Erdoğan’ın çok çocuk talebine ‘toprak ana’dan itiraz var

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Haziran 2016

Recep Tayyip Erdoğan doğum kontrolünü sevmeyebilir. Bunun pek önemi yok, diğer düşünceleri gibi uç bir noktada duruyor. Müslüman ya da değil herkesin bilmesi gerekense şu: Türkiye’nin doğası önerilen çok çocuklu, genç nüfuslu bir ülkenin ihtiyacını karşılayacak doğal varlık kapasitesine sahip değil. Özellikle de Erdoğan ve partisi AKP’nin, doğal varlıkları sürekli yıprattığı mevcut politikalar değiştirilmezse risk artacak. Zorlanmış bir nüfus artışı, Türkiye’nin giderek yıpranmış doğasının üretme ve kendini yenileme kapasitesini çok daha fazla baskı altına almak, doğacak çocuklara karabasan gibi bir ülke bırakabilir. Erdoğan çocuk istiyor ama annelerin annesi toprak ana “hayır” diyor.

TÜİK’in yaptığı tahminlere göre Türkiye nüfusu 2050 yılında 93 milyonu bulacak ama o tarihten sonra düşecek. Erdoğan’ın dillendirdiği gibi çok çocuk teşvik edilir, nüfus artışı körüklenirse, artan nüfusun ihtiyaç duyacağı su ve gıda gibi ihtiyaçları karşılamak zorlaşacak.

En temel ihtiyaçtan, sudan örnek verelim. Türkiye’nin net kullanılabilir tatlı su kaynağı, DSİ verilerine göre, yılda 112 milyar metreküp. 2015 sonu nüfusumuz 78 milyon 741 bin. Yani, kişi başına düşen tatlı su miktarı yılda 1422 metreküp. Nüfusumuz tahmin edildiği gibi 93 milyon olursa ne olacak? Kişi başına düşen tatlı su miktarı 1100 metrekübe kadar gerileyecek. Nüfus arttıkça su kaynaklarının kirleneceğini de düşünürseniz, bu rakam bir ülkenin su fakiri kabul edildiği 1000 metreküp seviyesine gerileyecek. Türkiye su fakiri bir ülke olacak. Daha çok çocuk yapıp nüfusu 100 milyonlara doğru götürürsek, felaketimizi de hazırlamış oluruz. Su olmazsa hastalıkların artacağını, yaşam kalitesinin düşeceğini, ekonominin zorlanacağını hatırlatalım.

Nüfus artışıyla büyüyecek ikinci bir dert de hava kirliliği. Su gibi temiz hava da insan yaşamının olmazsa olmazı. Türkiye’de 81 ilin 62’sinde hava kirliliği değerleri, Avrupa Birliği’nin sınır değerinin üzerinde (KaraRapor, Temiz Hava Hakkı Platformu). Hava kirliliğini körükleyen üç faktör var: Çarpık kentleşme, ulaşım ve kömürlü termik santraller. Mevcut hükümetin planları bu üç konuda da iyileşme önermiyor. Daha büyük ve çarpık kentler kurmaya devam ediliyor. Türkiye’nin nüfusu rant uğruna iki üç şehire sıkıştırıldı. Koskoca ülkede nüfusun beşte biri İstanbul’da. Toplu taşıma da ihmal ediliyor. İstanbul Boğazı’nın üzerine üç karayolu köprüsü yapıldı ama iki yakayı birbirine bağlayan tren hattı bir tane. Türkiye’nin üçüncü büyük kenti İzmir’e İstanbul’dan tren yok; Ankara’dan giden trense otobüsten yavaş. Herkese otomobil aldırmak için otoyol, duble yol, köprü ve geçitlere paralar akıtılıyor. Ulaşım karayoluna ve otomobile endekslendikçe hava kirliliği artıyor.

Enerjide de temiz kaynaklara değil kömüre teşvik veren yasalar çıkarılıyor. Kömürlü termik santrallere çevre muafiyeti getiren kanun geçen hafta Meclis’ten geçti. Özelleştirilen santrallerin sahipleri filtre bile çalıştırmadan kömür yakacak. Bu da hava kirliliği artışının, tarım alanları ve ormanların asit yağmurlarıyla yok edilmesinin yolunu açacak. Çok çocuk doğurun diye herkesin özel hayatına karışanlar ne yapacak? Doğumhane kapısında her yeni doğan bebeğe nazar boncuğu yerine gaz maskesi mi takacak?

Çok çocuk dayatmasıyla büyüyecek sorunlar sadece su ve hava kirliliğiyle sınırlı değil. Türkiye halihazırda ekolojik kapasitesinin fazlasını tüketiyor. Türkiye, mevcut doğal kaynaklarının bir yıl içinde kendisine sunabileceği miktarın 1,5 katını tüketiyor (WWF-Türkiye - Türkiye’nin EkolojikAyak İziRaporu). Yani, cepten yiyor. Doğasını, kendini yenileme kapasitesinin üstünde kullanıyor. Nüfus artışı nedeniyle artacak talebi karşılamak için daha fazla ürün üretmek, bunun için de sanayinin daha fazla hammadde kullanması gerekecek. Bu da doğaya verilen kalıcı hasarı arttıracak. Halbuki her şeyin sınırı var; doğanın da, size sunduğu hizmetlerin de. Aradığınız kaynakları başka ülkelerden bulmak da zor çünkü tüm dünyada durum aynı. Gelişmiş ülkelerle gelişenler arasında dengesizlik olsa da şu anda ortalama 1,5 gezegenin sunabileceği kaynağı tüketerek yaşıyoruz. Ormanların azalması, gıda üretiminin zorlaşması, sınırlı madenler için talanın ve doğa üzerindeki baskının artması hep bu yüzden. Nüfus artışı da kimseye yardımcı olmuyor. Yangına körük misali…

Ne zaman çevre konusunda bu uyarıları yapsak çok zeki bir arkadaş çıkıp, “önce gelişelim sonra gelişmiş ülkeler gibi soruna çözüm ararız” der. Bu saçmalığı dinleyerek geçti ömrümüz. Şimdi o zeki arkadaşlardan, “önce çoğalalım, sonra azalırız” tadında, benzer bir yanıt bekliyorum. Pratikleri de var hani. Durup dururken çıkardıkları savaşlarla her gün onlarca insanı toprağa vermiyor muyuz? Olan doğurduğunuz çocuklara olacak, yazıktır.

Cep telefonu kanser yapıyorsa...

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Haziran 2016

Birkaç gün önce Amerika’dan gelen haberler cep telefonu ile kanser arasında bir ilişki olmadığını iddia edenleri üzdü. ABD Ulusal Zehir Bilimi Programı (NTP) tarafından iki yıl süren araştırmalar, bir kez daha, cep telefonun kansere neden olabileceğini söyledi. 2011 yılında Dünya Sağlık Örgütü cep telefonlarının kanser yapabileceğini zaten söylemişti ama telekomünikasyon şirketlerinin de baskısıyla bu uyarı geçiştirilmişti. 25 milyon dolarlık bütçeyle fareler üzerinde yapılan son araştırma insanlığa ikinci bir uyarı yapıyor.

Araştırmada iki fare grubu kullanıldı. Bir gruba üç farklı derecede (1,5, 3 ve 6 W/Kg) tüm vücudun maruz kalacağı iki ayrı cep telefonu radyasyonu (GSM ve CDMA) verilirken, kontrol altındaki diğer gruba cep telefonsuz bir yaşam seçeneği sunuldu. Radyasyona maruz kalan grupta beyin ve kalpte kanser vakalarına rastlanırken, cep telefonsuz grupta bu kanser türlerine hiç rastlanmadı. Araştırmayı hazırlayan takımı yöneten ve şimdi emekli olan Ron Melnick çok açık konuşuyor. Melnick, “NTP testi, cep telefonları hiçbir sağlık sorununa yol açmaz hipotezini sınadı ve çürüttü. Deneyden sonra yapılan detaylı incelemeler de gösteriyor ki, kanserojen etki konusunda bir konsensüs var” diyor.

Bu önemli çalışmanın sonuçları Türkiye’deki gazetelerde de yer aldı ama yapılan haberler, özellikle ana akımda, sınırlı yer aldı. Bu haberlerde de, cep telefonu şirketlerinden, telekomünikasyon otoritelerinden yetkililerin görüşlerine rastlamadık. Halbuki bu deney cep telefonlarını, baz istasyonlarını her şeyi yeniden tartıştıracak bir karar. Çünkü çok net görülüyor ki, bu konularda yapıldığı ve bu teknolojinin zararsız olduğunu söyleyen araştırmalar tartışılır.

Gazetelerde neden bu tartışmalar yok? Sayfalarına cep telefon şirketlerinden gelen reklamlar yüzünden olabilir mi? Olabilir. Ana akım medyada çalıştığım dönemde yaşadığım tecrübeler bu soruya kocaman bir evet denmesi gerektiğini söylüyor. Bizim bireysel çabalarımız gerçeklerin ortaya çıkmasına yetmiyordu. O zamanlar şimdi sansürden yakınan gazetecilerin çoğu susuyor, Gezi tecrübesiyle ortaya çıkan penguenlerle medya arasındaki ilişki bilinmediği için de kimse anlattıklarımıza inanmıyordu.

Kritik soru şu. Hepimizin elindeki bu cep telefonlarından, baz istasyonlarından tamamen kurtulmak mümkün mü? Ne yapacağız? Bu sorunun aslında üç farklı yanıtı var. İlki, “cep telefonsuz yaşam mümkün, 20 yıl önce onlarsız yaşıyorduk” yanıtı. Bu yanıtın tartışılacak bir tarafı yok. Kesinlikle doğru. Teknoloji çoğu zaman yarattığı çözümlerin yanında yeni sorunlar da doğurur. Teknoloji tartışması gerekli ama kamuoyunu ikna etmek zor. Kapitalizm zihinlere öyle bir egemen oldu ki, insanların konforu, yaşamsal ihtiyaçlarının önüne geçer oldu. Kanser olma olasılığına karşı cep telefonunda ısrar etmek başka nasıl açıklanabilir ki? Hepimizin bir akıl tutulması yaşadığı oratada. İkinci yanıt ise “cep telefonu kullanırken kulaklık takılması, evde sabit telefonlara dönülmesi, çocukları telefondan uzak tutmak ve kullanımı sınırlamak” gibi çözümü kullanıcıya bırakan önerilerden oluşuyor. Baz istasyonlarına ve idareye dikkat çeken bir yanıt vermek de mümkün. “Baz istasyonlarının değerleri bağımsız denetime açılmalı. Kurulduğu yerlerde karar verici o bölgede yaşayanlar olmalı. 4G gibi baz sayısını arttıran hamleler, cep telefonlarının güvenliği garantilenene kadar durdurulmalı. Facebook’ta fotoğraf indirirken bekleyeceğiniz birkaç salise hayatınızdan daha önemli değil herhalde” de denebilir.

Bu üç yanıtın hangisi iyi diye tartıştırmak yerine yapılacak en akıllı iş üç yanıtı da ciddiye almak. Cep telefonu kullanırken daha dikkatli olmak, süreyi azaltmak, baz istasyonlarıyla ilgili kararaşamasına o bölgede yaşayanları dahil etmek, mahallelerde halk oylaması yapmak, denetimi devletin tekelinden çıkarıp örneğin meslek odalarına vermek gibi. Bağımsız bilimin önemine de ayrı bir vurgu yapmak gerek. Bilimi devletlerin, şirketlerin tekeline bırakırsanız ABD’deki gibi araştırmaları göremezsiniz. Üniversiteleri bağımsız olmazsa halk sağlığı, o okulları kontrol eden siyasilerle, ekonomik açıdan destekleyen şirketlerin ellerinde oyuncak olur.

Nereden aklıma geldi bilmiyorum ama yazıyı Sağlık Bakanlığı Elektromanyetik Alanlar Komisyon Başkanı Prof. Dr. Tunaya Kalkan ile bitirelim istedim. Kalkan tam bir yıl önce, Sağlık Bakanlığı Kanser Dairesi Başkanlığı’nın yaptığı bir konferansta, cep telefonu ve baz istasyonu konusunda, “Artık öyle radyasyon falan yok. Çünkü, teknoloji emniyetli bir noktaya geldi. Eğer bir şey çıkarsa hiç endişe edilmesin hemen söyleriz” demişti. Kalkan’ı gören var mı bu aralar?

Enerji tüketiminin artması büyüdüğümüzü göstermez

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Mayıs 2016

Başbakan Binali Yıldırım 65. Hükümet’in programını açıklarken enerji sektörüne özel bir vurgu yaptı. Son 14 yılda elektrik üreten santrallerin kurulu gücünün (kapasitesinin) iki kat arttığını söyledi. Sonra da ekledi: “Türkiye büyümüyor diyenlere en büyük cevap bu. Enerji tüketimi demek, büyümek demek.”

Başbakan Binali Yıldırım gibi enerji tüketimiyle kalkınma/büyüme arasında doğrudan bir ilişki olduğunu sanan, bu hataya düşen çokça insan var ülkemizde. Bu söylemi iktidar partisinin birçok yetkilisinden daha önce de duyduk. Eski Enerji Bakanı Taner Yıldız, enerji tüketimi rekor kırdıkça medyayla bunu paylaşıp adeta iyi bir şeymiş gibi anlatıyordu. Demek ki bu yanlış anlayış Binali Yıldırım’a özgü değil, bizi 14 yıldır yönetenler enerji meselesini anlayamamış. Bugün yaşadığımız sorunların temelinde de bu yanlış bakış açısı yatıyor.

Klasik iktisatta büyüme, mal ve hizmet üretimindeki artıştır. Ülkelerin büyüyüp büyümediğini anlamak için de gayri safi yurt içi hasıla (GSYİH) artışına bakılır. Türkiye’de üretilen mal ve hizmetlerin değeri artmışsa büyüme gerçekleşir. Nereden kaynak bulunduğu, neyin tüketildiği önemli değildir. Bu zaten iktisadi açıdan hatalı bir gösterge. Faturasıyla silah alıp o silahla insan öldürseniz, doktoru ve ambulansıyla ekonomiyi büyütüyorsunuz. Hadi, bu iktisadi yanlış, başbakanı bağlamaz deyip geçelim. İşin enerji tarafı da hatalı. Basit bir ‘deney’ önerisiyle açıklayalım…

Binali Yıldırım, elektrik tüketimi artınca Türkiye’nin büyüyeceğine gerçekten inanıyorsa, yarından tezi yok yeni bir yasa için hazırlıklara başlasın. Bu yasa, başta hatırı sayılır bir elektrik tüketimine sahip kaçak saray olmak üzere ülkedeki tüm binaların, sokak lambalarının, alışveriş merkezlerinin ışıklarının 24 saat açık kalmasını zorunlu kılsın. Böylece bir yıl içinde elektrik tüketimi iki katına çıkar. Çıkar ama ülke büyümez çünkü tek yaptığınız enerjiyi boşa harcamak olur. Gündüz vakti ampulleri yakarak ülkenin kalkınmasına bir faydanız olabilir mi? Demek ki asıl mesele enerjinin nerede harcandığı, onunla ne üretildiği ve ne kadar verimli (akıllı) kullanıldığıyla ilgili.

Şimdi soralım. Peki, Türkiye enerjisini verimli tüketiyor mu? Hayır. Bunu görmek için Türkiye’nin enerji yoğunluğu verilerine bakmanız yeter. Enerji yoğunluğu, GSYİH artışı için ne kadar enerji harcandığını gösterir; tam da Başbakan’ın aradığı veri aslında. Türkiye’nin enerji yoğunluğu verisi OECD ortalamasının 1,5 katından fazla (UEA, 2011). Bütün dünyada enerji yoğunluğu düşerken yani, daha az enerjiyle daha fazla gayri safi hasıla elde edilirken, son 14 yılda Türkiye’deki değişim benzer ekonomilerden ve birçok Avrupa ülkesinin gerisinde kalmış. G20 içerisindeki benzer ekonomilerden, örneğin İtalya ve Meksika’dan da geride. Avrupa’daki hemen hemen her ülkede enerji yoğunluğu rakamları düşüyor. Türkiye ise daha fazla azaltım yapma potansiyeline sahipken bu ülkelerin ardında kalmış. 2004-2014 arasında İspanya, Hırvatistan, Avusturya ve Macaristan gibi ülkeler, yüzde 10-20 oranında iyileştirmeler yapmış.

Büyümenin yolunun daha çok enerji tüketmekten geçtiğini sananlar Almanya’yı da dikkatle izlemeli. 2006-2014 arasında Almanya’nın birincil enerji tüketimi yüzde 10 civarında azaldı ama ülke ekonomisinin büyümeye devam etti. Enerjide yeni eğilim daha çok üretip tüketmek değil, daha az tüketerek üretmek. Bunu anlamazsanız hem ekonomi hem de doğa zarar görmeye devam edecek.

Türkiye’de ise enerji sektörü, son yıllardaki değişime ayak uyduramadı. Daha az enerjiyle daha çok işi yapacağına durmadan yeni santrallar kurup elektrik tüketimini arttırmaya odaklandı. Bunda hükümetin katkısı çok, enerjiyi ülkeye para getirmenin bir yolu gibi gördüler ve bu eski modeli teşvik ettiler. Türkiye’de 74 bin megavatı bulan santrallerin kurulu gücüne rağmen en çok talebin olduğu zaman (Temmuz, 2015) gerek duyulan güç 43 bin megavat civarında kaldı. Dikkat edilirse en yüksek elektrik talebi hep yaz aylarında, klimaların çalıştığı sıcak günlerde gerçekleşiyor. Türkiye’de elektrik talebi artıyorsa bunu ülkenin büyüyen sanayisine, endüstrisine değil, büyüyen klima sektörüne bağlamak daha doğru olur. Coğrafyaya uygun ev yapamayan, güneş açılarını hesaplayamayan, pencereleri ona göre yapamayan müteahhit ve mimarların da bu büyümedeki katkısı unutulmamalı.

Faruk Çelik'e bir çağrı

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Mayıs 2016

Geçenlerde merakımı yenemedim ve İstanbul Karaköy’deki alt geçitte tarım ilacı satan bir dükkâna girip bir ot öldürücü almak istediğimi söyledim. Dakikasında, en çok bilinen ot öldürücülerinden birisini, GDO tartışmalarından tanıdığımız Monsanto firmasının Roundup adlı ürününü elime tutuşturdular. Elimde tuttuğum ürün, Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre muhtemel kanser yapıcı glifosat içeriyordu. 30 lira versem elimde o plastik şişeyle çıkıp, bir bahçedeki yabani otları öldürebilirdim. O yabani otlarla birlikte neyi öldürürdüm, işte onu bilemiyorum. Avrupa’da bu tartışma hararetlendi. İşi kaderine bırakmışa benzeyen Tarım Bakanlığı bu tartışmaları izliyor mu; çok merak ediyorum.

Glifosat meselesi ciddi. İşin ucunda kanser var, nasıl ciddi olmasın? Avrupa Parlamentosu’nda Yeşiller Grubu uzun süredir glifosatın yasaklanması için kampanya yürütüyor. Durumun vahametini göstermek için yaptıkları son hamle, Avrupa Parlamento’sundaki 48 milletvekilini idrar tahlili için ikna etmek oldu. 13 ayrı ülkeden gelen milletvekillerinden alınan örneklerin hepsinde “glifosat”a rastlandı. Daha önce yapılan benzer analizler de gösteriyor ki, neredeyse herkes glifosat zehirlenmesiyle karşı karşıya. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre kansere neden olabilecek bu madde belki de hepimizin vücudunda var.

Peki, ne yapıyor bu glifosat? Glifosat bir ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi artıyor. Topraktaki besin tek bir ürüne kalıyor. Toprağın, suyun ve sizin glifosata maruz kalmasını önemsemiyorsanız durum pek hoş. Yok, ben sağlıkçıların, doktorların çağrısına kulak veriyorum, kanser olasılığı varsa böyle bir kimyasal kullanmasın diyorsanız sesinizi yükseltmeniz ve glifosat içeren ürünlerin yasaklanması için çabalamanız gerekiyor. Yabani otlardan kurtulmanın kimyasal olmayan yöntemleri zaten var. Toprağı kuru otla örtmek, ürün desenini zenginleştirmek, organik ot öldürücüler veya mekanik yöntemler kullanarak istenmeyen otlardan kurtulmak mümkün.

Glifosat ile GDO arasındaki bağ çok kuvvetli. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot ilacına dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Avrupa’da, 61 GDO’lu ürünün ithalatına izin veriliyor ve bunların yarısından fazlası glifosat kullanımına dayanıklı olacak şekilde üretilmiş bitkiler. AP Yeşiller Grubu, glifosata dayanıklı GDO’lu soya ekimi yapılan Güney Amerika’daki bölgelerde insan ve hayvanlarda görülen kanser artışına dikkat çekiyor. Buralarda ekilen soyanın Avrupa’daki hayvanların yemi olduğunu biliyoruz. Türkiye’de de GDO’lu yem ithalatına izin var ve bunların arasında Güney Amerika’dan gelen soyanın olduğunu biliyoruz. Bu da durumu daha kötü bir hale getiriyor. Glifosatı bahçemizde, tarlamızda kullandığımız yetmiyormuş gibi, hayvanlara verdiğimiz GDO’lu yemlerle, belkinde besin zincirine de sokuyoruz.

Glifosat kullanımı arttıkça ortaya çıkan bir başka sorun ise ‘süper yabani otlar’. Glifosatın yoğun kullanımı sonucunda bu maddeye dirençli hale gelen otlara verilen isim bu. Bu ilaçları yaratan firmaların bu durumdan rahatsız değil çünkü yeni çıkan süper yabani otu öldürmek için başka formüller ve genetik ürünler üreterek, çiftçiyi ilaç ve tohumlarına daha da bağımlı hale getiriyorlar. Oyun böyle sürüp gidiyor. Kimyasalcılara kolunu kaptıran yakasını kurtaramıyor. Tüm bu ticari oyun sırasında da toprağımız, havamız, suyumuz ve biz zehirleniyoruz.

Görev ve yetki verdiğimiz siyasiler ise güçlü ilaç ve tohum lobilerinin oyunun bozmak yerine özel hastanelerin kanserden daha çok para kazanmasına sevinir durumda. Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik'e bir çağrım var. Türkiye’de böyle bir tehlike yok diyorsa, kendisini ve bakanlıktaki üst düzey görevlileri, bağımsız bir laboratuvarda idrar tahlili yaptırmak için gönüllü olmaya çağırıyorum. Yoksa bir tehlike, biz de rahatlayalım.

Yarım ekmek antibiyotik

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Mayıs 2015

Öğle yemeğinde aldığınız yarım ekmek tavuk döneri yediniz mi? Yediyseniz, afiyet olsun ama pek garantisi yok. Yediğiniz muhtemelen tavuktan çok antibiyotiklerle beslenmiş ‘civcivimsi’ bir şeydi. “Şey” diyorum çünkü ekmek arasına sıkıştırılan beyaz nesneyi nasıl tarif edeceğim konusunda artık kafam karışık. Şimdilik ‘sahte tavuk’ diyelim.

Neden sahte tavuk? Anlatalım. Greenpeace’in Dünyayı Tüketmek adlı yeni raporunun tanıtımında söz alan Dr. Yavuz Dizdar, gerçek bir tavuğun 42 günlükken 2,5 kiloya ulaşamayacağını ve 20 dakikada pişirilemeyeceğini söylüyor. Dizdar, “42 günlük bir tavuğun ağırlığının 435 gram, pişirme süresinin de 2 saatten az olmaması beklenir” diyor. Yediğimiz ‘sahte tavukların’, bu kadar kısa sürede erişkin bir piliç ağırlığına gelmesinin sırrı verilen antibiyotiklerde yatıyor. Greenpeace raporu da buna dikkat çekiyor. Dünya genelinde tüketilen antibiyotiklerin yaklaşık yarısı hayvancılık sektöründe kullanılıyor. Hayvanlar mı hasta, biz mi hastayız orası belli değil! Reçeteyi yazan da doktor değil zaten, tavukçular. Dizdar, “Tavuk endüstrisinde antibiyotikler civcivlerin hızlı büyütülmesinde anahtar rol oynuyor. Antibiyotiklerin koruma amacı kisvesi altında kullanılıyor olması hayvanın dokusundaki kalıntı riskini ortadan kaldırmıyor” diyor. 2006 yılında AB ile Türkiye’de, yem ve sularda antibiyotik kullanımının yasaklandığını belirten bilginin de yanıltıcı olduğunu belirten Dizdar, bu yasağın dört antibiyotik için geçerli olduğunu, halihazırda 50’ye yakın antibiyotik çeşidinin serbestçe kullanıldığını belirtiyor.

Farkında olmadan aldığınız bu antibiyotikler bakterilerin direncini artırıp, enfeksiyonların tedavisini güçleştiriyor. Doktorlar size hastayken bile gerekmedikçe antibiyotik vermemeye, böylece bakterilerin antibiyotiklere direncini artırmamaya çalışırken siz yediğiniz tavuklarla ilaçların etkisini habire azaltıyorsunuz. Atıklarda bırakılan antibiyotik kalıntıları da yine insanlar ve doğadaki diğer canlılar için risk meydana getiriyor. Civcivimsi yemenin tek derdi farkında olmadan antibiyotik almakla sınırlı da değil. Dizdar, yumurta sarısının renginin bile katkı maddeleriyle değiştirilebildiğini, bunun da insanlarda kıllanmadan tümöre kadar pek çok etkisi olduğuna dikkat çekiyor. Tavuk üreticilerinin yumurta sarısının rengini belirtecek renk paletleri bile var. Parke rengi seçer gibi seçebiliyorsunuz.

Tavuk eti yemiyorsanız sorun yok ama yiyor ve yemek istiyorsanız çözüm geleneksel yöntemle yetiştirilen köy tavuğu veya organik tavukta. Beş liraya tavuğu unutursanız. Birçoğumuzun tavuk etini ucuz olduğu için seçtiğini düşünürsek bu da sosyal bir soruna işaret ediyor. Organik tavuk hâlâ pahalı, köy tavuğunu bulmak için de önce köyü, sonra tavuğu bulmak zorundasınız. Son ‘Büyükşehir Yasası’ ile her yeri kentleştiren hükümet, hayvancılığın son kalıntılarını da yok etti. Çiftçi-SEN Genel Başkanı Abdullah Aysu, Türkiye’de üretilen tavukların yüzde 99’unun endüstriyel üretim olduğunu kalan yüzde 1’in büyük bir bölümünün de ihraç edildiğini söylüyor. En kolayı sebzeye hücum; benden söylemesi.

Ziraat Mühendisleri Odası İstanbul Şube Başkanı Ahmet Atalık ise tavukçuluk sektörünün 24 yeni GDO’lu yem için ithalat izni istediğine, bu isteğin bakanlıkta değerlendirildiğine dikkat çekiyor. Atalık, “Türkiye 2014 yılında hayvan yemi yapmak için yaklaşık 1,5 milyar dolarlık GDO’lu soya ürünü ithal etti. Öte yandan Türkiye son 15 yılda 26 milyon dönüm tarım arazisi kaybetti. Bu alan Belçika’nın yüzölçümüne yakın. Bu kaybedilen alanın sadece 6 milyon dönümü mısır ve soya üretimine ayrılsa, hayvan yemi için GDO’lu soya ve mısır ithalatına gerek olmayacak” diyor. İşin içinde bir de GDO tehlikesi var.

‘Yutmayız’ sloganıyla endüstriyel kanatlı et sektörünün yarattığı sağlık ve çevre sorunlarına dikkat çeken Greenpeace, tavuk şirketlerinden 2020 yılına kadar tüm üretim zincirini sağlığa ve çevreye zarar vermeyecek şekilde yeniden düzenlemesini talep ediyor. Sektörün şu ana kadar yaptığı ise tüm mali ve lobi gücünü kullanarak bu iddiaları sözle, kendine yakın uzmanlarla yalanlamak. Yutup yutmayacağınıza siz karar verin. Kampanya bilgileri burada: yutmayiz.org

Nedir bu istemezükçülerden çektiğimiz

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Nisan 2016 

Açık açık konuşalım. Bu ülke istemezükçülerden çektiği kadar kimseden çekmedi. Ona buna itiraz edenler yüzünden yatırımlar durdu, kalkınamadık. Türkiye’yi dünyanın gelişmiş ülkeleri arasına koyacak her değişime itiraz etti bu istemezükçüler.

Kimse kimsenin kıyafetine karışmasın, inanç ve düşünce özgürlüğü olsun, yani laiklik ve demokrasi dedik, “istemezük” dediniz. Dünya tarihindeki tüm gelişmiş medeniyetler, düşünce özgürlüğü üzerine kurulmuş, diğerleri yıkılıp gitmiştir. Herkesin kendi dilini konuşmasından, fikrini özgürce söylemesinden kimseye zarar gelmez dedik yine “istemezük” dediniz. Herkes sünni, herkes muhafazakar ve herkes ırkçı olsun istediniz. Sizin gibi istemezükçüler yüzünden ülkenin bir bölümünde adı konmamış bir savaş çıktı. Kentlere girilemiyor, haber alınamıyor. Her ilde bir cenaze var. İstemezükçü zihniyetiniz yüzünden bir arada yaşayan insanları birbirine düşürdünüz.

Büyük kentlerde parklar insanların sağlığı, çocukların gelişimi için elzemdir, Gezi Parkı kalsın dedik, “istemezük” dediniz. Biz oraya kışla görünümlü alışveriş merkezi konduracağız, her yeri betona boğacağız deyip, polisi, jandarmayı halkın üzerine sürdünüz. Onlarca genç öldü, halk kutuplaştı.

İstanbul’un trafik sorununu, trafiğin sıkışmadığı, kentin nefes aldığı tek yere, Kuzey Ormanları’na dev köprü ve otoyol yaparak çözemezsiniz. Onun yerine gelin toplu taşımayı artıralım, kenti küçültelim, her ekonomik yatırımı birkaç şirket cebini dolduracak diye İstanbul’a yığmayalım, ülkenin zenginliği tüm Türkiye’ye yayılsın dedik, “istemezük” dediniz. Rant bizim her şeyimiz, Cengiz, Limak para kazansın, rant tanıdıklara gitsin dediniz. Kentte orman kalmazsa kalmasın, çocuklar astım hastası, obez olursa olsun biz istemezükçülükten vazgeçmeyiz diye direttiniz.

Halkın ödediği vergilerin harcandığı yerler denetlensin, Sayıştay raporları, müfettişler işini yapsın dedik, “istemezük” dediniz. Harcadığımızı kimse bilmesin, ihaleler, örtülü ödenekler, tapelere, ses kayıtlarına sığmayan kirli ilişkiler açıklanmasın, üstüne gidilmesin istediniz. Her şeyin başına ‘yeni’ getirdiniz ama istemezükçülerin giriştiği her işin kuşaktan kuşağa aktarılacak soyadı, yolsuzluk oldu.

Avrupa’nın en güneşli ülkesinde, elektriği güneş enerjisinden üretelim, paralarımız yurt dışına gitmesin, kömür santralleri insanların ciğerini kanser etmesin dedik, “istemezük” dediniz. Güneş santrallerini burada üretiriz, Rusya’dan nükleer, doğalgaz, Almanya’dan, Amerika’dan termik santral alacağımıza bizim ülkenin gençleri iş bulur, çalışır dedik. Ona da “istemezük” dediniz.

Medyada sansür, tekelleşme, patron eli olmasın dedik, “istemezük” dediniz. Patronlarınız yetmedi, her gazeteye ‘Alo Fatih’ler, kayyumlar atadınız. Özgür basına karşı çıktınız, gazetecinin yazısına, karikatüre, lise öğrencisinin hayıflanmasına bile bir “istemezük” çektiniz. Sizin gibi düşünmeyen herkese hakaret davası açtınız.

Her koya bir kömür santralı, her dereye HES kondurdunuz. Elektriği akıllı kullansak, tasarruf etsek, aynı DPT raporlarında söylendiği gibi dörtte bir daha az enerji harcarız, paramız cebimizde kalır dedik, bu sefer daha gür bir sesle, “istemezük” dediniz. Yetmedi. Ülkenin iyiliğini, doğanın diriliğini isteyenlere ajan diye iftira attınız. Dağda, bayırda yeşeren, inşaatlara karşı direnen tüm endemik türleri paralelci ilan ettiniz.

İnsanların sağlığını hastanelere, okullardaki eğitimi özele vermeyin, fakir fukara da olsa eşit ve kaliteli eğitim, sağlık hizmeti alsın dedik, “istemezük” dediniz.
GDO’lu gıda değil, doğal, organik gıda dedik, “istemezük” dediniz.
Tek adam değil halk yönetsin dedik, “istemezük” dediniz.
Zorla din dersi olmasın dedik, böyle özgürlüğü “istemezük”, zorla olsun dediniz.
Çocuklara dini kullanarak yasa dışı eğitim vererek tecavüz ediyorlar, çocukları kurtarın dedik, akıl fikir “istemezük”, bir kerecikten bir şey olmaz dediniz.

Ey siz, gerçek istemezükçüler. Bin tane güzel şey söyledik bir tanesine “he” demediniz. Bir de bize istemezükçü der durursunuz. Halbuki biz iyiden, doğrudan yana her şeye varız. Bir tek hırsızları, yolsuzları, demokrasi ve özgürlük düşmanlarını “istemezük”.

Sinop’ta nükleer kurmaya çalışan EÜAŞ’ın tarihi kazalarla dolu

Sinop’ta nükleer santral işine girmek isteyen EÜAŞ’ın termik santral sicili kazalarla dolu. BirGün tarafından kamuoyuna açıklanan kaza raporları, İstanbul’un göbeğindeki Ambarlı termik santralinde “ucuz atlatılan” bir kazadan da bahsediyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Nisan 2016

Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santralin ortaklığına soyunan EÜAŞ’ın (Elektrik Üretim Anonim Şirketi) işlettiği termik santrallarda onlarca kaza olmuş. BirGün’ün ortaya çıkardığı EÜAŞ tarafından düzenlenen 2000-2006 yıllarına ait kaza raporları, kurumun termik santrallarında güvenlik kültürünün yetersizliğini ve kazalar nedeniyle yaşanan ekonomik kaybı ortaya koyuyor.

Sinop’ta Fransız ve Japon şirketlerle birlikte bir proje şirketi kurarak, yüzde 49 payla nükleer santral işine gireceği belirtilen EÜAŞ’ın kaza yapan santralları arasında Ambarlı, Hamitabat  Bursa, Kangal ve Afşin-Elbistan A gibi önemli termik santrallar da var.

İstanbul’un göbeğinde ‘ucuz atlatılan’ kaza
Bu kazalar arasında özellikle 13 Şubat 2004 tarihinde Ambarlı’daki Fuel-Oil Santralı’nda meydana gelen kaza öne çıkıyor. Santralin 4. Ünitesinde, tekrar kızdırılmış buharı orta basınç türbinine taşıyan boruların patlamasıyla meydana gelen kaza sonucunda türbin dairesi tamamen buharla kaplanmış. EÜAŞ’ın kaza raporuna, “Olayın meydana geldiği anda basınç ve sıcaklık değerlerinin çok düşük olması (125 °C, 14 bar. Normal işletme basıncı 36 bar, 540 °C) ve teçhizat yakınında herhangi bir kimsenin bulunmayışı olası can ve mal kaybını önlemiştir. Türbin dairesini tamamen buhar kaplamış ve böyle bir kaza çok ucuz atlatılmıştır” şeklinde aktarılan kaza, Türkiye’nin en büyük çevrim santrallarından birinde, İstanbul’un Avcılar ilçesinde meydana gelmiş. Kazanın tamiri süresince 276 milyon kilovatsaati bulan elektrik üretilememiş. Santralin kaza raporunda boruların patlamasının nedeni, “Malzemenin ömrünü tamamlaması” şeklinde kaydedilmiş. Bu da nükleer santral ortaklığına soyunan EÜAŞ’ın santrallarında kontrollerin yeterli bir şekilde yapılıp yapılmadığı sorusunu da akıllara getiriyor. Ambarlı santralında sık sık trafo yangınları meydana geldiği de raporlara yansımış.

Üç yıllık üretim kaybı
1120 MW gücüyle Sinop’ta kurulmak istenen nükleer reaktörlerden biri kadar güce sahip Hamitabat doğalgaz santralına ait kaza raporu ise bu kaza sonucu şirketin ve devletin uğradığı üretim kaybını ortaya koyuyor. Tarihi belirtilmeyen kaza C1 gaz türbininde, ısı plakalarında malzeme yorulması nedeniyle meydana geliyor. Raporda, “ısı plakalarından biri metal yorgunluğu sebebiyle yerinden çıkarak kanatlardan birine çarparak türbinin tümüyle hasarlanmasına neden olmuştur” deniyor. Kaza nedeniyle ilgili ünitede üç yıl boyunca üretim yapılamıyor.

Bir başka üretim kaybıyla sonuçlanan kaza ise kömürle çalışan Afşin Elbistan A Termik Santralı’nda, 2001 yılında meydana gelmiş. İkinci üniteye ait turbo jeneratöründe meydana gelen hidrojen kaçağının neden olduğu kaza 290 bin avroya tamir edilmiş ve o ünitenin bir yıl kapalı kalmasına neden olmuş. Çalışsa 823 milyon kilovatsaat üretecek ünitede ciddi bir üretim kaybı yaşanmış.


Seyitömer kaza rekortmeni
Yerli linyit kömürüyle çalışan Seyitömer Termik Santrali’nin elimize geçen kaza raporları ise santralın 2000’li yıllardan başlayarak sık sık kaza yaptığını gösteriyor. 23 Mayıs 2000 yılında üçüncü ünitedeki jeneratör arızası nedeniyle 5 ay çalışmayan birim, 18 Ekim 2002 tarihinde ise türbin yatak arızası nedeniyle üç ay daha devre dışı kalmış. Santralın bir numaralı ünitesinde 9 Ağustos 2003 tarihinde meydana gelen kaza ise yaklaşık iki yıl sonra, 20 Mayıs 2005 tarihinde onarılabilmiş. 2 milyon avro harcanan tamirat boyunca santral 2 milyar kilovatsaatlik üretim kaybı yaşamış. Bu ünite tamir edildikten beş ay sonra, kaza yapma sırası tekrar üçüncü üniteye geçmiş. 26 Ekim 2005 tarihinde tekrar devre dışı kalan ünite bir ay içinde tamir edilmiş.

Tasarım hatası
1432 MW’lık kurulu gücüyle yine Türkiye’nin en büyük santralları arasında yer alan Bursa Doğalgaz Çevrim Kombine Santralı’nın kaza raporlarında, kazaların nedenlerini belirtirken, tasarım ve imalat hatası gibi açıklamalar yazılması dikkat çekiyor. Bursa’da en büyük üretim kaybı 6 Kasım 2002 yılındaki gaz türbini arızasından sonra yaşanmış. Yedi ay boyunca ilgili bölümde üretim yapılamamış ve 1 milyar 761 milyon kilovatsaatlik üretim kaybı yaşanmış.

Nükleer santral gibi dünyanın en riskli endüstriyel işine girmek için kolları sıvayan ve hukuki baskılardan kaçmak için Jersey Adaları’nda şirket kurmaya hazırlanan EÜAŞ’ın kaza geçmişi, nükleer enerjiye olumlu bakanları bile endişelendireceğe benziyor.

***
Ambarlı Santralı’nda kaza geliyorum demiş
Ambarlı’da, raporlara, “ucuz atlatılmıştır” şeklinde geçen kazanın kaynağı olan borularla ilgili daha önce de sorun yaşandığı kaza raporunda belirtilmiş. 100 bin çalışma saatinden sonar borularda meydana gelen çatlaklar tespit edilmiş ve Almanya’nın TÜV firmasıyla FKM laboratuvarı bir ön çalışma yapmış. 1984 yılında sorunlu parçaların değişimi yapılmış ve her yıl kontrolü önerilmiş. Raporda belirtildiğine göre 2002 yılının sonunda Teknik Kontrol ve Laboratuvar İşletme Müdürlüğü ile görüşülerek kızdırıcı hattındaki arızalı bölümlerin kaynak dikişleri kontrolü ve mikroyapı incelemesi ile ömür tespiti yapılması istenmiş. Kaza ise 2004 yılında olmuş. 

EÜAŞ Sinop’ta yargıdan kaçmak mı istiyor?
Sinop’ta nükleer santral için Fransa ve Japonya’dan gelen şirketlerle ortaklık kurmaya hazırlanan EÜAŞ, ortaklığa Jersey Adaları’nda kuracağı bir şirketle katılacağını açıkladı. EÜAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Halil Alış, vergi kaçakçılığı iddialarıyla gündeme gelen Jersey Adaları’nı tercih edişlerini 2015 yılında yaptığı bir açıklamada, “Biz bir ihale yaptığımızda o ihaleyi 10 yılda sonlandıramıyoruz. Kazanamayan mutlaka şikayet ediyor kazananı. Veyahut da bizi şikayet ediyor. Jersey Adaları'nda kuracağımız şirketle bundan kurtuluyoruz” sözleriyle açıklamıştı.

Yitik Topraklar

Çernobil’deki nükleer kazanın üzerinden 30 yıl geçti. Toprak yitip gitti. İnsanlar yitip gitti. Geriye sadece radyasyon kaldı...

Özgür Gürbüz-Magma/Nisan 2016

Foto: O.Gurbuz
Sovyetler Birliği’ni 26 Nisan 1986’da vuran nükleer kaza hâlâ etkisini sürdürüyor. Aradan geçen otuz yıla rağmen Çernobil’de kaza yapan dört numaralı reaktörü merkez alan, otuz kilometre yarıçapındaki alana giriş yasağı devam ediyor. Bu alana, özel izinle ve kısa süreli girişe izin veriliyor. Kazadan sonra göçe zorlanan 350 bin kişinin geri dönmesi artık hayal gibi. Temizlik çalışmalarında görev alan, çoğu asker 800 bin kişiden kaçının öldüğü, kaçının hayatta olduğuna dair farklı rakamlar var. İsviçre İşbirliği ve Kalkınma Ajansı’nın 10 yıl önceki raporunda temizlikçilerin 25 bininin eski Sovyet kayıtlarına göre öldüğü belirtiliyor. Sovyetler Birliği’ndeki rejimin hem kazayı hem de sonuçlarını gizleme çabaları nedeniyle bu rakamlar günümüzde halen tartışılıyor.

Yeni açıklanan Torch-2016 raporu ise Çernobil’in sadece bugünkü Ukrayna, Belarus ve Rusya’yı değil tüm Avrupa’yı etkilediğini öne sürüyor. Dr. Ian Fairlie tarafından ondan fazla uzmanın katkılarıyla hazırlanan ve Dünya Dostları (Friends of the Earth) adlı çevre kuruluşunun Avusturya ofisi tarafından yayımlanan rapor ilerleyen yıllarda 40 bin kişinin Çernobil kaynaklı ölümcül kanser vakasına yakalanacağına dikkat çekmekte. Belarus, Ukrayna ve Rusya’da yüksek seviyede kirlenmiş topraklarda (Sezyum-137 >40 kBq/m2) yaşayan insanların sayısının da 5 milyon olduğuna dikkat çekiyor.

Raporun bir başka önemli bulgusu da tiroit kanseriyle ilgili. Şu ana kadar kaza nedeniyle 6 bin tiroit kanseri vakası saptandığı belirtilirken 16 bin yeni tiroit kanserinin de gelecek yıllarda görüleceği söyleniyor. Radyoaktivite kaynaklı kan kanseri, meme kanseri, kalp ve damar hastalıklarının sayısındaki artışın doğrulandığı da raporda geçen bir başka bilgi.

Çernobil kazasının Türkiye’de başta Trakya ve Doğu Karadeniz olmak üzere etkili olduğu, o dönem alınan çay ve toprak analizlerinde yüksek seviyede radyasyona rastlandığı biliniyor. Aynı bugünkü gibi 1986 yılında da Mersin Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen dönemin yöneticileri, bu kazanın Türkiye üzerindeki etkilerini araştırmamış, özellikle de çaydaki radyasyonu gizlemek için büyük çaba harcamıştı. Dönemin TAEK Başkanı Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre şunları demişti: “Radyoaktiviteyi bilmeyen halkım rakamı ne yapsın? Çernobil ile ilgili olarak benden başka kimsenin konuşmaması için emir verdim. Ben Osmanlı devlet geleneğinden geliyorum, bu hiyerarşi anlayışını benimsiyorum...” Dönemin Başbakanı Turgut Özal, “radyoaktif çay daha lezzetli” açıklamasını yaparken Cumhurbaşkanı Kenan Evren “radyasyon kemiklere yararlıdır” diyerek konuyu önemsizleştirmişti. Evren’in, içtiği çayı ODTÜ’ye analize gönderdiği ve çayında diğer örneklere göre az da olsa radyasyona rastlandığı daha sonra ortaya çıkmıştı. O tarihte ODTÜ’de doçent olan İnci Gökmen, Olcay Birgül ve Aykut Kence, yaptıkları analizlerde çaylarda kilogram başına ortalama 10 bin 300 bekerel radyasyona rastlamıştı. Bu rakam bazı Çay Çiçeği marka çaylarda 36 bin 800’e kadar çıkıyordu. Eski Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in çayıysa 5 bin 600 bekarel radyasyona sahipti; temiz değildi...

Ölemeyen ağaçlar diyarı Çernobil

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Nisan 2016

Foto: Pripyat - O.Gurbuz
Çernobil kazasının üzerinden 30 yıl geçti. Bir daha böyle bir kaza olmaz diyorlardı; Fukuşima oldu. Sovyet teknolojisi diyorlardı, güvenlik kültüründen yakınıyorlardı; Japonya’da örnek gösterilen güvenlik kültürü ve Amerikan yapımı nükleer reaktör kaza yaptı. Çernobil’in koruma kabı yoktu, o yüzden radyasyon sızıntısı oldu diyorlardı; Fukuşima’da koruma kabı vardı ama yine radyasyon sızıntısı oldu. Çernobil olduğunda Türkiye’de radyasyonlu çay kemiklere iyi gelir diyorlardı.30 yıl sonra, “tüpgaz da patlar”, “bekarlık nükleer santraldan daha tehlikeli” diyorlar.

Aradan geçen 30 yıla rağmen kilometrelerce toprak hâlâ kullanılamaz durumda. Çernobil nükleer santralini merkez alan 30 km yarıçapındaki bir alana artık izinsiz girilemiyor. Kazadan sonra temizlik çalışmalarına katılan 800 bin kişiden en az 25 bininin öldüğü biliniyor. Radyoaktif serpinti, Belarus’un tarım arazilerinin yüzde 22’sini, ormanlarının ise yüzde 21’ini kirletti. Ukrayna’da ormanların yüzde 40’ı radyasyona bulandı. Nazım haklı çıktı, yaprağına değen ölüyor. Bugün yüzlerce işçi, çökmek üzere olan dört numaralı reaktörün üzerini yeni bir beton duvarla örmeye çalışıyor. Reaktörün içinde 200 ton erimiş nükleer yakıt var ve etrafında koruma kabı olmaması, radyasyonun yeniden bölgeye yayılması demek. Radyasyon bu tüpgaz değil, etkisinin geçmesi için yüzlerce, binlerce yıl geçmesi gerek.

Foto: Pripyat - O.Gurbuz
İnsanların boşalttığı bölge bazen orada yaşayan vahşi hayvanlarla gündeme geliyor. Nükleer enerjiyi savunanlar bazen bunu ‘yaşam geri döndü’ diyerek nükleer enerjinin lehine kullanmaya bile çalışıyor. Amerika’daki ‘USA Today’ gazetesine konuşan Güney Karolina Üniversitesi’nden Prof. Timothy Mousseau ise durumun hiç de söylendiği gibi olmadığına dikkat çekiyor. Onlarca kez Çernobil’de araştırma yapan bilim insanı, bölgedeki birçok canlıda genetik hasara yol açtığını söylüyor. Kuşların birçoğunda hasarlı sperm görülürken yüzde 40’a yakının kısır olduğu saptanmış. Nedeni suya, havaya ve toprağa bulaşmış iyonize radyasyon. Ağaçların çok yavaş büyüdüğü, ölen ağaçların da radyasyon yüzünden büyüyemeyen mantar, kurt ve bakterilerin yokluğu nedeniyle daha geç çürüdüğünü gözlemlenmiş. Ölemeyen ağaçların ülkesi artık Çernobil. Profesör Mousseau, aynı araştırmaları Fukuşima’da da yaptıklarını ve benzer sonuçlarla karşılaştıklarını da söylüyor. Bu da hayvanlarda görülen genetik bozuklukların başka nedenlerden değil radyasyondan kaynaklandığını gösteriyor. Çernobil’de yaptıkları onlarca araştırma da aslında bunu kanıtlamak için tekrar edilmiş.

Nükleer, kaza olmasa da tehlikeli
Nükleer santrallerin tek tehlikesinin kaza olduğunu sananlar, arızasız çalışan bir reaktörden her yıl çıkan ve binlerce yıl radyoaktif kalan nükleer atıkların doğayla en ufak bir temasta bile bu sonuçları doğuracağını unutmamalı. Nükleer santraldeki küçük sızıntılardan ancak ülkedeki otorite isterse haberiniz olacağını unutmayın. Sosyal medyada en ufak bir eleştiriyi bile yasaklayan bir hükümetin, nükleer santraldeki her sızıntıyı size haber vereceğini mi sanıyorsunuz?

Sinop ve Mersin’de nükleere hayır demeyenler, etraflarındaki ağaçlara, kelebeklere, kuşlara ve sevdiklerine son bir kez bakabilir. Hayır diyenler ise zaten ne yapacağını biliyor, 24 Nisan Pazar günü Sinop’taki Uğur Mumcu Meydanı’nda toplanıyor. Sinop NKP Dönem Sözcüsü Zeki Karataş, “Sinop’ta her evde bir kanser vakası var” diyor. Türkiye bu konuyu hiç araştırmadan geçiştirmeye çalışsa da, Karadenizliler, bu acıların nedeninin bir nükleer santral ve Türkiye’ye nükleer santral kurmak için olan biteni halktan gizleyenler olduğunu iyi biliyor. Bin küsur kilometre uzaktaki Çernobil’in acısını yaşayanlar, burunlarının dibine, Sinop ve Mersin’e nükleer santral kurdurmamaya kararlı. Kanserden yitirdikleri dostları, kardeşleri, akrabaları için sokağa çıkıyorlar.

Karadeniz İsyandadır Platformu işi özetlemiş, “Hamsi limonsuz kalmayacak” diyor. Hem Sinop’un hamsisine hem de Mersin’in limonuna sahip çıkıyor. Siz ne yapıyorsunuz bu hafta sonu? Umutsuz ve mutsuz oturup güzel günlerin gelmesini mi bekliyorsunuz yoksa Sinop’a mı gidiyorsunuz?

Yeni Çeltek ve 220 işçi

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Nisan 2016

Yeni Çeltek, genelde 1980’deki işçi direnişi ve 1990 yılında 68 işçinin öldüğü grizu patlamasıyla hatırlanır. Amasya sınırlarındaki bu kömür madeni geçen hafta işçilerin açlık greviyle tekrar gündeme geldi. Madeni işleten, Soma Holding’e ait Gürmin Enerji’nin ocağı kapatıp işçileri Soma’da çalıştırmak istemesi üzerine 220 işçi yerin 1200 metre altında açlık grevine başlamıştı. Grev 10. gününde Enerji ve Çalışma bakanlıklardan gelen heyetlerin sorunların çözümü için verdiği sözler neticesinde sona erdirildi. İşçilerin isteği madenin açık kalması ve Soma’ya göç ettirilmemek.

İşçiler mücadelede bir adım öne geçti ama iş bu noktaya nasıl geldi biz onu konuşalım. Amasya Suluova’daki Yeni Çeltek kömür madeni, Soma’da 301 madencinin öldüğü kazadan tanıdığımız Soma Holding’in bir şirketine ait; Gürmin Enerji’ye. Soma Holding’in ilgisi madendeki kömürle sınırlı değil. Şirket, tarım ve hayvancılığın hakim olduğu bu topraklara kömür santralı da kurmak istiyor. Yöre halkı ise bu karara karşı çıkıyor. Merzifon’da MERÇEP adında bir çevre platformu kuruldu. Merzifon Belediyesi projeye karşı olduğunu açıkladı. Diğer ilçe ve köylerde de benzer sesler çoğalıyor. Duyarlı insanlar bu projeye karşı paneller, yürüyüşler düzenliyor. EPDK ise Cumhuriyet tarihinin en feci maden kazasının olduğu madeni işleten firmaya kömür santralı için ön lisans verdi. Ön lisansın süresi 2017 sonunda bitiyor. Soma Holding’in Yeni Çeltek’teki madeni kapatmasının birçok nedeni olabilir. Şirketin termik santrale karşı çıkanları sindirmek amacıyla, “termik yoksa madeni de kapatırız” diyerek gözdağı verme olasılığı ilk akla gelenler arasında.

Yeni Çeltek maden ocağının kapatılmak istenmesi dünyanın en büyük kömür şirketlerinden Peabody Enerji’nin iflas haberiyle birlikte geldi. Kömür talebinin azaldığı bir dönemdeyiz. Türkiye elektrik piyasasında arz fazlalığı da cabası ancak kömüre teşvik söylentileri firmaların iştahını kabartacak cinsten. Böylesine garip bir ülkedeyiz.

Açık konuşalım. Yeni Çeltek kömür madeninin yeniden açılmasını sorunun çözümü gibi görmek yanılgı olur. Çocukluğumdan beri felaket haberleriyle, korkuyla anılan, işçilerin ocağa dualarla uğurlandığı bu madenin kapanması aslında işin doğrusu. Soma Holding istediği için değil, kömür iklim değişikliğine yol açtığı için, hava kirliliğiyle insan sağlığını riske attığı için ve eğer oraya bir kömürlü termik santral kurulursa bölgedeki tarımsal üretimi etkileyeceği için. Buraya kadar eminim hepimiz aynı fikirdeyiz. Peki, ya işçiler? 220 işçinin bakmak zorunda olduğu aileleri var ve işlerini kaybetmek istemiyorlar. Yoksa kim yerin 1000 metre altında çalışmak ister, Türkiye gibi işçilerin hayatının hiçe sayıldığı, can güvenliği isteyen işçilere tekme atıldığı bir ülkede kim mecbur kalmadıkça bir kömür madeninde çalışmak ister? İster işçi, ister çiftçi, ister orada yaşayan biri olun, sorunun kaynağı belli: Kömür. Eksik olan ise çözüm önerisi.

Termik santral yapılmak istenen bölgede hayvancılık ve tarım yaygın. Tarımda da şeker pancarı öne çıkıyor. Pancar şeker eldesi için Amasya Şeker Fabrikası’na gönderilirken küspesi de hayvan yemi için ayrılıyor. Amasya Şeker’in pancardan biyoetanol yapımında da kullanılan etil alkol üretebildiğini biliyoruz. Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, örneğin ABD’deki Worcester Politeknik Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırma, şeker pancarının mısıra göre biyoyakıt üretiminde daha uygun bir seçenek olabileceğini gösteriyor. Bu konuda çalışmalar yürütülse, tarımı etkilemeyecek küçüklükte bir tesisle madendeki işçilerin bir bölümüne istihdam sağlamak mümkün olabilir. Yine aynı şekilde hayvan dışkılarını biyogaza çevirecek bir başka tesis, yeni bir iş kapısı ve enerji üretim kaynağı olabilir. İki küçük tesis ve beraberinde ortaya çıkacak istihdam fırsatları 220 işçiye daha güvenli, sağlıklı bir iş bulmaya yetebilir. Hem de Türkiye’ye yeni bir fikir, gelişme fırsatı sunabilir.

Mesele enerji sorununu çözmekse, bölgedeki altyapı, bir yalıtım firmasının fabrikasını kurmaya çok uygun. Bölge Karadeniz’in batı ve doğusuna giden yolların tam ortasında. Yakınındaki büyük yerleşim merkezlerinde Çorum, Samsun, Merzifon, Tokat ve Amasya’da binlerce binanın mantolama ihtiyacını karşılayacak bir üretim tesisi yine istihdam ve enerji sorununun ikisine birden çözüm olabilir. Verilecek yalıtım desteği veya düşük faizli krediler kurulmak istenen santralin üreteceği enerjinin tasarruf edilmesiyle karşılanabilir. Madencinin, çiftçinin ve orada yaşayanların hepsinin sorununu çözecek bir çözüm mümkün. Ne olacağına yapılacak araştırmalardan sonra karar verilmeli elbette ama çözümün ne olmadığı açık. O da kömür.

Almanya'dan yeni bir rekor

Almanya 2015 yılında elektrik tüketimin %32'sini yenilenebilir enerjiden sağladı. Rüzgar (%14,7), biyokütle (%8,3) ve güneş(%6,4).

Almanya'nın hedefi, 2050'ye kadar elektrik enerjisinin yüzde 80'ini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak.

Uzaydan dünyaya düştü doğayı keşfetti

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Nisan 2016

Jasmin Blasco ve Pico Studio
Uzayda doğmuş ilk dünyalıya ne denir? Uzaylı elbette. Yıllardır uzaylıların dünyaya gelip, “ben dostum” demesini bekleyenlerin bu sıralar mırıldandığı bir şarkı var. Şarkının da, “çabuk gelin, yok olmadan” diye bir nakaratı var. Bu şarkının İstanbul Modern’deki “Yok Olmadan” sergisinden ilham aldığı yönünde rivayet çok. Sergi salonlarını doğanın korunması için açan İstanbul Modern’in bu son sergisi oldukça farklı sanatçılardan, bize yaşadığımız çevreyi hatırlatacak, sorunları düşündürecek onlarca eserle dolu. Sergiye Jasmin Blasco’nun, “Uzayda Doğmuş İlk İnsan”ıyla başlayabilirsiniz. Sanatçının kurgusu, bu ‘uzaylı’nın dünyayı ziyaretine hazırlanışını, dünyanın dışarıdan nasıl göründüğünü anlatıyor. Blasco’dan esinlenerek bu sergiyi dünyaya ilk kez adım atan bir insan gibi gezmek, etrafımızdaki zenginliği keşfetmenize çok yarayacak.

Mark Dion
Dünya Çevre Günü’ne (5 Haziran 2016) kadar açık olacak sergide sadece karşı karşıya bulunduğumuz çevre sorunlarına dokunuşlar yok; doğanın sanatın içine nasıl işlediğine, birbirlerini nasıl etkilediğine dair çalışmalar da var. Alper Aydın’ın “Taş Kütüphanesi” gibi. Aydın’ın Türkiye’nin dört bir yanından topladığı taş ve ahşap örnekleri, size yanından geçip görmediğimiz bir başka güzelliği hatırlatacak. Francesco Garnier Valletti’nin 1800’lerin ortasında hazırlamaya başladığı balmumu temelli meyve figürleri de Aydın’ın çalışması gibi, doğanın zenginliğinin aynı zamanda kütüphaneler dolusu bir bilgi hazinesi olabileceğini gösteriyor. 20 sanatçının eserlerinden oluşan sergide bu ikisinin yan yana gelmesi rastlantı olmasa gerek. Onlarca çeşit meyveyi, mevsim gözetmeksizin birlikte görmek her uzaylı kadar dünyalıyı da mutlu edecek.

Yok Olmadan sergisini, küratörlerden Çelenk Bafra ile birlikte gezdik. Bafra, gezegene gelişme ve iktidar hırsıyla yaptıklarımızla kendi kendimizi soktuğumuz bu çıkmazdan kolay kolay çıkamayacağımızı düşünüyor. İklim zirveleri gibi küresel politik girişimlerin ve bireysel doğaya dönüş çabalarının yeterli kalacağını düşünmüyor. Doğayla ilişkimize dair yüzeysel ve samimiyetsiz bakış açısının tersyüz edilmesinde sanatçıların katkısının olacağına inanıyor. Bafra, “Biz burada daha yaratıcı zihinlere yer açmak istedik. Hayalci değil, umut dolu bir bakış açısı sunmaya çalıştık” diyor.

Lars Jan
Sergi, performanslardan, resimlere ve deneysel çalışmalara kadar çok farklı teknik ve bakış açısı barındırıyor. Örneğin, geleceğin sanatının, iklim değişikliğine yol açmadan yapılması gerektiğini düşünüyorsanız, Roger Ackling’in doğada bulduğu tahta parçalarını, sadece güneş ışınlarından yararlanarak şekillendirdiği eserleri size ilham verebilir. Karbon ayak izi sıfır! Charles Dellschau adlı kasabın not defterinden çıkanlar uzaylıların dünyaya daha önce bir kasap kılığında gelmiş olabileceğini düşündürebilir. Yerkürenin doğası elbette atmosfer ve uzayla bağlantılı ancak maceracı bir doğa gezisi için o kadar uzağa gitmeye gerek yok. Mark Dion’un ‘Kâr Körlüğü’ adlı çalışması yüz adet kutup ayısı çiziminden oluşuyor. Camila Rocha ise Brezilya’nın yağmur ormanlarını, bizim oralarının tabureleriyle müzeye getirmiş. Evinizi nasıl yağmur ormanına çevirirsiniz, ipuçlarını da vermiş; çiçek sehpalarının yanındaki taburelere biraz oturmanız yetecek. Elbette ve ne yazık ki, bugünkü doğamız sadece organik maddelerden ibaret değil. Canan Tolon, çevremizdeki, insan yapımı eşyaları doğayla buluşturmanın bir yolunu bulmuş. İyi kurgulanmış serginin bir esprisi de bu. Nerede olduğumuzu hatırlatan, hayallerimizi yeniden karşımıza getiren ve doğayı bize gösteren imgelerle dolu. Sergiyi gezerken veya dönüş yolunda hayaller, sorunlar veya çözümlerden hangilerini sarıp kucaklayacağınıza, yanınızda götüreceğinize siz karar verebilirsiniz.
Uzaydan dünyaya inmenin ve gezegenin geleceği için elimizi taşın altına koymanın vakti geldi. Bu sergi, sanatın da bu çabanın bir parçası olabileceğini gösteriyor. Unutmadan söyleyelim, perşembe günleri tüm uzaylılar İstanbul Modern’e ücretsiz girebiliyor.

Yok Olmadan sergisi etkinlikleri
Sergi süresince doğayla ilgili birçok etkinlik de düzenleniyor. 31 Mart’taki, Kütüphanede Ekoloji Buluşmaları adlı etkinlikte doğa ve sürdürülebilir yaşam üzerine odaklanan oluşumlarla tanışmak ve tartışmak mümkün. 7 ve 9 Nisan tarihlerinde ise kentsel tarım üzerinde çalışan Ek Biç Ye İç girişimi ile permakültür üzerine bir atölye gerçekleştiriliyor.

Enerjide hesap döndü

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Nisan 2016

Afşin Elbistan - Foto: O. Gurbuz
Sap döner, keser döner, gün gelir hesap döner diye boşuna dememişler. Enerjide öyle oldu. 14 yıllık Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının enerjiden rant yaratmaya dayalı modeli çıkışı olmayan bir tünele girdi. Enerji piyasasında hiçbir şey hükümetin istediği gibi gitmiyor.

Hükümetin enerji politikası elektrik talebinin sürekli ve yüksek oranlarda artmasına ve bu talebin aynı şekilde sürekli açılan yeni enerji santralleriyle karşılanmasına bağlıydı. Bu yapay talebin çok uzun sürmeyeceği belliydi. 2003-2007 yıllarında Türkiye’de elektrik talebi yılda ortalama yüzde 7 civarında arttı. 2008’de artış hızı yavaşladı, 2009’da ise talep yüzde -2 oranında azaldı ki, 2001 krizinde bile bu kadar düşmemişti. Son dört yılda ise Türkiye elektrik talebi yılda ortalama sadece yüzde 3,5 oranında arttı. Tahminlerin çok altında kaldı.

Gelişmiş ülkeler enerjiyi daha akıllı ve verimli kullanarak daha az santral kurma yolunda giderken, Türkiye talebi kontrol etmek yerine yeni santrallar yaparak enerji sorununu çözmeye çalıştı. Her dereye HES, her ovaya doğalgaz, her koya ithal kömür santralı ve iki dev nükleer santral için yatırımcıları Türkiye’ye topladılar. Son 14 yılda görev yapan üç enerji bakanının Türkiye’nin enerjide milyarlarca dolarlık yatırıma ihtiyaç duyduğunu tekrar tekrar söylemesi rastlantı değildi. Onların işi, yerli ve yabancı yatırımcıyla finans kuruluşlarını Türkiye’ye çekerek para akışını sağlamaktı. Bu sayede birçok şirket enerji sektörüne girdi, iyi para kazandı. Son Enerji Bakanı Berat Albayrak da aynı yolda ilerliyor. 5 Mart 2016’da, enerji sektöründe 10 yılda 100 milyar dolarlık yatırım gerektiğini söyledi. AKP’nin enerji politikası bir ezbere, gerçek ihtiyaca yanıt vermek yerine ihtiyaç yaratmaya dayanıyor ve bu ezberin artık ne Türkiye’de ne dünyada bir karşılığı var.

Dert bu kadarla da sınırlı değil. Makine Mühendisleri Odası’nın Enerji Görünümü Raporu’nda, şu ana kadar lisans alıp yapımına başlanan 38 bin megavatlık yeni santral olduğu belirtiliyor. Mevcut santralların yarısı kadar santral yolda anlayacağınız. Buna nükleerler dahil değil. Yapımı sürenler bittiğinde talep artmazsa elektrik gerçekten de sudan ucuza satılabilir çünkü arz talebin çok üstünde.

Sorun büyük. Santral sayısı artarken (arz) talep neredeyse yerinde sayıyor. Talebi gereksiz tüketimle artırmak da israftan başka bir şey değil. Arz fazla, talep az olunca da elektrik fiyatları düşüyor. Buna rağmen hükümet bu düşüşü bize yansıtmıyor. Elektriği ucuzlatacağına zam yapıyor çünkü onların derdi kar edemeyen elektrik üreticilerini kurtarmak. Talebin ve fiyatların hep yüksek olacağını düşünen özel sektör ise aldığı riskin bedelini ödemek yerine maliyeti tüketiciye yükleme peşinde.

Ucuz denen kömüre teşvik gündemde
Yılbaşındaki elektrik zammını hükümetten önce haber veren Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir, bu defa da ürettikleri elektrik için alım ve fiyat garantisi istedi. Enerji Bakanı Berat Albayrak da alım garantisinin yerli kömürle çalışan santraller için düşünülen modellerden birisi olduğunu söyledi. Sabancı Holding Enerji Grubu Başkanı Mehmet Göçmen, “Geçtiğimiz 10 küsur yılda hiçbir fiyat garantisi olmadan sektöre 75 milyar dolara yakın para yatırılmış. Bugün itibariyle sektörün borcu 60 milyar dolar. Bunun da 52 milyar doları yerli bankalara. Mali durum bu” diyerek durumu özetliyor. Göçmen de diğer özel sektör temsilcileri gibi, devletin piyasa fiyatının üzerinde bir alım garantisi vererek kendilerini kurtarmasını istiyor.
Özdemir, alım garantisinin rakamını da açıkladı, kilovatsaat için 8 dolar sent isteniyor. İyi işletilemiyor diyerek neredeyse devletin elindeki tüm enerji santrallerini satışa çıkartanlar, şimdi de öngörüsüzlüklerinin ve hükümetin rant yaratma çabalarının fiyaskoyla sonuçlanmasının bedelini bize ödetmeye hazırlanıyor.

Özel sektör bastırdı ve Türkiye, herkesin kirli olduğu için kaçmaya çalıştığı kömüre teşvik vermeyi gündemine aldı. Hem de pahalı dedikleri rüzgar enerjisine verdikleri alım garantisinden (7,3 dolar sent) daha fazlasını havayı kirleten, iklimi değiştiren kömüre vermeyi planlayarak. Hayaldi, gerçek oldu.

Yenilenebilir enerji dünyanın ilk tercihi

Bozcaada Santrali - Foto: O. Gurbuz
İzninizle birkaç basit rakamla dünyada yenilenebilir (temiz) enerjinin gelişimini anlatmak istiyorum. Kıyaslama yapmanız için de ufak bir ön bilgi vereceğim. Türkiye'nin elektrik üreten tüm santrallerinin kurulu gücü 73 bin megavat (MW). Bunu aklınızda tutun lütfen.

2015'te dünyada toplam 134 bin MW gücünde yenilenebilir enerji santrali kuruldu. Yani, Türkiye'nin kurulu gücünün iki katı kadar yeni yenilenebilir enerji santrali kuruldu. Bunların içinde hidroelektrik yok, ağırlık güneş ve rüzgarda. Yatırımın maddi tutarı 286 milyar doları buluyor. Buna karşılık aynı yıl 15 bin MW'lık nükleer, 42 bin MW'lık kömür, 40 bin MW'lık da yeni gaz santrali kuruldu. Bu oldukça önemli bir gelişme çünkü yenilenebilir enerjinin artık bir numaralı tercih olmaya başladığını gösteriyor. İlginç bir nokta da, genelde kömüre yönelen gelişen ülkelerde de yenilenebilir enerji yatırımlarının ilk defa gelişmiş ülkelerden fazla olması. 
 
Kaynak: UNEP

Nükleer Güvenlik Zirvesi’nde nükleer terör konuşulacak

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Nisan 2016

İki yılda bir gerçekleşen Nükleer Güvenlik Zirvesi dün New York’ta başladı. Türkiye zirveyi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yalnızlığı ve protesto edilmesi haberlerinden gördü ancak zirvenin bizi daha fazla ilgilendiren kısmı nükleer terörizm meselesi. Bugün sonlanacak zirvede gözler nükleer silahlardan çok nükleer terör üzerinde olacak. Dünyanın birçok ülkesinden gelen kanlı saldırı haberleri ve IŞİD üyelerinin Belçika’da nükleer santralleri de hedef aldığının ortaya çıkması ‘nükleer terör’ olasılığını artırdı. Nükleer silah yapımında kullanılabilecek nükleer malzemeler ve de ‘kirli bomba’ yapımında kullanılabilecek her türlü radyoaktif materyal artık teröristlerin hedefleri arasında. Nedir kirli bomba? Bir radyoaktif maddenin suya, toprağa veya havaya karışmasıyla yayılmasını sağlayacak her türlü girişim; örneğin bir kentin içme suyu şebekesini radyoaktif maddelerle kirletmek, kirli bombalara bir örnek.

Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (UAEK) Başkanı Yukiya Amano, Nükleer Zirve öncesi yaptığı açıklamada bu tehdidi kabul etti. Özetle;

·         Ülke sınırlarında radyoaktif madde kontrolünün artırılması gerektiğini,
·         Nükleer santrallerin ve benzer kuruluşların siber ataklara maruz kaldığını,
·         Bilgisayarların bu saldırılara karşı korunmasının hayati derecede öneme sahip olduğunu,
·         Hastanelerdeki radyoaktif maddelerin çalınmaması için ek önlem alınması gerektiğini söyledi.

Amano’ya göre, Nükleer Maddelerin Fiziksel Korunması Sözleşmesi’nde yapılan son değişikliklerin tamamlanmasıyla, kirli bomba, nükleer saldırılarda sızıntıya yol açacak terör saldırılarına karşı gerekli önlemler alınmış olacak. İşi nükleer enerjiyi savunmak olan Amanu’nun böyle bir açıklama yapması normal ama inandırıcılıktan çok uzak. Kendi sözleri bile tehlikenin ne kadar ciddi olduğunu gösteriyor.

Amano, UAEK’ye üye ülkelerce radyoaktif maddelerle ilgili rapor edilen olayların sayısının 1995’den bu yana 2 bin 800 olduğunu, bunlardan çok azının nükleer patlayıcı yapmaya yarayabileceğini belirtiyor. Ancak, kaçırılan bazı nükleer maddelerin konvansiyonel patlayıcılarla birleştirilerek kirli bomba yapılabileceğini, bunun da ölümlere ve kitlesel paniğe yol açabileceğini de ekliyor. Gördüğünüz gibi durum ciddi. Ülkemizde daha da ciddi çünkü geçmişte yaşadığımız tecrübeler bize nükleer maddelerin korunması konusunda aldığımız tedbirlerin çok yetersiz olduğunu gösteriyor. 1999 yılındaki İkitelli Kazası’nı hatırlayın. Tıp alanında kullanılan bir cihaza ait radyoaktif madde (Kobalt-60) İstanbul’da, hurdalıkta bulunmuş, o maddeyi parçalayıp satmak isteyen Hüseyin Ilgaz hayatını kaybetmişti. Hurdacılık yapan ailede Murat Ilgaz parmaklarını, birçok aile bireyi de üreme yeteneğini kaybetmişti. İzmir’in göbeğinde, Gaziemir’de gömülü bulunan tonlarca nükleer atığa ne demeli? Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) eski başkanlarından Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, 1997 yılında, “1150 ton nükleer atık Isparta'ya gömüldü, 800 ton nükleer atık da Konya'da yakıldı” demişti. Özemre, nükleer enerjinin önde gelen savunucularından biriydi ve Çernobil sırasında çaydaki radyasyon ölçümlerini bile gizlemeye çalışmıştı. Bahsettiği atıkları bulmak için günlerce Isparta’da dolaşmıştık ama ne devlet “nerede bunlar” diye sordu, ne biz izini bulabildik. Görüldüğü gibi Türkiye’de nükleer maddelere ulaşmak hiç zor değil. Kontrol yok, ilgilenen yok. Aslında teröristlerin nükleer madde aramasına bile gerek yok, kazsalar karşılarına çıkacak. 

2010 yılında BirGün’e, “Nükleer santral terörün bir numaralı hedefi olacak” başlıklı bir yazı yazdığımızda yaptığımız uyarıları nükleer santralleri karalamak için uydurduğumuz düşünenler olmuştu. Onlara göre nükleer santrallere karşı düzenlenebilecek tek saldırı, 11 Eylül’de olduğu gibi, nükleer santrale uçakla yapılacak bir intihar saldırısı. Reaktörü koruyan binanın bu saldırıya dayanacağını anlatıp durdular. Atoma tapan bu arkadaşlar, üzerine uçak düşen bir nükleer santralde reaktör hasara uğramadıkça her şeyin yolunda gideceğini bile düşünebiliyor. Üzerine yolcu uçağı düşen santralde kaç kişi bir bardak su içip işine hiçbir şey olmamış gibi devam eder, o saldırı sonucu çıkacak yangın ve diğer patlamalar nelere yol açar, düşünebiliyor musunuz? Kaldı ki, bugüne kadar meydana gelen tüm büyük nükleer kazalar gösterdi ki, reaktörü sabote etmek için böyle büyük saldırılara gerek yok. Santrale soğutma suyu pompalamasını durdurun, acil durum için bekleyen dört dizel jeneratörü halledin, reaktörler kontrolden çıkar. 

Bunları herkes biliyor. Aramızda o derece gözü dönmüş birileri var mı; Belçika’da gördük ki o da var. Çok daha ince planlar yapıyorlar. 2014’te Belçika’da nükleer santralde bir sabotaj gerçekleşmiş, sorumlusunun orada çalışan ve sabotajdan önce IŞİD’e katılan bir işçi olabileceği söylenmişti. Son saldırılar sonucu yapılan aramalarda da, Belçika’nın Nükleer Araştırma Programı Müdürü’nün evine giriş ve çıkışının IŞİD üyelerince filme alındığı ortaya çıkmıştı. Nükleer santrallerin terör saldırılarının hedefi olduğu su götürmez bir gerçek.