Fukuşima’da 5 yıl geride kaldı: Tonlarca nükleer atık ve 100 binden fazla evsiz çözüm bekliyor

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Mart 2016*

Foto: UAEA David Osborn
Türkiye’yi yönetenlere göre dünyanın en büyük ‘tüpgaz’ faciası bundan 5 yıl önce Japonya’da meydana geldi. Aynı Çernobil kazası sırasında olduğu gibi, Türkiye’de nükleer santrallerin yolunu açmaya çalışan yöneticiler Fukuşima’yı da önemsiz göstermek için olmadık gayreti göstermişti. Dünya bir başka nükleer faciaya tanıklık ederken Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Enerji Bakanı olmak üzere birçok politikacı ve bürokrat, 50 milyar doları bulan Mersin ve Sinop’taki nükleer projeleri kurtarma derdine düşmüştü.   

Fukuşima’da ne olmuştu?
11 Mart 2011 günü Fukuşima Daiçi nükleer santrali önce depremle sarsıldı. Santralin güvenlik önlemleri devreye girdi, reaktörler otomatik olarak kapandı. Nükleer kazayı tüpgaz patlamasıyla kıyaslayanların hep anlattığı gibi acil durum jeneratörleri de devreye girdi ve reaktörlerdeki nükleer yakıtın soğutulması için su pompalamaya başladı. Ta ki, ‘tsunami’ gelip bu jenaratörleri de su altında bırakana kadar. Film burada koptu. Her nükleer kazada olduğu gibi insan aklı tüm riskleri hesaplayamamıştı. Mevcut teknoloji de nükleer enerjiyi kontrol etmekte bir kez daha yetersiz kalmıştı. Nükleer santraldeki altı reaktörden üçü ısındı ve içlerindeki 30 tona yakın nükleer yakıt, bir başka deyişle reaktörlerin kalbi erimeye başladı. Diğer üçü kaza öncesi devre dışıydı, bu belki de daha büyük bir faciayı önledi.

Fukuşima Daiçi-1 ve 2 numaralı reaktörlerde biriken hidrojen patlamalara yol açtı ve reaktörlerin bulunduğu binalarda hasar meydana geldi, çatılar uçtu. Radyasyon sızıntısı da başladı; havaya, toprağa ve okyanusa radyasyon sızıyordu. Kazadan sadece nükleer reaktörler etkilenmedi, kullanılmış yakıtların bulunduğu havuzların soğutma sistemleri de aksayınca burada da tehlike çanları çalmaya başladı. Nükleer santralde kullanılan yakıtlar reaktörün kalbinden çıkarılıp havuzlara konulur. Su yakıtların ısınmasını, böylece radyasyonu doğaya bırakmasını önler. Bu süre 10-20 yıl arasında değişiyor. Fukuşima’da bu havuzlara giden suyun kesilmesi daha önceki nükleer kazalarda karşılaşılmayan bir başka tehlikeyi de gözler önüne serdi. Kullanılmış yakıt çubuklarının bekletildiği havuzlar da ciddi bir risk içeriyordu. Santralin işletmecisi TEPCO, havuzları ve reaktörleri aylarca sürekli su pompalayarak kontrol altına almaya çalıştı ama bu sırada da tonlarca radyoaktif su okyanusa karıştı. Aynı durumla reaktörleri soğutma çabalarında da karşılaşıldı. Daha sonra bu radyoaktivite bulaşmış suların santral sahasına kurulan tanklara depolanmasına başlandı. Bugün bile günde 300-400 ton kirlenmiş su ortaya çıkıyor ve santral sahasında sayıları 1000’i bulan tankların içine depolanıyor. CNN’in haberine göre bu tanklarda 750 bin tonu bulan radyoaktif su birikmiş durumda.

Tehlike sürüyor mu?
Foto: UAEA Susanna Loof
Fukuşima’da tehlike geçmedi. Sorun sadece radyoaktif suyla sınırlı değil. Radyasyonun kaynağı orada duruyor. Henüz eriyen yakıtların hiçbirine dokunulmadı. Sadece çalışır durumda olmayan 4 numaralı reaktördeki yakıt çıkarıldı ve havuza konuldu. 2017’de 3 numaralı reaktördeki erimiş yakıtın çıkarılmasına, 2020’de ise 1 ve 2 numaralı reaktördeki yakıtların çıkarılmasına başlanacak. O zaman bu yakıtların ne kadar hasar gördüğü daha iyi anlaşılacak. Yakıtlar başarıyla çıkarılırsa da iş bitmiyor. Bu yakıt çubukları içerisinde 240 bin yıl radyoaktif kalacak Plütonyum-239 gibi radyoaktif maddeler olduğu için toprak, hava ve suyla temasının binlerce yıl kesilmesi gerekecek. Nükleeri savunanlar bu atıkları derin madenlere gömmeyi önerse de hiç kimse bu radyoaktif maddelerin nasıl yok edilebileceğini, yüzlerce, binlerce yıl sonra muhafaza edilen kaplarda sızıntı olup olmayacağını bilmiyor. Görmezden gelmek nükleer lobi için en iyisi.

Fukuşima’daki tehlikeler erimiş yakıt çubukları ve tanklardaki radyoaktif suyla sınırlı değil. Bugün santrali merkez alan 20 km yarıçapındaki dev bir alana izinsiz giriş yapmak veya yerleşmek mümkün değil. 100 binin üzerinde insan bölgeden göçmek zorunda kaldı. 62 bin kişi hâlâ barakalarda, geçici konutlarda yaşıyor. Bölgedeki temizlik çalışmaları da devam ediyor ancak söz konusu çalışmaların sorunu ne kadar çözdüğü tartışmalı. Japonya beş yıldır, ara vermeden, toprağa, evlere bulaşan radyasyonu temizlemeye çalışıyor. Radyoaktivitenin tespit edildiği yapıların sıvaları, malzemeleri sökülüyor, çoğu bölgede toprağın üstünden bir katman alınıp büyük, bir metreküplük torbalara dolduruluyor. Fukuşima bölgesinde, hemen hemen her yerleşim merkezinin yanında bu dev, radyoaktif atık dolu torbalardan görmek mümkün. 2015 sonunda sayıları 10 milyona yaklaşıyordu. 400 kadarının Eylül 2015’teki tayfunda yakındaki nehre karıştığı biliniyor, olası bir sel felaketi veya tsunami durumunda bu atıkların nasıl korunacağı bir soru işareti. Bu radyoaktif torbaların depolandığı 115 bin farklı depolama alanının olduğunu gözlerinizin önüne getirin, kazanın büyüklüğünü o zaman daha iyi anlayacaksınız. Bütün bu depolama alanlarında kat kat yığılmış, yağmurdan korunmaya çalışılan atıkların yığıldığı tepecikler göze çarpıyor.

Japonya radyoaktivite bulaşmış alanların temizlik işlemini şimdilik yerleşim yerlerine yakın noktalarda, özellikle okul ve çocuk bahçesi gibi çok kişinin kullandığı alanlarda yapıyor. Bazı kaynaklara göre çalışmalar yolların 15-30 metre uzağının ötesine gitmiyor. Tepelik araziler, insan yerleşimi olmayan alanlarda bu çalışmayı yapmak herhalde mümkün bile değil. O bölgelerde radyasyon seviyelerinin yıllar içinde düşmesi beklenecek, belki belirli bölgeler çok uzun yıllar insan yerleşimine çok uzun süre açılmayacak. Çernobil’de 30 yıldır beklenildiğini düşünürsek, Japonların tüm çabalarına rağmen Fukuşima’da hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı açık. Zaten, göçe zorlanan insanların çoğunun geri dönüş planı yok; özellikle de gençlerin. Çocukların toprağa değmesinin sakıncalı olduğu bir yerde kim çocuk büyütmek ister ki?

Enerji üretimi
Fukuşima’dan önce elektrik üretiminin yüzde 30’una yakınını nükleerden sağlayan Japonya’da 54 nükleer reaktör vardı. Fukuşima Daiçi’deki 6 reaktörden haliyle ümit yok ve bunlar kapatıldı. Kirlenmiş alan içerisinde kalan Fukuşima Daini santralindeki 4 reaktörün çalıştırılacağını düşünmek de hayal olur. Kazanın ardından kapısına kilit vurulan 5 reaktörü de listeden düşünürsek, şu anda Japonya’da çalışabilir durumda 39 reaktör kaldığını görürüz. Şu ana kadar, nükleer endüstri ve mevcut hükümetin tüm çabasına rağmen bunlardan sadece dördüne izin çıktı. Onların iki tanesi de halkın itirazları sonucunda mahkeme kararıyla iki gün önce yeniden kapatıldı. Dünyanın en büyük üçüncü nükleer santral filosuna sahip Japonya’da şu anda sadece iki reaktörün ‘bacası tütüyor’.

Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin tüm çabalarına, nükleer endüstrinin büyük ölçüde kontrol etmeyi başardığı medyaya ve Fukuşima’da yürütülen şeffaf olmayan çabalara rağmen Japonya’da nükleer endüstri toparlanamıyor. Eski Başbakan Naoto Kan’ın da dediği gibi birçok Japon, ülkenin nükleer enerji olmadan yoluna devam edebileceğine inanıyor. Milyarlarca dolarlık nükleer endüstri ise hükümetin 2030 planlarında yüzde 20’lik bir payı hedefliyor. Bu plandaki tek iyimser veri, yenilenebilir enerji kaynaklarının 2030’da nükleeri geçecek olması. Fukuşima öncesinde hidroelektrik ağırlıklı yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkenin elektrik üretimindeki payı sadece yüzde 10’du. 2030’da bu payın yüzde 22-24 oranına çıkarılması ve güneş ve rüzgar gibi iki kaynağın payının da hidroelektrikle eşitlenmesi planlanıyor. Halkın tepkisine, arttırıldığı öne sürülen güvenlik tedbirlerine rağmen devreye alınan nükleer santrallerde yaşanan arızlara bakılırsa Abe’nin 2030’da nükleer endüstriyi hortlatma planları zorlanabilir. Japonya’da Fukuşima öncesi güçlü bir nükleer karşıtı hareket yoktu. Şimdi dünyanın en büyük nükleer kazalarından birine tanıklık etmiş bir halk ve filizlenen bir nükleer karşıtı hareket var.

*BirGün'de bu yazının bir kısmı yayımlandı.

İklim değişikliği durmuyor

Son bir yılda atmosferdeki karbondioksit miktarında ciddi bir artış meydana gelmiş. Bir yıllık artış 3,7 ppm civarında. Atmosferdeki karbondioksit yoğunluğu da ilk gelen verilere göre 404 ppm'e ulaşmış. 450 ppm'e ulaşırsak, küresel yüzey sıcaklığını iki derecenin altında tutma şansımızın yüzde 50'ye gerilediğini düşünürsek, bu artışın ne kadar ciddi olduğunu da daha iyi anlayabiliriz. İki dereceyi aşmak tüm riskleri almakla eşdeğer. Dönülmez akşamın ufkunda gibiyiz. 350 ppm'in asıl hedefimiz olduğunu anımsatmakta da yarar var. Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlarla ilişkisini kesmek istemeyenlere, suçu başka ülkelere atanlara duyurulur.

Washington Post'ta çıkan habere buradan ulaşabilirsiniz: http://wapo.st/1nAvts6

Nükleer konusunda bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanlara

Özgür Gürbüz/5 Mart 2016
 
Enerji Bakanı Berat Albayrak, nükleere karşı çıkanların bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduklarını iddia etmiş ve eklemiş: Dünyada 442 nükleer santral var, 100'den fazla da inşaat halinde. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olanı da aslında belli etmiş.

1. Dünyada 442 tane nükleer santral yok. Onlar santral değil "reaktör". Aynı termik santrallerde olduğu gibi, bir santralin içinde birden fazla reaktör/ünite olabilir. Örneğin Yatağan Termik Santrali içinde 3 ünite var. Dünyada da 442 nükleer santral yok, çünkü bazı santrallerde birden çok reaktör var. Örneğin, kaza yapan Fukuşima Daiçi nükleer santralinde 6 reaktör vardı.

2. Bu 442 reaktörün hepsi de çalışmıyor. Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı bu sayıyı verirken "çalışabilir durumdaki" reaktör sayısını verir ama bunların bazıları kapalıdır. Mesela Japonya'da çalışabilir durumda 43 nükleer reaktör olduğu gözükür. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan hepsi elektrik üretiyor sanır. Halbuki bu 43 reaktörün sadece 4 tanesinin çalışma izni var. 39 tanesi kapalı, birçoğu bir daha hiç açılmayacak. Yani, dünyada 442 reaktör çalışıyor demek bile yanlış. Sadece Japonya'da çalışmayanları düşseniz gerçek rakam 403 olur.

3. Bakan Albayrak dünyada 100'den fazla santralin de inşaat halinde olduğunu söylemiş. Bu da yanlış. Atom Enerjisi Ajansı dünyada yapımı süren 66 reaktör olduğunu belirtiyor (grafikte görüldüğü gibi). Doğrusunu söylemek gerekirse bu bilgi bile yanıltıcı, Atom Enerjisi Ajansı taraflı bir kurum sonuçta. Biraz araştırırsanız bu 66 reaktörden birçoğunun yapımının öngörülen 4-5 yıldan uzun sürdüğünü, yani geciktiğini; bazılarında ise inşaatın hiç sürmediğini görürsünüz. Örneğin ABD'de yapıı süren Watts Bar-2 reaktörünün inşaatına 1973 yılında başlanmıştır. Proje finansal bir felakete dönüştüğü için yıllarca durmuştur. 43 yıldır süren inşaatı Enerji Bakanı bize yeniymiş gibi anlatıyor. Bir başka örnek vereyim. Slovakya'da inşaatı süren iki reaktörün (Mochovce 3-4) yapımını da 1987'de başlanmıştır. Bunlar ölü projeler olmasına rağmen nükleer lobi ve Atom Enerjisi Ajansı bunları yıllardır yapımı süren "nükleer santral" diye anlatıp, durumu olumlu göstermeye çalışmaktadır. Arjantin'de yapımı süren tek reaktör 29 MW'lık bir örnek modeldir. Mersin'de santral kurmak için AKP ile el sıkışan Rusya'da yapımı sürdüğü söylenen sekiz reaktörün biri hariç hepsi gecikmiştir. Liste böyle uzayıp gider.

4. Bakan Albayrak'ın örnek gösterdiği Fransa 2025 yılına kadar nükleerden üretilen elektriğin payını yüzde 76 seviyesinden yüzde 50'ye çekeceğini açıkladı. Nükleer enerji konsunda Sinop için kapısını çaldığımız, bu teknolojiye sahip Fransa bile ucuz, güvenli denen nükleer enerjinin payını azaltırken onları örnek göstermek komedi değil de nedir?

Şimdi elinizi vicdanınıza koyup söyleyin. Nükleer enerji konusunda bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan kim?

Paris’te her şey bitmedi asıl şimdi başlıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Mart 2016

2015 sonunda Paris’te imzalanan iklim anlaşmasıyla sorunun çözümü bulundu sananlar yanılıyor. Paris’te, 2020’de sonlanacak Kyoto’nun yerine geçecek yeni bir anlaşmanın ana metni üzerinde anlaşıldı ancak bu anlaşma henüz onaylanmadı. 22 Nisan’da bu süreç başlıyor. Dünyanın Paris Anlaşması’nı hayata geçirmek için tam bir yılı var. 21 Nisan 2017’ye kadar, dünyadaki seragazı emisyonlarının yüzde 55’inden sorumlu en az 55 ülke anlaşmayı imzalarsa ilk adım tamam. İmzalamazsa sil baştan!

BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun, 22 Nisan’da New York’ta elini taşın altına koyan ilk ülkeleri açıklayacak. Bir yıl boyunca çetin pazarlıkların olacağı garanti çünkü Paris’te verilen taahhütlerin değiştirilme şansı bile var. Ülkeler isterse, daha iyi bir hedefle anlaşmaya taraf olabilecek. Türkiye’nin ne yapacağı belli değil. Meclis’te Paris Anlaşması’na atılacak imzanın onaylanması gerek. 22 Nisan’a yetişir mi; şüpheli. Ortada adamakıllı yapılmış bir hesap, plan olmadığı gibi bu işi takip eden bir milletvekili veya bakan da yok. Birkaç gün önce Ankara’da TBMM’nin İklim Değişikliği Politikasındaki Rolü adlı bir rapor[1] açıklandı. Meclis’in iklimle ilgili çalışmalarını araştıran çalışma, 24. Yasama döneminde verilen 72 bin 320 soru önergesinden sadece 20 tanesinin içinde iklim değişikliği konusuna yer verildiğini ortaya koyuyor. Rejim değişikliği için çabalayan çok kişi var ama iklim değişikliğini durdurmaya çalışan neredeyse yok. En azından bir tutarlılıktan bahsedebiliriz, ne istiyorlarsa zararımıza!

Bildiğiniz gibi Paris’e giderken Türkiye bir söz vermiş, 2030’a kadar seragazı emisyonlarımı arttırmaya devam ederim ama sizin cici hatırınız için, biraz daha az arttırırım demişti. Türkiye’nin bu sözünün de iklim değişikliğini yavaşlatma ya da durdurma açısından pek kıymeti harbiyesi yok. Burada biz bizeyiz, fısıldamadan söyleyeyim. Hükümet bizim sele kapılmamızı, kuraklıkta çatlamamızı, ormanların yanmasını, sıcak hava dalgaları yüzünden kalp krizi geçirip ölmemizi umursamıyor. Onların derdi, kömür, petrol, doğalgaz, otoyol, köprü, inşaat sektörüne girmiş eş dostu memnun etmek.

Süreç Türkiye’nin istediği gibi gider mi onu göreceğiz. İlk iş, dünyadaki seragazı emisyonlarının yüzde 55’inden sorumlu en az 55 ülke bulmak. BM Sekretaryası’nın verilerine göre Türkiye küresel emisyonların yüzde 1,24’ünden sorumlu. Anlaşma sürecinde 200 civarında ülke olduğunu düşünürseniz, Türkiye’nin bu işte payı yok, sorumluluk almamalı diyenlerin bir hayal aleminde yaşadıklarını daha iyi anlarsınız. Yüzde 55’i yakalamak için kritik öneme sahip dört güç var: Çin (%20), ABD (%17,89), AB (%12.10) ve Rusya (%7,5). AB’nin sorun çıkarmayacağını, ABD ve Çin’in de anlaştığını düşünürseniz geriye yüzde 5’lik bir pay kalıyor. Rusya Kyoto’ya taraf olarak orada kahramanlık yapmıştı ancak bu politik durumda ne yapar belli değil. Bu nedenle, yüzde 4’lük paya sahip Hindistan, 2,5’luk paya sahip Brezilya veya 1,70’lik paya sahip Meksika’nın kararları kritik.

Türkiye’nin de sorumlu olduğu emisyon miktarıyla Brezilya, Endonezya ve Meksika gibi ülkelerin bulunduğu ligde yer aldığını görebiliyoruz. Verdiği taahhüt ise azaltma bile değil. Sınıfdaşlarından çok kötü durumda, halbuki bundan daha iyisini yapabilir ve yapmalı. Hiçbir şey yapmazsam 2030’da 1 milyar 175 milyon ton seragazı çıkaracağım, sizin için %21 oranında az arttırayım 929 milyon tonda kalsın diyor. Şu anda 460 milyon ton saldığımızı düşünürseniz, bırakın azaltmayı, seragazı çıkışını sabitlemeyi bile önermiyor. İki katına çıkarma sözü veriyor. Hiçbir önlem almasak seragazı emisyonlarımız zaten bu kadar artar. Bakalım bu eylemsizliği Meclis’ten geçirebilecekler mi?

Aslında Türkiye’nin yapacağı iş belli. Hem petrol, kömür ve doğalgaz gibi kirletici/dışa bağımlı kaynaklardan kurtulmak, hem de daha sağlıklı bir çevrede yaşamak için yüzünü güneşe dönmeli. Bir sözüm de sivil toplum kuruluşlarına. Şu ana kadar iklim konusunda çalıştığını iddia eden çoğu STK bu durumu film gibi izliyor. Bazıları hükümetle arasını bozmamak için iklim görüşmelerini kapalı kapılar ardına bile taşıdı. Birkaç yıl önce sokakta gördüğünüz “aktivistler” bürokrat oldu. Herkes sus pus! Fazla seragazının yan etkisi olsa gerek.


[1] Yasader, Tüvikder ve Küresel Denge Derneği’nin hazırladığı rapora Yasader.org adresinden ulaşabilirsiniz.

Rock'ı Sar Doksana

Türkçe rock müziğin tarihinde önemli bir yer tutan 90’lı yılların öyküsü ve dönemin grupları bir belgesele konu oldu. ‘Sar Doksana’ adlı belgeselin ilk gösteriminde 90'lı yılların grupları da sahne alıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Şubat 2016

Anadolu rock, Anadolu pop derken saykodelik şarkılara kadar uzanan Türkçe sözlü rock müziğin tarihinde 1990’lı yılların yeri farklıdır. 1980 darbesinden sonra birçok gencin özgürlük arayışına yanıt veren şarkılar, bireysel özgürlük istekleri, o günün rock grupları ve camiası tarafından sahiplenmişti. Halk müziği ya da “özgün müzik” diye bilinen iki türe havale edilmiş politik meseleler de yavaş yavaş Türkçe sözlü rock müzikle dillendirilmeye başlanmıştı. Bulutsuzluk Özlemi ve Moğollar bu konuda öncülük etti. Diğer gruplar ise özgürlüklere, ‘ama’sız aşklara işaret eden şarkılarla küçük sahnelerde hayran kitleleri oluşturmaya başladı. İstanbul’da Kadıköy sohbetin, Beyoğlu da barlarda gruplarla birlikte şarkıları söylemin adresi oldu.

Yönetmenliğini Erdal Akmaz’ın yaptığı “Sar Doksan’a” belgeseli, Sokak Lambası Film Prodüksiyon tarafından hiçbir kurumdan maddi destek alınmadan yapılmış. O dönemin şarkıları gibi “tek başına takılmış”. Filmde, 657, Acil Servis, Akbaba, Bulutsuzluk Özlemi, Diken, Dr. Skull, Duman, Egoist, Grizu, Kargo, Kesme Şeker, Kramp, Kronik, Kurban, Mavi Sakal, Moğollar, Mor ve Ötesi, Okyanus, Pentegram, Radical Noise, Şebnem Ferah (Volvox), Yaşar Kurt, Whiskey grupları ve dönemin Abdülika, Zihni gibi tanınmış simalarıyla yapılan röportajlar, arşiv görüntüleri var. Kurgusal öğelerle zenginleştirilen belgeselin dönemin tarihine ışık tutacağı kesin. 1 Mart 2016 akşamı Kadıköy Dorock XL’de tanıtılacak film için özel bir etkinlik de planlanmış. Güven Erkin Erkal’ın sunuculuğunu yapacağı gecede Nejat Yavaşoğulları (Bulutsuzluk Özlemi), Kaan Altan (Mavi Sakal), Cenk Taner (Kesmeşeker), İrfan Alış (Peyk), Grizu, Objektif, Kramp, Kronik ve Whisky de sahne alacak.

‘Dağlarda sitem var / Dağlarda matem var / Dağlarda açmıyor yeşil / Ben o yeşildeyim’ diyen Objektif’ten, ‘Bazen bir rüya, bazen bir gerçek;alacakaranlık / Bazen yalnızken, bazen herkesle; dalga dalga yayılan / Boşlukta yarattım kendimi durmadan / Ateşten bir çember, durmadan daralan / Yak bizi, yak bizi’ diyen Whisky’ye kadar herkes bu filmed buluştu. Biz de merakla bekliyoruz ne çıkacağını ama şimdiden eski dostlara buluşmak için bir fırsat çıktığını söyleyebiliriz. Kimbilir, konser sonrası Ortaköy Meydanı’na geçer, oradan Tünel'e uzanır sonrada Köprüaltı’nda tekrar şarkılarımızı söyleriz.

Kara hayaller

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Şubat 2016

Türkiye’de bakanlar değişiyor ama enerjide politikasızlık değişmiyor. Dünya nereye gidiyor diye bakan yok; ezber metinler ve hamasetle zaman kaybediliyor. Süreç şöyle işliyor. Hükümetin enerji kurmayları her yıl yeni bir slogan bularak işe başlıyor. “Bu yıl HES’lerin yılı”, “enerji verimliliğinde seferberlik başladı” veya “nükleer enerjinin önünü açıyoruz” diye süslü püslü laflar üretiyorlar. Bazı gazeteci arkadaşların da desteğiyle bu sloganlar manşete çıkarılıyor ve oyun böyle sürüp gidiyor. Sonra enerji verimliliği Ayşe Teyze’ye kalıyor, hidro işi talana dönüşüyor, nükleer de santrali patlatacak birine teslim ediliyor. Nükleer deyince aklıma geldi, şu aralar bakanlıkta herkesin dilinde bu şarkı varmış: Başıma gelenler hep senin yüzünden (Putin), yıkıldım artık ben, sevemem yeniden…

Sonra ne mi olur? Dönüp dolaşır,  yerli kömüre döneriz. “Bizim yerli linyit kömürümüz var ya” diye nutuklar atılır. İşte yine o oldu.

Afşin-Elbistan Termik A santrali. Foto: O. Gurbuz
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Berat Albayrak’ın 2016 Bütçe Sunumu, ülkenin olmayan enerji politikalarını bir kez daha gözler önüne serdi. Rusya ile yaşanan nükleer fiyasko hiç olmamış gibi bir sunum yapıldı. Yerli kömürü kullanmak için bolca santral kurularak doğalgaza bağımlılığın azaltılacağı söylendi. Aynı söylem, HES ve nükleeri pazarlamak için önceki yıllarda da kullanılmış, bir yandan da yeni doğalgaz santrallerine lisans verilmeye devam edilmişti. Vakti olan bundan önceki bütçe sunumlarına bakabilir. Türkiye’deki HES potansiyelinin hepsini kullanmak, yani her dereye mümkün olduğunca çok baraj yapmak gibi akla zarar hedeflerin bu bütçe sunumlarına sıkıştırıldığına şahit olduk. Rus doğalgazına bağımlılığı azaltmak için Rusya’ya nükleer santral yaptırmanın ne kadar “Zihni Sinir” bir proje olduğunu da hep birlikte gördük.

Türkiye’deki kalitesiz yerli linyit kömürünün hepsini yakma projesi de bir o kadar tutarsız. Nedenini de söyleyelim.  Kentlerde ciddi bir hava kirliliği sorunu var, bilimsel çalışmalar santrallerin hava kirliliğine etkisini gösteriyor; bu bir. Kömür yaktıkça iklim değişikliğine yol açan karbondioksit çıkıyor, Türkiye’nin karnesi zaten korkunç; bu iki. Sen kömür yakmak için çevre standartlarını düşürdükçe memleketin her yerine ithal kömür santrali kuruluyor, firmalar için bir kömür cenneti yaratılıyor, dışa bağımlılık artıyor; bu üç. Kömürden nükleere, bu kirli yatırımları haklı çıkarmak için verdiğiniz rakamlar da birbirini tutmuyor; bu da dört!

Tutmayan rakamları da açık açık yazalım. Bakan Albayrak’a göre, Türkiye’de arz güvenliğinin sağlanması için 2023’e kadar elektrik üretiminin 414 milyar kilovatsaati bulması gerekiyor. Halbuki TEİAŞ’ın 2014 yılındaki projeksiyonunun düşük talep senaryosunda ihtiyaç 380 milyar kilovatsaat gösterilmişti. Yüksek talebi konuşmaya bile gerek yok çünkü her yıl yaklaşık yüzde 5’lik artışa işaret eden düşük talep senaryosunun bile çok uzağındayız. Türkiye’de elektrik talebi artışının son üç yıllık ortalaması yüzde 3 civarında. Üretecek santral olmasına rağmen artmayan üretim talebin olmadığının net göstergesi. Bakan Albayrak’ın bu verileri bilmemesi garip. Ekonomi de kötüye gidiyor ve yakın gelecekte talebin umulduğu gibi artmayacağını herkes görüyor.

Bakanın bütçe sunumundaki ilginç bir nokta da enerji talebinin az da olsa artıyor olmasının bir başarıymış gibi anlatılması. Bir hükümet elektrik talebinin artmasını neden ister, o da ayrı bir konu. Elektrik satışıyla uğraşanlar, bunun için yeni santral kuranlar daha çok kâr edeceği için talebin artmasını, böylece fiyatların yükselmesini isteyebilir. Mevcut hükümetin devletin elindeki santralleri özelleştirdiğini yani “kâr” etme niyetinde olmadığını hatırlarsak, bu isteğin başlı başına “ilginç” olduğunu görebiliriz. Herhalde hükümetimiz enerji işindeki şirketleri çok seviyor ve onların daha zengin olmasını istiyor.

Enerji Bakanlığı’nın TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunulan bütçesinden anladığımız, hükümetin yine kömür gibi kara hayaller peşine düştüğü. Bu ülkenin enerji dengesini, tasarrufla, enerjiyi verimli kullanarak ve kalanı da yenilenebilir enerjiyle sağlaması hiç zor değil. Zor olan, bu yol tercih edildiğinde enerji işinden para kazanan malum kişilerin ve şirketlerin değil halkın bütçesinin ve sağlığının iyileşecek olması. Halkın mutluluğu bu hükümete ters galiba.

Haftanın anketi
Bu hafta, Twitter hesabımdan, “Türkiye elektrik üretiminde kömürü ön plana çıkarmalı mı” diye sordum, gelen yanıtların yüzde 93’ü “hayır” dedi. Hükümet Soma’yı, hava kirliliğini unutsa da bizim mini ankete yanıt verenler unutmamış.

Ağaçlar insan öldürmez

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Şubat 2016

Anadolu’da ebemkuşağıyla (gökkuşağı) ilgili bir inanç var. İsmet Zeki Eyüboğlu, Anadolu’nun İnançları kitabında anlatır. Yüksek yaylalardan bakınca ebemkuşağının bir ucunun ırmak ya da denizde, diğer ucununsa dağın ötesinde olduğu düşünülür. Bu durumu görenler, “gök ırmaktan su çekiyor” der. Bu durum yağmurun habercisi kabul edilirmiş. Eyüboğlu, eski dinlerde ebemkuşağını görenlerin dua ettiğini de yazıyor.

Bugün Artvin Cerattepe ebemkuşağının gökteki ucudur. Diğer ucu, Artvin’de açılmak istenen madene karşı verilen direnişe omuz veren tüm kentlere; İstanbul’a, İzmir’e, Trabzon’a dek uzanır. Cerattepe’nin ağaçlarına göz kulak olan göğün aradığı su, Türkiye’nin dört bir yanından Artvine’e selam duran bin bir renkli direnişten toplanır. Türkülerle, sloganlarla ağaçların köklerine usulca bırakılır. Sosyal medyada paylaşılan mesajlar yaprakların bereketi, göğün renkleri, kuşların cıvıltısı için edilen dualardır. Anadolu’nun yozlaşmamış inancı doğa sevgisidir. Yakılan her direniş ateşinde ebemkuşağı görülür.

Ebemkuşağı kendini Cerattepe’de bir kez daha gösterdi. Jandarmanın dipçiği, polisin gazı, bakanların gazabı ebemkuşağını karaya çaldırmaz. Altının sarısı gökyüzünde kırılan renklerin yanında bir hiçtir; adı anılmaz. Ağaçlar dik durarak direnir. Onurlu bir direniştir onlarınkisi, para için ruhunu satan insana, emir kulu olana, dalını kaldırmadan yüreğiyle seslenen bir direniş. Çevrecilerin direnişi ne zaman ağacınkine benzer; eli kalkmaz, sesi kötü laf etmez, o zaman başarıya ulaşır. Ne zaman yüreğiyle karşı durur gaza, plastik mermiye, yalana ve talana; o zaman gök kuşağının ucundan bereketin kaynağı suyu toplamaya başlar. Ne zaman anlar ki beton değil ayağını bastığı toprak onun evidir, o zaman mücadeleyi kazanır. Bir renk olur ebemkuşağında, bir ucu dağda bir ucu denizde.

Ağaçların hırsı yoktur, başka bir canlıyı incitmez. Kısası, uzunu; boduru tombulu vardır ama yalancısı, talancısı, katili, hırsızı yoktur. Paraya, altına, parfüme tenezzül etmez güzelleşmek için. Bir dal, birkaç yaprak ama hepsi doğal. Ne zaman insan bir ağaç olur, o zaman gerçekten hayata tutunur. Ne zaman insan ağacı anlar, bileğinde altın değil bir başka dal yani dostun elini arar o zaman yaşamaya başlar.

Cerrattepe, Türkiye’nin el değmemiş ormanlara açılan kapısı. Artvin’de yaşayanların su kaynağı burası. Buranın hiç kimse için temel bir ihtiyaç olmayan altın ve bakır için yok edilmesi kabul edilemez. Bir şirket zengin olsun diye Türkiye’nin ortak mirasına dozerler giremez. Orada yaşayanların itirazları göz ardı edilemez. Cengiz Holding istiyor diye, ÇED raporunun iptali için süren dava sonuçlanmadan, mahkemenin gerekli gördüğü keşif heyeti beklenirken inşaata başlanamaz. Bu davanın, aralarında Türkiye Barolar Birliği, TMMOB, TEMA Vakfı gibi onlarca sivil toplum örgütünün de bulunduğu 761 davacısı var. Bu devleti devlet yapan onlarca kurum, bu ülkenin bakanını bakan yapan binlerce insan birleşmiş bir ağaç olmuş dozerlerin önünde duruyorken, davanın kararını vermek Mehmet Cengiz’e düşmez. Kar kış demeden o dağlarda nöbet tutan ağaç yürekli insanlar, yapraklarında ebemkuşağının ışıklarını parlatırken bize ancak bu destanı anlatmak, bu ülkeyi yönetenlere de, “bir hata ettik affedin” demek düşer.

Unutmayın, ağaçlar insan öldürmez. Bomba koymaz. Tuzak kurmaz. Nefret etmez. Kentlerde gördüğümüz gürültü, kavga, gülmeyen yüzler hep azalan ağaçların eseri. Parasız sahip olabildiğin mutluluktur ağaç. Her şeyin parayla satıldığı toplumlarda kötü örnek olduğu için kesilir. Kadınların katli, tecavüz, silahlı çatışma, cesetlere işkence, gece baskınları ağaçları görmeyen, sevmeyen insanların eseridir. Ebemkuşağının yedi rengini tek bir renk gibi görenlerin günahlarıdır bunlar.

Ağaçlar çocuk gibidir, masum ve mutlu. Onlara tüm kötülükleri büyükler gösterir. Çocuklar altını, parayı, nefreti, dövmeyi ve öldürmeyi bilmez. Şimdi, hele de Ankara’da patlayan bombalardan, yitirilen canlardan sonra hep birlikte “çocuklar ölmesin” deme zamanıdır. Çocuklara ve ağaçlara, yani geleceğimize sahip çıkma günü geldi. Sırat Köprüsü dediğin de zaten budur. Şiddetin etrafını cehennem gibi sardığı bu günde, incecik kalan barışın yolundan gitmek, barıştan yana ne varsa sahip çıkmak verilecek en büyük sınavdır. Ağaca, kuşa ve çocuklara sahip çıkanlar elbet kazanır. 

Haftanın anketi   
Bu hafta Twitter’daki mini anketimizde ‘Artvin’in en değerli hazinesi nedir’ diye sorduk. Yanıt veren 100 kişinin 93’ü doğası derken, 7 kişi altın dedi.

GDO ve kanser konusunda bir uyarı daha

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Şubat 2016

Bu yazıda genetiği değiştirilmiş gıda ürünlerinin kanser yapıp yapmadığını tartışmayacağız. Genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) yayılmasıyla birlikte değişen tarım kültürünün yol açtığı kanser tehlikesinden bahsedeceğiz.

GDO deyince genetiği değiştirilmiş bir organizma anlıyoruz. Yapay, laboratuvarda üretilmiş ama doğalmış gibi yapan bir üründen bahsediyoruz. GDO’lu ürünler, bir başka canlının özelliklerinin gen yoluyla taşınmasıyla üretiliyor. Örneğin mısıra böcek öldüren zehir veriliyor böylece böcekler o genetiği değiştirilmiş mısıra zarar veremiyor. En azından bağışıklık kazanana kadar. GDO’lu bitkilerin toprağa, diğer bitkilere ya da onu tüketen hayvanlara (insan dahil) etkileri ise ya tartışılmıyor ya da göz ardı ediliyor. Sadece bilimin ihtiyatlılık ilkesi gereği, bu sonu bilinmez maceraya hayır denmesi gerek ancak GDO lobisi güçlü. Paranın gücü ilkeleri yerle bir ediyor. Dediğim gibi bugünkü konumuz başka. Konumuz glifosat.

Dünya Sağlık Örgütü uyarıyor
Glifosat bir ot ilacının etken maddesi. Yabani otların öldürülmesi için kullanılıyor böylece tarladaki ürünün verimi arttırılıyor. Kulağa hoş geliyor ama gelmesin. Özellikle GDO’lu soya ve mısır üretiminde kullanılan, Roundup adıyla satılan glifosat, kullanıldıktan sonra havada, suda, yiyeceklerde hatta çiftçilerin idrarlarında bile görülebiliyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün Uluslararası Kanser Araştırmaları Kurumu, bir yıl önce glifosatın muhtemel kanser yapıcı olduğunu açıklamıştı. Sağlık ve Çevre Birliği (HEAL) da, bu ot öldürücünün acilen yasaklanması için hükümetlere birkaç gün önce çağrıda bulundu.  Doktorlar, bilim insanları açık açık uyarıyor. Bu ot öldürücüyü kullanırsanız kansere davet çıkarırsınız diyor.

Foto: Buğday Derneği
Glifosat ile GDO arasındaki bağ çok kuvvetli. Ürünlerin genetiği değiştirilerek bu ot ilacına (glifosat) dayanıklı hale getiriliyor böylece çiftçi ürüne zarar vermeyeceğinden emin, ilaç kullanımını arttırabiliyor. Buğday Derneği GDO’lu ürünlerin yüzde 80’inde glifosat kullanıldığına dikkat çekiyor. Yabani otların direnci arttıkça ilaç miktarı zaten artıyor. Bu da muhtemel kanser yapıcı bu ilacın tüm besin zincirine yayılmasına neden oluyor. Almanya’da hükümete bağlı kuruluşların yaptığı araştırmalar, 2001 yılında 100 kişiden sadece 10’unun idrar örneğinde glifosata rastlarken, 2015’te 100 kişiden 40’ının idrarında glifosata rastlar oldu. Tarlaya sıktığınız ilaç tarlada kalmıyor. Bu ilacı kullanan çiftçilerden, kentlerde bu ürünü tüketenlere kadar hepimiz risk altındayız.

Türkiye’de hükümet tepkisiz
Görüldüğü gibi GDO’ların sağlığımıza verdiği zararları görüyoruz, göreceğiz meselesinin yanında, tartışma dahi götürmeyen bir başka tehlike daha var. Dünyada tüm bunlar olurken, Türkiye’de hükümetin aksi yönde yürüdüğünü görüyoruz. Türkiye kapılarını GDO’lu ürünlere her geçen gün daha fazla açıyor. Hayvanlar için GDO’lu yem ithalatına devam ediliyor. Glifosat konusunda da geç kalınıyor. Eldeki verilere bakılarak, Dünya Sağlık Örgütü, Sağlık ve Çevre Birliği gibi örgütlerin uyarılarını ciddiye alarak, glifosatın Türkiye’de satışına ve kullanılmasına hemen, en azından tedbir amaçlı bir yasak konulması gerek.

Tüketici bu durumda ne yapacak? Şu anda tek çare organik ürünleri, güvenilir satıcılardan, kontrol edilen pazarlardan almak. Ürünlerin fiyatı ve erişimi nedeniyle bu yeterli bir çözüm değil. Gıda hareketlerinin, temiz ürünlere pazar yaratmanın yanı sıra, kirletici ürünlerin üretimini engellemek için de kampanya yürütmesi gerekiyor. Kirletmek bedava, temizini üretmek pahalı olduğu sürece tarımda sonuca ulaşmak zor.

Haftanın anketi
Bundan böyle bu köşede hafta içi Twitter hesabımdan (@ozzgurbuz ) yaptığım anketlere yer vereceğim. Geçen hafta sorduğum, “Türkiye'deki ürünlerin GDO'lu olup olmadığının etiketinde belirtilmesini ister misiniz” sorusuna ankete katılanların yüzde 99’u “evet” yanıtı verdi. Türkiye’de insanlar ne yediğini bilmek istiyor. Bakalım yöneticiler halkı ne zaman dinlemeye başlayacak?

BirGün’e sahip çıkmak için 7 neden

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Şubat 2016

Bağımsız medyaya ihtiyacımızın her geçen gün arttığı şu günlerde BirGün’e sahip çıkmamak tam bir aymazlık olur. Benim BirGün ve onun gibi özgür düşünceye, yaşam hakkına sahip çıkan diğer medya kuruluşlarına (her yazılan çizilene harfiyen katılmasam da) destek olmaya çalışmamın birçok nedeni var. Bugün sadece yedi tanesinden bahsedeceğim.

1. Patrondan, hükümetten veya kolluk kuvvetlerinden korkmadan, etkisinde kalmadan haber yapacak, yorumlayacak medyaya ihtiyacım var. Doğru bilgi aldığımı bilmek istiyorum. Reklam vereni kızdırmamak için haberi saklayan, ülkeyi yönetenden korkup yazıları sansürleyen medya benim sesim olamaz. Bana sağlığım için tavsiye edilen gıdaların arkasında bile bin türlü ticari oyun dönüyor. Bu yüzden her türlü haberi bağımsız medyadan okumak istiyorum.

2. Bugünün Türkiye’sinde medyanın görevi sadece haber vermek değil. Dayanışmanın adresini de göstermek zorunda. İşçi haklarından ekolojiye, sanattan ekonomiye nerede desteğe ihtiyaç duyulduğunu, nerede güzel işler olduğunu ben bağımsız medyadan öğreniyorum. Mutluluklar kadar acılarımızı paylaşmak için de buna ihtiyacım var. Üzerimize çöreklenen ticari ve siyasi ağın parçası haline gelen medya kuruluşları bana sadece yalan, çarpıtılmış haber vermiyor, yanlış filme, yanlış mücadelelere de yönlendiriyor.

3. Artık ekmek bile alırken paramı verdiğim fırının sahibini bilmek istiyorum. Ali İsmail aklıma geliyor. Eli sopalı fırıncıya, palalı esnafa para kazandırma lüksüm yok. Evime gelen ustayı bile eşe dosta sorup ona göre çağırıyorum. Verdiğim paranın yolsuzluklara, hırsızlara, zalimlere gitmesine tahammülüm yok. Sütten otomobile, kiralayacağım evden, tatil yapacağım yere kadar tüm ticari ilişkilerim dayanışma içindeki insanlarla kurulmalı. Bağımsız, özgürlükçü medyada gördüğüm ilanlar benim için yol gösterici. Türkiye’de otoriter devletin bireysel özgürlüğüme müdahale ettiği, yandaşlarını üzerime sürdüğü bir durumda, dayanışmanın ekonomi gibi her alana yayılması kaçınılmaz. Eşe dosta sormanın yanı sıra, radyodan, gazeteden duyduğum reklamlara kulak kabartıyorum. Seri ilanlar, ders verenler, küçük hastaneler, lokantalar, tatil köyleri, pencereciler gibi… Daha mı zor? Evet ama bu ülkeyi değiştirmek isteyenlerin sadece oy kullanarak bunu yapamayacaklarını anlamaları gerek. Bu uğraşların verdiği huzuru hiçbir şeye değişmem. O yorgunluğa değer.

BirGün'e destek için tıklayın.

4. Kolektif umuda ihtiyacım var. Bireysel kurtuluş çabalarının, devletten gelen sistematik saldırılar karşısında bir şansı yok. Malum, “kurtuluş yok tek başımıza”. Bu doğru ama lafta kalmamalı. İşin başı da umut. Umut yoksa kurtuluş yok! BirGün ve diğer bağımsız medya kanalları bize umudu hatırlatıyor. Medya bu umudu binlere taşımanın en kolay aracı.

5. Baskıcı iktidarlar yandaş medyayı kullanarak sizi yalnız ve azınlıktaymış gibi gösteriyor, umudumuzu ve mücadele azmimizi azaltıyor. Halbuki, Gezi bize başka ve özgür bir Türkiye isteyenlerin zalimlerden hem çok hem de daha yürekli olduğunu gösterdi. Önce iletişim araçlarımıza sahip çıkacağız sonra örgütlenmeyi hayatın her alanına yayacağız. Sadece sokakta değil, mahallede, apartmanda değil hayatın her alanında birbirimizi tanımamızı, yanyana gelmemizi sağlayacak yapılarda buluşacağız. Dernek olur, parti olur. Birbirimizi tanırsak, yaşadığımız apartmanda, sokakta kime güveneceğimizi bilirsek birbirimize de sahip çıkarız. Gazeteler, televizyonlar bize bu araçları ve başarılı örnekleri göstermenin en iyi aracı.

6. Doğruyu söyleyen yoksa yalancılar nasıl ortaya çıkar? Kabataş yalanını hatırlayın. Silah taşıyan tırları ya da ayakkabı kutularını. Bağımsız medya olmasaydı bugün bunların hiçbirinden haberimiz olmayacaktı. Doğruların yazılmaya ve çizilmeye ihtiyacı var.

7. Sadece evrim, kültür-sanat ve Yeşil BirGün sayfaları bile benim için bu gazeteye sahip çıkma nedeni. Medya özgür değilse, özellikle sanat, bilim ve ekoloji gibi alanlarda yetersiz kalması kaçınılmaz.

BirGün’ü ve bağımsız medya kanallarını desteklemek işte tüm bu nedenlerden ötürü çok önemli. Sağlam birkaç gazete, birkaç TV kanalı bize yeter. Bu yayınların birleşmesi de bence kaçınılmaz ve sesimizin gür çıkması için bir elzem. Gücüm yettiğince, gerekirse kişisel zevklerimden vazgeçerek Türkiye’de özgürlüğün, barışın ve dayanışmanın sesi olan tüm medya organlarını desteklemeye devam edeceğim. Benim nedenlerim bunlar, sizin nedenleriniz hangileri?

Çevre Bakanlığı 500 bin kişiyi işten çıkardı

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Ocak 2016

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 2011 yılındaki yönetmeliğe dayanarak sokaktaki kağıt toplayıcılarından kağıt satın alan lisanslı depolara 140 bin TL ceza keseceğini söyledi. Nereden esti, beş yıl sonra ne değişti de bakanlık yönetmeliğini hatırladı bilmiyoruz. Bildiğimiz, bu ceza tehditinin, kağıt toplayıcılarının topladıkları kağıtları satamaz hale getirdiği. Sayılarının 500 bini bulduğu tahmin edilen kağıt toplayıcıları işsiz kaldı. Belki de, Türkiye tarihinin en büyük işten çıkarma vakasıyla karşı karşıyayız. Sigortasız, sağlıksız koşullarda çalışan bu işçiler böylece parasız da kaldılar. Ailelerini nasıl geçindirecekler, nasıl yaşayacaklar belli değil.

Türkiye’de sadece kağıt değil, plastik, metal ve cam atıklarını da toplayan bu işçilerin geçim derdi, çalışma koşullarıyla ilgili sorunları işin bir boyutu. Onların atık toplamasını yasaklamakla işin çevre boyutunu da çözümsüzlüğe itiyorsunuz. Ortada, her yıl toplanmayı ve ayrıştırılmayı bekleyen 30 milyon ton (2010 verisi) civarı kentsel katı atık var. Bunun ne kadarı geri dönüştürülebilir belli değil. Avrupa Çevre Ajansı’na verilen 2013 yılına ait bir raporda, 2009 yılında geri dönüşüme giden ambalaj atığının 2,5 milyon ton olduğu, bakanlık verilerine dayanarak yazılmış. Aslında cam için kağıt, plastik ve metal için geri dönüşüm kotalar var ama orada da türlü türlü oyunlar dönüyor. Örneğin, 2016’da, o yıl üretilen plastik atıkların yüzde 52’sinin geri dönüşüme gitmesi gerekiyor. Her yıl kotalar yükseliyor ama kimse o toplanmayan yüzde 48’e ne olduğunu söylemiyor. Denizde, dağda, sokakta karşınıza çıkıyor o plastik şişeler. Makyaj güzel ama yağmur yağınca akıp gidiyor.

Durum böyleyken Çevre Bakanlığı’nın yaptığı abesle iştigal. Bakanlık çöpünü ayrıştırmayana ceza kesmiyor ama toplayanı, ayıranı cezalandırıyor. Onların şartlarını iyileştireceğine kötüleştiriyor. Avrupa’da birçok ülkede atıklarını doğru dürüst ayırmayana, örneğin plastik atığının içine kağıt atana ceza kesilir. Türkiye’de böyle ciddi yaptırımlar yok. Herkesin atığı doğrudan çöpe gidiyor. Birkaç merkezle sınırlı ayrıştırma merkezlerine uğramazsa da büyük olasılıkla çöp depolama alanlarına yani toprağa bırakılıyor. Bu atıkları evde yani kaynağında ayrıştırmayı başaramamışız, sağlığını riske atıp, karın tokluğuna bizim için ayıranları da çalıştırmıyoruz. Bu mu bakanlığın çözüm önerisi?

Türkiye’de evindeki atıkları çöpe atmadan önce ayıran, ayırdıklarını da gıda atıklarının olduğu çöpler yerine geri dönüşüm için konulmuş kutulara atan kaç kişi var? Bir elin parmakları kadar azız sanki. Çöplerini ayıranlar da mutsuz. Sık sık her yerde geri dönüşüm kutularının olmamasından şikayet ediyor. Haksız değiller ama her evin başına bu atık kutularının konulamayacağını kabul edelim. Bu konuda fedakarlık yapmalıyız. Atıkları taşımak zor geliyorsa, üretmemeye çalışalım. Sorunun çözümü aslında bu. Her sabah bir simit alıp onu naylon torbaya koydurtmayın. Markete, pazara torbayla gidin. Çantanıza bir bez, olmadı naylon torba alın yırtılana kadar onu kullanın. Pet şişelerde su içmeyin, bir matara alın, suyunuzu evden doldurun. Çevrecilik fidan dikmekle, ben çevreciyim deyip yürüyüş yapmakla olmuyor. Hayatımızı her alanda değiştirmek zorundayız.

İşin üretici boyutu da var, onları da atlamayalım. Bu ülkede cam şişeyi unutturan, depozito uygulamasını arka plana iten, ürettikleri ambalajları toplamak istemeyen büyük firmalar değil mi? Almanya’da plastik şişede bile depozito var. O şişeyi geri götürmenizi sağlamak için sizden depozito alırlar. Var mı bizde öyle bir kural? İçecek ambalajlarını düşünün. Cam şişe dışında çevreci bir paketleme ürünü yok ama ne hikmet ki en pahalısı o. Karton kutu denilen ama aslında kartonun yanı sıra plastik ve alüminyum da içeren ambalajlardan uzak durun. Söylemek kolay ama yapmak zor çünkü cam şişede aynı içeceği almak Türkiye’de neredeyse iki kat pahalı. Atık işçileriyle uğraşan bakanlık bunları neden görmüyor? Neden cam şişede depozitoyu zorunlu kılıp, tüketiciye şişe bedeli ödetmek yerine bu ürünlerin ucuzlamasını sağlamıyor? ‘Kartonumsu’ kutular, pet şişeler için neden çevreyi kirletme vergisi koymuyor? Bu ürünlerin okullara girişini niçin yasaklamıyor? Ülkenin atık politikasını siz mi yoksa bu şirketler mi belirliyor?

Atıkları geri dönüştürmek için cezai yaptırımlar da içeren uygulamaları hayata geçirme zamanı geldi. Atık işçileri de bu yeni sistemde, gerek toplanan atıkların ayrıştırılmasında gerekse daha modern yöntemlerle toplanmasında çalışabilir. İçimizde en tecrübelilerimiz onlar. Sigortaları, güvenceleri olur. Türkiye’de nereye baksanız pet şişe görüyorsunuz. Siz ise pet şişeyi üreteni, atanı cezalandırmak yerine karın tokluğuna, sağlığı pahasına toplayanı işinden ediyorsunuz. Vallahi bravo!

Dünya nükleerden vazgeçmiyor diyenlere

Özgür Gürbüz-BirGun/22 Ocak 2016

Anadolu Ajansı (AA) 6 Ocak’ta, ‘Dünya Nükleerden Vazgeçmiyor’ başlıklı bir haber servis etti. “Ajans bağımsız değil, yazdıklarına kim inanır” diyerek üzerinde durmadım ama haberin yayıldığını görünce bu yazıyı yazmak şart oldu. Nükleeri savunanlar yıllardır nükleer santral ve yapımı süren reaktör sayılarıyla ilgili verileri çarpıtarak sunuyor. Bu yazı aracılığıyla o oyunu da bozalım.

Angra Nükleer Santrali-Brezilya Foto: O. Gurbuz
Haberde dünyada 442 nükleer santral olduğu ve 64 nükleer santralin yapımının da sürdüğü yazılı. Önce AA’nın Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’ndan aldığını (UAEA) söylediği rakamları yine aynı kaynağı kullanarak düzeltelim. Dünyada 442 nükleer santral yok, çalışabilir durumda 441 nükleer reaktör (santral değil reaktör) var. Bunların hepsi de çalışmıyor. Örneğin, Japonya’da 43 reaktör var ancak sadece 2 tanesi çalışıyor. O yüzden doğrusu, çalışabilir demek ama nükleerciler yıllardır kelime oyununu yaparak, arızalı, kapalı reaktörleri de çalışır gibi gösteriyor. Yapımı süren reaktör sayısı da yanıltıcı. AA’nın dediği gibi 64 değil 67 reaktör inşa aşamasında gözüküyor ama yakından bakınca işler değişiyor.

Dünyada yapımı sürdüğü iddia edilen 67 reaktörden 24 tanesi enerji ihtiyacı bitmez tükenmez bir hâl alan Çin’de. Çin’deki bu santrallerin, yeni bir nükleer kaza olmazsa birkaç yıl gecikmeyle de olsa bitirileceğini varsayabiliriz. Geriye kalan 43 tanesi içinse aynı kararlılıkta konuşmak büyük aymazlık olur. Birkaç örnekle neden aymazlık olur, anlatalım. Söz konusu reaktörlerden 2 tanesi Japonya’da; Fukuşima sonrası bu inşaatlar durdu ama listeden çıkarılmadı. Kalan 41 reaktörden üç tanesi çok küçük, prototip reaktörler (biri Arjantin’de diğer ikisi Rusya’da), enerji üretimi açısından önemi yok. Yani, kaldı 38. Nükleeri savunanların sık sık dile getirdiği gibi, ortalama bir reaktörün beş yılda inşa edileceğini kabul edersek, 38 reaktörün 21’inde gecikme yaşandığını söyleyebiliriz. Hatta, bazılarında inşaatın sürdüğünü söylemek bile mümkün değil. ABD’de yapımına yeniden başlanan Watts Bar-2 reaktöründe ilk kazma 1973’te vurulmuştu. Slovenya’daki Mochovce-3 ve Mochovce-4 reaktörleri 1987’den beri yapılıyor. 30 yıldır bitmedi. Avrupa’nın ve dünyanın en modern ve en büyük nükleer reaktörü EPR’nin inşaatı Finlandiya’da 11, Fransa’da 9. yılına girdi. Ama nasıl oluyorsa bu reaktörler bizim 'nükleerspor'un her sunumunda, her demecinde, nükleer enerjiyi bilmeyen ama öven ‘gazetecilerin’ her makalesinde ‘yapımı süren nükleer santraller’ diye anlatılmaya devam ediliyor. “Finlandiya’da yeni bir nükleer reaktör yapılıyor” demeyi biliyorlar ama o reaktörün inşaatının en az 15 yıl süreceğini, bunun da şirkete en az 5,5 milyar avro ek maliyete neden olacağını söylemiyorlar.

Gelelim AA’nın haber başlığına. Almanya, İsviçre, İtalya, İspanya ve hatta dünyanın nükleer devi Fransa’da bile nükleerden çıkış, nükleer enerjinin payını azaltma süreci başlamışken gerçekten de dünyanın nükleerden vazgeçmediğini iddia edebilir miyiz? Bu sorunun yanıtını da yine nükleer enerjinin bir numaralı savunucusu, BM’e bağlı* UAEA versin. 2015 sonunda yayımladıkları projeksiyon raporu** nükleer enerjinin geleceğinin hiç de parlak olmadığını itiraf ediyor. Rapora göre, dünyada nükleer santraller halihazırda küresel elektrik üretiminin yüzde 11,1’ini karşılıyor. 2050 sonunda ise nükleer enerjinin küresel elektrik üretimine katkısı yüzde 4,2’ye kadar düşebilir. En iyi senaryoda ise yüzde 10,8’i ancak görecek.

Rakamlar ortada. Nükleer enerji için çok umut vermeyen bu gidişatı, ‘dünya nükleer enerjiden vazgeçmiyor’ diye yazmak elbette serbest. Havuz medyasında çalışmanın birinci koşulu da bu olmalı zaten. Hükümet Akkuyu ve Sinop’a nükleer santral kurmak isterken, milyar dolarlık ihaleleri yandaş şirketlere dağıtıp sonra da işi verdiği Rusya ile gırtlak gırtlağa gelmişken, kapatılan nükleer santrallerden, bitmeyen inşaatlardan, umutsuz projeksiyonlardan bahsetmek olmaz. Bu yazdıklarınızı hakaret sayıp dava açan bile olabilir.

*Burada bağlı kelimesi yerine, kontrolünde demek daha doğru olacaktı sanırım. Düzeltir, özür dilerim.
**Energy, Electricity and Nuclear Power Estimates for the Period up to 2050, IAEA.

Elektrikte talep artışı yine istenilenin altında kaldı

TEİAŞ düşük talep senaryosuna göre Türkiye'nin elektrik ihtiyacı
2015'in elektrik verileri gelmeye başladı. En çarpıcı verilerden biri şu: 2015'te Türkiye'de elektrik üretiminin %5,7'si rüzgar ve jeotermalden (rüzgar (%4,4), jeotermal (%1,3)) sağlandı. Bu yenilenebilir enerji hayal diyenlere sanırım yeterli bir yanıt. 

İşin bir de elektrik tüketimi kısmı var. Geçen yıl elektrik tüketimi artışı yine hükümetin beklentilerinin çok altında kaldı. Artış oranı sadece %2,6. Hükümetin beklentisi en az %4,7 idi. Planlar tutmuyor, elektrik talebi artacak diye HES'lere, nükleer santrallere, doğalgaz santrallere verilen izinler havada kalıyor. TEİAŞ, 2013 tahmininde 2015 sonunda en düşük elektrik talebinin 278 milyar kWs olmasını bekliyordu. Gerçekleşen ise sadece 263 milyar kWs. Bu neredeyse Akkuyu'da kurulmak istenen nükleer santralin üreteceği elektriğin yarısı kadar bir sapma demek. Abartılmış talep tahminlerine güvenerek nükleer gerekli, HES'ler lazım diyenlere duyurulur.

Çocuklar ölmesin

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Ocak 2015

Türkiye’de taraf tutmak insanların o kadar köreltti ki, “çocuklar ölmesin” deyince, bir taraf hemen size “hangi çocuklar” diye soruyor.

Söyleyeyim hangi çocuklar olduğunu, bizim çocuklarımızdan bahsediyorum. Dün Diyarbakır’ın Çınar ilçesinde öldürülen 5 yaşındaki Efe Açıkgöz’den, geçen ay Cizre’de çatışmalar sırasında hayata gözlerini açamadan, aramızdan ayrılan üç aylık Miray bebekten. Adlarını tek tek yazmaya kalsam bitmeyecek o listeden bahsediyorum. Çocuklarımızın sıra arkadaşlarından, kahvede okeye döndüğümüz oyun arkadaşlarımızın torunlarından, otobüste yan yana sıkıştığımız, yer verdiğimiz karnı burnunda annelerin çocuklarından. Bizim çocuklarımızdan. Birbirini sevmek yerine vurmayı öğrettiğimiz o gencecik insanlardan. Bombalar parçalasın, ciplerin arkasında sürüklensin diye büyütmediğimiz aslan parçalarından, nur yüzlülerden bahsediyoruz. Hepimiz anlamalıyız ki, ölen çocuklara, “kimden” diye sordukça bu kan durmayacak.

“Çocuklar ölmesin” demek için bombaların mahallemize düşmesini beklersek, üzerine titreyecek çocuğunuz da kalmayacak. Türkiye’de nefret söylemlerine, şiddet eylemlerine, dediğim dedik, astığım astık liderlere oy verip onlara prim yaptıranlar, şiddettin şiddetle bastırılacağını sanıyorsa aldanıyor. Nefret edersen, nefret etmeyi öğretirsin, öldürürsen öldürmeyi öğretirsin. Bizim gibi ölümün ucuzladığı bir coğrafyada insanları ölmekle, öldürülmekle tehdit edemezsin. Öte tarafa inanan ve öte tarafta daha çok dostu, tanıdığı olan bir ülkenin çocukları neden korksun ölmekten?

Bu kısır ve kanlı döngüden çıkmanın tek bir yolu var. Suçluyu aramak, ilk kurşunu kim attı diye sormak bir işe yaramaz. Barış için ilk adımı kim attı ona bakmalı. Bu ülkede gerçekten barış isteyenler işte bu yüzden, barış diyen herkesin arkasında durmak zorunda. Öğretmen Ayşe Çelik’in, akademisyenlerin yanında durmak bu yüzden önemli. Onların karşısında duranlar bize yeni bombalar ve ölümlerden başka bir şey önermiyor zaten. “Her şey kontrol altında” deyip duruyorlar ama her yeni güne bir başka bomba ve saldırıyla uyanıyoruz. Aynı kişiler çok değil bir yıl önce çözüm sürecini anlatıp oy istiyorlardı. AKP, 13 yıllık icraatlarının belki de en az itiraz edilen adımı çözüm sürecini, yanlış Suriye politikaları ve başkanlık sisteminde inat etmeleri yüzünden çöpe attı. Siyasi hırsların hayatlarımızı böylesine etkilemesine izin veremeyiz.

Türkiye’nin bu karanlıktan çıkması kolay olmayacak. Bir dizi adım atılmalı. Dış politikadaki yanlışlardan dönülmesi, öyle kıvırarak, ucundan, kıyısından dokunarak değil, açık açık ülkedeki kutuplaşmanın üstüne gidilmesi gerek. Kürt sorununda masaya oturup, oturmadık gibi yapmanın; IŞİD meselesinde, IŞİD’çilere sınırları açıp, hastanelerde tedavi edip, tırlarla hediye gönderip daha sonra yapmadık, etmenin demenin artık bir inandırıcılığı kalmadı. Yayın yasağı koymanın, bombaları koyanların, vuranların kıranların değil haberini yapanların peşine düşmenin kimseye faydası yok. Ve belki de daha önemlisi, bu ülkede yaşama umudunun, hayatta kalmanın mutluluğunun yeniden inşa edilmesi gerekecek. Mahallelerin kuşatıldığı, morgların dolduğu, bombaların patladığı kentlerde insanların yaşama umudu olmaz. Yaşama umudu, işi, aşkı olmayan biri her şeyi yapar. Bu durumda suçlu kim? Bu ortamı hazırlayan, ölümü kanıksatan, umutsuzluğu bu ülkenin kaderi yapanlar suçlu değil mi? Bunun adını “istikrar” koyup, oy isteyenlerin basiretsizliği değil mi tüm bu şahit olduğumuz cinayetler? Ona oy verenlerin de artık, hatalarını görmeleri gerekmiyor mu? Şunun bunun değil, silahın ‘terörist’ kabul edildiği bambaşka bir Türkiye çizgisi neden çizilmesin. Şiddetten kurtulmanın yolu, onunla koşullu değil, koşulsuz mücadeleden geçer. IŞİD’in patlattığı bombalar, göz yumulmuş, eğitilmiş şiddetin kontrol edilemeyeceğinin en trajik örneklerini sunuyor bize.

Bu şiddet ortamında taraf tutacaksınız liderlerin, size bir öyle bir böyle diyen ve bugünleri getiren politikacıların değil çocukların tarafını tutun. Barış diyen çocukların yanında olun yoksa hepimiz kaybedeceğiz. Başka bir seçeneğimiz yok.

Elektriğe zammı hükümet yapmadı

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Ocak 2016

1 Ocak’tan itibaren aylık elektrik faturanız yüzde 6 oranında artacak. Çünkü hükümet son 11 yılın en düşük petrol fiyatlarına ve azalan talep nedeniyle serbest piyasada iyice gerileyen elektrik fiyatlarına rağmen zam yaptı. Aslında bu zammı hükümet yapmadı. Şirketler istedi hükümet bu isteği kırmadı.

Şirketlerin zam isteği kulislerde uzun zamandır konuşuluyordu. Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Nihat Özdemir, 25 Kasım’da NTV’de yaptığı konuşmada kulis mulis bırakmadı. Aynı zamanda Elektrik Dağıtım Hizmetleri Derneği’nin başkanlığını da yürüten Özdemir, elektriğe yeni yılla birlikte zam yapılacağını söyleyerek, “… bu karar yakın zamanda verilecek. Elektrikte bir zam beklentisi olabilir. Yüzde 15 ile 20 arasında bir zam olması gerektiğine inanıyorum. Bunu bir anda yapmak doğru değil. 2016 yılı içinde yüzde 7-8 gibi bir zamla yeni yıla başlayabiliriz” dedi. Özdemir Sayısal Loto oynasa yeridir çünkü dediği oldu; yeni yıla elektriğe yüzde 6,9 zamla (faturaya 1 puan düşük yansıyor) başladık. Görüldüğü üzere bu daha başlangıç. Yüzde 20’ye kadar yolu var. Halkın oyuyla seçilip, şirketlerin istekleriyle ülkeyi yönetmek böyle bir şey olsa gerek. Ülkeyi kim yönetiyor hâlâ anlamayanlara duyurulur.

Cengiz Holding ve Kolin İnşaat’la birlikte 21 elektrik dağıtım bölgesinin en büyüklerinden dördüne sahip Limak Holding’in Başkanı Özdemir, aynı röportajda neden bu zammı istediklerini de fısıldadı. “Girdilerimizden birçoğu petrol ve doğalgazla ölçülüyor, fiyatlar dünyada düşük ama hepimizin bildiği gibi kurlar arttı” dedi. Evet, petrol fiyatları dünyada düştü. Petrol düşünce doğalgaz fiyatı da düşüyor. Bu Türkiye gibi elektrik üretiminin neredeyse yarısını doğalgazdan sağlayan bir ülkeyi sevindirmeli ama olmuyor. Hükümetin çok kötü yönettiği hatta artık yönetemediği dış politika nedeniyle İran ve Rusya ile boğaz boğazayız; fiyatlardaki düşüşü yansıtmalarını isteyemiyoruz.

Bu yüzden doğalgaz ucuzlamıyor bunu anladık ama ortada Rusya veya İran’ın doğalgaza yaptığı bir zam da yok. Bu durumda en azından fiyatların aynı kalmasını beklersiniz ama o da olmuyor. Çünkü hükümetin içeride ve dışarıda yarattığı siyasi krizler, üstüne Çin’in durumu eklenince dolar artıyor. Şirketler maliyetimiz arttı deyip elektriğe zam istiyor. Zam talebi sadece elektrik üretenlerden de gelmiyor. Özdemir gibi elektrik dağıtım işinde olanlar da bastırıyor. Çünkü dağıtım özelleştirmeleri yaparken ihalelerde milyar dolarları yarıştıran şirketlerin bazıları, kur farkı yüzünden dolar cinsinden aldıkları kredileri ödemekte zorlanıyor. İhaleler bittiğinde 2 lira civarında olan dolar kuru şimdi 3 lira. Şirketlerin maliyetleri kur nedeniyle artan kredi ödemeleri nedeniyle artıyor ama asıl önemlisi onların ticari öngörüsüzlüklerinin bedelini yine tüketici ödüyor. Gelirin TL iken neden dolarla ihaleye giriyorsun? Neden kurun artma riskini öngörmüyorsun? Vatandaş dövizle kredi alıp ödeyemese devlet yardım ediyor mu? Hayır.

Yılda milyarlarca lira kâr eden şirketler dövizle borçlanıp ödemekte zorlanınca aynı devlet hemen yardıma koşuyor. Üstelik onların zararını da halktan topladığı parayla karşılıyor. Elektrik Mühendisleri Odası, yeni zamla konutlardan her yıl 1,8 milyar TL fazla para toplanacağını (bakınız emo.org.tr) söylüyor. Ne güzel iş! Bu şirketlerin durumu gerçekten kötü olsa, yurdun dört bir yanındaki ihalelerden çekilirlerdi. Zarar eden şirketler dört bir tarafta ihale peşinde koşar mı? Kaldı ki, gerçekten zarar ediyorlarsa da etsinler. Serbest piyasa diye övündüğünüz sistem bu. Özdemir durumdan çok şikayetçiyse bıraksın 3. Havalimanı inşaatını, satsın birkaç şirketini, ödesin zararını. Şirketlerin iş bilmemesinin cezasını elektrik faturalarıyla halka yüklemek de ne oluyor? Kim size ucuzlayan, dışa bağımlı olmayan güneş, rüzgar yerine doğalgaza, kömüre yatırım yapın dedi?

Biz peşin peşin yazalım da, yarın yandaş medyada elektrik zammını Esad’a, Putin’e, ateistlere falan yüklemek isteyenler boşuna zaman kaybedip, suçu atacak dış mihrak aramasınlar.

Havamız söylenenden iki kat daha kirli

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Ocak 2016

Pekin. Foto: O. Gurbuz.
Bundan altı yıl önce Pekin’de yaşıyordum. Kentin en batısında ve merkezden uzak olduğum için hava kirliliğinden ‘ölürcesine’ etkilendiğimi söyleyemem. Evimin pencerelerini açmasam bile içeri dolan tozu 3-4 günde bir süpürmekten başka şikayetim yoktu. Son iki yıldır Pekin’den gelen haberler durumun çok ciddi boyutlara ulaştığını gösteriyor. Beş yılda hava kirliliği sorunu bir krize dönüştü.

Türkiye’de de hava kirliliği sorunu giderek artıyor. Iğdır, Batman, Afyon, Osmaniye, Isparta, Düzce, Denizli… Liste uzun. Sadece küçük kentler değil, hükümetin yatırımları akıttığı İstanbul, Ankara gibi kentler de hava kirliliği için belirlenen sınır değerleri aşan ilçelerle dolu. Bu kadarını sokağa çıkan herkes biliyor. TMMOB Çevre Mühendisleri Odası’nın (ÇMO) son raporu ise pek konuşulmayan, bizim geçen yıl Yön Radyo’da ve bu köşede dikkat çekmeye çalıştığımız bir başka noktaya vurgu yapıyor. Türkiye’deki hava kirliliği sınır değerleri Avrupa Birliği’nin neredeyse iki katı. Yani, bizim ülkemizde kırmızı alarm verilmesi için Avrupa’nın herhangi bir kentine göre neredeyse iki kat daha kirli bir havaya ihtiyaç var. Hemen söyleyelim de böbürlenmeyin. Değerin yüksek tutulması, Türkiye’de yaşayanların akciğerlerinin daha kaliteli olduğunu göstermiyor, insanın yaşamına verilen önemin daha değersiz olduğunu gösteriyor.

Hava kirliliği ölçümlerinde, PM10 ve PM2,5 değerlerine bakılıyor. PM10, çapı 10 mikrometreden küçük parçacıkların miktarını gösteriyor. PM parçacıkları arasında karbon, sülfat, metalik buhar, endüstriyel ve taşıtlardan kaynaklanan tozlar var. Türkiye’de hava kirliliği sınır değeri PM10 için metreküpte 90, AB’de ise 50 mikrogram. Kükürt dioksit için belirlenen sınır değer de bizde 225, AB’de 125 mikrogram. Üstelik, AB kükürt dioksit sınır değerinin bir yıl içinde sadece 3 kez aşılmasına izin veriyor. Dördüncü kez bu yaşanırsa acil önlem alınması gerekiyor. Türkiye’de ise böyle bir sınır yok. ÇMO ölçümlerin yetersizliğinden de şikayetçi. Hava kirliliği ölçüm istasyonların tümünde aynı kirletici parametrelerin ölçülmediğini söylüyor. Düzce gibi kirliliğin en yüksek olduğu kentte, sadece Partikül Madde 10 ve kükürt dioksit ölçülüyor diyen ÇMO, karbon monoksit, PM 2,5 (daha küçük kirleticiler), kurşun, kadminyum, ozon, arsenik gibi çok önemli kirleticilerin ölçülmediğini söylüyor.

Dünya Sağlık Örgütü, hava kirliliği her yıl 7 milyon kişinin erken ölümüne yol açıyor diyor. Pekin’de, Çin’in diğer kentlerinde ve hatta Londra ile Paris’te hava kirliliği sorunu hızla ilerliyor. Hükümet, büyükşehir belediyeleri neden ilgisiz? Ben size kayıtsızlığın sebebini söyleyeyim. Hava kirliliğinin kaynakları bugünkü hükümetin rant merkezleriyle birebir bağlantılı. Kömür listenin başında. Hükümet, iklim değişikliği ve hava kirliliğine rağmen yerli kömür sahalarını şirketlere dağıtmaya ve enerji politikasını bu eski model üzerine kurmaya devam ediyor. Yoksullaştırılan halkın evinde ucuz kömür yakmaktan başka seçeneği yok. Doğalgaz desteklenmesine rağmen pahalı. Kömür ise çevreyi kirletirken cezalandırılmadığı ve ucuz işçilikten faydalandırıldığı için hâlâ evsel kullanımda ucuz bir seçenek. Hava kirliliğinin diğer iki ana nedeni de çarpık kentleşme ve ulaşım. İstanbul’un temiz havasının garantisi Kuzey Ormanları’nı, 3. Köprü ve 3. Havalimanı gibi rant sağlayacak projelere feda edenler hatalarını itiraf etmese de durum bu. Otomotiv lobisine, petrol satışından elde edilen vergilere dokunacak önlemler, icraatlarının finansal desteğini bu sektörlere bağlamış hükümete uzak. Yoksa, hava kirliliği uyarılarının yapıldığı İstanbul’da çoktan tek-çift plaka, özel araç yasağı gibi uygulamalar hayata geçirilirdi. Pekin yıllardır, plaka numaralarına göre taşıtların trafiğe çıkışını kontrol ediyor. Kentin yeni mahalleleri, bizde yok edilmek istenen Gezi Parkı gibi parklarla dolu. Dev caddeler ve metro hatları inşa ediliyor. Buna rağmen, iklim koşullarının da etkisiyle, dev kentler kurmanın, nüfusu bir bölgeye yığmanın, kömüre ve özel araçlara önem vermenin kaçınılmaz sorunlarıyla karşı karşıya kaldılar.

Kentsel dönüşümden, konut kredileriyle borçlandırılan yurttaşlardan, köprü ve otoyol gibi projelerden oy ve rant elde eden hükümetin, bunlardan hava kirliliği nedeniyle ölecek birkaç bin kişi için vazgeçeceğine inanan var mı? Var diyenlerin iyi muhtar olacağı ortada.