Silah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Silah etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Nükleer güç yalanı

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Mart 2019

Çernobil - Foto: O. Gurbuz
Nükleer enerji zor durumda. Maliyetler arttı, kaza riski Fukuşima’yla tekrar gözler önüne serildi. Kamuoyu araştırmalarında halkın ilk tercihi olan yenilenebilir enerji, iklim krizinden çıkış için çok daha hızlı ve gerçekçi bir çözüm üretiyor. Nükleer pazarlamacılar çaresiz kaldı ve şimdi ellerindeki en tehlikeli kozu oynuyorlar. Nükleer silah diyemedikleri için “nükleer güç” diyerek santral satmaya devam etmek. Milliyetçilikle süsledikleri nükleer güç yalanlarıyla geri bırakılmış devletleri kandırıyorlar. Ortadoğu da bunun için en uygun yer. İran, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye, tuzağa düştü bile.

Önce şunu netleştirelim. Nükleer güç, nükleer silah sahibi ve bunu kullanabilecek teknik ve politik güce sahip ülke demek. Nükleer santral sahibi olmak sizi nükleer güç yapmaz. Dünyada şu ana kadar nükleer silahı bir başka ülkeye karşı kullanan tek ülke ABD. İkinci Dünya Savaşı’nda, İngiltere, Fransa gibi müttefiklerinin yanında olduğu bir dönemde Japonya’ya karşı bunu yaptı. Nükleer silah sahibi ülkeler ise ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere, İsrail, Kuzey Kore, Hindistan ve Pakistan. İsrail, nükleer silah sahibi olduğunu hiç itiraf etmedi ama herkes olduğunu kabul ediyor.

Nükleer silahınızın olması da sizi nükleer güç yapmaz. Onu kullanmak için uzun menzilli füze teknolojisine veya bombaları taşıyabilecek bir uçak ve muhtemelen onu koruyabilecek bir filoya ihtiyacınız var. Politik, ekonomik ve askeri gücünüz de olmalı çünkü ekonomik ambargolarla (İran gibi) karşı karşıya kalabilirsiniz. Hindistan ve Pakistan arasındaki son çatışmalar nükleer silahların ne kadar işe yaramaz olduğunun bir göstergesi aslında. ABD, Hindistan uçağının Pakistan’a sattığı F-16’larla düşürüp düşürülmediğini inceliyor. Bu uçaklar belli koşullarla satılıyor. F-16’lar kullanılmışsa Pakistan’a ciddi yaptırımlar gelebilir. Nükleer silah sizi bunlardan koruyamaz. Ekmek bulamadığınızda atom bombası yersiniz.

Nükleer silah sahibi olsanız bile kullanım kararını kolayca alamazsınız çünkü dünyanın dengeleri başka türlü işliyor. Nükleer silah sahibi dört ülkenin; ABD, Fransa, İsrail ve İngiltere’nin kuşatmasından çıkmayı başaran Suriye’nin nükleer silahı olmadığını bir kez daha hatırlatalım.

Nükleer silah üretmek için santral kurmanız da gerekmiyor. İsrail’in hiç nükleer santralı olmadı ama silahı var. Nükleer silahları zenginleştirilmiş uranyumdan veya plütonyumdan, gerekli teknolojiye sahipseniz elde edebilirsiniz. Santrallarda kullanılmış yakıtlar plütonyum içerir ama dünyanın gözü buradadır. Rusya’nın Mersin’de kuracağı santraldan çıkacak içinde plütonyum olan yüksek seviyeli atıkları alıp götüreceğiz demesi bu yüzden. Santralın zenginleştirilmiş uranyum yakıtı da Rusya’dan gelecek. Türkiye’nin iki noktaya da erişimi kapalı.

Ortadoğu’daki diğer projeler de böyle. İran, yakıtını kendi üretmek için zenginleştirme tesisi kurmaya kalkınca herkes üstüne yürüdü. 2011’den bu yana çalışan nükleer reaktörü onları nükleer güç yapmadı. Yakıt ve atık işi Rusya’nın elinde olduğu için kimsenin orayı sorun ettiği yok. Elinizin altında bu maddeler var diye düşünebilirsiniz ama bunlara erişmeye çalışmak, yukarıda da söylediğimiz gibi başka bir güç olmayı ve teknolojik birikime sahip olmayı gerektirir. Trump’ın attığı tweetlerle sallanan bir ekonominin, altına imza attığı nükleer silahsızlanma anlaşmalarını hiçe sayıp böylesine riskli işlere girmesi mümkün değil. Nükleer santral kuruyoruz diye nükleer güç olacağını sanan hayalperestlere duyurulur.

Asıl sorun, başta Rusya olmak üzere, işsiz kalan nükleer şirketlerin Ortadoğu’daki gerilimleri “nükleer güç” algısını kullanarak nükleer santral ticaretine dökmüş olmaları. İran, Türkiye ve Mısır’da Rusya etkin. Fransa ve ABD, Suudi Arabistan’la pazarlıkta. Güney Kore, Birleşik Arap Emirlikleri’nde santral kuruyor. Bu ülkelerin belki hiçbir zaman nükleer silahı olmayacak ama hepsi füze veya uçakla bile saldırıldığında Hiroşima’ya atılan bombadan daha fazla zarara yol açacak bir nükleer hedefe (santrala) sahip olacak. Türkiye ve Ortadoğu’da nükleer santral sahibi olmayı nükleer silah sahibi olmakla karıştıranların ve bunu iyi bir şey sananların göremediği tuzak da bu.

Nükleer silahlar ve ikiyüzlülük

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Eylül 2017

Dünyadaki binlerce canlının geleceği Kuzey Kore veya ABD’nin liderlerinin dudaklarının ucunda. Dünya, soğuk savaş döneminden bu yana nükleer tehlikeyi hiç bu kadar yakından hissetmemişti.

Batı medyasının büyük bir bölümü, tehlikenin sürekli Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’dan kaynaklandığını anlatıyor. Onlar için Kim Jong-un bir ‘deli’. Konuya Doğu’dan bakanların ise, Kore’yi hatta zaman zaman Çin’i tehdit eden Trump için benzer fikirlere sahip olduğunu tahmin etmek zor değil. Doğru ya da değil. Bu iddialar sorunu çözmüyor. Halbuki asıl mesele nükleer ikiyüzlülük. 9 bin 400’ü askeri cephaneliklerde kullanılmayı bekleyen, emekliye ayrılmış olanlarla sayısı 15 bini bulan nükleer silahlar yok edilmedikçe insanlığın bir toz bulutuna dönüşme tehlikesi sürecek. Nükleer silahların hangi ülkenin elinde bulunduğuna bakmaksızın, tümünün yok edilmesi savunulmadıkça hiçbir canlıya rahat yok.

Hans M. Kristensen ile Robert S. Norris’in 31 Ağustos 2017 tarihli makalesine (Worldwide deployments of nuclear weapons) göre askeri üslerdeki 9 bin 400 nükleer silahın 4 bin adedi kullanıma hazır. Bunlardan 1800’ü yüksek alarm seviyesinde, kısa sürede kullanılabilecek durumda bekletiliyor. Dünyadaki nükleer cephaneliğin yüzde 93’ü iki ülkenin elinde; Rusya ve ABD. Aralarında İncirlik Üssü’nün de bulunduğu 107 yerde tutulan bu silahlar 14 ülkenin sınırları içerisinde yer alıyor. 11 yılda altı nükleer deneme yapan Kuzey Kore’nin elinde ise 20 adet nükleer bomba olduğu tahmin ediliyor. Balistik füzelerle bunları kullanabilir mi henüz kimse bu sorunun yanıtını bilmiyor ancak ilerleme kat ettikleri kabul ediliyor.

Neredeyse her bölgede rastladığınız nükleer silahların tehlikesiz, Kuzey Kore’nin elindekilerinin ise tehlikeli olduğunu varsaymak saçmalık. Obama varken bu nükleer silahların dünya barışı için risk teşkil etmediğini söyleyip, Trump, Kim Jong-un veya Putin iş başındayken tehdit olacağını söylemek ne tutarlı ne de inandırıcı. Gerçek şu ki, dünyada nükleer silahların yayılmasını önlemek için tek bir uluslararası araç var. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması (İngilizce kısa adı NPT). Yürürlüğe girdiği 1970 yılında nükleer silaha sahip beş ülkenin (ABD, Büyük Britanya, Çin, Fransa ve Rusya) nükleer silahlarını azaltmasını diğerlerinin ise nükleer silah yapmamasını amaçlıyordu. Bugün Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore ve İsrail’de de nükleer silah olduğunu biliyoruz. Rusya ve ABD’de nükleer silahların sayısının azaltılması yönünde girişimler olsa da dört yeni ülkenin daha nükleer silah sahibi olması anlaşmanın çok başarılı olmadığını gösteriyor.

Başarısızlığın nedenlerinden biri, başta ABD olmak üzere NATO üyesi ülkelerin nükleer silahları anlaşmaya aykırı bir şekilde başka ülkelerde saklamaları. Halbuki NPT, nükleer silah sahibi beş ülkenin bu silahları başka ülkelere götürmelerini, onlara silah geliştirmelerine yarayacak yardım yapmalarını da yasaklıyordu (Madde 1). Türkiye gibi NPT’ye 17 Nisan 1980’den beri taraf ülkelerin bu silahları barındırması da yasak (Madde 2). Ne var ki, başta NATO olmak üzere herkes anlaşmanın ilk iki maddesinin çiğnenmesine yıllardır göz yumuyor. ABD nükleer silahlarını Türkiye, Belçika, Almanya, İtalya ve Hollanda’da saklayabiliyor. Bunu gören ve NATO üyesi olmayan ülkelerin anlaşmaya uyması beklenebilir mi?

Anlaşmaya taraf ülkelerin ikinci falsosu da kuşkusuz İsrail meselesi. İsrail NPT’ye hiç taraf olmadı, 80 civarında nükleer silaha sahip olduğu tahmin ediliyor. Hal böyleyken, İsrail’e hiçbir yaptırım uygulamadan, NPT’ye 1970 yılında taraf olmuş İran’a nükleer silah yapacak diye ambargo koymak (haklı bir kaygı olsa bile) Batı adına tam bir ikiyüzlülük. Bu kelime, anlaşmanın altını oyan ve bizi Kuzey Kore gerçeğiyle karşı karşıya bırakan asıl nedenleri de özetliyor.

Dünyanın nükleer silahlardan arındırılabilmesi ancak ve ancak tüm ülkelerin bu silahlardan vazgeçmeleri ve nükleer enerji gibi silah yapımında kullanabilecek maddelerin yayılmasına yarabilecek tehlikeli teknolojilerden tamamıyla vazgeçmeleriyle mümkün olacak. Önümüzde ekonomik veya teknik bir engel yok. Nükleer silahlardan medet uman siyasi iradeyi değiştirecek çiçek çocuklarına ve onların yaratacağı yeni bir barış dalgasına ihtiyaç var sadece.

Hiroşima, bir daha asla!

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Ağustos 2015

70 yıl önce Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan ‘Küçük Çocuk’ ve ‘Şişman Adam’ adlı nükleer bombalar yüz binlerce canlıyı öldürdü. İlk nükleer bombayı Yeni Meksika eyaletinde 16 Temmuz 1945’te deneyen ABD, ikinci denemeyi 21 gün sonra Hiroşima’da binlerce insanın yaşadığı kentte yaptı. 9 Ağustos’ta ise Nagazaki önce büyük parlak bir ışığa, saniyeler sonra da ısıl radyasyona maruz kaldı. Yaklaşık 250 bin insanı öldüren, diğer canlılarla doğaya tarifsiz bir zarar veren nükleer silahlar o gün bugündür hayatımızda.

Dünyada hâlen 10 bin 144 adet nükleer savaş başlığı var. Yaklaşık yüzde 90’ı ABD ve Rusya’nın elinde. Soğuk Savaş döneminin bitişiyle nükleer silahlanma yarışı da durdu. Dünyadaki nükleer başlıklı füze sayısı 60 binden 10 binlere geriledi. Sayının azalmasına rağmen riskin azaldığı söylenemez. Nükleer silah sahibi beş ülkeye (ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin) tanınan ayrıcalık, silahların yayılmasına yol açtı. Bugün İsrail, Hindistan, Pakistan ve Güney Kore’de de nükleer silahlar var. Nükleer silaha sahip ülkeler caydırıcı değil teşvik edici oldular ve tüm anlaşma ve uluslararası baskılara rağmen nükleer silaha sahip ülke sayısı arttı. Savaş başlıklarının sayısının azalması da bir anlamda yanıltıcı. Hiroşima ve Nagasaki’ya atılan bombaların çok daha güçlüleri depolarda bekletiliyor. IŞİD gibi terör örgütleri nükleer maddelere ulaşmaya ve ‘kirli bomba’ denilen silahlarla bir kenti yok etmeye çalışıyor. Eldeki nükleer silahlar bu örgütleri caydırma kapasitesine sahip değil aksine olası saldırılarda hedef olmanıza neden oluyor.

2. Dünya Savaşı’nı durdurduğu iddia edilen bombalardan bu yana savaşlar durmadı, şekil değiştirdi. Nükleer silahların işlevsiz kaldığı sokak çatışmaları, düzensiz ordular ve devletsiz silahlı güçler ortaya çıktı. Hiroşima ve Nagasaki’de öldürülenden daha fazla insan Suriye’de öldürüldü ama savaş durmuyor. Çünkü savaşları bombalar, ölen insanlar veya silahlar değil barış talebi durdurur. Suriye cehenneminde bu çok net görülüyor. Suriye’de savaşın bitmemesinin sebebi, içinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkenin bu savaşı istemesi. Mültecilerden, terör saldırılarından, ekonomik kayıplardan yakınan Türkiye ve bölge ülkelerdeki birçok insandan ‘barış’ çağrısı yapan yok. IŞİD YPG’yi, Esad’a karşı desteklenen muhalifler Suriye Ordusu’nu vurduğunda sevinenler, şimdi o silahların kendilerini vurduğuna tanıklık ediyor.

Nükleer silah tehlikesi de aynı savaş tehlikesi gibi, tüm nükleer başlıklar/bombalar yok edilmeden ortadan kalkmayacak. Bunun için de nükleere silaha giden her yolun önü kapatılmalı. Uranyum zenginleştirme ve nükleer atıklardan plütonyum elde etme gibi sivil nükleer programlarla iç içe geçmiş silah elde etme yolları da buna dahil. Türkiye’de sokaktaki insanın nükleer santral projesini nükleer silahla karıştırması biraz bilmemezlikten biraz da bu ilişkinin gerçekliğinden kaynaklanır. Nükleer silah için santrale ihtiyaç yok ancak sivil programların arkasına askeri amaçların gizlenmesi de yeni değil. Kuzey Kore’nin, İsrail’in nükleer enerji santrali yok ama nükleer silahları var. Masum, bilimsel araştırma gibi görünen yöntemler bile, nükleer silaha ulaşmada araç olabilir. Uluslararası yaptırım mekanizmaları yetersiz çünkü nükleer silaha hayır derken sivil nükleer programlara dokunmaktan aciz, nükleer lobinin gücüne boyun eğmiş durumdalar. Özellikle Orta Doğu coğrafyasında artan nükleer enerji sevdası, bundan 70 yıl önce Japonya’da yaşanan katliamların benzerlerinin bu bölgede yaşanması olasılığını arttırıyor.

Japonya’daki son nükleer saldırıya tanıklık edenlerden çok azı hâlâ hayatta. Onlar ölünce binlerce insanı aynı anda yakan, sağır ve kör eden bu cinayeti geceleri kabuslarında gören kimse kalmayacak. Türkiye ve dünyada barış çabalarının güçlendirebilirsek bir daha hiçbir çocuğun güneş ışığından başka bir ışıkla uyanmak zorunda kalmayacağı bir dünya yaratabiliriz. Nükleer santral ve nükleer silah belasının her ikisinden de kurtulabiliriz. Nükleer karşıtı hareketin filizlendirdiği bir barış hareketine bugün eskisinden de fazla ihtiyacımız var. 

*** 

Dünyada nükleer başlıklı füze sahibi ülkeler
ABD
Rusya
İngiltere
Fransa
Çin
İsrail
Hindistan
Pakistan
Kuzey Kore
Dünya
4804
4480
225
300
250
80
110
120
10+
10144
Kaynak: Nükleer Bilim İnsanları Bülteni

Silahlarınızı bırakın

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Temmuz 2015

Barışı koruma telaşının her konudan daha önemli olduğu günlerdeyiz. Kimsenin kimseyi öldürmediği, nefret etmediği, sokağa çıkarken başıma ne gelir diye düşünmeyeceği bir Türkiye kurana dek mücadele etmek bu ülkede yaşayan herkesin artık görevi. En başta da ülkeyi yönetenlerin ancak şu ana kadar izledikleri politikalar şiddeti durdurmak yerine körüklüyor.

Ülkede en basit kuralları bile denetleyecek merci kalmamışa benziyor. Sokağa çıkan herkes her gün onlarca hak ihlaline uğruyor. Bu ülkede yaşayanların trafikten yolsuzluğa, adaletten asayişe kadar birçok alanda güvenecekleri bir kurum kalmadı. Beyzbol nedir diye sorsan bilen olmaz ama milletin arabalarından beyzbol sopaları, bellerinde silah eksik olmuyor. İstanbul’un göbeği Taksim’de taksilerin mafya benzeri tavırlarına göz yumuluyor, hastanelerde tedaviyi beğenmeyen hasta doktor dövüyor.

Meclis’te kadınları sözlü şiddetle susturmaya çalışanlar, sokakta kadınları döven ve öldürenlere örnek oluyor. Neyse ki ülkedeki başıbozukluğa karşı duran ve hizmet aşkıyla yananlar da var; Rize Valisi gibi. 652 bin lirayı daha hızlı hizmet için makam aracına harcayan valilik, bundan sonra bölgedeki çevre eylemlerine, ‘lüks cipleriyle’ giden eylemcilerden daha hızlı ulaşıp asayişi sağlayabilecek.

Siz de benim gibi ortada bir başıbozukluk, yönetememe durumu görmüyor musunuz?

Ülkede aslı astarı olmayan söylentilerden yola çıkan bir grup günlerce ‘çekik gözlü turist’ avına çıktı. Sokakta turistlere saldıran bu gruptan kimse tutuklandı mı? Kimse ölmediği için ortada suç da yokmuş gibi davranıldı. Bu ülkede sokakta sevmediğin birini dövmenin, dövmeye kalkmanın cezası yok mu?

Bunlar bize hafif gelir diyorsunuz değil mi? Patlayan bombaların, faili meçhullerin ülkesinde yaşıyoruz. Savaşın ve barışın politikacıların hamasi nutuklarıyla gelip gittiği, keyfilerine göre gençleri ölüme sürükledikleri Türkiye’de yaşıyoruz. Futbol taraftarlarının zaferlerini ölerek ve öldürerek kutladığı Türkiye’de şiddetin hepimiz evinde, belleklerinde ve hayatında yer etmemesi için hepimize görev düşüyor. Silahlarımızı bırakmalıyız. Sadece eli silahlılar değil, siviller, eli sopalılar, sözü can yakanlar, dili nefret kokanlar; hepimiz silahlarımızı bırakmalıyız.

Bu işe pratik ve somut adımlarla başlamalıyız. İnsanların birbirilerini boğazlamak üzere olduğu ülkede yasal bir düzenlemeyle tüm silah ruhsatları iptal edilmeli. Üzerinde silah hatta bıçak ve beyzbol sopası bulundurmanın cezası ciddi şekilde arttırılmalı. Eline döner bıçağı, pala alıp sokağa fırlamak, hapisle cezalandırılmalı. Bunlar çoktan yapılmalıydı ama bir politikacı bile çıkıp bu tedbirleri gündeme getirmedi. Kimsenin gıkı çıkmıyor çünkü uyuşturulduk, şiddete, kavgaya alıştırıldık. Şiddetle zehirlendik biz.

Sadece yasal zeminde değişiklikler sorunu çözmeye yetmez. Erkeğin kadına, büyüğün küçüğe, iktidar ve para sahiplerinin muhalefet ve yoksula şiddet içeren baskılarına son vermeliyiz. Hem kendi kendimiz terbiye etmemiz hem de bu konuda yasal düzenlemelere gitmemiz gerekiyor. Başbakanın, valinin, patronun, polis memurunun ‘vatandaşa’ kötü söz, hakaret söylediğinde cezalandırılması gereken günlerdeyiz.

Evde karınıza, kocanıza veya kardeşlerinize, fiziksel şiddet ve kelimelerle saldırının bitmesi gerekiyor. Şiddetsizlik hareketi her yeri kapsamalı. Sivil itaatsizlik eylemlerinin üzerine gazla, copla ve sopayla yürüyen polisi de, polise taş atan eylemciyi de, metroda, trafikte birbirine küfür eden ‘masum’ vatandaşı da.

Gezi’de günlerce Taksim’i işgal edenler hiçbir dükkanı talan etmeyerek, kırıp dökmeyerek, ‘duran adam’ gibi şiddetsiz eylemleriyle tüm Türkiye’ye bunun olabileceğini gösterdiler.

Sadece silahlı örgütler değil herkes silahını bıraksın. Birbirimizi yok ederek sorunu çözmek dışında başka bir çözüm öneriniz varsa söyleyin. Abarttığımı düşünüyorsanız sokağa çıkın, okuduğunuz gazeteleri değiştirin ve gerçek Türkiye’yi görün. Ya silahlarımızı bırakacağız ya da hep beraber bu zehri tadacağız.

İran anlaşmasını hayra yormak yanlış

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Temmuz 2015

UAEA Başkanı Amano ve İran Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Salihi.
İran’la yapılan anlaşmayı Türkiye’de hemen hemen herkes hayra yordu. Kimi AKP’nin İran ve dolayısıyla Ortadoğu politikasının çöküşünü kutladı kimi de giderek durağanlaşan Türkiye ekonomisine İran ekonomisindeki fırsatların ilaç olacağını savundu. ABD Kongresi iki ay içinde anlaşmayı inceleyecek ve karar verecek. Obama’nın anlaşmanın reddedilmesi halinde veto yetkisini kullanacağını söylemesi hayırcıların işini zorlaştırıyor.
 
Anlaşma İran’a sivil nükleer programında bir rahatlama getiriyor. Nükleer silah üretimine gidebilecek uranyum zenginleştirme yolunu ise şimdilik tıkıyor. Yine de bu anlaşma hayra alamet değil. Çünkü ‘Nükleersiz Ortadoğu’ ideali bu anlaşmayla ciddi bir darbe aldı.

2011’e kadar bölgedeki ‘nükleer varlık’ İncirlik Üssü ve İsrail’deki nükleer silahlardan ibaretti. 2011’de bölgenin ilk nükleer reaktörü Buşehr açıldı. Buşehr reaktörünün yapımına Alman şirketleri başlamış ancak İran-Irak savaşı sırasında inşaat durmuştu. İran’ın politik duruşu nedeniyle uzun bir süre kimse o reaktörü tamamlamayı göze alamadı. Ruslar ise fitili ateşledi. Ortadoğu’daki nükleer yarışı başlatacak Buşehr reaktörünü tamamlayıp, İran’a yakıt sağlamayı kabul etti. 2000 yılında nükleerden vazgeçtiğini açıklayan Türkiye’nin 2004’te aniden nükleer santrali gündeme almasında İran’ın payı olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin de aynı İran ve diğer Ortadoğu ülkeleri gibi elektrik üretimi için nükleere muhtaç olmadığı rakamlarla ortada.

İran’ın nükleer reaktöre sahip olması bölgedeki diğer ülkeleri de harekete geçirdi. Birleşik Arap Emirlikleri’nde üç nükleer reaktörün yapımına başlandı. Suudi Arabistan’ın, Ortadoğu’da nükleer güç payesini Şii İran’a bırakmayacağını herkes biliyor. Anlaşmanın mürekkebi kurumadan Suudiler de Rusya ve Fransa’yla nükleer enerji konusunda işbirliği anlaşmaları imzaladı. Mısır ve Ürdün’ün de aynı Türkiye gibi Ruslarla masaya oturdu.

BP’nin bir ay önce açıkladığı son verilere göre dünyanın en fazla gaz rezervine sahip ülkesi İran’ın nükleer reaktör peşinde koşmasını anlamak zor. İki büyük doğalgaz santraliyle tüm ülkenin elektrik ihtiyacını karşılayabilecek Ürdün’ün nükleer santral kurmak istemesi de ekonomik nedenlerle açıklanamaz. Evet, bu ülkelerin hiçbiri nükleer silah yapacağını söylemiyor ancak nükleer santral ve silah arasındaki ince bağın, gövde gösterisinin, nükleer santral iştahında önemli bir payı var.

Dünya, İsrail’in Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması’na (NPT) taraf olmayarak silah sahibi olmasını seyredince ortaya bu tablo çıktı. Şimdi silah yapmayacağını uluslararası anlaşmalarla taahhüt eden ancak geride birçok soru işareti bırakan İran, Ürdün ve Türkiye gibi ülkelerle dolu bir Ortadoğu bizi bekliyor. Bu işten tek karlı çıkan da başta Rus devlet şirketi Rosatom olmak üzere işsiz nükleer firmalar oldu. Bölgede nükleer santral yarışını başlatan Rosatom’un İran’ın yarım kalan reaktörünü tamamlaması, olmayan bir pazarı hareketlendirdi. Çin dışında yeni bir pazar bulmakta zorlanan nükleer endüstri tüm risklerine rağmen Ortadoğu’ya girdi.

Bu riskler nükleer silahlanma veya nükleer kazayla sınırlı değil. IŞİD gibi onlarca terör örgütünün nükleer reaktörleri hedef alması artık bölgedeki olasılıklardan biri. Ülkeler arası olası bir savaşta da nükleer santraller hedef olacak. 1981’de İsrail’in Irak’ta yapımı süren nükleer reaktörü bombalaması, Irak-İran savaşında Buşehr’in hedef alınması unutulmamalı. Bu terör ve savaş tehlikesi, yanlış politikalarla Ortadoğu batağına sürüklenen Türkiye’yi de kapsıyor. Akkuyu olası terör saldırılarının, komşu ülkelerle yaşanan sürtüşmelerin hedefi olabilir.

Ortadoğu’yu nükleerden arındırmak için daha önce tek engel İsrail’di. Şimdi iş daha da karıştı. İran’la yapılan anlaşmayı hayra yormak, kötünün iyisi diye değerlendirmek uzun vadede başımıza gelecekleri görmemek olur. Nükleersiz Ortadoğu hâlâ tek çıkış yolu.

Nükleer silahların karşısında tek umut insan

Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün bu yılki sahiplerinden Angie Zelter, 100 defadan fazla tutuklanmış bir barış eylemcisi. Eylemleri arasında bir savaş uçağını parçalamak da var.

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2014

Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nün bu yılki sahiplerinden Angie Zelter, hayatı boyunca nükleer silahlara ve savaşa karşı mücadele etmiş bir eylemci. 100 defadan fazla tutuklanan Zelter, NATO’nun lav edilmesini ve dünyadaki tüm nükleer silahların imhasını savunuyor. Gezi eylemlerinde iş makinalarına zarar verilmesi konusunda ise, “Eğer o makinelerin gerçekten de çok değerli bir şeye zarar vereceğini düşünüyorsan buna hakkın var” diyor.

Şebnem Korur Fincancı, Rakel Dink ve Angie Zelter. Foto: Berge Arabian
-Sizi nükleer silahlar konusunda eylem yapmaya iten neydi?

Angie Zelter: Kamerun’dan yeni dönmüştüm. Orada konuştuğum bir köylü bana “neden buradasın” diye sormuştu. Ona, “Çünkü yardım etmek istiyorum” dedim. O da bana, “Eğer yardım etmek istiyorsan İngiltere’ye geri dön ve İngiltere’nin burada yaptıklarıyla uğraş” dedi. Bir başka deyişle, Kamerun’un birçok problemi sömürge dönemiyle ilgiliydi. Kamerun’da üç yıl kaldım, beni değiştirdi. Irkçılığın hâlâ sürdüğünü fark etmemiştim. Britanyalıların çok uluslu şirketleri aracılığıyla sömürgeci faaliyetlerini sürdürdüğünden haberim yoktu. İngiltere’ye geri döndüm. Dünyayı daha iyi bir yer yapabilmek için kendi ülkemde ne yapabilirim diye düşünüyordum.

-Kartopu kampanyası nasıl başladı?
AZ: İngiltere’ye dönünce daha aktif oldum. Soğuk Savaş dönemiydi. En önemli sorun da nükleer silahlardı. Evimin yakınında ABD’nin nükleer silahlarını tuttuğu Sculthorpe üssü vardı. Ben de kartopu kampanyasını başlattım. Kampanyayı basit tutmaya çalıştım. Üssün tel örgülerinden bir parça kesip, hükümete mektup yazıyorsunuz ve bir sonraki eyleme daha çok kişi bulmaya çalışıyorsunuz. İlk başta birilerini bulmak çok zordu. Önce kayınvalidemi ikna ettim. Bir sonrakinde 9 kişi, daha sonra 27 olduk ve ülkedeki tüm üslere yayıldı. Birkaç yıl önce de ülkedeki son ABD üssü kapandı çünkü insanlar tel örgüleri kestiler, yüksek güvenlikli alanlara girdiler. ABD’ye çok pahalıya mal oluyordu ve nükleer silahları koruyamıyorlardı. Sadece Kartopu Kampanyası sayesinde değil, ülkedeki birçok yerde nükleer silahlara karşı kampanya vardı. Eğer yeterince ‘sade vatandaş’ hayır derse olmaması için bir neden yok. Bir başka önemli konu da eylemlerin şiddet içermemesi, açık ve hesap verilebilir olması. Bence hareketin bir parçası mutlaka açık olmalı. Böylece halkla tartışmak için bir şans olur. Mahkemeler de bunun için bir fırsat. Yaptığımdan utanmıyorum, buradayım diyorsun.

-Amerikan üslerinden sonra İngiltere’nin nükleer silahlarını hedef aldınız.
Trident Pulluk Demiri Kampanyası’na başlamadan önce hükümete nükleer silahları terk etmesi için bir yıl süre tanıdık. Bir yıl içinde yapmazsanız biz yapacağız dedik. Tutuklamak isterlerse diye de isimlerimizi verdik, 100 kişi kadardık. aramızda daha sonra İngiltere Başpiskoposu da olan Rowan Williams da vardı. İstediklerimizi yapmayınca eyleme başladık.

-Türkiye’de ana akım medya bankanın camlarının kırılmasını ağır bir dille eleştirir. Siz bu kampanya sırasında bir savaş uçağına 2 milyon pounda varan bir hasar verdiniz.
İngiliz hukukunda daha büyük bir suçu önleyecekseniz sizin suç unsuru taşıyan bir hasar vermenize izin veren bir vurgu var. Kartopu Kampanyası’nı yaparken kısa süreli, sık sık hapse giriyordum. Bir tanesinde hakim bana “bir uçağı tahrip etseydin daha fazla savunma şansın olurdu” dedi. Açıklamadı ama aslında o telleri kesmekten daha direkt, savaşı önleyebilecek bir eylemden bahsediyordu. 10 kadındık. Altı kadın bizi destekledi, dördümüz ise açık bir şekilde uçağa hasar vermeye gittik. 10 yıla varan hapis cezası vardı. Jüriye bir video gösterdik ve sonunda Doğu Timor’lu bir kadın, “Eğer insansanız bu uçakların ihraç edilmesine izin vermezsiniz” diyordu. Sanırım bu jüriyi ikna etti.

-Gezi’yi düşünürsek. Parkı yok edecek bir dozere hasar verir miydiniz?
Evet, büyük bir olasılıkla verirdim. Eğer o makinelerin gerçekten de çok değerli bir şeye zarar vereceğini düşünüyorsan buna hakkın var. Ancak, öncesinde diğer tüm seçenekleri denemelisin. Ve bundan etkilenecek, orada yaşayan insanların seninle aynı fikirde olduklarından emin olmalısın. Aynı zamanda açık olmalı ve sorumluluğu kabullenmelisin. Anneanne ve dedene bunu neden yaptığını açıklayabilmelisin.

-NATO hakkında ne düşünüyorsunuz?
Genelde NATO’nun feci bir yapı olduğunu düşünüyorum. Varşova Paktı dağıldığında NATO’nun da dağılacağı söylenmişti ama tersine genişlediler. Sadece Avrupa’da genişlemediler, Avrupa dışında da müdahalelerde bulunuyorlar. Özetle, onları bir terör ve suç çetesi olarak görüyorum. Eğer dünyaya barış getirmek istiyorsan, ki öyle yaptıklarını söylüyorlar, birilerini toplu katliamla tehdit etmemelisin. Askerle katili birbirinden ayıran tek şey, askerlerin uluslararası savaş hukukuna bağlı olmasıdır. Bu da hastaneleri, sivilleri hedef almamak demek. Nükleer silahlar hedefleri vurma konusunda ne kadar hassas olursa olsun etkilerini hedefle sınırlama konusunda o kadar hassas değiller. Bu nedenle de yasadışılar. Nükleer silahlarla kendini savunamazsın, bu bir tehdittir.

-Orta Doğu nükleer silahlanmaya çok yakın. Çözüm?
Batının tavrı çok ikiyüzlü. Pakistan ve Hindistan’ın da nükleer silah elde etmesini istemiyorlardı ama sonrasında iki ülkeyle ticarete devam ettiler. Bu dünyanın geri kalanına ne diyor? Biz yeterince kalabalık veya güçlüysek, cezasız kalabiliriz. İsrail’i destekleyerek nükleer silahları destekliyorlar. Halbuki bunu önlemek için nükleer silahsızlanma anlaşması vardı. Böyle giderse bir nükleer soykırım kaçınılmaz. Durdurmanın tek yolu insanların hükümetlerine nükleer silah istemediklerini söylemeleri.

-Bir barış eylemcisi olarak Suriye sorununu nasıl çözerdiniz?
Şiddet şiddeti önlemez. Sorunları bir anda çözebileceğimizi düşünmekten de vazgeçmeliyiz. Gücü kötüye kullanma yüzlerce yıldır sürüyor. Suriye krizini bir anda çözemeyiz ama silah ticaretini durdurmalıyız. Hiçbir ülkenin başka ülkeye müdahalesine izin vermemeliyiz. Barış ve insan hakları konusunda gerçekten samimiysek Saddam Hüseyin’e neden silah sattık? Uzun vadeli bakmak lazım çünkü benim ülkem İngiltere gibi, dünyadaki diğer ülkeleri sömüren ülkeler var. Çok uluslu şirketlerini kontrol etmiyorlar. Birçok yapısal değişiklik yapmamız gerekiyor.
-Teşekkürler

***
Angie Zelter Kimdir?
1951’de Londra’da doğan Angie Zelter, 1980’lerde iki kişi ile birlikte başlattığı Kartopu (Snowball) kampanyasında binlerce kişinin İngiltere’deki ABD askeri üsleri etrafındaki dikenli telleri kesmesini teşvik etti.   

1996’da, Umut Tohumları-Doğu Timor Pulluk Demiri eylemleri kapsamında, soykırım boyutunda sonuçlar yaratacak Doğu Timor bombardımanında kullanılacak BAE Hawk savaş uçağının silahsızlandırılmasında yer aldı. Eylem, yaklaşık 2 milyon pound (7 milyar TL) değerinde maddi zarara yol açtı ve Endonezya’ya ihracatının durdurulmasını sağladı.

1997’de, İngiliz Trident nükleer silah sistemini şiddetsiz, açık ve barışçıl bir şekilde etkisiz kılmayı amaçlayan Trident Pulluk Demiri (Trident Ploughshares) kampanyasını başlatan altı aktivistten biri oldu. 1999’da iki kadın eylemciyle birlikte Trident Radar test istasyonu Maytime’a girdi; bilgisayarlara ve elektronik ekipmanlara zarar verdi, makineleri bozdu.

2002’de Uluslararası Kadın Barış Hizmeti-Filistin’i başlattı. WikiLeaks’ten sızan bilgilerin de gösterdiği İsveç ve NATO arasındaki sıkı işbirliğine karşı, İsveç birliklerinin Afganistan’dan çekilmesi için kampanya başlattı. Jeju Adası’ndaki ihtilaflı Jeju-do Deniz Üssü’nün yapımını engellemeyi amaçlayan direnişe katıldığı için Mart 2012’de, Güney Kore’de tutuklandı.

Japonya’nın korkusu Erdoğan

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ocak 2014 

Türkiye ile Japonya arasında nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanımına dair işbirliği anlaşması Cuma günü Meclis’te kabul edildi. Şimdi gözler 24 Ocak’ta tatilden dönecek Japonya meclisinde. Japonya’da medyaya yansıyan haberler halkın kafasının hayli karışık olduğunu gösteriyor.

Japonların kafasını karıştıran 2. maddenin 3. paragrafı. Genel Kurul’da son anda bir değişiklik yapılmadıysa bu paragraf uranyum zenginleştirmeye, kullanılmış nükleer yakıtın yeniden işlenmesine, plütonyum dönüştürmeye ve bu maddelerin üretimine yarayacak teknoloji ile maddelerin transferine ‘yeşil ışık’ yakıyor. Türkiye anlaşmaya bu maddeyi koyarak ithal nükleer macerasını yerlileştirmeye çalışıyor. İyi ama nedir Türkiye’nin istediği bu teknolojiler?

Bugün dünyadaki yeni nükleer reaktörlerin hepsi zenginleştirilmiş uranyumla çalışıyor. Doğadaki uranyumun içinde Uranyum 235 izotopu yüzde 0,7 oranında bulunur. Nükleer reaktörlerde uranyumun nükleer yakıt olabilmesi için U-235 izotopunun konsantrasyonu yüzde 5’lere çıkarılır, buna da ‘zenginleştirme’ denir. Amacınız nükleer silah yapmaksa zenginleştirme işlemini sürdürür, bu oranı yüzde 80-90’lara çıkarırsanız.

Türkiye’nin nükleer santrale ihtiyacı olmadığı gerçeğini bir kenara bırakırsanız, ilk bakışta Türkiye’nin uranyum çıkarıp, kendi yakıtını üretmesi mantıklı görünüyor. Ama aynı nükleer macera gibi ‘yerli yakıt’ da halkı kandırmaktan öte bir amaç taşımıyor. Türkiye’de 9 bin ton civarı uranyum var. Uranyumu yer altından çıkarmak binlerce ton radyoaktif kayayı yerinden etmekle mümkün. Dünyanın en pis ve tehlikeli madencilik faaliyetlerinden biri. Uyuyan radyasyonu uyandırıyorsunuz. Hadi madeni açtınız, gazlaştırma, zenginleştirme tesisleri kurdunuz. Türkiye’de yeterli uranyum yok. Bu rezerv, Türkiye’de kurulmak istenen 8 reaktörün birine bile yetmiyor. Nükleer santral kurarsanız sadece teknoloji değil yakıt açısından da dışa bağımlılık garanti. Her nükleer reaktör tipinin ayrı yakıt kullandığını unutmamak lazım. Rusya’nın geliştirdiği reaktör için tasarlanan yakıtı alıp Japon-Fransız reaktörüne koyamazsınız. Kömür değil ki bu!

Şimdi Japonlar haklı olarak, “Türkiye’nin elinde yeterli uranyum yok. Bu uranyumu zenginleştirecek tesisler pahalı, geliştirdikleri bir reaktör yok. Montajcı olup, yakıt üretseler o yakıtı kime satacakları belli değil. Santrali Türkiye’ye satınca biz zaten yakıtı da vereceğiz. Nedir bu işin aslı, yoksa…” diye soruyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız ise makul bir açıklama yapamıyor. “Nükleer yakıt elde etmekle ilgili endişemiz yok” diyor ama cümleler şöyle: “Bakın zenginleştirme ayrı bir şey. O yakıtı zenginleştirmiş 5 artı 1 ülkeler var. Amerika, Kanada, Rusya gibi ülkeler. O ülkelerin zenginleştirdiği yakıtın, yakıt fabrikaların kullanılması ve onların elde edilmesiyle alakalı kurvize toz bir şey. Biz onları kurmak istiyoruz. Bir de bu yakıtların elde edilmesiyle alakalı Türkiye'den uranyum çıkması halinde bunlarla alakalı bir şeye girmek istiyoruz, bir işlem olsun istiyoruz”. Bitmedi, bir gazeteci, “Biz yakıt mı üretmiş olacağız” diye soruyor, Bakan’ın yanıtı ise şöyle: “Bu önemli bir şey. Orada kesinlikle yokuz…” Japonlar bu açıklamanın yapıldığı günü Ulusal Panik Günü ilan etseler yeridir. Türkiye bir ‘şey’ yapmak istiyor ama ne ‘şey’ edeceğini bilmiyor. Sakın yapmak istedikleri o ‘şey’ olmasın diye konuştuklarına eminim.

Aslında Türkiye nükleer silah üretmemekle ilgili güvenceleri dünyaya çoktan vermiş bir ülke. 28 Kasım 1979’da onayladığımız Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT) en önemli belge. Japonya ile yapılan anlaşmanın 3. maddesi de işbirliğinin sadece barışçıl, patlayıcı nitelikte olmayan amaçlar için yürütüleceğini söylüyor. Peki, Japonya Türkiye’ye neden güvenmiyor. İran’la aynı duruma mı düştük? İran da NPT’ye taraf olmasına rağmen uranyum zenginleştirmeye başlaması problem olmuştu, neredeyse bir savaşın eşiğine gelinmişti.

Görünen o ki, NATO, Dünya Ticaret Örgütü, OECD ve daha onlarca uluslararası kuruluşa üye Türkiye’nin sözlerine dünya güvenmiyor. Bunun nedeni üzerinde düşünmekte fayda var. Enerji Bakanı’nın “kem-küm” eden açıklamaları mı, Türkiye’nin ihtiyacı yokken saçma sapan nükleer maceralara atılma isteği mi yoksa yerli politikacıların yıllardır nükleer silah masallarıyla santral pazarlama çabaları mı bizi bu günlere getirdi? Belki de neden Başbakan Erdoğan’dır. Tüm dünyanın kendisine komplo kurduğunu söyleyen, komşularıyla “sıfır sorun” politikasından “sıfır elçi” politikasına geçerek gerilimler yaşayan, onları tehdit eden, TIR ve otobüslerle iç işlerine karışan bir başbakanımız var. Dünyanın güvenini kaybetmemizde “sağlam irade”nin payı olmasın sakın?

Medyada radyoaktif saçmalama yarışı

Bütün radyoaktivitesi bol yazıların hiçbirinde, Türkiye'nin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'nı 1980 yılında onayladığına rastlamazsınız. Dolayısıyla zenginleştirme tesisi kursa bile Türkiye'nin nükleer silah yapamayacağı, yaparsa hem AB hem de NATO gibi üyesi olduğu birçok örgütten uzaklaşmak zorunda kalacağı bilgisini de göremezsiniz.
 
Özgür Gürbüz - Radikal 2 / 27 Ocak 2008
Bugünlerde nükleer enerji gündemde. "Bir kısım medya"mız için herhangi bir konu "popüler" olunca, ne yazıldığı veya yazılanın ne kadar doğru olduğu çok önemli olmaz. En kibar deyimiyle saçmalasanız bile olur, ne de olsa "reyting" garanti! Yalnız burada hükümetin kasıtlı olarak nükleer enerji konusunda net bir bilgi vermekten kaçınması ve gündemi saçmalıklarla meşgul etme çabası gözden kaçırılmamalı. Kamuoyunun nükleer enerjiye "evet" ya da "hayır"ı tartışmaması asıl amaç. AKP hükümeti toryum, uranyum zenginleştirme, Balıkesir'e nükleer santral gibi konularla hedef saptırarak, nükleeri tartışmak yerine, gündemi aslı astarı olmayan konularla meşgul etmeyi tercih ediyor. Balıkesir'e nükleer santral kurmak gibi. Balıkesir'e neden mi nükleer santral yapılmaz? Bu sorunun yanıtını Türkiye'nin sayılı nükleer fizikçilerinden Prof. Dr. Tolga Yarman versin: "Konya gibi, 'yer' diye işaret edilmiş birçok mevkii teknik mizah oluşturma hüviyetindedir. Türkiye'de, 1000 MW düzeyinde bir nükleer santral, ancak deniz kenarına kurulabilir. Türkiye'de hiçbir nehir debisi, gerekli soğutma suyunu (yuvarlak, saniyede 10 ton), sağlayamaz. Santralı, havayla soğutmaya kalkarsanız, astarı yüzünden pahalıya gelir".


Sadece bununla kalsa iyi. Geçtiğimiz günlerde Türkiye'nin hatırı sayılır bir gazetesi, Türkiye'de uranyum zenginleştirme tesisi kurulacağını öne sürdü. Aynı haber grubun birçok gazetesinde de yer aldı. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı dahil birçok kişinin bu habere çok sinirlendiği kulağımıza kadar geldi ama muhtemelen bu görüşler basına pek yansımayacak. Çünkü hedef saptırma amacına hizmet eden haberin bir de medya için "seksiliği" var. Aynı bor ve toryum gibi. Bundan iyisi AKP için Şam'da kayısı. Bu nedenle Enerji Bakanı Hilmi Güler, haberin doğru olmadığını söylemeye çalışırken bile kafaları karıştırmaya devam etti. Uranyum zenginleştirme değilmiş ama yakıt imalatıymış yapılacak olan. Doğal uranyumla çalışan santrallar hariç nükleer reaktörlerde kullanılan yakıt zenginleştirilmiş uranyumdur. Yakıt imal edeceğim diyorsanız uranyumu zenginleştireceksiniz. Bizim, "hızlandırılmış trene" hızlı tren dememiz gibi, zenginleştirilmiş uranyumu yakıt çubuklarının içine koymayı imalat sayıyorsak o başka tabii.


Affedilmez
Türkiye'nin uranyum rezervi 9,129 ton olarak biliniyor. Bu rezerv, sadece iki reaktörün yakıt ihtiyacını 30-40 yıl boyunca karşılamaya yeter. Bu kadar az ve tenörü düşük uranyum rezervi için kimse maliyeti neredeyse bir nükleer reaktör kadar olan yakıt zenginleştirme tesisi kurmaz. Dünyanın en çok uranyum rezervine sahip birkaç ülkesinden Avustralya'da, yapılması düşünülen zenginleştirme tesisinin sadece yapım maliyeti 2 milyar 500 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Hadi, diyelim ki asıl amaç Türkiye'nin yakıt ihtiyacını karşılamak değil, İran'ı nükleer silah yapmaya götürecek zenginleştirme tesisini kurmaktan vazgeçirmek. Parayı "stratejik ortak" Amerika verdi, uranyumu Kanada gönderdi ve biz burada tesisi kurduk. İran'ın bu teklifi kabul edeceğini kim söyledi? 2005 yılında İran'a benzer bir teklif Rusya tarafından yapılmış ama kabul görmemişti. Bu konuda yazıp çizen yazarlar, konuyu manşetlerine taşıyan gazeteler, keşke neden İran'ın kendisine halihazırda yakıt gönderen, teknoloji desteği veren Rusya'ya değil de ABD'nin "stratejik ortağı" olduğunu söyleyen Türkiye'ye güveneceğini de açıklayıverselerdi! Ya da yazmadan önce biraz internette sörf yapsalardı!

Bütün bu radyoaktivitesi bol yazıların hiçbirinde, Türkiye'nin Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşmasını (NPT) 1980 yılında onayladığına rastlamazsınız. Dolayısıyla zenginleştirme tesisi kursa bile Türkiye'nin nükleer silah yapamayacağı, yaparsa hem AB hem de NATO gibi üyesi bulunduğu birçok örgütten uzaklaşmak zorunda kalacağı bilgisi bu haber ve yazılarda yok. Ne de olsa haberin "seksiliği"ne dokunmak karizmayı çizer. Yine bu yazıların hiçbirinde Türkiye'nin nükleer enerji üretme faaliyetleri içinde yapacağı tüm çalışmaların Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı tarafından denetleneceğini, en ufak bir "gizli" ya da "açık" silahlanma niyetinin dışa bağımlı bu teknolojinin destekçileri tarafından affedilmeyeceğini göremezsiniz. Kısaca, Türkiye'nin bir başka dışlanmış Pakistan ya da İran olmadan nükleer silaha sahip olamayacağını tüm nükleerciler dahil herkes bilir ama size söylemezler. Çünkü her an 'saldıraya uğrayacağız' korkusuyla yaşayan halkımız için nükleeri kabul etme gerekçesi olarak elde bir tek "nükleer güç" olma yutturmacası kalmış. Tehlikesi malum, fiyatı ortada, dışa bağımlı bir teknolojiden bahsediyoruz. Gerçek olmasa da bu yutturmaca, nükleer santral pazarlamasında işe yarıyor. Bu nedenle sevgili köşe yazarlarımıza fikir veren "nükleer uzmanlar"ın birkaçı dışında hepsi, bu konuda gizli bir ittifak yapmış gibi ses çıkarmıyor. Ayrıca, bu nasıl uzmanlıktır ki, dünyada toryumla çalışan, ticari bir tek nükleer reaktör dahi yokken herkes, "toryum bizi kurtaracak" çığlıkları atabiliyor?


Dikkatli baktığınızda falanca yerde santral yapılacak, zenginleştirme tesisi kurulacak haber ve yazılarının birçoğunda, haberin kaynağına da rastlayamazsınız. Kim demiş, ne zaman demiş belli değil. Gazetelerde yazan köşe yazarlarının pek çoğu her gün yazmak zorunda bırakıldığı ya da her gün yazma zorunluluğu hissettikleri için asıl amaç günü kurtarmaktır. Gazetelerde çalışan muhabirlerin uzmanlaş(tırıl)madığı, "uzman" muhabirlerin de çoğu zaman köşe tutanlardan daha fazla bildiği için pek sevilmediği durumu değişmedikçe bilgi kirliliği kaçınılmaz.




Yaşanan bilgi kirliliğinin tek ortak noktası ise nükleer enerjiyi öyle ya da böyle savunmak. Aklı başında yazarların da kolay kolay bu karambolde ortaya çıkıp "Nükleer enerji pahalıdır", "Nükleer atık sorunu on binlerce yıl başımıza bela olur" veya "Bunun sızıntısı, kazası var" diyecek cesareti kalmadı sanırım. Anlayacağınız durum gerçekten vahim. Sanki, Türkiye'de kamuoyu nükleer konusunda ikna olmuş, herkes evinin bahçesine nükleer santral kondurmak için harekete geçmiş gibi bir hava yaratılmak isteniyor. Nükleere ilgi gösteren firmaların en hassas olduğu konu, kamuoyunun tepkisi. Hükümet bunu biliyor ve gerçek ortaya çıkacak diye ödü patlıyor. Tartışmanın olmadık konular üzerinde yapılması için aslı astarı olmayan demeçler veriliyor. Tartışılacak mesele zorunlu bir tercih olmamasına rağmen nükleer santral kurmakta ısrar eden AKP'nin siyasi kararıdır, toryumla mı uranyumla mı çalışsın değil. Nükleer santralın en doğru yapılanı bile tüm dünyada büyük tartışmalara neden oluyor. Gerektiğinde bu milyarlık tesislerin kapısına kilit vurulabiliyor. Halka rağmen yapılacak bir nükleer santral, bu işe para yatıran şirketlere de, Türkiye'ye de yerli bir Çernobil'e malolabilir.