Yeni doğan çocuğa altın takılmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Temmuz 2015

Artvin Cerattepe’de dostlar 20 yıldır madencilere karşı nöbet tutuyor. Artvin’in içme sularını sağlayan Cerattepe’de, Mehmet Cengiz’e ait Özaltın şirketi bakır madeni açmak istiyor. Aynı bölgede altın da var. Bakıra izin verilirse altın madeni de kapıda. Mehmet Cengiz’in hükümetle ilişkisini anlatmaya gerek yok. Mevcut yönetim Artvin’in tüm içme suyunu zehirleyeceğini bilse bile Cengiz’e hayır demez. Artvin Valisi şimdiden Cengiz’e devlet desteği sağlamışa benziyor. Mehmet Cengiz’in yazmaya elimin gitmediği meşhur ‘vecizesi’ Artvinlileri de kapsıyor olmalı.

Bilin ki bu işte bizim de payımız var. İnkar etmeyelim. Geçen hafta gittiğiniz düğünde taktığınız altın bilezik, yeni doğan bebeğin beşiğine iliştirdiğiniz çeyrek altının masum olduğunu düşünmeyin. Bugün Dersim’in Ovacık ilçesindeki Havaçor Vadisi’nde yine altın madeni açmak için hazırlık var. Nedeni, o sarı metale verdiğimiz değerden. İzmir’in tek temiz su havzasında, Efemçukuru’nda altın çıkarılıyorsa, Bergama’nın bereketli ovalarında altıncılar her türlü hukuk kararına rağmen hüküm sürüyorsa, bu işle ilgimizin olmadığını düşündüğümüz için.

Bir altın madencisine altının ekonomiye katkısını sorun. Size ballandıra ballandıra anlatır. Altın olmazsa herkesin işsiz kalacağını, ekonominin batacağını söyler. Cep telefonunuzdan, bilgisayarlara altın kullanıldığından bahseder. Halbuki çıkardıkları altının büyük bir bölümü süs eşyası ya da yatırımcılar içindir.

Televizyonlar, elektronik aletler için bize altın lazım diyenlere kanmayın. 2014 yılındaki 4 bin 410 tonluk altın talebinin sadece 346 tonu (yüzde 8’e yakını) teknoloji alanında kullanıldı[1]. Geçen yıl tüm dünyada geri kazanılan altın miktarının bin 175 ton olduğunu düşünürseniz, elektronik aletler için gerekenin üç katı miktarda altının sadece halihazırda çıkarılmış altınlardan karşılanabileceğini görürsünüz[2]. Yeni altın madeni açmadan hatta mevcutlarını kapatarak bile bu ihtiyaç karşılanabilir. Sadece merkez bankalarının altın rezervleriyle, yatırımcıların ellerindeki altınların bu talebi 180 yıldan fazla karşılamaya yeteceği söyleniyor[3]. Dünyada bugüne kadar çıkarılmış altın miktarı hesaba katılırsa bu süre 450 yılı bulabilir[4]. Yeni altın çıkarmadan tıptan, elektroniğe tüm gerekli altın ihtiyacını karşılayabiliriz. Bugün gördüğünüz tüm altın madenlerinin asıl nedeni şirketlerin size bilezik, kolye ve çeyrek altın satıp kâr etmek istemesi.  

Artvin’de 20 yılı bulan direniş sizi şaşırtmasın. Altıncılar bir kez ortaya çıktı mı kolay kolay gitmez. Dersim’deki maden hikayesi de farklı değil, yıllardır bir hayalet gibi Ovacık’ın üzerinde dolaşıyor. Halk kovuyor, şirketin adı, sahibi değişiyor ve altın madeni kabusu geri geliyor. Bergama’da da öyle olmadı mı? Alman vakıflarından girip, cemaatten çıktılar ve madeni güzelim topraklara kondurdular. Komplo teorici milliyetçileri kandırdılar, karşı çıkan çevrecilere saldırdılar. Bu süreç içinde kimse çıkıp, “yahu, kimin bu altına ihtiyacı var” diye sormadı. Şimdi Ege’nin bereketli toprakları kimyasal atıklarla, siyanürle iç içe yaşamak zorunda.

Altın denen illetten bir an önce uzaklaşın. Hediye mi alacaksınız? Koyun altın ederi parayı bir zarfa uzatın gelin ve damada. Olmadı adlarına fidan dikin, evlerine bir eşya alın, hediye çeki verin. Altını yastık altına atan ve süs için kullananlar arasında Hindistan, Çin, Türkiye ve Orta Doğu ülkelerinin başta geldiğini unutmayın. Çözümün parçası olun.

Boynunuzda, bileğinizde ve parmağınızda o sarı bela olmadığında daha güzelsiniz. Bebeklere, yeni evlilere altın takıp hepimizin geleceğiyle oynamayın.
 

[1] Dünya Altın Konseyi.
[2] Dünya Altın Konseyi.
[3] Earthworks.
[4] ABD Jeolojik Araştırmaları Kurumu.

Bize gökdelen değil toprak lazım

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Haziran 2015

Bir beyaz eşya aldığınızda sadece plastik veya metal tükettiğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Aldığınız her ürün toprak ve su gibi doğal varlıklar sayesinde üretiliyor. Sadece gıda üretimi değil, tüm endüstriyel ihtiyaçlarınızın temel hammaddeleri arasında su ve toprak gibi doğal varlıklar yer alıyor. Bir Avrupa vatandaşı yıl boyunca tükettiği ürünlerin üretilmesi için her yıl iki futbol sahası büyüklüğünde bir alana ihtiyaç duyuyor. Buna rağmen, özellikle de kentli bir insanın günlük yaşamında ‘toprak’ kelimesi neredeyse hiç yok. Halbuki toprak yoksa hayat da yok!

Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından hazırlanan Toprak Atlası adlı rapor, toprağı sadece üretim için kullanmayıp aynı zamanda yok ettiğimizi söylüyor. Dünyada her yıl 24 milyar ton verimli toprak yanlış kullanım nedeniyle yok oluyor. Kentler genişliyor, yollar çoğalıyor. Asfalt ve beton kapladığımız her metrekare verimli toprak geri dönüşü olmayan bir hasarla karşı karşıya. Yağmur yağdığında çamur olmasın diye toprağın üstünü betonla örtenler suyun toprağa kavuşmaması nedeniyle sellere ve ölümlere neden ölüyor. Toprağın yağmur suyunu süzüp bize temiz su sağladığını, gıda üretiminin temeli olduğunu da unutmuşa benziyoruz. İklimi düzenlediğini, dünyadaki tüm canlıların üçte ikisine ev sahipliğini yaptığını da.

TOPRAĞI BEKLEYEN TEHLİKELER
Dünyada toprakların kentleşmeye açılması, sanayi ve insan etkisine maruz kalmasıyla yapısının değişmesi başta gıda olmak üzere tüm üretim süreçlerini ve yaşamı etkiliyor. Toprak Atlası’na göre dünyadaki toprakların yüzde 20-25’inin yapısının olumsuz yönde değiştiği tahmin ediliyor. Sanılanın aksine toprağı ekip-biçmek o toprağın zarar gördüğü anlamına da gelmiyor. Mezopotamya’da 7 bin yıldır tarım yapılıyor ve bu topraklar hâlâ verimli. Tarımın kendisi değil ama nasıl yapıldığı önemli. Rapordaki çarpıcı önermelerden biri de bu konuda. Yüksek verimli tohumlar, gübreler, pestisitler, monokültür ve modern sulama yöntemlerinin tarımsal verimi arttırdığını ama aynı zamanda toprağın değerini kaybetmesine neden olduğu belirtiliyor. Nadasa bırakmanın azalması, artan gübre kullanımı kısa vadede daha çok ürün vaat etse de uzun vadede başka sorunlara yol açıyor.

Rapora göre dünyada yapay gübre tüketimi son 50 yılda beş kat artmış. Yapay gübrelerin yüzde 74’ü azot içeriyor. Azot toprağı asitlendiriyor, fosforu azaltıyor ve humusun çözünmesini sağlayarak topraktaki organizmaları besinsiz bırakıyor.

Gübre kullanımının artmasını sadece talebe bağlamak yanlış. Tarım eskiden bulunduğu yerleri beslerken şimdi büyük şirketlerin elinde, alınıp satılan bir ürün. Dünyanın bir ucundan diğerine taşınabiliyor. Bu da denetimin az olduğu yerlerde, toprağı kirletme pahasına üretimin önünü açıyor. Yapay gübre üreticisi şirketleri tekelleştiriyor. Pahalılaşan üretim yöntemleri küçük çiftçilerin işlerini de zorlaştırıyor. Tarım, halihazırda dünya çapında 500 milyondan fazla küçük çiftçi, çoban ve kırsalda yaşayan insanın geçim kaynağı.

TÜRKİYE’DE ARAZİLER SANAYİYE KURBAN EDİLİYOR
Türkiye’de ise 2001-2010 yılları arasında tarım dışına çıkarılan arazi miktarı resmi rakamlara göre 827 bin hektar. Bu, Yırca köyündeki zeytinlik alanı büyüklüğünde bir araziden 9 yıl boyunca her gün 5 tane kaybettiğimiz anlamına geliyor. Bu alanlar başlıca iki sektöre aktarılıyor: Sanayi ve inşaat.

Türkiye’deki tarımsal arazi kayıplarının nedenleri bölgelere göre değişiyor. Ege’de ülke ortalamasının üzerinde tarımsal ilaç kullanılıyor. Akdeniz’de turizm yüzünden tarımsal alan kaybı yaşanıyor. Marmara’da bahçe bitkilerine, sebze yetiştirmeye uygun alanlar kentleşmeye kurban ediliyor. İç Anadolu’da yeraltı sularının aşırı kullanımı ve yine gübre sorunu öne çıkıyor. Güneydoğu’da aşırı su kullanımı toprağın tuzlanmasına yol açıyor. Yapay gübreler nedeniyle azot kirliliği de görülüyor. Doğu Anadolu’da aşırı otlatma erozyon riskini beraberinde getiriyor. Karadeniz’de ise tek ürün yoğunluğu, asitli topraklardaki besin eksikliği göze çarpıyor.

Toprak Atlası adlı rapor, gökdelenleri gelişmişlik göstergesi kabul ederek humuslu toprağı unutan bizleri Aşık Veysel’in yaptığı gibi bir kez daha uyarıyor. Aç kaldığımızda o binalara bakarak karnımızı doyuramayacağımızı bize hatırlatıyor. 

*** 
Rakamlarla Tarım
  • Verimli toprak hayati önem taşır. Dünyanın yüzeyinde çok ince bir tabaka oluşturur ve toplamda 10 santimetrelik bu tabakanın oluşumu için 2 bin yıl gerekir.
  • Türkiye’de kırsal kesimde yaşayanların yüzde 86’sının tek işi var ve tarımla ilgili.
  • 2013 sonunda çıkarılan Büyükşehir Yasası’ndan sonra Türkiye’de nüfusun sadece yüzde 8,25’i belde ve köylerde yaşar oldu.
  • Türkiye’de çiftçilerin yüzde 65’i geçinemiyor.
  • Avrupa Birliği yedi yıllık bütçesinin yüzde 40’ını tarımsal desteğe ayırıyor. Türkiye’de ise bu oran yüzde 2.
 Kaynak: Toprak Atlası

Raporun tamamına ulaşmak için: http://tr.boell.org/tr/toprak-atlasi-2015

Japonya’da 5 nükleer reaktörün kapısına kilit vuruldu

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Haziran 2015

11 Mart 2011’de meydana gelen Fukuşima nükleer kazası nükleer enerji konusunda Japonya ve dünyadaki dengeleri değiştirmeye devam ediyor. Kazadan önce elektrik üretiminin yüzde 30’una yakınını nükleerden sağlayan Japonya’da üç yılı aşkın bir süredir nükleer santrallerden elektrik üretilmiyor.

Bu durumu değiştirmek isteyen nükleer endüstri üç yıldır kapalı durumdaki nükleer santrallerin en azından bir kısmını çalıştırmak istiyor. Halkın tepkisi, yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişimi ve yeni yasal düzenlemeler bu süreci geciktiriyor. Nükleer santral işletmecilerinin bazıları yeniden çalıştırılmayı beklemek yerine mevcut nükleer reaktörleri kapatmaya başladı. Dört Japon şirketi beş nükleer reaktörünü bir daha çalıştırmamak üzere kapattıklarını Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’na bildirdi. Böylece ülkede çalışabilir durumdaki nükleer reaktör sayısı da 43’e düştü. Dünyanın ABD ve Fransa’dan sonra en çok nükleer reaktöre sahip ülkesi Japonya’da Fukuşima kazasından önce 54 nükleer reaktör çalışıyordu.

Fukuşima Nükleer Santrali’nde meydana gelen kaza sonucunda santraldeki altı nükleer reaktör kullanılamaz duruma gelmişti. Radyasyon nedeniyle girilmesi yasak alanda bulunan bir başka nükleer santraldeki dört reaktörün de bir daha çalıştırılabileceği düşünülmüyor. Buna rağmen, işletmeci TEPCO firması henüz resmi kapatma kararı almadığı için bu dört reaktör hala çalışabilir reaktörler listesi içinde yer alıyor. Aslında Japonya’da çalıştırılabilir durumdaki nükleer reaktör sayısı 39.

Fukuşima nükleer kazası sadece Japonya’daki enerji dengesini değil dünyada nükleer enerjiye bakış açısını da değiştirdi. Nükleer enerjiden 2022 yılına kadar tamamen çıkma kararı alan Almanya son dört yılda 17 nükleer reaktöründen sekizini kapattı. Almanya gibi nükleer karşıtı bir tavır almayan ülkelerde de güvenlik tedbirleri ve diğer enerji kaynaklarının daha ucuza elektrik üretmesi benzer sonuçların görülmesine yol açıyor. Yeni nükleer reaktör yapmayan ancak mevcut reaktörlerle yola devam kararı alan İsveç’te de iki reaktörün ekonomik nedenlerle kapatılması gündemde. E.ON firması, Oskarshamn santralindeki iki reaktörün ilkinin 2017-2019 arasında, ikincisinin ise 2020’ye kadar kapatılmasına yeşil ışık yaktı. Santralleri işleten şirketin (OKG) küçük ortağı Finlandiyalı Fortum şirketi bu karara karşı çıksa da son karar bu yıl sonunda alınacak ve büyük ortak fikrini değiştirmezse ülkedeki reaktör sayısı 10’dan sekize düşecek. İsveç’te hükümetin Almanya gibi nükleer santralleri kapatma kararı yok. E.ON aldıkları kararı, 2020 sonrasında nükleer santralleri işletmeye devam etmenin ekonomik getirisi olmamasıyla açıklıyor.

Nükleer enerji konusunda ısrarını sürdüren AKP hükümeti ise Mersin (Akkuyu) ve Sinop’ta iki nükleer santral kurmak istiyor.  Mersin’deki santralin ilk reaktörünün 2023 yılında devreye girmesi isteniyor.

Avrasya Tüneli kime hizmet edecek

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Haziran 2015

Türkiye’de mevcut hükümet otoyollarla, köprülerle, kent merkezlerine araç girişine herhangi bir sınırlama getirmeyerek özel otomobil kullanımını teşvik ediyor. Benzer politikalar kentlerde de toplu taşıma yatırımlarını arka plana itiyor. Geciken sadece yatırımlar olsa iyi, algı da değişiyor. Otomobilin bir ihtiyaç olduğu hatta sizi özgür kıldığı bile iddia edilebiliyor. Halbuki sizi yalnızlaştıran, trafik sıkıştığında bırakın özgürlüğü, tam tersine aracınızı bırakıp hiçbir yere gidemediğiniz için sizi kentin göbeğinde, otoyol içine hapseden bir araçtan bahsediyoruz.

İstanbul’daki Avrasya Tüneli projesi de çözümden çok sorun üretecek. İstanbul’un iki yakasını birbirine bağlayacak bu tünel projesi sadece ve sadece motorlu taşıtlar için yapılıyor. Toplu taşımaya yer yok. Hedef, köprüden trafik yoğunluğu nedeniyle araçlarıyla geçmek istemeyenleri tünele yönlendirmek. Göztepe’den Kazlıçeşme’ye 15 dakikada geçileceğini öne süren bu proje, aynı 3. Köprü gibi özel otomobil kullanımını özendirmekten başka bir şeye yaramayacak. Tünelden çıkan araçlar yine İstanbul trafiğinde sıkışacak. Araç sayısının artmasıyla tünelin içinde bile trafiğin sıkıştığını görebileceğiz. Boğaziçi Köprüsü sıkışık olduğu için ikinci köprüyü tercih edenlerin tüneli tercih etmesi bile bu senaryoyu gerçekleştirebilir. Tünelde kaza olasılığı ise ayrı bir dert. Ülkede nasıl araç kullanıldığını hepimiz biliyoruz. Kaza veya yoğunluk nedeniyle trafik kitlendiğinde kuyrukların oluşması nasıl önlenecek? 600 metrede bir olacağı söylenen emniyet şeritlerine araçlar çekilirken trafik durmayacak mı? Zincirleme bir kaza olursa bu şeritler, çekici araçlar yeterli olacak mı? Hele bir de klostrofobiniz varsa tam anlamıyla yandınız. Köprüde beklemeyi yerin altında beklemeye tercih ederim.

Asıl sorulması gereken soruya gelelim. Madem İstanbul’da Avrupa ve Asya’yı birbirine bağlayabilecek Marmaray gibi ikinci bir proje yapmaya yetecek kaynak var, bunu neden yeni bir metro geçidine harcamıyorsunuz? Kadıköy veya Üsküdar’dan Beşiktaş’a yeni bir metro tüneli insanların araçlarını evde bırakmalarını sağlamaz mıydı? Böylece Anadolu yakası ile Avrupa yakasının diğer ayağı da raylı taşımacılıkla birbirine bağlanırdı. Veya Boğaz’ın daha kuzeydeki iki noktasını birbirine kavuşturamaz mıydık? O hattı da mevcut metro hatlarına bağlayarak İstanbul’da otomobille ulaşımın önünü tıkamış olurduk.

Tünel projesi de aynı 3. Köprü gibi bir siyasi tercih, zorunluluk değil. Otomobil lobisi adeta Marmaray’ın öcünü almak istiyor. Dikkat ederseniz, Marmaray açılmadan hem yeni köprü hem de Avrasya Tüneli projeleri ortaya çıktı; garantilendi. Belki de bu vesileyle petrol ve otomotiv sektörlerinden gizli bir onay alındı. İstanbul, araç satışları ve petrol satışı için Türkiye’de kritik bir kent. Trafik sıkışması, toplu taşımanın konforsuz olması bu iki sektörün ekmeğine de yağ sürüyor. Bizi yönetenlerse halkın rahatı ve konforu yerine hep akaryakıt ve otomobil şirketlerinin kârını düşünen projelere imza atıyor. Seçimlerden önce ‘birden’ ortaya çıkan Büyük İstanbul Tüneli ne kadar gerçekçiydi bilinmez ama o bile kara taşımacılığından vazgeçmemişti.

3. Köprü gibi bir ucube yerine, eskiyen ve sürekli bakım gerektiren Boğaziçi Köprüsü’nü içinde raylı taşımacılığa da yer verecek bir şekilde yenilemek bile çok daha mantıklı bir proje olurdu. Böyle yapılsaydı İstanbul’un Kuzey Ormanları talan edilmez, toplu taşımayla trafiğin en yoğun olduğu güzergah rahatlatılırdı. Uzunçayır’dan sizi Zincirlikuyu’ya götüren ve köprünün alt katından geçen bir metro hattı düşünün. İstanbul’u ve Türkiye’yi yönetenler ise tercihlerini üçüncü bir sektörü daha rant paylaşımına dahil etme yönünde yaptılar. İnşaatçılara İstanbul’un kuzeyinde arsa açtılar. Şimdi, oksijenimizin, ağaçlarımızın ve geleceğimizin üzerine beton döküyorlar.

Trafikte geçirdiğiniz saatleri kornaya basarak geri kazanamazsınız ama siyasi tercihlerinizi doğru kullanırsanız trafik sıkışıklığından kurtulabilirsiniz.

Koalisyon önce sokakta olur

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Haziran 2015

Türkiye’de muhalefetin gönlünden geçen AKP’siz bir koalisyon. Bunu herkes biliyor. Türkiye’de muhalefet bir kez daha ‘ne istemediğini’, ‘ne istediğinden’ daha iyi biliyor. Öyle ama bu sorunu çözmüyor.

AKP’siz koalisyon formülü bir tane. Yeterli çoğunluk için CHP, HDP ve MHP’nin birlikte hükümet kurması gerekiyor. MHP ve HDP’nin yanyana gelmeyeceğini düşünürsek bu düşük bir ihtimal. CHP, iki tarafla da uzlaşabilecek tek parti gibi. Dışarıda kalan partinin hükümete güvenoyu vermesiyle bir azınlık hükümeti kurulabilir.

MHP’nin, CHP-HDP azınlık hükümetine güvenoyu vermesini seçmenine anlatması zor. HDP’nin CHP-MHP hükümetine verdiği güvenoyunu açıklaması da. Yine de HDP içindeki yapılar uzlaşma konusunda MHP’den daha ileride gözüküyor. Kısacası, içinden ‘adalet ve kalkınma’ geçmeyen en yüksek olasılık, CHP-MHP azınlık hükümetine HDP’nin dışardan destek vermesi. Bu iş elbet hatırla, emanet oyla açıklanacak kadar basit değil. Bir siyasi anlaşma gerekecek.

Bu anlaşmanın, çözülmeyi bekleyen Kürt sorunu, Anayasa değişikliği gibi nedenlerden dolayı dört yıllık bir dönemi kapsayacağını düşünmek iyimserlik. Kurulacak azınlık hükümeti aslında bir seçim hükümeti olacak. Bu, asgari müştereklerde anlaşılırsa aslında pazarlığı kolaylaştıran bir faktör olabilir. Türkiye’nin 13 yıldır mahkum bırakıldığı antidemokratik rejimin sonunu da getirebilir. Tek şart, her partinin ve seçmeninin bir süre fedakarlık yapması.

MHP’nin HDP’nin istediği Anayasa değişikliğine evet demeyeceği ortada.
HDP’nin ana dilde eğitim talebini MHP kabul etmeyecek.
CHP zorunlu din dersi kaldırılsın, seçmeli olsun dese büyük bir olasılıkla MHP itiraz edecek.
Çözüm süreci belki bir süre rafta bekleyecek.

Örnekler çoğaltılabilir. Madalyonun diğer yüzüne de bakalım. Azınlık ya da seçim hükümeti şunları yapabilir.

Seçim barajını indirip, bir daha hiçbir partinin ülkeyi diktatör gibi yönetmesine izin vermeyebilir.
Başkanlık sistemi tartışmalarını çöpe atıp, Kaçaksaray’ı halkın kullanımına açabilir.
Hasıraltı edilen yolsuzluk dosyalarını ortaya çıkarıp, gerçekleri ortaya çıkarabilir.
YSK’den RTÜK ve TRT’ye kadar birçok kurumu özerkleştirebilir.
Sayıştay’ı yeniden çalışır hale getirip, adalet sisteminde yapılacak gerekli düzenlemelerle hukukun üstünlüğü yeniden sağlanabilir.
Nükleer santral projelerini iptal edip, 77 milyonun hayatını kurtarabilir.
YÖK kaldırılabilir, Cemevleri’ne ibadethane statüsü tanınabilir.

Olası kısa süreli koalisyonların çevre konusunda kalıcı etki bırakması nükleer gibi belli başlı projeler dışında zor. 3. Havalimanı iptal edilebilir. Hasankeyf, 3. Köprü gibi konularda ise işlerin yarım bırakılması gibi cesaretli kararlar alınabilir mi emin değilim. Yönetmelikleri, iklim müzakarelerini etkileyecek çalışmalar da koalisyonun ne kadar süreceğine bağlı. Hepsinin ön koşulu ise anlaşmak çünkü partilerin seçim bildirgeleri çevre konusunda çok belirgin ya da gerçekçi olmayan ifadeler içeriyordu.

Bu kadarı bile Türkiye’yi son 13 yılda yaşadığı karanlık günlere bir daha dönmemek üzere değiştirebilir. Bunun için sadece partilerin değil onlara oy verenlerin de anlaşması gerek. Sosyal medyada muhalefete oy verenlerin yazdıklarına bakarsanız asıl sorunun Meclis’te değil sokakta olduğunu görürsünüz. Kırmızı çizgilerin haddi hesabı yok.

Muhalefetin AKP ile koalisyona karşı çıkmaları anlaşılır bir durum. Böyle bir koalisyonun yukarıda saydıklarımızı gerçekleştirme şansı zor. Diğer seçeneklere karşı çıkmalarını anlamak ise çok zor. Bir koalisyon olmazsa erken seçimden başka bir seçenek yok. Böyle bir durumda aynı Meclis tablosunu kim garanti edebilir?

Yaşadığımız, takip ettiğimiz siyasi hayattan soğumamak elde değil ancak bu bile ‘kötünün iyisi’ diye bir seçenek olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Sokaktakiler işi yokuşa sürerek partilerini köşeye sıkıştırdıkça bu seçenek de ortadan kalkabilir. O nedenle önce sokakta asgari müşterekler üzerinden bir koalisyon kurulmalı. Biz bunu Gezi’de yapmıştık yine yapabiliriz.

Sıfırlama sırası sizde

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Haziran 2015

Mutsuz evliliklerde eşlerin birbirine tatsız yakarışlarından biri, “hayatımı yedin”dir. 7 Haziran’da milyonlar sandığa, “Hayatımı yedin(iz)” diye söylenerek gidecek. Yemek fiilinin her anlamda hakkını verdiklerini bilerek.

13 yıl, dile kolay. 13 yıl önce başka bir ülkede yaşıyorduk. Demokrasiyi oturtmaya çalışan sancılı bir ülkede. O zaman sorsaydınız “en kötüsü bu” derdik. Şimdi ise her sabah kalktığımızda “en kötüsü dündü” diyoruz. Her gün daha kötüye giden bir ülkedeyiz. Özal ile başlayan ‘çağ atlama’ sloganlarına gülüyorduk ama Erdoğan hükümetleriyle çağın gerisine düştük.

Bugün Türkiye’de ‘imam nikahı’ numarasıyla kadınları köleleştirmeyi savunan bir hukuk sistemi var. Kadınların dünyanın birçok gelişmiş ülkesinden önce seçme ve seçilme hakkının tanındığı ülkenin geldiği nokta bu.

Bugün Türkiye’de taraf tutan, taraf tutmayanı bertaraf etmek için hukuken bir bahane bile uydurma gereği duymayan mahkemeler var. Sahte delillerle insanları hapse atan, bu sahte delilleri göre göre gerçekmiş gibi haber yapan ‘gazeteciler’ var. Siyasetçi değil ahlak zabıtası kesilenlerin yolsuzluk kasetleri var. Dindarmış gibi yapanların boş zamanlarında dini “bakara makara” diyerek tiye alması var. Madende işçi arkadaşını kaybeden işçiye tekme atan danışman var. Sonucunda birbirine bağıran çağıran, farklı düşündüğü için karşısındakini öldüren bir halk var. Karısına, sevgilisine aşkını onu öldürerek gösteren erkekler var. 13 yılda ülkeyi getirdikleri nokta bu. Biz ‘konuşurken’ yaptıkları bu. Artık şiddet ve nefretin olmadığı bir ülkeyi hatırlamayan çocuklar var.  

7 Haziran seçiminde AKP’nin yenilmesi veya HDP’nin barajı geçerek Meclis’teki dengeleri bozması halinde bu Türkiye sıfırlanacak. İlmek ilmek dokuyarak yaratacağımız yeni bir ülkeye uyanacağız.

25-30 yaşlarındaki insanlar ilk defa yeni bir lider görecek. Başbakan-cumhurbaşkanı tanımları değişecek. Ülkeyi yönetenlerin işinin ülkede yaşayanları azarlamak olmadığını öğrenecekler. Siyasetin hakaretle değil mizahla, nükteyle yapıldığı günleri görecekler. Türkiye’de nefretle, kinle, ötekileştirerek ve hakaretle siyaset yapma biçimi sıfırlanacak.

Dış politika da sıfırlanacak. Komşularıyla kavga eden, onları tehdit edip, iç işlerine karışan Türkiye gidecek yerine “yurtta barış dünyada barış” diyen Türkiye gelecek. Tırlar sıfırlanacak, kasalarındaki silahlar boşaltılacak.

Ayakkabı kutularıyla iş yapanlar, eşe dosta sınav sorusu paslayanlar, tecavüzcüleri serbest bırakanlar, ayakkabı kutusu hırsızlarını koruyup, işçilerin grevlerini erteleyenler de sıfırlanacak.

İhalelerden alacağı paralar uğruna ülkeyi nükleer bataklığa sokanlar, ülkenin derelerini olmadık HES’lere teslim edenler, kömür için zeytine kıyanlar, rant için ormanları kesenler; hepsi sıfırlanacak. Seçimde iktidar değişirse yeni bir Türkiye kurma umudu hiç olmadığı kadar güçlenecek. 5 Haziran Dünya Çevre Günü gibi birçok önemli tarih, belki de bir süre sonra sorunlarla anılmayacak aksine kutlanacak. Böyle bir umut var çünkü herkes kötüyü gördü. Ortada kötünün tekrarına müsaade etmeyecek bir irade var. 

Seçimden istenilen sonuç çıkmazsa bir sıfırlama da orada olacak. Muhalefetin eski bildikleri sıfırlanacak. Yeni bir eylem planı, yeni bir örgütlülük gerekecek ama ne olursa olsun bir 13 yıl daha heba edilmeyecek. Bu maçın ikinci yarısı yok.

Parti bildirgelerine bel bağlanmamalı

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Mayıs 2015

İki hafta sonra seçim var. Partilerin çevre ve enerji vaatlerine bakıp bir değerlendirme yazısı yazma vakti. En kolayı AKP’nin bildirgesini değerlendirmek. “Her yer beton her yer rant” anlayışı yeni dönemde de devam edeceğe benziyor. Nükleer santral gibi geçmişin rüyaları enerji planlarına damgasını vurmuş. İnsan dostu, çevre dostu kentlerden bahsediliyor ama “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diye boşuna dememişler. Son 12 yılda kentlere doluşturulan binlerce insan ve binadan başka bir şey görmedik. Şehirde ağaç görenin ağlayası geliyor. Kentler öyle kalabalıklaştı ki, mecburen yapılan metrolar bile ihtiyaca yanıt vermiyor; hepsi tıklım tıklım. Metroların insandan çok ranta hizmet etmesi de ayrı bir dert. Metro hattı alışveriş merkezleriyle doluyor, bu merkezlere özel girişler sağlanıyor. Şu günlerde İstanbul’da iş saatlerinde metroya binen ya da yer bulup binebilen kendini Çin’de sanır.

CHP’nin projelerinin AKP’den farkı ise çevreye zarar vermeyecek olmasından çok, “zarar verir mi diye bakacağız ve soracağız” demesi sanki. Buna da şükür diyen çıkabilir tabii. Kimseyi kırmayalım türünden bir program yazılmış. Nükleere net hayır denmiyor gibi gözükse de atık sorunu çözülene kadar evet demeyiz denmiş. Atık sorununun çözülemeyeceği ortada. Bu cümleyle zaten nükleere hayır deniyor ama neden açıkça söylenemiyor anlamak zor. HES projelerine çekinceli yaklaşılması, iklim değişikliği vurgusu iyi ama program sadece ithal kömüre hayır deyince iklim konusu havada kalıyor. ‘Enerjide ihtiyacın karşılanmasında enerji arzının abartılı biçimde arttırılması yerine enerji verimliliğinin yükseltilmesini esas alacağız’ CHP’nin bu bölümdeki en olumlu cümlesi. Büyüme hızı saplantısı AKP’de olduğu gibi CHP’de de kendini gösteriyor.

HDP’de birçok konuda çizgiler daha net; örneğin nükleer karşıtlığı. Belirsizlik ise HDP’de de görülüyor. Sermaye birikimi için yapılan HES, nükleer, termik vb. enerji projelerine karşı çıkılıyor. İyi ama bu projelerin ekolojiye verdiği zararın tek kaynağı ‘sermaye birikimi niyeti’ değil. Yanlış HES projesi halk girişimi olsa çevreye zarar vermeyecek mi? Çevre ve enerji sorunları hemen hemen her yerde mülkiyet sorunuyla eşleştirilmiş. Sosyalizm çevre sorunlarını anlama konusunda çok yol kat etti ama HDP metnindeki ifadeler oldukça eski. HDP programı Türkiye’de karşıtlık üzerinden muhalefet edenleri mutlu edecek vaatlere sahip ama diğerleri gibi ne kadarı gerçekçi belli değil.

Özetlersek, 7 Haziran seçimleri öncesi parti bildirgelerine bel bağlamak iyi bir fikre benzemiyor. Partilerin iletişim stratejileri size vaatlerden fazlasını anlatıyor. AKP’nin derdi seçmenini korumak. Daha çok geçmişte yaptıklarını anlatarak oy istiyor. “Onlar konuşur, AKP yapar” sloganı kahve tartışmalarında AKP’li seçmen kullansın diye yazılmış. Reklamlarda da açıkça görülüyor. Karşı tarafı ikna edecek bir yanı yok ama oy kaybetmeyelim yeter düşüncesi hakim.

CHP, AKP’nin eski haline benziyor. Projeler açıklıyor, yeni seçmen kazanmaya çalışıyor. CHP ile eski AKP arasındaki en önemli fark ortadaki paranın daha adil dağıtılacağı ve ülkenin daha şeffaf yönetileceği iddiası. Emekli maaşı, ikramiye meselesi önemli. AKP gelirin birkaç elde toplanmasını istiyor, CHP ise daha fazla dağıtmak.

HDP’nin iletişim stratejisi ise kendisine yüzde 10 barajını geçirecek CHP ve sol oyları almaya dönük. Her şey Erdoğan karşıtlığı üzerine kurulmuş. “Barajı geçemezsek AKP tek başına iktidar, Erdoğan başkan” diyen ve bunun için CHP ve sol seçmenin oyuna ihtiyaç duyan HDP’nin partideki ‘yetmez ama evet’çilerle yollarını ayırmaması, yüzde 10 barajını müzakere masasına getirmemesi hedef kitleye ulaşmalarını zorlayabilir. Oy istedikleri kesim o yüzden bugün samimiyet sorgulaması yapıyor, koalisyon yaparlar mı diye tartışıyor. HDP’nin eylemleri iletişim stratejisiyle çelişiyor. Sloganların havada uçtuğu bir seçim izliyoruz. Seçmenin işi zor.

Kömürsüz olur

Bu ülkede kara gözlü çocuklar doğar,
Beyaz zıbınlara sarılır pembe etleri.
Elleri tutup, ayakları basınca yere,
Kömür karasına bulanır yüzleri. *


Özgür Gürbüz-BirGün/17 Mayıs 2015

Soma’da kömürün gerçek yüzünü göreli bir yıl oldu. Biz gördük ama bazıları bakar da görmez misali… Yerli yakıt diyorlar, dışa bağımlılık diyorlar, iki gün aynı gömleği giydik diyorlar…

Oğlu madende kalan anneye, babaya sormak lazım yerli yakıtı. Dışa bağımlı mı olmak istersin yoksa oğlunu madende bırakmak mı diye sormalı. Kömür dediğin su değil ki, vazgeçemeyesin! Elektrik üretmekse derdin onun on tane başka yolu var. Elektriği daha az tüketip madene inen işçi sayısını azaltmaksa derdin, onun bin tane yolu var. Evlerde ısınmaksa amacımız jeotermali var, biyogazı var, yalıtımı var. Ben çevreci değilim diyorsan doğalgazı var. Böyle saçma sapan kentler kuranların, ülke nüfusunun beşte birini bir kente tıkanların hava kirliliği yaşamamak için doğalgaza muhtaç olduğunu da hatırlatalım. Bizi doğalgaza mahkum edenler, doğalgazdan en çok yakınanlar.

Peki, kömürden tamamen vazgeçebilir miyiz? Vazgeçeriz diyenlere bakmalı. Danimarka 2012’de parlamentosunda yeni bir ‘yeşil ekonomi’ planı onayladı. 2050’ye kadar elektrik üretiminden ısınmaya hatta ulaşıma kadar her yerde yenilenebilir enerji kullanacaklar. Yüzde yüz! Türkçesi şu. Danimarka’da elektrik üretimini fırıldaklar, çatılardaki güneş panelleri yapacak. “Rüzgar, güneş bize yeter” deyince bize gülenler duysun. Tavuk gübresinden, çöpten elde edilen elektrik sanayide çarkları döndürecek. İlk hedef ülkenin elektrik ihtiyacının yarısını 2020’ye kadar rüzgardan elde etmek. Kalan yüzde 50’nin yarıya yakını da biyokütleden sağlanacak. Rüzgar azaldığında, gece güneş olmadığında depolanabildiği için biyokütle (orman ürünleri, biyogaz vb.) devreye girecek. 2050’de ise temiz enerjinin payı yüzde 100’e çıkacak.

Ulaşımda da petrolün bağımlılığı bitecek. Duble yol yaptık, yolları otomobille doldurduk diyenler yine çağın gerisinde kalacak. Danimarka’nın kentlerinde yollar bisikletle dolacak. Toplu taşıma artacak, otomobil kullanımı düşecek, tren keyfi sürülecek. Otomobiller biyogaz veya biyoyakıtla çalışacak. Bazıları da güneşten, rüzgardan aldığı elektrikle gidecek.

Tüm bunlar elektrik fiyatlarını arttıracak mı? Hayır. Danimarka hükümetine göre yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçişin hane başına maliyeti 2020’de en fazla ayda 29 lira olacak. Ayda 29 lira fazla verilecek ama kömür yüzünden ürün kaybı yaşanmayacak, çocuklar astım olmayacak, madende işçiler ölmeyecek. Bunlar duygusal hesaplamalar değil, basbayağı ekonomi. Yatağan’da, Elbistan’da, Soma ve diğer kömür diyarlarında yaşayanların devlet tarafından karşılanan sağlık harcamalarını, bölgelerdeki ürün kaybını, kentlerdeki hava kirliliğinin faturasını hesaplarsanız temiz enerjiye geçişin sanıldığı gibi pahalı olmadığını görürsünüz. Bir KOAH hastasının aylık ilaç faturası ne kadar? Akciğer kanserinden ölmek mi pahalı yoksa yılda hane başına 360 lira ödemek mi?

“Danimarka’nın nüfusu 5,5 milyon, demesi kolay” diyenlere de gülüyorum. Ankara da aynı nüfusta. Türkiye’yi geçtim, sadece Ankara’yı ithal petrol, doğalgaz ve kömür kullanılmayan bir şehir yapabiliyor musunuz? Bir milyonluk Denizli’yi, üç milyonluk ‘yeşil’ Bursa’yı temiz hava soluyan kentlere çevirin. Dünya bambaşka bir yönde ilerliyor. Bizimkiler ise hâlâ duble yolda gaza basıyor, kömürü, kötüyü savunuyor.

* Bir yıl önce Soma'da yitirdiğimiz 301 madencinin ardından yazmıştım. Işıklar içinde uyusunlar.

Bisikletli kentler hayal değil

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Mayıs 2015

Otobüs durağı arkasından geçen bisiklet yolu
Başta İstanbul olmak üzere kentlerimizdeki trafik sorununu aşmanın yolu toplu ulaşımı yaygınlaştırmaktan, kentleri küçültmekten, yürümekten ve bisiklete binmekten geçiyor. Konu İstanbul ve bisiklet olunca duyduğumuz ilk cümle ise, “İstanbul’da bisiklete binilmez!” oluyor. Kimi, kentin 77’yi bulan tepelerinden şikayetçi kimi ise araç kullanmayı bilmeyen şoförlerinden. EMBARQ Türkiye - Sürdürülebilir Ulaşım Derneği’nin hazırladığı, ‘İstanbul’da Güvenli Bisiklet Yolları Uygulama Kılavuzu, İstanbul’da iki teker üstünde güvenli yolculuk yapılabileceğini söylüyor. Ocak ayında yayımlanan kılavuz geçenlerde New York’taki bir tasarım ofisinden ‘mükemmellik’ ödülü aldı. Bizim belediyelerde ise olsa olsa raflardaki yerini almıştır.

Avrupa’da bisikletle her gün 50 milyon yolculuk yapılıyor. Toplam yolculukların yüzde 5’i iki teker üstünde, çevreye zarar vermeden gerçekleştiriliyor. Danimarka’da yolculukların yüzde 18’i, Hollanda’da yüzde 27’si bisikletle gerçekleştiriliyor. İstanbul’da ise 82 kilometreyi bulan bisiklet yolu, bir de yılan hikayesine dönen 2023’e kadar 1000 kilometre yeni bisiklet yolu projesi var. Büyükşehir Belediyesi’nin bu iddiasını ilk haberleştirdiğimde yıl 2004’tü. 11 yıl geçti toplam bisiklet yolu 100 km’yi bulmadı. Kağıt üstünde de olsa bu proje var.

Çocuklar bisiklete binsin. Foto: A. Kudu
Kılavuzun en önemli özelliği, neredeyse sokak sokak uygulamalara yer vermesi. Mevcut caddelerde nasıl bisiklet yolları yapılması gerektiği şema ve projelerle desteklenmiş. İşin ‘yapılamaz’, ‘olamaz’ kısmı geride kalmış, “istenirse yapılır, işte böyle” deniyor. Kılavuzun en ilgi çeken noktalarından biri de bisikletçilerle yapılan anketler. Yüz yüze yapılan ankette 200 bisiklet kullanıcısının 30’u bisikleti ulaşım amaçlı kullandığını söylemiş. İnternet üzerinden ankete katılanlarda bu oran yüzde 50’ye yaklaşıyor.

En büyük sorun malum kaza riski. Bisiklete binenlerin yaklaşık yüzde 16’sı son bir yıl içinde kaza yapmış. Kazalar genelde motorlu araçlarla daha sonra yayalarla. Ankete katılanların çoğu yaya yolları içerisinden geçirilen bisiklet yollarını tercih etmiyor. Ya sahil yolundan ya da mevcut trafiğe paralel yollardan gidiyor. Bisiklete binenler bilir, yaya dolu bir kaldırımda işaretli bisiklet yolu pek işe yaramaz. Yayalar her yerdedir. Bunlar gösteriyor ki, motorlu araçların ve yayaların giremediği bisiklet yolları lazım. Kentte güvenli bisiklet yolları olursa çevre, sağlık ve ucuz olduğu için bisiklet kullanıcısının sayısının artacağı ortada. Bisikletin trafik sorununun çözümüne de katkısı olacak.

Bisiklet kullananların en çok tercih ettiği güzergahlar Kadıköy ilçesinde. Sarıyer, Beşiktaş, Bakırköy ve Fatih takipte. En tehlikeli buldukları ilçeler ise Üsküdar ve Bahçelievler. Bisiklet yollarını güvensiz kılan birçok etken var. Bunlardan belki de en önemlisi yolların sürekliliğinin olmaması. 500 metrelik bir bisiklet yolunun bir anlamı yok. Bir ilçeden diğerine uzanan yollara, merkezlerde güvenli bisiklet parklarına ihtiyaç var. Yokuşları veya bisiklet yolu olmayan mesafeleri atlatmak için bisikletinizi toplu taşıma araçlarına alabilmeliyiz. Bir de iyi şoförler olmalı. Yaya geçidinde duran, kavşakta, kırmızı ışıkta, dönüşlerde bisiklete yol vermeyi bilen şoförler. Direksiyon hakimiyetinin şoförlük olmadığını bilen, kurallara uyarak araç kullanan insanlar. Zor demeyin, cezalar arttırılır ve uygulanırsa bu sorun çok kısa sürede çözülür. Yeter ki, otomobil kullanımını özendirmek adına trafik kurallarını bilmeyenlere ehliyet veren, hatalara göz yuman hükümetlerden kurtulalım. Sırtını otomobil lobisine yaslamış hükümetler bunu yapamaz, o ayrı. Siyasi irade olursa kentler bisikletle dolar. İklim uygun, insanlar niyetli.

Konu hükümete gelmişken, Meclis’teki dört partiden (AKP, CHP, MHP ve HDP) sadece CHP seçim bildirgesinde bisiklete yer vermiş. Çevre konusunda iddialı vaatlerde bulunan HDP bile bisikleti unutmuş. CHP bildirgesinde, ‘kent içi trafikte yaya ve bisiklet öncelikli düzenlemeler yapılacaktır’ denmiş. Seçimler öncesi motorsuz iki tekerin durumu da bu.

Cinayet ekonomisi

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Mayıs 2015

Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bağlı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel Müdürlüğü Türkiye’nin yaban hayatına darbe vuracak önemli bir karar aldı. 1 Mayıs-15 Aralık tarihleri arasında, aralarında 15 ayı, 109 yaban keçisi ve 4 çengel boynuzlu dağ keçisinin de bulunduğu yaban hayvanlarının avlanmasına yeşil ışık yaktı. Orman Bakanlığı çeşitli illerde ihaleler açarak, en yüksek parayı veren av turizmi acentelerine belirlenen sayıda hayvanı vurma hakkı veriyor. Acentelerde bunları çoğu yurt dışından gelen avcılara satıyor. ‘Av turizmi’ adı altında yapılan bu katliam aslında yeni değil, benzer hata geçmiş yıllarda da tekrarlandı. Avcılar masum hayvanların kellesi için pazarlık yapıyor, hükümet de onların ölüleri üzerinden para kazanıyor. Bu yıl listeye korumakla yükümlü olduğumuz bozayı ve çengel boynuzlu dağ keçileri de eklendi.

Bazı illerde ihaleler tamamlandı. Ayılar için 10 bin lira, yaban keçileri içinse 6 bin lira gibi ihale bedellerinden bahsediliyor. Bazı illerde ihaleler henüz yapılmadı. Listede sadece ayılar veya yaban keçileri yok. Kızıl geyik, ceylan, yaban koyunu da var. Türkiye’nin yaban hayatının ne kadar sembolü varsa eli kanlı avcılara satılıyor. Bu ihalelerin hemen iptal edilmesi, avcılığın da tümden yasaklanması gerek. Türkiye’de kimse aç kaldığı için avlanmıyor, avlanmanın bahanesi yok. Nasıl bir zevkse, o zevk için hayvanları öldürüyorlar.

Hükümetin ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’a, Orman Bakanı Veysel Eroğlu’na ve bu kararın altına imza atan tüm yetkililere buradan açık açık soruyorum.

·       Tıkır tıkır işleyen ekonomisiyle övündüğünüz Türkiye, 15 ayının öldürülmesinden kazanılacak 150 bin liraya muhtaç durumda mı?
·       Türkiye ekonomisi bu kadar kötü durumdaysa, kimseye zararı dokunmayan bu hayvanları av turizmine feda etmek yerine basit tasarruf tedbirleriyle ‘ihtiyaç duyulan’ bu para karşılanamaz mı? Makam araçlarından, milletvekili maaşlarının bir bölümünden feragat edilebilir ya da Ankara’da sadece bir ailenin kaldığı, aylık masrafının 21 milyon TL’yi bulduğu ‘Aksaray’ denen yapı boşaltılabilir. Bunlar, ceylanları vurdurup ölüleri üzerinden para kazanmaktan daha onurlu bir davranış olmaz mı?
·       Doğada özgürce yaşayan hayvanlar hangi seçimde sandığı gidip size oy attı? Onların yaşamları üzerinde karar verme hakkını size kim verdi?
·       Bu ülkede yaşayan ayılar, koyunlar, keçiler, geyikler ve bitkiler hükümetin malı mı? Bu ülkede her şeyi sattınız sıra keçilere, geyiklere mi geldi?
·       Türkiye’nin yaban hayatı sadece avcılara mı ait? Bizim gibi vergisini ödeyen vatandaşların yaban hayat üzerinde söz söyleme hakkı yok mu? Çoğu yurt dışından gelen avcılar bu ülkenin vatandaşlarından daha mı üstün?
·       Türkiye’de kaç tane bozayı, kaç tane yaban keçisi, kaç tane çengel boynuzlu dağ keçisi var biliyor musunuz? İşin cinayet tarafı bir yana, elinizde kesin rakamlar olmadan bu türlerin vurulmasıyla ilgili nasıl karar alabiliyorsunuz? Söz konusu türlerin soyunun tükenme tehlikesi altında olup olmadığını gösteren bir envanter çalışmanız var mı?

Son sözüm de avcılara. Elinizde son model tüfekler, dürbünler ve teçhizatla bu savunmasız hayvanları vurunca kendinizi ‘kahraman’ mı sanıyorsunuz? Elinizdeki silah sayesinde diğer canlılardan üstün olduğunuzu mu düşünüyorsunuz? Beşiktaş’ta sokak köpeğini tekmeleyen polisle elinde tüfek ayı peşine düşen avcılar arasında bir ortak nokta var. Sizler aslında yoksunuz. Var olan sadece coplar, tomalar ve av tüfekleri. Geride kalan ise kocaman bir hiçlik.

***
Çanakkale Çevre Platformu 8-10 Mayıs tarihleri arasında 2. Kazdağları Buluşması’nı gerçekleştiriyor. Kazdağlarını tehdit eden madenler, termik santraller ve farklı çevre sorunlarının tartışıldığı kamp, Türkiye’nin dört bir yanında gelen doğa dostlarını ağırlıyor. Ayrıntılı bilgi: www.kazdaglaribulusmasi.com

İsveç'te iki nükleer reaktör rekabete dayanamadı

Özgür Gürbüz/28 Nisan 2015

Ringhal-2. Foto: Annika Örnborg
Nükleer enerjinin gözden düşmesinin tek nedeni Çernobil ve Fukuşima gibi kazalar değil. İsveç'in enerji devi Vattenfall, sahibi olduğu iki nükleer reaktörü (Ringhals 1 ve 2) planlanandan daha önce kapatma kararı aldı. 2025 yılında kapatılması planlanan iki nükleer reaktör, artan maliyetler ve düşük kalan elektrik fiyatları nedeniyle 2018-2020 yılları arasında elektrik üretimini sonlandıracak. Vattenfall kararını bugün yazılı bir basın açıklamasıyla duyurdu.

Vattenfall Üretim İş Bölgesi Müdürü Torbjörn Wahlborg, "Vattenfall’ın kararı ekonomiyle ilgili. İyi çalışan üretim ünitelerini kapatmak elbette üzücü ama bazen kaçınılmaz" açıklamasını yaptı.

İsveç'te şu anda çalışabilir durumda 10 nükleer reaktör var ve bunların en yenisi 1985 yılında devreye girdi. İsveç'ten gelen haberler, sık sık vurgulamaya çalıştığım, nükleer enerjinin ekonomik bir seçenek olmaktan çıktığını destekler nitelikte.

Şirketin basın açıklamasını okumak isterseniz: http://bit.ly/1DFVRT3

Nükleer enerji Türkiye’nin önünü tıkıyor

Bugün Akkuyu devrede olsaydı, olmayan elektrik talebi ve Rus şirkete verilen 15 yıllık alım garantisi yüzünden şu anda İstanbul’un ihtiyacı kadar elektriği diğer seçeneklerden aldığımız fiyatın neredeyse iki katına almış olacaktık.

Özgür Gürbüz-Evrensel/26 Nisan 2015

Nükleer santral pazarlamacıları ellerindeki bu belalı teknolojiyi satmak için yıllardır türlü masallar uyduruyor. Nükleer santral kurulunca ekonomik kalkınma yaşanacağını anlatıyorlar ama Arjantin, Brezilya ve Filipinler’deki nükleer maceraların o ülkeleri nasıl ekonomik felaketlere sürüklediklerinden bahsetmiyorlar. Bazen de hiç ilgisi olmayan işleri nükleer santralle ilişkilendiriyorlar. Uzaya gitmek veya ‘kalkınmak’ gibi. Bugüne kadar uzaya gönderilen tüm roket ve araçların katı veya sıvı yakıt kullandığını bilmiyor olamazlar. Uzay mekiğinin yörüngedeki görevi sırasında güneş panelleriyle elektrik ürettiğini eminim duymuşlardır.

‘Kalkınma’ için söylenenler de içi boş sloganlardan başka bir şey değil. Nükleer santraller sadece elektrik üretebilir. Elektrik tek başına gelişmenin aracı olmadığı gibi ucuz, temiz ve güvenli olmadığı zaman yarardan çok zarar getirir. Türkiye’nin kurulacak nükleer santralden üretilecek elektriği satın almayı taahhüt ettiği fiyat kilovatsaat (kWs) başına 12,35 dolar sent. Rüzgar, jeotermal gibi daha temiz kaynaklara ödediği fiyatın (rüzgar 7,3–jeotermal 10,5 dolar sent) çok üstünde. Hesap bu kadar basit, nükleer enerji ucuz değil. Nükleer enerji, olası bir kazada ise bırakın ülkenin gelişmesine katkıda bulunmayı, tarihi ekonomik krizlerin bizzat nedeni. Fukuşima’nın Japonya ekonomisine verdiği zararın 250 ile 500 milyar dolar arasında olacağı tahmin ediliyor. Doğaya ve yaşama verilen tahribatın yanında bu bir hiç tabii.

Tüm bu bilgilere rağmen nükleer lobi, pilot reklamında oynatmak için kandırdığı oyuncu gibi herkese yalan söylemeye devam ediyor. Zaten nükleer enerjiyi satmanın tek yolu yalan söylemek. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) başvurduğu yol da bu. “Elektrik ihtiyacı için nükleer lazım” söylenen en önemli yalanlardan biri. Ortada bizi nükleere mecbur edecek bir elektrik ihtiyacı olmadığı gibi aksine, elektriğin daha verimli ve tasarruflu kullanıldığı yeni bir enerji sistemiyle karşı karşıyayız. Peki, AKP’nin elektrik talebi varmış gibi gösteren rakamları nereden geliyor? Hükümetin elektrik talebiyle ilgili verileri TEİAŞ tarafından yapılan tahminlere dayanıyor. Bu tahminler ise hükümetin onlara verdiği büyüme rakamlarıyla nüfus gibi diğer etkenleri hesaba katıyor. Aslında yapılan gerçek bir tahmin bile değil. “Şu kadar büyümek istiyoruz, o halde ne kadar elektriğe ihtiyacımız olur” diye sorulup, sorunun yanıtına uygun bir senaryo yazılıyor. Böyle olunca da tahminler kabul edilemeyecek oranlarda yanlış çıkıyor.

Bir örnek verelim. Rusya ile Akkuyu’ya nükleer santral yapılması için anlaşma 2011’de imzalandı. Aynı yıl yapılan TEİAŞ’ın tahmini, nükleer santralin ilk reaktörünün devreye gireceği söylenen 2020’de Türkiye’nin elektrik talebinin 398 milyar kilovatsaati (kWs) bulacağını söylüyordu. Bu tahminin tutmayacağı belliydi. Türkiye’nin büyümesinin yüzde 8-9 oranlarında seyretmesinin sürdürülebilir olmayacağı ortadaydı. 2014 sonunda yapılan revizyonla TEİAŞ da tahminini değiştirdi. Şimdi, Türkiye’nin elektrik talebinin 2020 yılında 333 milyar kWs’te kalacağını söylüyorlar. Aradaki fark 60 milyar kilovatsaat. Bir başka deyişle, Türkiye’nin 2020 yılında 60 milyar kWs daha az elektriğe ihtiyacı var. İnanması güç gelebilir ama bu rakam hem Mersin hem de Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrallerin yıllık üretimine eş.

Enerji Bakanı Taner Yıldız, Akkuyu’daki göstermelik temel atma töreninde, “Bugün itibariyle eğer Akkuyu Nükleer Santralı devrede olmuş olsaydı, 15 milyon nüfuslu İstanbul’un elektriğini karşılayabilecekti” dedi. Sayın Yıldız’ın demeci yanlış! Asıl söylenmesi gereken şu cümleydi: Bugün Akkuyu devrede olsaydı, olmayan elektrik talebi ve Rus şirkete verilen 15 yıllık alım garantisi yüzünden şu anda İstanbul’un ihtiyacı kadar elektriği diğer seçeneklerden aldığımız fiyatın neredeyse iki katına almış olacaktık. Ruslara verilen alım garantisi TETAŞ’ı oradan üretilecek elektriği 15 yıl boyunca almaya zorluyor. Şu andaki kur üzerinden hesaplarsak, TETAŞ, Akkuyu Nükleer A.Ş.’den alacağı her kWs elektriğe 33 kuruş ödeyecek. Halbuki 2013 yılında TETAŞ’ın yaptığı alımlarda ortalama fiyat sadece 17 kuruş. Bakan Yıldız’ın hayalini kurduğu santral kazara hayata geçseydi, Türkiye tarihinin en büyük kazıklarından birini daha yiyecekti. Tabi ki bu acı fatura, ihaleleri verdikleri dost işadamlarına değil elektrik faturalarıyla yine bize çıkarılacaktı. Nükleer santral planları sonlandırılmadıkça bu tehlike sürecek.     

Elektrik ihtiyacını karşılamak için Türkiye’de ne yapılmaması gerektiği ortada. Bir şirkete para kazandıran, doğaya zarar veren, yaşamı tehdit eden ve halkın olurunu almayan projelerden vazgeçilmeli. İlk yapılması gerekense enerji verimliliği ve tasarruf yöntemlerini tüm sektörlere yayarak, enerji talebindeki artışı azaltmak hatta aşağıya çekmek olmalı. Elektrik talebini tahmin etmek yerine yönetmeliyiz. Kalkınma Bakanlığı’nın 9. Kalkınma Planı, 2012 Yılı Programı’nda da belirtildiği gibi, “…sanayi, binalar ve ulaştırma sektörlerinde yapılacak verimlilik uygulamalarıyla hem genel enerji hem de elektrik tüketimlerinin yüzde 20-25 oranında düşürülmesi mümkün”. Eşe dosta inşaat ihalesi vermek yerine, ithal ettiğimiz enerji kaynaklarını daha akıllı kullanmalı, talebin karşılanamadığı durumlarda da güneş, rüzgar ve biyokütle gibi enerji kaynaklarını, halkın sahibi olacağı ve yöneteceği modellerle hayata geçirmeliyiz. İstenirse, enerjideki bu dönüşüm tüm Türkiye’yi değiştirecek ekonomik, sosyal ve ekolojik bir dönüşümün öncüsü olur. Önümüzdeki tek engel, nükleer ihalelerle ceplerini doldurmak isteyen birkaç kişi ve onlara yol gösteren siyasi irade.

Sinop nükleeri boğdu

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Nisan 2015

25 Nisan 2015, Sinop. Foto: O. Gurbuz
Sinop’a defalarca geldim. Bu izlediğim kaçıncı miting hatırlamıyorum ama bu kadar kalabalık bir nükleer karşıtı mitingi ilk kez görüyorum. Sadece binlerce insan görmedim dirençli insanlar gördüm. Nükleere memleket toprağını vermemek için İstanbul’dan, İzmir’den kalkıp gelen Sinoplular vardı. Nükleer reklamlarla kandırılmaya çalışıldıkları için kızgın insanlar vardı. Gençler vardı, “rüzgar, güneş bize yeter” diye bağırıyorlardı. Emeklisi de vardı, hayata adımını yeni atmış bebeği de. Yaşam mücadelesi nedir görmek isteyenin Sinop’a bakması gereken bir gün yaşandı burada.

Sinop Uğur Mumcu Meydanı’nı dolduran binlerce kişinin bir tek mesajı vardı: Nükleere hayır! Sinop’un nükleere hayır demek için birçok nedeni var. Burası Karadeniz’in en gözde turizm noktası, sahil yolunun yok etmediği nadide kumsallarına sahip. 2013’te kente gelen turist sayısı 870 bini geçti. Sadece turizmin değil balıkçılığın da Karadeniz’deki en önemli merkezlerinden biri. İlin tek başına Karadeniz’in yüzde 30 balıkçılık potansiyeline sahip olduğu belirtiliyor. Nükleer santralin soğutma suyu ihtiyacının balık larva ve yumurtalarını tehdit edeceğini bilen balıkçılar takalarını nükleer karşıtı bayraklarla donatmıştı. Balıkçılar, mitingin başında Uğur Mumcu Meydanı’na bakan limanda turlayarak korteje katıldılar. Sinop esnafı da vitrin camlarına astıkları afişlerle nükleer karşıtı şenliğe günler öncesinden hazırlanmış gibiydi. Yürüyüşe bu yıl daha çok Sinoplu’nun katılması, Japonya ile yapılan nükleer santral anlaşmasının Meclis’ten geçerek daha somut bir hale gelmesine verilmiş bir yanıt gibiydi. Sadece Sinoplular değil, Artvin, İzmir, Bartın, Tunceli, Amasya, Samsun, İstanbul, Çanakkale ve Tokat gibi farklı illerden gelen çevre dernekleri, öğrenci birlikleri, sendikalar ve siyasi partiler hükümetin seçim öncesi aceleyle geçirdiği bu yasaya adeta, “siz geçirdiniz ama biz geçirmeyiz” dedi.

25 Nisan 2015, Sinop. Foto: O. Gurbuz
Sinop nükleeri bundan 29 yıl önce Çernobil’le tanıdı. Kentte kime sorsanız kanserden kaybettiği bir yakını var. 26 Nisan 1986 yılında meydana gelen kazanın izleri ne yazık ki Sinop’ta her ailenin hafızasına kazınmış. O dönemde söylenen yalanları herkes hatırlıyor. Çayda radyasyon yok deyip, kendi içtiği çayı analize gönderen Kenan Evren’i (o çayda da yüksek oranda radyasyon çıkmıştı), Eski çayla kirlenmiş çayı birbirine karıştırarak radyasyon dozunu düşürdüğünü öne süren ve o çayın dağıtımını onaylayan dönemim Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Ahmed Yüksel Özemre’yi ne Sinoplular ne de Türkiye unuttu. Unutmadı çünkü bugün konu nükleer olunca yalan söyleme hastalığı da beraberinde geliyor. Nükleer reklamlarında oynattığı pilota bile gerçeği söyleyemeyen şirket, olası bir kaza veya sızıntıda bizlere kim bilir ne masallar anlatacak. Akkuyu için ‘dünyanın en güvenli santrali’ iddiasını ortaya atan hükümet yetkililerinin hâlihazırda Sinoplulara bir açıklama borcu var. Mersin’deki santral dünyanın en güvenlisiyse Sinop’takinin daha az güvenli olacağı ortada. İki ayrı teknolojiden sadece biri en güvenli olabilir. O halde daha az güvenli olanını neden Sinop’a layık gördünüz? Yoksa Karadeniz Çernobil’den beri kobay vazifesi görmeye devam mı ediyor? Gördüğünüz gibi konu nükleer olunca daha ilk dakikadan itibaren yalanlar, bol keseden atmalar başlıyor.

Bu yalanlara karnım tok diyen Sinoplu bugünden itibaren evlerini, dükkanlarını nükleer karşıtı bayraklarla donatacağını söylüyor. Sustuğunuzda onayladığını sananlara çok akıllı bir mesaj vermeye hazırlanıyor Sinoplular. Darısı Mersin ve tüm Türkiye’nin başına.

Atomik kazık

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Nisan 2015

Her hafta BirGün için klavyenin başına oturduğumda, “bu hafta nükleer yazmak yok” diyorum. Neredeyse gazeteciliğe başladığım ilk günden beri, 20 yıldan fazla bir süredir, enerji ve çevre üzerine yazılar yazıyorum. Nükleer enerji de herhalde en çok değindiğim konulardan biri. Bu hafta masaya, ‘Türkiye’de elektrik direkleri ve estetik’ üzerine bir yazı yazmak için oturmuştum ama oluru yok. Akkuyu’da göstermelik bir temel atma töreni yapılmışken, reklamda oynatılan oyuncusundan izleyenlere kadar herkes radyoaktif yalanlarla kandırılmışken atomdan bahsetmemek olmaz. Yoksulluğun kader ilan edildiği memleketimde elektrik faturalarımıza yansıyacak ‘atomik kazık’tan bahsetmek zorundayım.

Mersin Akkuyu’ya atom santrali kurmak isteyen Rusya’nın devlet şirketi Rosatom, ülkenin dara düşmüş ekonomisine katkı için önüne gelene nükleer santral satmaya çalışıyor. Avrupa’daki ülkeleri de tavlamaya çalışıyorlar. Rosatom’un Genel Müdür Baş Yardımcısı Kiril Komarov, Brüksel’de yaptığı konuşmada Avrupa’ya ucuz nükleer vaadinde bulundu. 60 yıllık yakıt ve nükleer santralin sökümünü de içeren bir paket satın alınırsa üretilen elektriğin kilovatsaatini 5 dolar sente düşürebileceklerini söyledi (Euronews, 17 Nisan 2015). Türkiye’ye ise aynı şirket, aynı santrali yapmak istiyor ama bir farkla. Bize elektriği satacakları fiyat 12,35 dolar sent. Avrupa’ya önerdikleri fiyatın 2,5 katı! Bizde çok tehlikeli ve zor bir iş kabul edilen söküme de karışmıyorlar. Ufak bir bedel ödeyip, ömrünü tamamladığında dev bir nükleer atığa dönüşen santralin sökümünü de Türkiye’ye bırakıyorlar. Atomik kazık böyle bir şey.

Nükleeri savunanlar genelde, “tüm gelişmiş ülkelerde var” diye savunuyor. Gelişmişlikten kastedilen zengin ülkelerse bu iddia doğru değil. Norveç, İtalya, Portekiz, Avustralya, İrlanda, Danimarka ve Avusturya gibi pek çok ülkede nükleer santral yok. Almanya, Belçika, İspanya, İsviçre gibi ülkeler olanları kapatma kararı almış. Aslında ‘kim yapıyor, kim kapatıyor’ diye bir karşılaştırma yapmak özünde yanlış. Detayları bilmelisiniz. Amerika üzerinden bir örnek vereyim.

ABD’de beş nükleer reaktörün yapımı sürüyor. Bu, ABD nükleeri destekliyor anlamına mı geliyor? Hayır. Birkaç gün önce ABD Enerji Bilgi İdaresi (EIA) tarafından açıklanan 2040 yılına dair öngörüler aksini söylüyor. ABD’de 99 reaktör var (iki yıl önce 104’tü) ve toplam elektrik üretiminin yüzde 19’unu karşılıyor. Referans senaryoya göre 2040’a kadar nükleer santral kaynaklı elektrik üretimi yüzde 15’e düşecek. Atomseverlerin sorması gereken soru şu: Nükleer en ucuz, en güvenli ve dışa en az bağımlı kaynaksa ABD neden sahip olduğu teknolojiyi kullanarak eskiyen nükleer reaktörleri yenileriyle değiştirmiyor? Neden onlarca yeni reaktör yapmıyor? Yanıt ABD için basit, nükleer pahalı ve riskli. Aynı soruyu Fransa’yı örnek gösterenlere de sormak lazım. Dünyanın nükleer devi, teknoloji lideri Fransa neden 2025’e kadar elektrik üretiminde nükleer enerjinin bugün yüzde 76 olan payını yüzde 50’ye çekmek istiyor? Neden her gün yeni rüzgar santralleri kuruyor?

Enerji konusuna yabancı olanların Google Baba’ya sorarak, bakın şu kadar ülkede nükleer var demesinin bir anlamı yok. Herkes Almanya gibi yıllar önce kurulmuş nükleer reaktörleri, ekonomik ömrü dolmadan kapatacak finansal güce sahip değil. Bu bir süreç. Gelişmiş ülkelerde kaç nükleer santral var diye sormak yerine kaynaklarının ne kadarını atoma, ne kadarını yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğine ayırıyorlar sorusuna yanıt aramak lazım. Almanya’nın her yıl daha az enerji tükettiğini ve buna rağmen ekonomisini büyüttüğünü göremeyenler atomik kazığı yemeye ve bu yüzyılın dışında kalmaya mahkum. Uyaralım, atomik kazık diğerlerine benzemez, etkisi kuşaklar boyunca sürer.

Takviminize yazın:
Atom santrallerine hayır diyenler 25 Nisan’da Sinop’ta, 26 Nisan’da İstanbul Kadıköy’de sokağa çıkıyor. Çernobil kazasının yıldönümünde nükleere hayır diyenler meydanlara iniyor.