bergama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
bergama etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Doğa için de adalet gerek

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Temmuz 2017

Türkiye tarihinin gördüğü en önemli eylemlerden birine şahitlik ediyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü’, tüm hak arayanların buluşma noktası oldu. Haksız yere işinden atılan devlet memurları, üniversiteden ihraç edilen akademisyenler, hapse atılan gazeteciler ve adalet arayan herkes için tüm ülke günlerdir ayakta. Türkiye’nin vicdan ve akıl sahibi insanları görebileceğiniz en demokratik eylemlerden birine imza atıyor.

Adalet arayışı karşısında hükümetin verdiği yanıtlar tatmin edici değil. “Yok şunun için yürümediniz, yok şunlarla beraber yürüyorsunuz…” Geçiniz… Hükümet, Türkiye’de adalet sorunu yoktur diyemediği için türlü bahane ve tehditlerle bu yürüyüşü durdurmaya çalışıyor.  Başaramıyor. Belli ki adaletsizlik bu ülkede herkesin sabrını taşırmış, korku duvarı aşılmış.

Herkes biliyor ki adalet yürüyüşü bir başlangıç. Yürüyüş bu ülkede hiçbir şeyin yolunda olmadığının göstergesi ve yoluna girene kadar da sürecek. Adalet çağrısı bugün yollarda, 24 Temmuz’da Cumhuriyet gazetesinin tutuklu gazetecilerinin yargılandığı Çağlayan’da yankılanacak. Ta ki ülkedeki herkesin adaletle ilgili en ufak bir kuşkusu kalmayana dek.

Üç haftaya yakın süredir Türkiye’nin gündemini adalet yürüyüşü belirliyor. İktidarın, AKP Genel Başkanı Erdoğan’ın televizyonlarda durmadan şikayet ettiği, ana muhalefetin ise ülkenin kanayan yarasına çözüm bulmak için çalıştığı günlerdeyiz. Sadece bu durum bile yürüyüşün başarıya ulaştığını göstermeye yeter. Muhalefetin yapması gereken gündemi belirlemeye devam etmek. İktidarın güç kaybının devamı, yarattığı suni gündemlerin yerine bu ülkenin gerçek sorunlarının konuşulmasına bağlı.

Bergama’da adalet var mı?
Adalet meselesini bu köşeye taşımam boşuna değil. Alın size Bergama’daki altın madeninin hukuk sürecinden bir örnek. Madenin 2009 yılında verilen ÇED raporu iki hafta önce iptal edildi. Raporun bölgedeki bitki ve hayvan yaşamına dair bulguları eksik bulundu. Madenin 30 gün içinde kapatılması gerekirken şirket birkaç gün içerisinde yeni bir ÇED raporuyla ilgili bakanlığa başvuruda bulundu. Kağıt üzerinde yapılan düzeltmeler doğadaki tahribatı önler mi? Önlemez elbette.

Madenin eski sahibi ‘FETÖ’cü çıktığı için madeni şu anda TMSF yönetiyor; devletin kendisi. Devlet, “bu maden sekiz yıldır yanlış bir ÇED raporuyla yönetiliyormuş, biz ne yaptık” diyeceğine, hukuku hiçe sayıp yeni bir ÇED raporuyla madeni işletmenin yolunu arıyor. Adalet dediğiniz bu mu? Bu Bergama’da toprağını, suyunu korumak isteyenlerin kazandığı kaçıncı hukuk zaferi? Hepsinde adaletin dediği değil şirketlerin istediği oldu. İşte insanlar bu yüzden yürüyor.

Adalet Akkuyu’da da sınav veriyor
Çevre meselelerindeki adaletsizliğe trajikomik bir örnek de verelim. 2 Mart 2017 tarihinde Birgün’de yazmıştık. Akkuyu Nükleer Güç Santralı’na karşı açılan davaları neticelendirmek için fikrine başvurulan bilirkişi heyeti, hazırladığı raporun Kyoto Protokolü’yle ilgili bölümünü Wikipedia’dan kopyalayıp yapıştırmıştı. Üstelik alıntılanan bilgilerin neredeyse hepsi yanlıştı. Bu bile o bilirkişi raporunun geçersiz kabul edilmesini gerektirir. Kopyala yapıştır hazırlanan rapor, 80 milyonun hayatını riske atacak nükleer santral konusunda fikir veren bilirkişinin yeterliliğini sorgulatır. 29 Nisan 2017’de Wikipedia’ya getirilen yasak ise bilirkişi raporunda kullanılan bilgileri yasadışı yaptı. Türkiye’de yaşayanların girmesinin yasaklı olduğu siteden alınan bilginin Danıştay’a verilen rapora konması normal mi? Danıştay bilirkişi heyetinin raporuna bakarak nükleerin ÇED raporuna onay verirse, yasaklı bir siteden (bazı terör örgütleriyle Ankara'yı ilişkilendiren içeriklere sahip olduğu gerekçesiyle kapatılan) alınan yanlış bilgiler ışığında hukuki bir karar almış olmayacak mı? Böyle bir karar adil kabul edilebilir mi?
 
Çevreciler bu düzene isyan etmeyip, adalet için yürümesin de ne yapsın?    

Yeni doğan çocuğa altın takılmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Temmuz 2015

Artvin Cerattepe’de dostlar 20 yıldır madencilere karşı nöbet tutuyor. Artvin’in içme sularını sağlayan Cerattepe’de, Mehmet Cengiz’e ait Özaltın şirketi bakır madeni açmak istiyor. Aynı bölgede altın da var. Bakıra izin verilirse altın madeni de kapıda. Mehmet Cengiz’in hükümetle ilişkisini anlatmaya gerek yok. Mevcut yönetim Artvin’in tüm içme suyunu zehirleyeceğini bilse bile Cengiz’e hayır demez. Artvin Valisi şimdiden Cengiz’e devlet desteği sağlamışa benziyor. Mehmet Cengiz’in yazmaya elimin gitmediği meşhur ‘vecizesi’ Artvinlileri de kapsıyor olmalı.

Bilin ki bu işte bizim de payımız var. İnkar etmeyelim. Geçen hafta gittiğiniz düğünde taktığınız altın bilezik, yeni doğan bebeğin beşiğine iliştirdiğiniz çeyrek altının masum olduğunu düşünmeyin. Bugün Dersim’in Ovacık ilçesindeki Havaçor Vadisi’nde yine altın madeni açmak için hazırlık var. Nedeni, o sarı metale verdiğimiz değerden. İzmir’in tek temiz su havzasında, Efemçukuru’nda altın çıkarılıyorsa, Bergama’nın bereketli ovalarında altıncılar her türlü hukuk kararına rağmen hüküm sürüyorsa, bu işle ilgimizin olmadığını düşündüğümüz için.

Bir altın madencisine altının ekonomiye katkısını sorun. Size ballandıra ballandıra anlatır. Altın olmazsa herkesin işsiz kalacağını, ekonominin batacağını söyler. Cep telefonunuzdan, bilgisayarlara altın kullanıldığından bahseder. Halbuki çıkardıkları altının büyük bir bölümü süs eşyası ya da yatırımcılar içindir.

Televizyonlar, elektronik aletler için bize altın lazım diyenlere kanmayın. 2014 yılındaki 4 bin 410 tonluk altın talebinin sadece 346 tonu (yüzde 8’e yakını) teknoloji alanında kullanıldı[1]. Geçen yıl tüm dünyada geri kazanılan altın miktarının bin 175 ton olduğunu düşünürseniz, elektronik aletler için gerekenin üç katı miktarda altının sadece halihazırda çıkarılmış altınlardan karşılanabileceğini görürsünüz[2]. Yeni altın madeni açmadan hatta mevcutlarını kapatarak bile bu ihtiyaç karşılanabilir. Sadece merkez bankalarının altın rezervleriyle, yatırımcıların ellerindeki altınların bu talebi 180 yıldan fazla karşılamaya yeteceği söyleniyor[3]. Dünyada bugüne kadar çıkarılmış altın miktarı hesaba katılırsa bu süre 450 yılı bulabilir[4]. Yeni altın çıkarmadan tıptan, elektroniğe tüm gerekli altın ihtiyacını karşılayabiliriz. Bugün gördüğünüz tüm altın madenlerinin asıl nedeni şirketlerin size bilezik, kolye ve çeyrek altın satıp kâr etmek istemesi.  

Artvin’de 20 yılı bulan direniş sizi şaşırtmasın. Altıncılar bir kez ortaya çıktı mı kolay kolay gitmez. Dersim’deki maden hikayesi de farklı değil, yıllardır bir hayalet gibi Ovacık’ın üzerinde dolaşıyor. Halk kovuyor, şirketin adı, sahibi değişiyor ve altın madeni kabusu geri geliyor. Bergama’da da öyle olmadı mı? Alman vakıflarından girip, cemaatten çıktılar ve madeni güzelim topraklara kondurdular. Komplo teorici milliyetçileri kandırdılar, karşı çıkan çevrecilere saldırdılar. Bu süreç içinde kimse çıkıp, “yahu, kimin bu altına ihtiyacı var” diye sormadı. Şimdi Ege’nin bereketli toprakları kimyasal atıklarla, siyanürle iç içe yaşamak zorunda.

Altın denen illetten bir an önce uzaklaşın. Hediye mi alacaksınız? Koyun altın ederi parayı bir zarfa uzatın gelin ve damada. Olmadı adlarına fidan dikin, evlerine bir eşya alın, hediye çeki verin. Altını yastık altına atan ve süs için kullananlar arasında Hindistan, Çin, Türkiye ve Orta Doğu ülkelerinin başta geldiğini unutmayın. Çözümün parçası olun.

Boynunuzda, bileğinizde ve parmağınızda o sarı bela olmadığında daha güzelsiniz. Bebeklere, yeni evlilere altın takıp hepimizin geleceğiyle oynamayın.
 

[1] Dünya Altın Konseyi.
[2] Dünya Altın Konseyi.
[3] Earthworks.
[4] ABD Jeolojik Araştırmaları Kurumu.

İztuzu bir dönüm noktası olabilir

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Şubat 2015

Türkiye’nin çevre mücadelesi tarihine bakınca onlarca farklı direniş görürsünüz. Bunların her biri, eylem biçimi, mücadelenin bileşenleri, yeri ve sonuçları açısından farklılıklar içerir.  

Mersin Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santrale karşı 40 yıldır yürütülen mücadele bunlardan biri. Yüksek teknolojinin iyi kabul edildiği, nükleer silahın koruyucu sanıldığı dönemde ikisine de hayır denmesi genel yargıların tersineydi. Herkesin teknolojiyi kutsadığı bir dönemde ‘ileri teknoloji’ nükleere direnmek Türkiye’deki ekoloji hareketi için bir dönüm noktası oldu. “Her teknolojik gelişim iyidir” tabusu yıkıldı. Direnişi Taşucu Balıkçılık Kooperatifi ile İçel Tarımsal Amaçlı Kooperatifler Birliği’nin Başkanı Arslan Eyce’nin başlatması ise ayrıca önemli. Sadece ‘çevrecilerin’ değil, nükleer santralden en önce kendilerinin zarar göreceğini düşünen üreticinin mücadeleye sahip çıkması kayda değerdi.

Gökova (Kemerköy),Yatağan ve Aliağa termik santrallerine karşı farklı gruplarca ama benzer eylemlerle sürdürülen mücadele de kritikti. Şimdi aramızda olmayan Saynur Gelendost’un ölüm orucu bireysel eylemlerin önünü açtı. Aliağa, İzmir’i sokağa dökerek çevre sorunlarını bulunduğu yerin dışına taşımış, merkezi politikaların da ilgi alanına sokmuştu. 90’ların termik santral mücadeleleri çevre sorunlarının geniş kitlelerce sahiplenilmesine yol açtı.

Yatağan da ise termik santralden zarar gören çiftçiler tazminat davaları açtı, sonuçlar benzer davalara emsal teşkil etti. Doğaya verilen hasarın ekonomik değeri belgelendi. Yatağan’da yaşayan ve kirli hava yüzünden sorun yaşayanların birçoğu santralden para kazanıyordu. Santralin kapatılmasını değil, filtre takılmasını istiyordu. Yatağan da bu açıdan diğer mücadelelerden farklıdır. Oradaki talep Gökova ve Aliağa kadar ‘radikal’ değil daha çevrecidir. Çevrecidir çünkü sitemi değiştirmeyi değil, sistem içinde çözüm bulmayı ister.    

Bergama’da altın madenine karşı yürütülen mücadeleyle, söz de saz da köylülerin eline geçti. Hareketin önderliğini kentli ekolojistler, çevreci veya yeşiller değil köylüler yaptı. Son yıllarda görülen HES karşıtı mücadeleyi, benzer maden karşıtı mücadeleleri Bergama’ya borçlu olduğumuzu söyleyebiliriz. Yine Bergama sayesinde çevre alanında verilecek hukuk mücadelesinin önemi de doruğa çıkmıştır.

Greenpeace’in doğrudan eylemleri, şiddet içermeyen, sivil itaatsizlik eylemlerinin Türkiye’de yaygınlaşmasını sağladı. Şiddetsiz, itaatsizlik eylemlerinin gücü Cumartesi Anneleri, Duran Adam gibi onlarca örnekle tekrar tekrar ispatlandı.

Park Otel mücadelesi de bir tabuyu yıktı. “Yapılan yıkılmaz” söylemi tarih oldu. Medya ve lobi gücüne sahip büyük bir şirketin inşa ettiği otelin kaçak katları, halkın baskısı ve dönemin belediye başkanı Nurettin Sözen’in çabalarıyla yıkıldı. Bugün, Gökkafes ve Zeytinburnu’ndaki gökdelenleri yık(a)mayan politikacıları gördükçe, bu mücadelenin önemi daha iyi anlaşılıyor. Park Otel mücadelesi, 3. Köprü ve Gezi’ye kadar uzanan kent mücadelelerine de ışık tuttu. 

Önemli bir çevre mücadelesi de İztuzu’da verildi. Türkiye’nin ilk Özel Çevre Koruma Bölgesi içinde yer alan ve 1988’den bu yana korunan İztuzu Kumsalı’ndaki son direniş de başarılı oldu. Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce, İztuzu’daki ihaleyi iptal ettiğini ve plajda artık hiçbir ticari faaliyete izin vermeyeceğini açıkladı. Denize girilebilecek ama şezlong ve şemsiye bile olmayacak.

Bakan Güllüce sözünde durursa bu eskisinden de iyi bir durumun müjdecisi olabilir. Deniz kaplumbağalarının bir başka yuvalama alanı Çıralı’da bölgenin korunması, yöre halkının turizme katılmasıyla olmuştu. Çıralı da denetim sorunlarına rağmen iyi bir örnek sayılabilir çünkü o plajı sahiplenmek isteyen dev oteller değil tek katlı köy evlerinde pansiyonculuk kazandı. İztuzu’da ise ilk kez deniz kaplumbağalarından başka kimsenin çıkarına olmayan bir durum savunuluyor. Her şeyin insanlar için olduğunu düşünen bir ülkede İztuzu’nun ‘Caretta caretta’lara bırakılması önemli bir dönüm noktası olabilir.

Ovalar, nehirler, dağlar için...

31. İstanbul Film Festivali'nin çevre temalı filmleri gerçekle yüzleşmek isteyenler için iyi bir fırsat. Ovalarında, nehirlerinde ve dağlarında olan biteni göremeyenler için de iyi bir hatırlatma niteliğinde. 

Özgür Gürbüz-Birgün/10 Nisan 2012

Beyaz perdeye yansıtılan görüntüler bazen hayalleri bazen de görmediğimiz ya da görmek istemediğimiz gerçeği konuk eder. 31. İstanbul Film Festivali, başta belgesel kuşağı olmak üzere 'çevre' temalı birçok filme salonlarını açmışa benziyor. Gerçekle yüzleşmek isteyenler için iyi bir fırsat. Ovalarında, nehirlerinde ve dağlarında olan biteni göremeyenler için de iyi bir hatırlatma niteliğinde.

Büyülü Krallık filminden bir sahne. Kaynak: www.iksv.org
Geçen yıl, yönetmen Iciar Bollain'in 'Yağmuru Bile' filmi beni çok etkilemişti. Suya erişim hakkını ve Bolivya'daki yerlilerin mücadelesini bir filmin içerisine yedirmeyi başararak belgesel hüviyetinden çıkarılmış bir çevre filmi izlemiştik. Bu yıl ise çevre filmlerini izlemeye Başkaldıran Toprak ikilemesiyle başladım. Serinin ilk filmi Arjantin'de altın madenciliğinin içyüzünü ortaya çıkaran, doğaya verilen zararı biraz da halkçı bir bakış açısıyla anlatan önemli bir belegesel. Konuya duyarlı olanlar için öykü çok tanıdık. Hükümet ve yerel idarecileri tavlayan çokuluslu maden şirketleri, sömürülen doğa, iş vaadiyle kandırılan halk ve madenlerden geriye kalan siyanür havuzları. Fernando Solanas'ın belgeselindeki altın madeni görüntülerine ve açılmış dev çukurlara dikkatlice bakmanızı öneririm. Bu fotoğrafların aynısını Türkiye'de, örneğin Bergama'da görmek mümkün ancak ne siz o fotoğrafı çekebilecek kadar madene yaklaşabilirsiniz ne de Türkiye'deki ana akım gazetelerde o fotoğraflar yayımlanır. Madencilerin reklam gelirleri ve hükümetle ilişkileri buna engel. O nedenle benzer bir belegeselin Türkiye'de çekilebileceğinden emin değilim. İyisi mi siz, Arjantin'i Türkiye'ymiş gibi izleyin.

Solanas'ın serisinin ikinci filmi ise petrolü konu alıyor. Arjantin'deki petrol rezervlerinin nasıl yabancı şirketlere devredildiğini, bu uğurda hükümetlerin nasıl devrildiğini anlatıyor. 'Kara Altın' konulu serinin ilk filmi kadar sağlam bir altyapıya sahip olmasa da izlemeye değer. İkinci filmdeki anti-emperyalist bakış açısı petrol sahalarının kimin elinde olduğuna o kadar çok odaklanıyor ki, mesele çevre sorunlarına ve küresel ısınmaya geldiğinde ortaya bir çelişki çıkıyor. Sahaların halka geri verilmesinin petrolün yarattığı çevre sorunlarının çözümüne ve özellikle de küresel ısınmanın durdurulmasına neden olmayacağı açık. Belgesel bu sorunları görüyor ama çözüm önermiyor. Bu yüzden ufak bir çelişki yaşasa da yine ibretlik bilgiler ve görüntüler içeriyor.

Festivalin çevre alanında en başarılı filmlerinden biri de kentleşme ve kentsel dönüşümü ele alan Ekümenopolis. Bu yapıtın başrol oyuncusu ise İstanbul. İmre Azem'in filmi Ekümenopolis'i mutlaka izlemeli ve kentsel dönüşüm konusunu filmi izledikten sonra tekrar düşünmelisiniz. Fimin sonlarına doğru biraz tekrara düştüğünü düşünsem de, başlangıçtaki animasyonlar ve konusu itibariyle çok önemli bir boşluğu doldurduğu inancındayım. 

Festivalin çevre filmleri listesi bu kadarla kalmıyor. Henüz izleyemediğim Küreselleşme Üçlemesi'nin yönetmeni Micha X Peled, GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar), ucuz işgücü ve büyük süpermarketlerin hegemonyasını üç farklı ülkeden, Çin, Hindistan ve ABD'den örneklerle anlatıyor. Bu üç belgeselin toplam sekiz ödül aldığını belirtelim. Unutulan Topraklar, Türkiye'de nükleer enerji tartışmalarına Çernobil'den bir mesaj iletiyor. Büyülü Krallık ise beni heyecanlandıran bir film. Festival kataloğunda bu film için, 'ıssız bir gölde geçiyor' denmiş. İçinde insan olmayınca 'ıssız' deme cesaretini gösterdiğimiz bu göl acaba gerçekten de o kadar ıssız mı? Festivalin göze çarpan bir başka çevre filmi ise yine tanıdık sahnelere sahip. İstanbul Sokak Köpekleri adlı film, Kültür Başkenti adına köpeklere çektirilen eziyeti konu alıyor. Dileriz birgün bu ülkede çekilen çevre filmleri de bizlere insanların doğaya çektirdiği acıları değil diğer canlılarla birlikte yaşamayı öğrenmiş bir ülkeyi gösterir.

HES’leri yaptıktan sonra halkın fikrini alacaklar

Özgür Gürbüz-Birgün / 25 Mart 2012

Türkiye’de 543 adet hidroelektrik santralin (HES) yapımı sürüyor. İnşası süren HES'lerin kurulu gücü 15 bin megavatın üstünde. Şu anda Türkiye'nin tüm santrallerinin kurulu gücünün neredeyse üçte birine eşit. Birçok HES projesine halk karşı çıkıyor. Süren yüzlerce dava, mahkemelere taşınan onlarca eylem var. Sorunun çözümü için elle tutulur bir faaliyet yürüten yok. Örneğin Aarhus Sözleşmesi gibi, çözümde etkin rol oynayabilecek, halkın taleplerini hukuk desteğiyle güçlendirecek bir mekanizmanın adı bile geçmiyor. Neden? Nedenini Dışişleri Bakanlığı açıklamış!

İzmir Barosu Dışişleri Bakanlığı’na Türkiye’nin neden Aarhus Sözleşmesi’ne imza koymadığını sormuş. Aarhus Sözleşmesi, çevresel konularda bilgiye erişimi kolaylaştırmayı, halkın katılımının sağlanmasını ve yargıya başvurulmasında kolaylık sağlayacak düzenlemelerin yapılmasını içeriyor. Uzun adı her şeyi açıklıyor zaten: “Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru” sözleşmesi.

Dışişleri Bakanlığı’nın 21 Şubat 2012 tarihli yanıtı aynen şöyle: “Ancak, Aaarhus Sözleşmesi’nin yargı yoluna başvuru başlıklı 9. maddesinin 1. bendinde, taraf devletlerin, bilgiye ulaşma istemi yanlış biçimde kısmen ya da tamamen reddedilen, ya da gerekli biçimde incelenmeyen herkesin, ulusal mevzuat çerçevesinde, yargı yoluna başvurmasını garanti edeceği hükme bağlanmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de alınan (örneğin bir baraj inşaatıyla ilgili olan) ve çevreyi etkileyebilecek nitelikte, karar sürecindeki bilgiye ulaşılmak istenmesi ve bu istemin reddedilmesi halinde, herhangi bir yabancı Türkiye’de idari dava açabilecektir. Yargı sonucunda alınan karar hükümetleri bağlayan yürütmeyi durdurucu nitelikte olabilmektedir”.

Evet, Aarhus Sözleşmesi söz konusu projelere itirazı, radyasyondan gürültü kirliliğine kadar birçok konuda bilgi edinmeyi kolaylaştırıyor, projelerin engellenmesi için evrensel bir ilkeyi de kuvvetlendiriyor. Bu ilkenin adı ‘uygun olmama’. Halk istemezse, proje çevre için zararlıysa, halktan bilgi gizleniyorsa o projeyi yapan şirket veya devletin işi zorlaşıyor. Yerel halk oylamalarının önü açılıyor. Fena mı? Tabi ki değil. Dışişleri’nin yanıtı aslında bir itiraf gibi. Yapılan HES'lerin, termik ve nükleer santrallerin hepsinin uluslararası standartlara uygun olmadığının ipuçlarını veriyor. Sözleşme, çoğu Avrupa ülkesi 40’ın üzerinde devlet tarafından tanınmış durumda. O ülkelerde sorun olmuyor da neden bizde sorun oluyor? Projeleriniz çevreciyse Aarhus Sözleşmesi'nden korkmanıza gerek yok. Ama değilse…

İklim değişikliği konusunda başmüzakereci sıfatına da sahip Mithat Rende imzalı yanıtta en çok hidroelektrik santral projelerinin baltalanmasından korkuluyor. HES’ler için ağaçların baltalanmasından çekinmeyen devletimiz şöyle diyor: “Ülkemiz açısından büyük önem taşıyan sınıraşan sular kapsamında gerçekleştirilmesi öngörülen büyük baraj ve HES projelerine ilişkin olarak kıyıdaş ülkelerin birinin vatandaşı olsun ya da olmasın her ülke vatandaşı gerektiğinde projeleri durdurma imkanına sahip olacaktır”. Hükümet ağzındaki baklayı çıkarıyor, sorun dış mihraklar! Bahsedilen projelerin büyük çoğunluğu da GAP'taki (Güneydoğu Anadolu Projesi) barajlar olmalı, örneğin Hasankeyf'i sular altında bırakacak Ilısu Barajı gibi. İşin komik tarafı, verilen yanıtın içinde ‘gerektiğinde projeleri durdurma imkanına sahip olacaktır’ denmesi. Madem bir gereklilik söz konusu, niye kızıyorsunuz ki?

Türkiye Aarhus Sözleşmesi’ne imza atarsa, çevreyi etkileyebilecek her türlü faaliyetle ilgili bilgileri halkla menfaat ilişkisi aranmaksızın vakit geçirmeden paylaşmak zorunda kalacak. Yargıya başvurunun önündeki mali ve diğer engellerin ortadan kaldırılması ya da azaltılması için uygun yardım mekanizmalarının kurulması sağlanacak. Bu, neden önemli? Önemli çünkü HES ve diğer çevre sorunları için açılan davalarda bilirkişi ücretleri davacı köylülerin başına yıkılıyor, dava açmak oldukça pahalı bir iş haline getiriliyor. Bilirkişi ücretleri bir uzman için 15 bin lirayı bulabiliyor ve davacılardan peşin alınıyor. Dava kazanılırsa ücret geri veriliyor, kazanılmazsa verilmiyor. İneğini satıp bilirkişi ücretini ödemeye çalışan köylünün haberini hatırlayın. Bugün onlarca çevre davası var ve bu bilirkişi ücretleri, cebinde parası olmayan halk karşısında şirketlerin en büyük kozlarından biri.

Aarhus’un bir başka yararıysa halkın katılımının sağlanması olacak. Daha da önemlisi halkın ne dediği ciddiye alınacak. İki örnek vereyim. Bergama’daki altın madeni ve Akkuyu’da kurulması düşünülen nükleer santral için yöre halkı sandık başına gitmişti. Köylüler, iki mini halk oylamasında da madene ve nükleere ‘hayır’ demişti. Aarhus’a imza atmış olsaydık bu iki anlamsız ‘yatırımı’ tartışmayacaktık bile. Bugün yöre halkının ne düşündüğünü ipleyen yok.

Devlet bunun farkında, sözleşmeyi imzalamaya yanaşmıyor hem de AB'ye giriş için olmazsa olmazlardan biri olmasına rağmen. Hükümet, aynı Kyoto Protokolü’nde olduğu gibi Aarhus'u da 'kalkınma' dedikleri aslında kolektif bir yıkımdan başka bir şey olmayan faaliyetlerinin önünde bir engel olarak görüyor. Kısaca, önce talan edilecek, iş işten geçtikten sonra da imza atılacak. Avrupa Birliği sürecinin yavaşlatılmasının arkasında yatan nedenlerden biri de bu olmalı.

Avrupa Birliği'ne giden yol Bergama'dan mı geçiyor

Bergama'da siyanür liç yöntemiyle altın çıkarılmasına karşı mücadele eden köylüler geçtiğimiz gün ikinci tazminat davasını da kazandı. Türkiye, 315 köylüye toplam 945 bin euro tazminat ödeyecek. Bin 479 köylünün açtığı dava sırada, 10-15 bin kişinin de dava açma olasılığı var. Türkiye'nin Avrupa Konseyi'nden ihraç edilmesi de olanaklar dahilinde.

Özgür Gürbüz - Analiz / Nisan 2006 *

Dünyanın en ünlü tarihçisi Heradot bir daha Bergama'dan geçse, herhalde "siyanürlü altına" karşı mücadele eden "Hopdediks" lakaplı Bayram Kuzu ve arkadaşlarının mücadelesini de notları arasına yazardı. Nereden bakarsanız bakın, Bergama'da "bir avuç köylü"nün başlattığı hareket, Türkiye'nin en uzun soluklu çevre hareketlerinden biri oldu ve olmaya da devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından Türkiye'ye verilen toplam 945 bin euro'luk ceza son olmayacağa benziyor. Köylülerin avukatları, Türkiye madeni çalıştırma konusunda ısrar ederse, Avrupa Konseyi'nden bile ihraç edilebileceğini söylerken, yüzlerce köylü de tazminat talebiyle dava açmaya hazırlanıyor.

Bergama'daki çevre hareketinde bu AİHM'nin köylüler ya da çevreciler lehine verdiği ilk karar değil. Bir başka örnek de, 2004 yılında alınan ve artık Bergama eski Belediye Başkanı Sefa Taşkın'ın adıyla anılan tazminat kararı. Gerekçesi özel yaşama saygı ve adil yargılama haklarının ihlali olan "Sefa Taşkın Kararı" aslında bu son kararın ve muhtemelen önümüzdeki günlerde sonuçlanacak bin 479 köylünün başvurusu sonucu çıkabilecek diğer kararın habercisiydi. AİHM için emsal kararlar arasına giren bu karar ilk kez belgeden çok risk tehlikesine dayanılarak alınmış bir karar olarak tarihe geçti. İzmir Barosu eski Başkanı Avukat Noyan Özkan, bu kararla AİHM'nin çevre koruma konusunda muhafazakar tutumundan sıyrıldığını söylüyor. Özkan, "Eskiden sebep sonuç ve nedensellik bağı aranıyordu. Toz, duman dediğinde doktor raporun var mı diyordu. Bu davada özellikle o yöredeki siyanür liç yöntemiyle yapılan maden işletmesi ve kimya tesisinin, yeraltı sularına karışma; havada, toprakta ve yakın çevrede yaşayan insanların sağlığını etkileme riski gözönüne alındı" diyor.

Tazminatları kim ödeyecek?
Şu ana kadar verilen 1 milyon euro'yu geçen tazminatlar ve sırada bekleyen yüzlercesi bu tazminatların kim tarafından ödeneceği sorusunu da akla getiriyor. İlk planda Maliye Bakanlığı bu tazminatları ödemekle yükümlü merci olarak ön plana çıksa da, Özkan başka bir noktaya dikkat çekiyor: "Alınan kararları uygulamayan, gereğini yerine getirmeyen herkes, ilgili bakanlar, müsteşarlar, genel müdürler, Dışişleri, Çevre ve Orman Bakanlığı, Başbakanlık Müsteşarı, ilgili valiler, İl İdare şube başkanları kişisel olarak sorumludur. Ağır kişisel kusurları nedenleriyle Maliye Bakanlığı, hazine zararına yol açan bu rakamların rücuen tahsili için talepte bulunmak ve ödenmediği takdirde dava açmak zorunda". Benzer bir dava açabilecek 10-15 bin kadar daha kişi olduğunu söyleyen Özkan, 2004'ten beri yetkilileri uyardığını, AİHM kararı uygulanmadığı sürece bu tazminat davalarının sırayla geleceği ve zararın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının cebinden çıkacağını söylüyor.

Altının çoğu takılar için (Ah şu beşi bir yerdeler!)
Bugün dnyada çıkarılan altının yüzde 80'i günlük hayatta kullandığımız mücevherlere dönüşüyor. Mücevher talebi ve altın cevherlerine ulaşmak için derinlere inilme zorunluluğu altının fiyatını ons(35,274kg.) başına 563 dolara kadar yükseltti. Ekim 2005'te bu rakam 500 dolarlarda seyrediyordu. Gelişmiş ülkelerde arttırılan standartlar da maliyetleri yükselten bir başka etken. 1 ons altın için 30 ton kaya-toprak kazılıyor. Amerika Çevre Koruma Ajansı'nın hesaplarına göre, ABD'deki tüm metal endüstrisinin madenlerinin rehabilitasyonu için 54 milyar dolarlık bir bütçeye gerek duyuluyor. Altın çıkarma işi de yüzeye yakın madenlerin tükenmesiyle giderek zorlaşıyor. Bugün, altının yüzde 70'i gelişmekte olan ülkelerde çıkarılıyor. New York Times'ta yayınlana bir makalede bunun nedeni olarak 2 etken gösteriliyor. Gelişmiş ülkelerdeki kaynakların tükenmesi ve çevrecilerin daha çok benimsediği sav olan, gelişmekte olan ülkelerdeki çevre standartlarının daha düşük olması. Doğru orantılı olarak Peru ve Guetamala gibi ülkelerde altın madeni sahibi şirketlere karşı protestolar oluyor. Dünya bakır üretiminde 3, altın üretiminde 6. olan Peru'nun hükümete bağlı Ulusal Çevre Konseyi, kapanmış madenlerin rehabilitasyonu için 1 milyar dolara ihtiyaç olduğunu söylüyor. Madenciler zaten bu konuda gerekli harcamaları yaptıklarını söyleyerek daha fazla para aktarmak istemiyor. Peru hükümeti ise lisansların daha kolay askıya alınacağı bir yasayla bu resti görmeye hazırlanıyor. İş yasalarla sınırlı kalsa iyi. 16 Mart 2006'da Papua Yeni Gine'de Amerika kökenli Freeport Madeni'ne karşı ayaklanan öğrenciler, 3 polis ve 1 askeri sopalarla döverek öldürdüler. Yerli halkla güvenlik güçlerini sık sık karşı karşıya getiren madenler konusu Yeni Gine'nin kaçak ağaç kesimiyle birlikte en büyük çevre sorunlarından birini oluşturuyor. 2001 yılında Papua Yeni Gine'de Avustralya merkezli BHP Billiton, oldukça karlı bir maden olan Ok Tedi madenini sürpriz bir kararla satmış ve İki bin 400 hektarlık yağmur ormanını yok ettikten sonra madenin kendi çevre standartlarına uymadığını söylemişti. Bu da pek çok kimseyi yine çileden çıkardı.

Hopdediks ve Asteriks'in bitmeyen mücadelesi
Türkiye'de kendilerine "Gandi" tarzı sivil itaatsizliği eylem biçimi olarak seçen köylüler ise yaklaşık 10 yıldır yaptıkları eylemlerde de şiddetsizliğe büyük oranda sadık kaldılar. Geçtiğimiz yıllarda hayata gözlerini yuman Bayram Kuzu, iriyarı gövdesi ve çizgili pijamasıyla "Hopdediks" olarak anılırken, yanında kısa boyu ve pos bıyığıyla Asteriks gibi kalan Oktay Konyar, yaptıklarının şiddetsiz bir demokratik tepki hakkı olduğunu söylüyor. Bergamalılar, yol kapatmayla başladıkları eylemlerini, 1996 yılının Aralık ayında yarı çıplak Bergama sokaklarında dolaşarak Türkiye'nin gündemine taşıdılar. 1997'de sekiz köyde sandık kurup referandum yaptılar. 2 bin 886 köylünün neredeyse tamamı madene hayır oyu attı. Yapılan protestolar içinde en serti ise 2005 Haziran'ında yaşandı. Bergama'nın Ovacık köyündeki madende çalışanlarla karşı karşıya gelinen protestoda taş ve yumurtalar havada uçuştu. Tüm bu eylemler, geçen 10 yıl içerisinde dikkatleri hep Bergama'nın üzerinde tuttu. Moğollar Grubu onlar için bir şarkı bile yaptı. Birçok kişi altın alyanslarını terk etti.

Konyar, mücadeleye başladığında 47 yaşındaydı şimdi ise 63. Devletin tazminat ödemesinden memnun olmasa da söz konusu olan insan sağlığı diyor ve önemli olanın halkın kazanması olduğunu söylüyor. Koza Altın İşletmeleri A.Ş. Yönetim kurulu Başkanı H. Akın İpek ise alınan son kararın madenin çalışmasına etki eden bir unsur olmadığını söylüyor. Akın, "Ovacık Altın Madeninin Koza Altın işletmeleri A.Ş tarafından satın alınmasından sonra , tesbit edilen eksikler, ÇED raporu dahil giderilmiş, tüm gereklilikler yerine getirilerek Gayri Sıhhi Müessese İşyeri Açma Ruhsatı alınmıştır. Bu nedenle İnsan Hakları mahkemesinin aldığı karar eski döneme ait bir karar olup Koza Altın İşletmeleri Ovacık Altın Madeni’nin çalışması ve yeni aldığı izinlerle alakalı değildir. Üretim sorunsuz ve kesintisiz devam etmektedir” diyor. Akın ayrıca alınan yeni kararın bir önceki tazminat kararının bir devamı olduğunu ve bu tazminatın da madenin daha önceki sahibi Normandy Madencilik A.Ş. döneminde oluşmuş bir zarardan değil, Bakanlar kurulunun aldığı prensip kararında ÇED raporu yerine TÜBİTAK raporunu baz alması nedeniyle idari işlemdeki usül hatasından kaynaklandığını söylüyor.

Avukat Noyan Özkan ise bu ilk 10 davada AİHM, hem 1997'de alınan Danıştay kararının uygulanmamasından hem de yörede yaşayan köylülerin özel ailevi yaşamlarının ihlalinden karar veriyor diyor. Bu kararı verirken de aynen Danıştay'ın gerekçesine iştirak ettiğini birkaç kez vurguladığını ve bu madenin coğrafi ve jeolojik konumu itibarıyla yörede yaşayan insanlara risk teşkil ettiği hususunda karar verdiğini söylüyor. 1997'deki bu karar ÇED olumlu belgesini iptal etmiş ve madenin çalışması zorlaşmıştı. Yine çevre avukatlarına göre karardan sonra yapılan tüm inşaatlar yasal değil. AİHM'de Danıştay kararına rağmen çalıştırılmasını neden gösteriyor. Bu durumda maden çalıştıkça tazminatlar da devam edecek diyor Özkan. Bergama'dan göçeni de, psikolojik tedavi göreni de var. Tüm bunlar bir "beşi bir yerde" için mi diye soramadan edemiyor insan.


"Türkiye Avrupa Konseyi'nden çıkarılır"
Av. Noyan Özkan
İzmir Barosu Eski Başkanı
Madenin adı Eurogold'tu, Newmont'tu Koza'ydı hiçbir şekilde farketmez. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 46. maddesi, taraf olmuş devletler, taraf oldukları davalarda mahkemenin kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt ederler ve bu konuda Bakanlar Komitesi görevlendirilir diyor. Türkiye 46. maddeye aykırı davranıyor ve biz Türkiye'yi şikayet ettik. Sefa Taşkın davasının mahkeme kararının içinde "Burada vatandaşlara ağır risk vardır" şeklindeki hüküm Türkiye'de uygulanmadığı ve maden işletmesi çalışmaya devam ettiği için. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi'ne yaptığımız başvurumuz incelemede. Oradan da yakında karar çıkacak. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, sen bu kararın içeriğini tam olarak uygulamadın, madenin çalıştırılması bu kararın içeriğine aykırı derse, Türkiye o karara uymak zorunda yoksa Avrupa Konseyi'nden çıkarılır. Türkiye'nin insan hakları ve çevre açısından presitiji Bergama kararını uygulamamakla paramparça ediliyor. Yapılması gereken Çevre ve Orman Bakanlığı'nın bütün verdiği izinleri hemen geri alması. Kimsenin bir tazminat talep etmesi de söz konusu değil. Türk Ticaret Hukuku'na göre, basiretli ve tedbirli bir tüccar gibi davranmak ve onlar da mahkeme kararlarına uymak zorunda.

Koza altın madenlerini satın alıyor
Koza Altın İşletmeleri A.Ş.'yle madencilik işine giren Koza Davetiye, Mart 2005'te Ovacık madenini 44,5 milyon dolara Newmont firmasından satın aldı. Beş ay sonra, Ağustos 2005'te ise yine Bergama'nın eski sahiplerinden Normandy firması ve Dedeman Madencilik tarafından kurulan Gümüşhane'deki Mastra altın madenini satın aldılar. Bu iki maden alanında toplam 7, tüm Türkiye çapında ise 38 adet ruhsatlı altın sahasına sahip olan Koza, en son olarak da Kasım 2005'te yine protestolara neden olan Balıkesir Küçükdere ve Eskişehir Kaymaz madenlerini de TÜPRAG şirketinden 5 milyon beş yüz bin dolara alarak altın madenciliğindeki atılımlarını sürdürdü. Bergama, Gümüşhane, Eskişehir ve Balıkesir'deki madenlerdeki altının değerinin 1,5 milyar dolara yakın olduğu tahmin ediliyor.

Moğollar Şarkı yaptı:

ÖLÜLER ALTIN TAKAR MI?
Yamaçlarda zeytin büyü, dallarında siyah altın
Ovasında tütün uyur, uyanınca sarı altın
Buğday eken altın biçer, pamuk desen beyaz altın
Çamurunda güzellik var, Kleopatranın pudrası
***
Bakırçay bu yediveren, almasını bilenlere
Ağaç kesip dağ delersen, uyanır uyuyan tanrılar
Referandum ettik gari, madenciye güle,güle
Siyanürü duyduk hele, ölüler altın takar mı?
***
Bergamaya yolun düşsün siyanürcü şirket duysun
Gördüğün dünya cenneti, sahipsiz toprak sanmasın
Gittim gördüm Bergamayı, sordum duyduğum belayı
Yüzler yere düştü ama umuduyla birlikteydi.
***
Siyanürcü güle, güle
Ölüler altın takar mı?

Söz: MANSUR BALCI
Müzik: TANER ÖNGÜR

Siyanür Liçi yöntemi nedir?
Yerüstü ve yeraltı madenlerinden çıkarılan cevher bir süre depolandıktan sonra kırıcılara götürülerek kırılır. Kırılan cevher burada öğütüldükten sonra suyla karıştırılır ve çamur kıvamına gelir. Daha sonra sodyum siyanür çözeltisiyle altın ve gümüş çözündürülür, aktif kömür üzerinde emdirilerek çamurdan ayrılır. Daha sonra karbon üzerinden sıyrılan altın ve gümüş elektrolizle katı hale dönüştürülür. Çamur da kimyasal bozundurma tanklarına gönderilir. Çevrecilerin en büyük itirazları iki noktada. Bu işlemler sırasında içerisinde siyanür de dahil olmak üzere birçok ağır metalin kaza sonucu doğaya karışması. İkincisi de atık barajlarında meydana gelen büyük çaplı sızıntılar. Aşırı yağış ve kar erimesinden dolayı 2000 yılında Romanya'nın Aurul madeninden taşan atık barajından yayılan ağır metaller, Tuna Nehri boyunca ilerlemiş ve Macaristan, Sırbistan ve Romanya'yı da etkilemişti. Geride 300 ton ölü balık ve 20 milyar dolarlık bir fatura bırakmıştı.


Hayri Öğüt
Koza Altın İşletmeleri
İnsan Kaynakları ve Halkla İlişkiler Müdürü

Hukuki ve çevre koşulları anlamında örnek bir noktadayız
Bu son karar bizi dolaylı yönden ilgilendiriyor. Ovacık madeni Eurogold zamanında yönetmeliğe tabi olmadığı halde bir ÇED raporu hazırlamış ancak Danıştay Çevre Bakanlığı'nın olumlu görüşünü iptal etmişti. Kararda, "olası risk faktörlerinin giderilip giderilmediğini tespiti yapılmadıkça izin verilmesinde kamu menfaati yoktur" denmişti. O dönemde deneme üretimi izni vardı. TÜBİTAK, bu risklerin giderilip giderilmediği için bir rapor hazırladı, Bakanlar Kurulu da bu rapora dayanarak prensip kararıyla madenin çalışmasına izin verdi. Bu süreçte 10 köylü AİHM başvurdu ancak maddi ve manevi tazminat taleplerinden sadece manevi talepleri (3 bin euro) kabul edildi. Arkasından başvuru yapan üç yüz köylünün talebi de kabul edildi; bu eski davanın bir devamıdır. Sırada bekleyen 1400 vekalet içinde bile madeni destekleyen kişiler var. Köylü, her birinize 3-4 milyar para gelecek deyince vekalet verdi. Madene olan desteğinin kendisine bir çıkar getirmediğini gören bir grup da var.
Koza madeni devraldığında Yönetim Kurulu başkanı Akın İpek'in bize çok net bir talimatı oldu. İpek bizlere, bu madenin çalışmasında Türkiye'nin imajını zedeleyecek hukuksal, çevresel ve yasal anlamında hiçbir eksikliğinin olmasını istemiyorum dedi. Bunun üzerine biz yeni yönetmeliğe uygun ikinci bir ÇED raporu hazırladık. Tekrar imar planları hazırladık, oturma ve inşaat ruhsatları aldık. Yeni çıkan Özel İdareler Yasası'na göre de 1. sınıf Gayri Sıhhi Müesseler (GSM) işyeri açma ve çalışma ruhsatı aldık. Gelinen noktada AİHM'in isteklerini de yerine getirmiş oluyoruz. Hukuka rağmen çalışan değil tüm yasal gereklilikleri yerine getirerek çalışan bir madeniz. Usul hatası olarak adlandırılan her türlü eksiği giderdik. AİHM'nin kararı ülkeye zarar vermek için alınan bir karar gibi geliyor bana. Biz eğer Bakanlar Kurulu kararıyla çalışmaya devam ediyor olsaydık, GSM ruhsatımız olmasaydı, AİHM'nin madeni kapatma konusunda da talebi olabilirdi. Şu an böyle birşey söz konusu değil. Hukuki ve çevre koşulları anlamında en kuvvetli noktadayız. Biz, AİHM'nin istediklerini de yerine getirdik.

* Bir bölümü Referans Gazetesi'nde yayınlandı.