıştı. Ayaklarımı
bükemiyordum, merdivenleri emekleyerek çıktım. Açıkçası korkmuştum, neredeyse
provasız çıktığım yürüyüşün sonunda ayaklarıma ne olacak bilmiyordum. Sabah
erken kalktım, otelin etrafında bir süre düz yürüdüm. Kendimi iyi hissedince
tekrar kaldığım noktaya gidip geri geri yürümeye devam ettim.
|
Leman çizerlerden rozet çizimleri |
A
nlatacak
onlarca anı var elbet ama daha önce dostlara anlattığım, defalarca
dillendirdiğim için burada tek tek yazmayacağım. Hayatımın en güzel 18 günüydü
diyeyim, siz anlayın. İlk geceden sonra çadırda kalma şansım bile olmadı. Yolda
beni bekleyen, yürüyüşü duyan veya birkaç dakika önce tanıştığımız insanlar
beni evlerinde ağırladı. Mersin’e gidiş, sırt çantası gibi masrafları da Leman
Dergisi ve Yön Radyo’dan aldığım destekle karşıladım. Biraz da rozet satışından.
Rozetleri Leman çizerleri çizdi, orijinal çizimleri hala saklıyorum. Leman’a
her hafta faks gönderiyor, yolda yaşadıklarımı yazıyordum. Cep telefonum yoktu.
Arkamı görmek için bisiklet aynası kullandım. Su için plastik bir matara-torbam
vardı ama çok kullandığımı söyleyemem. İnsanlarla konuşmak ve Akkuyu’daki
tehlikeyi anlatmak için her kahvede, sitede duruyordum. Orada içtiğim çay ve
ayrandan midemde suya yer kalmıyordu. En güzeli de bu sohbetlerdi. Binlerce
insana ulaşmış derdimizi anlatmıştım. Bazılarının nükleer beladan haberi vardı
bazılarının yoktu. Kahvelere posterler asıp onları şenliğe çağırıyordum. Neden
nükleere karşı çıktığımızı yerine ne yapmamız gerektiğini anlatıyordum. Belediye
başkanlarını ziyaret edip, şenliğe otobüs kaldırmalarını rica ediyordum.
|
Erdemli'de bir anı fotoğrafı |
Bir de
tatil siteleri vardı. Silifke’ye kadar dev beton bloklar sahili doldurmuştu,
insanlar da o beton blokların içini. En büyüğünü gözüme kestirip, beni
karşılayan gençlerden o sitede akşam için bir toplantı organize etmelerini rica
ediyordum. Yol kenarında yürüdüğüm için herkes beni görüyordu ama arabalar
nedeniyle de yürüyüş biraz tehlikeliydi. Geceleri yürüme şansım hiç yoktu,
karanlık basınca minibüse atlıyor, sözleştiğim siteye geri dönüyor ve yüzlerce
kişinin katıldığı toplantılar yapıyordum. Tartışmalar da çıkıyordu, nükleere
evet diyenler sayıca azdı ama vardı. Onları da ikna edene ya da bir orta yol
bulana kadar konuşuyorduk. Bazen gece yarılarını buluyordu soru-yanıt
bölümleri. Sabah erkenden kalkıp, bulabildiğim bir araçla yürüyüşü bıraktığım
yere geri dönüp tekrar anarya yolculuğa devam ediyordum. “Binlerce kişi” dediğimde abarttığımı düşünmeyin, nüfusun yoğun
olduğu ilk 100 km’lik bölümde konuşmaktan sesim kısılmıştı.
|
Bezgin Bekir'le eylemdeyiz. |
Silifke’de üç
gün durmak zorunda kaldım. Nedeni Silifke’ye varmak için bir gün önce aralıksız
yürümemdi. Dostlar o gece Silifke’ye varmamı istiyordu. Sebebi oradaki gergin
ortamdı sanırım. Kente girmeden sivil polisler belirmiş, beni araçlarıyla takip
etmeye başlamıştı. Kendimi zorladım ve sağ ayağımda bir yanma oldu. Doktor, “daha fazla yürürsen bir daha yürüyemezsin”
dedi. Nedense beni pek inandıramadı. Planlanandan hızlı yürüdüğüm için vaktim
vardı, beklemeye karar verdim. Sağ ayağımın üstüne basamıyordum. Belediye’nin
otelinden Silifke merkezdeki çay bahçesine sekerek gidiyordum. Gazete okuyup,
neredeyse tüm gün orada oturuyordum. Peşimdeki sivilleri fazla yormadım
anlayacağınız. Zaten otelden her giriş ve çıkışımda resepsiyondaki çocuk
telefonla polislere haber veriyordu. Ne olur ne olmaz diye Silifke Postanesi’nden
İstanbul’daki posta kutuma durumu anlatan bir mektup attım. İstanbul’a üç ay
sonra, ağzı açılmış bir şekilde geldi o mektup. İçinden ajan geçen komedi
filmleri gibiydi yaşadıklarım.
Ağrı hiç
geçmeyecek gibiydi. Hızlı yürüyerek kazandığım üç günü Silifke’de harcamıştım
ve önümde artık dağlar vardı. Taşucu sonrası, arabayla bile gidilmek
istenmeyen, virajlı bir yoldu ve kalacak yer de yoktu. “Ne olursa olsun yürüyeceğim” dedim. Sakat kalma korkusu pek aklıma
gelmedi. Halbuki, koşmayı, yürümeyi ve spor yapmayı çok severim. Eczane’den
soğutucu sprey aldım. Sıka sıka Taşucu’na vardım. Sonra ağrı yok oldu ya da ben
duymaz oldum. Kaldı 60 km.
|
Hürriyet Çukurova'da manşet haber |
Boğsak en
belalı yolun başlangıcıydı. Orada çoban köpeklerinin geri geri yürüyen
insanları sevmediğini anladım. Başımda şapka, arkamda çanta, yanımda dikiz
ayna; bir de üzerinde yürüyüşün niyetini açıklayan koskocaman bir tül
bağlamışım sırtıma… Köpekler de haklı. İki kat terleyerek, istifimi bozmadan
yürümeye devam ettim. Köpekler de bir süre havlayıp geri dönüyorlardı. Taşucu
sonrası dağlı yol bana bir şey daha öğretti. Geri geri yürüyen için yokuş
çıkmak kadar inmek de zor, hatta daha zor. Hele de iki araba yan yana gelince. Yol
çok dar. Ortalık sessiz olmasa kamyon ve otobüslerle karşılaşma ihtimali var.
Arkamdan gelen aracın sesini duymak önemliydi. Motor sesini duyunca en iyi
yerde durup araçların geçmesini bekliyordum. Yoksa kayalara yapışıp, kımıldamamanız
gerekiyordu. Virajda araçla karşılaşmak
mantıksızdı.
|
Babam 1995 yılında Akkuyu'da soruları yanıtlıyor. |
Dağlı bölümde
imdadıma birkaç hafta önce yıldızlara uğurladığım babam geldi. Ailem Akkuyu’daki
kampa gelince işim kolaylaştı. Çantamın yükü hafifledi, babam son günlerde beni
otomobiliyle takip etti. Kampa aldı götürdü, çadırımda kaldım. Sabah ise
yeniden kaldığım yere bıraktı. Demek babalar insanın en zor anlarında ortaya
çıkan kahramanlarmış. Yoksa o dağları aşmak, kalacak yer bulmak çok zor olurdu.
Bu yazı da senin için olsun babacığım. Bugün Türkiye hâlâ nükleere bulaşmadıysa
senin de mücadeleye gönül veren binler gibi bu başarıda payın var.
|
Dikiz aynam, aynadaki civcivim ve ben. |
Yürüyüşün sonu
çok görkemli oldu. Akkuyu’da o güne kadar görülmemiş bir kalabalık vardı. Yol
boyunca sohbet ettiğim yüzleri orada görmek çok güzeldi. Tüm Türkiye’den gelen
doğa dostları, çevrecilerle birlikteydik. Sosyal medyanın olmadığı, faks ve
ankesörlü telefonla haberleştiğimiz o günlerde iletişimin en güzel ve en etkili
aracını, yüz yüze konuşmayı, bir kez daha keşfetmiştim. Hayattaki binlerce
günümüzden kaçını yaşamın son anına kadar hatırlarım bilmiyorum ama o 18 günü
unutmam mümkün değil. O nedenle şu egünlüğe bir not düşmek istedim.
O gün nükleere karşı çıkarken dillendirdiğimiz tüm argümanlar doğru çıktı.
Nükleer kazaların Üç Mil Adası (ABD) ve Çernobil’le (SSCB) sınırlı
kalmayacağını söylüyorduk; Fukuşima oldu. Nükleerin pahalı olduğunu,
yenilenebilir enerji kaynaklarının gelecekte nükleerden hem daha ucuz hem de daha
etkin olacağını söylüyorduk; defalarca haklı çıktık. Enerji verimliliği ve
tasarrufun önemine değiniyor, dünyanın kaynakları sınırlı diyorduk; tüm bunlar
ekonomik doktrinlere dönüştü. O gün geri geri yürüyerek ileriye doğru adımlar
attık. Şimdi koşma vaktimiz geldi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder