Küresel Isınma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Küresel Isınma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Türkiye iklim fonundan para alsın diyenler el kaldırsın

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Kasım 2017

Ülkelerin iklim değişikliğini durdurmak için her yıl bir araya geldiği Taraflar Toplantısı (COP23) Almanya’nın Bonn kentinde devam ediyor. Hedef ortalama sıcaklık artışını 1,5, olmadı 2 derecenin altında tutup binlerce canlının yaşamını kurtarmak. Elde de bu işi yapıp yapamayacağı pek belli olmayan Paris Anlaşması var. Belli değil çünkü Paris Anlaşması’na imza atan ülkelerin seragazı emisyonlarını azaltmak için verdikleri taahhütler 2 derecelik ısınma hedefinin bile üstünde. Bu hedefler iyileştirilmezse 80 yıl sonra gezegenin ortalama sıcaklığı 3 derece artmış olacak.

Ortalama yüzey sıcaklığı 3 derece artarsa ne olur? Bir örnek verelim. Climate Central adlı örgütün bilim insanlarına göre 3 derecelik artış, 275 milyon insanın yaşadığı yerlerin sular altında kalmasına neden olacak. Asya’daki kentler başta olmak üzere milyonlarca insan göçe zorlanacak. Deniz seviyesindeki artış, Şanghay’da 17,5 Osaka’da 5, İskendireye’de 3 ve Miami’de 2,7 milyon insanın yaşadığı yerleri suyla dolduracak. Suriye’den göç etmek zorunda kalan 5 milyon mülteciyle baş edemeyen dünya, belki bunun 50 katı büyüklüğünde bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalacak. Yok olacak türlerin yanı sıra sıcak hava dalgaları, seller ve kuraklık yüzünden ölecek insanlar da cabası.

Türkiye’nin pazarlığı
Bunları sizi korkutmak ya da içinizi karartmak için yazmıyorum. Medyada Ajda Pekkan’ın estetik ameliyatları kadar bile yer bulmayan Bonn’daki tartışmaların ne kadar önemli olduğunu anlatmak için yazıyorum. Paris Anlaşması’nda ülkelerin verdikleri taahhütlerin iyileştirilmesi milyonlarca insan için hayati önemde. Bu anlaşmaya 197 ülke imza attı. 169 tanesi de anlaşmayı onaylayarak bu imzalarına resmiyet kazandırdı. Geriye 28 ülke kaldı. Tahmin edebileceğiniz gibi bunlardan biri de Türkiye. Türkiye anlaşmayı onaylamak için mali yardım talep ediyor. İklim değişikliğini durdurmak için oluşturulan Yeşil İklim Fonu’ndan (Green Climate Fund) para istiyor. ABD’nin Paris Anlaşması’ndan çekilme kararından sonra Erdoğan’ın yaptığı, ‘biz de çekilebiliriz’ çıkışının arka planında bu yatıyor.

Bu talebin vicdan ve iklim adaleti açısından bir oluru yok. Mülteciler vs. üzerinden bir pazarlıkla kabul edilirse şaşırmam tabi ama umarım olmaz. Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’ndan para alması neden kabul edilemez açıklayayım.

Öncelikle Türkiye’nin Paris Anlaşması’nı imzalarken verdiği taahhüdü hatırlayalım. Türkiye, Paris’e imza atarken 2015 sonunda 475 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarını, 2030’da 929 milyon tona çıkarmayı taahhüt etti. Hiçbir şey yapmazsam 1 milyar 175 milyon tonu bulacak diye de ekledi. Ortada seragazı emisyonlarını azaltacağım diyen bir ülke yok. İki buçuk değil iki katına çıkaracağım diyen bir Türkiye var. Bu zayıf hedef için Türkiye’nin mali yardıma ihtiyacı olduğunu söylemek mümkün değil. Türkiye, milli kömür kandırmacasından vazgeçip yüzünü güneşe dönse hem elektriği daha ucuza üretir hem de 929 milyon tonluk artış hedefinin çok daha altında kalır. Kömüre verilen teşvikleri kesmek bile bu hedef için yetebilir. Yapması gereken zaten kendisi için daha ekonomik ve çevreci seçeneğe yönelmek. Bunun için “üstüne para ver” denir mi?  

İklim fonundan para gelsin diyenler el kaldırsın
Mantık, ekonomi ve enerjideki gerçek bunu söylüyor. Bir de işin vicdani boyutu var. Yeşil İklim Fonu’nun amacı açık. Gelişen ülkelerin seragazı emisyonlarını azaltmaları veya sınırlamaları için gelişmiş ülkelerden gelen parayı özellikle iklim değişikliğinin etkileri karşısında korunmasız ülkelere aktarmak. Bu ülkelerin başında da Afrika ülkeleri, az gelişmiş ülkeler ve küçük ada devletlerinin geldiği yine açık açık yazılmış.

Şimdi soralım. Türkiye Pasifik’te sulara gömülecek küçük bir ada devleti mi? Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasına yanlışlıkla sızmış bir az gelişmiş ülke mi? İstanbul ne zamandan beri Afrika kıtasında?

İklim adaleti ve enerji demokrasisinden bahsettiğimiz günlerde, Türkiye’nin mali yardım isteğine örtülü-açık destek vermenin, denizdeki mültecinin kafasını suya batırmaktan farklı olmadığını altını çizerek vurgulamalıyım. Ortada, Türkiye’yi gerçekten zorlayacak bir seragazı indirim hedefi bile yokken, açlık, kuraklık ve göçle boğuşanlara ayrılmış parayı Türkiye için istemeyi benim vicdanım kaldırmıyor. İklim hareketi içindeki tüm kuruluşlara açık bir çağrım var. Yeşil İklim Fonu’ndan Türkiye’ye para gelmeli diyenler varsa açık açık söylesin. Herkes bu konuda rengini belli etsin.  

Paris’te her şey bitmedi asıl şimdi başlıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Mart 2016

2015 sonunda Paris’te imzalanan iklim anlaşmasıyla sorunun çözümü bulundu sananlar yanılıyor. Paris’te, 2020’de sonlanacak Kyoto’nun yerine geçecek yeni bir anlaşmanın ana metni üzerinde anlaşıldı ancak bu anlaşma henüz onaylanmadı. 22 Nisan’da bu süreç başlıyor. Dünyanın Paris Anlaşması’nı hayata geçirmek için tam bir yılı var. 21 Nisan 2017’ye kadar, dünyadaki seragazı emisyonlarının yüzde 55’inden sorumlu en az 55 ülke anlaşmayı imzalarsa ilk adım tamam. İmzalamazsa sil baştan!

BM Genel Sekreteri Ban Ki Mun, 22 Nisan’da New York’ta elini taşın altına koyan ilk ülkeleri açıklayacak. Bir yıl boyunca çetin pazarlıkların olacağı garanti çünkü Paris’te verilen taahhütlerin değiştirilme şansı bile var. Ülkeler isterse, daha iyi bir hedefle anlaşmaya taraf olabilecek. Türkiye’nin ne yapacağı belli değil. Meclis’te Paris Anlaşması’na atılacak imzanın onaylanması gerek. 22 Nisan’a yetişir mi; şüpheli. Ortada adamakıllı yapılmış bir hesap, plan olmadığı gibi bu işi takip eden bir milletvekili veya bakan da yok. Birkaç gün önce Ankara’da TBMM’nin İklim Değişikliği Politikasındaki Rolü adlı bir rapor[1] açıklandı. Meclis’in iklimle ilgili çalışmalarını araştıran çalışma, 24. Yasama döneminde verilen 72 bin 320 soru önergesinden sadece 20 tanesinin içinde iklim değişikliği konusuna yer verildiğini ortaya koyuyor. Rejim değişikliği için çabalayan çok kişi var ama iklim değişikliğini durdurmaya çalışan neredeyse yok. En azından bir tutarlılıktan bahsedebiliriz, ne istiyorlarsa zararımıza!

Bildiğiniz gibi Paris’e giderken Türkiye bir söz vermiş, 2030’a kadar seragazı emisyonlarımı arttırmaya devam ederim ama sizin cici hatırınız için, biraz daha az arttırırım demişti. Türkiye’nin bu sözünün de iklim değişikliğini yavaşlatma ya da durdurma açısından pek kıymeti harbiyesi yok. Burada biz bizeyiz, fısıldamadan söyleyeyim. Hükümet bizim sele kapılmamızı, kuraklıkta çatlamamızı, ormanların yanmasını, sıcak hava dalgaları yüzünden kalp krizi geçirip ölmemizi umursamıyor. Onların derdi, kömür, petrol, doğalgaz, otoyol, köprü, inşaat sektörüne girmiş eş dostu memnun etmek.

Süreç Türkiye’nin istediği gibi gider mi onu göreceğiz. İlk iş, dünyadaki seragazı emisyonlarının yüzde 55’inden sorumlu en az 55 ülke bulmak. BM Sekretaryası’nın verilerine göre Türkiye küresel emisyonların yüzde 1,24’ünden sorumlu. Anlaşma sürecinde 200 civarında ülke olduğunu düşünürseniz, Türkiye’nin bu işte payı yok, sorumluluk almamalı diyenlerin bir hayal aleminde yaşadıklarını daha iyi anlarsınız. Yüzde 55’i yakalamak için kritik öneme sahip dört güç var: Çin (%20), ABD (%17,89), AB (%12.10) ve Rusya (%7,5). AB’nin sorun çıkarmayacağını, ABD ve Çin’in de anlaştığını düşünürseniz geriye yüzde 5’lik bir pay kalıyor. Rusya Kyoto’ya taraf olarak orada kahramanlık yapmıştı ancak bu politik durumda ne yapar belli değil. Bu nedenle, yüzde 4’lük paya sahip Hindistan, 2,5’luk paya sahip Brezilya veya 1,70’lik paya sahip Meksika’nın kararları kritik.

Türkiye’nin de sorumlu olduğu emisyon miktarıyla Brezilya, Endonezya ve Meksika gibi ülkelerin bulunduğu ligde yer aldığını görebiliyoruz. Verdiği taahhüt ise azaltma bile değil. Sınıfdaşlarından çok kötü durumda, halbuki bundan daha iyisini yapabilir ve yapmalı. Hiçbir şey yapmazsam 2030’da 1 milyar 175 milyon ton seragazı çıkaracağım, sizin için %21 oranında az arttırayım 929 milyon tonda kalsın diyor. Şu anda 460 milyon ton saldığımızı düşünürseniz, bırakın azaltmayı, seragazı çıkışını sabitlemeyi bile önermiyor. İki katına çıkarma sözü veriyor. Hiçbir önlem almasak seragazı emisyonlarımız zaten bu kadar artar. Bakalım bu eylemsizliği Meclis’ten geçirebilecekler mi?

Aslında Türkiye’nin yapacağı iş belli. Hem petrol, kömür ve doğalgaz gibi kirletici/dışa bağımlı kaynaklardan kurtulmak, hem de daha sağlıklı bir çevrede yaşamak için yüzünü güneşe dönmeli. Bir sözüm de sivil toplum kuruluşlarına. Şu ana kadar iklim konusunda çalıştığını iddia eden çoğu STK bu durumu film gibi izliyor. Bazıları hükümetle arasını bozmamak için iklim görüşmelerini kapalı kapılar ardına bile taşıdı. Birkaç yıl önce sokakta gördüğünüz “aktivistler” bürokrat oldu. Herkes sus pus! Fazla seragazının yan etkisi olsa gerek.


[1] Yasader, Tüvikder ve Küresel Denge Derneği’nin hazırladığı rapora Yasader.org adresinden ulaşabilirsiniz.

Küresel ısınmanın tapesi yok mu

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Şubat 2014

Şubat ayı başında Slovenya’yı buz fırtınası vurdu. Ülkenin 1 milyon 180 bin hektarlık orman alanının yarıya yakını zarar gördü. Ağaçlar buz tuttu, elektrik hatları, demiryolları, karayolları ve otomobiller hasar gördü. Fotoğraflarda buz tabakasıyla kaplanmış evler ve ağaçlar var. Geçen hafta ormanlarda meydana gelen zararın 194 milyon; elektrik hatları ve altyapı hizmetleri hasarınınsa 120 milyon avro olduğu açıklandı.

Aynı tarihlerde İngiltere tarihinin en yağışlı kışını yaşadı. Sel baskınları neredeyse tüm ülkeyi etkiledi. Avustralya ise en sıcak yazını. 46 dereceyi bulan sıcaklıklar, kırsalda ardı ardına çıkan yangınlar başta tarımı ve hayvancılığı etkiliyor. 1951 ile 1960 arasında Avustralya’da yılda sıcak hava dalgası görülen gün sayısı ortalama 2,6 iken, 2001-2010 arasında bu rakam 5,8 güne çıktı; iki kattan fazla arttı.

ABD'nin Kaliforniya eyaleti de tarihinin en kurak kışını geçiriyor. Tarım ve hayvancılıkla uğraşanlar zor durumda, eyalette acil durum ilan edildi ve herkesten su tasarrufu yapması istendi. Bir de kuraklık kaynaklı su kirliliği sorunu ortaya çıktı. Suların azalmasıyla, yer altı sularındaki kirletici maddelerin yoğunluğu artıyor ve kullananların sağlığını tehdit ediyor.

Japonya’yı kar fırtınası esir aldı. Ülkenin ortasındaki Yamanaşi eyaleti, bölgede son 100 yılın en yoğun kar yağışına şahit oldu. 23 kişi öldü. Bazıları mahsur kaldıkları arabalarında ısınmaya çalışırken karbonmonoksit gazıyla zehirlendi.

Kış Olimpiyatları’na katılmış 100’den fazla sporcu, hükümetleri kömür, petrol ve doğalgaz kullanımıyla ortaya çıkan seragazı emisyonlarını azaltmak için daha fazla gayret göstermeye çağırdı. Böyle giderse 2050 yılında, geçmişte Kış Olimpiyatları’na ev sahipliği yapmış 19 kentten sadece 11’i benzeri bir organizasyona ev sahipliği yapabilecek kadar soğuk olacak. 2100’de ise sadece altısı.

Türkiye de kuraklık tehlikesiyle karşı karşıya. Yağmur yok, kar yok. Barajlarda sular azaldı. Orman ve Su İşleri Bakanlığı bu tür yağışsız dönemin her 10-15 yılda bir yaşanan kurak periyodlardan biri olduğunu söylüyor. Hatırlıyorum, 2007 yılındaki susuz günlerde de aynı şeyler söylenmişti. Ne çabuk geçiyormuş şu 10-15 yıl? Sorun şu; yetkililer küresel iklim değişikliğinin adını ağızlarına almaktan bile korkuyor. Yokmuş gibi yapıyorlar çünkü onu durdurmak için hiçbir şey yapmıyorlar. Akademisyenlerin ve politikacıların bazıları, fosil yakıt lobilerinin hurafelerini derslerinde ballandıra ballandıra anlatıyorlar. Buzul çağı, dinozorlar ve bakanlığın yaptığı gibi kuraklık periyodlarından bahsediyorlar. Kuraklık periyodlarına insanların katkısı olmuş mudur diye sormuyorlar. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin, “Bu işin sorumlusu en az yüzde 95 olasılıkla insan” dediğinden haberleri yok. Neden haberleri var ki?
  • Milyonlarca yılda meydana gelen iklim değişikliğiyle son 100 yıl içerisindeki değişikliği karşılaştırdıklarının,
  • Dünyanın en sıcak 10 yılının 2000-2009 yılları arasında yaşandığının,
  • Dünyanın en sıcak 14 yılının son 16 yılda gerçekleştiğinin,
  • 2100 yılına geldiğimizde okyanuslardaki asitlenmenin son 20 milyon yıldan daha fazla olabileceğinin farkında değiller.
Kimileri de ‘milli komplolarla’ sorunu saklama peşinde. “Çin küresel emisyonların yüzde 19’undan, ABD yüzde 18’inden, Türkiye ise yüzde 1’inden sorumlu. Çin ve ABD kirletiyor bize bir şey yapmak düşmez” diyorlar. İyi de, kimse sana Çin’in atmosfere bıraktığı emisyonları azalt demiyor. “Sen yüzde 1’lik payını azalt, kapının önünü süpür, onlar da süpürsün” diyor.

Tapeler, bideler, inşaat şirketi patronlarının havuz problemleri ve internet sansürü derken başımızı kaldırıp etrafımıza bakamaz olduk. Dünyada neler oluyor farkında değiliz, aslında bizim dünyalı olduğumuz bile şüpheli. Kendi halimizde takılıyoruz işte. Biz efsunluyuz, cümle alemin doğru dediğine eğri demesini biliriz. Komplo teorilerini bilimden çok severiz. Petrol, doğalgaz ve kömürü dışarıdan alıp cari açıktan şikayet etmeye bayılırız ama az kullan, dünyayı kurtar diyenlere kızarız. Küresel ısınmanın ses kaydı çıksa da inansak. Halimiz yaman.

İklim raporu ve Türkçe meali

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Eylül 2013

Kaynak: Grida
Sıcak hava dalgalarının sayısı ve şiddeti artacak. Okyanuslar asitlenecek. Buzullar eriyecek, deniz seviyesi yükselecek. Bunların sonucunda binlerce canlı hayatını kaybedecek; belki sen, belki ben. Sokakta yemek verdiğimiz kedi, denizdeki balık, dağdaki ayı. Huzurevindeki akraban, her sabah selamlaştığın yaşlılar ve yoksullar önce vedalaşacak. Nasıl mı biliyorum? Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) son raporunu yazan, gözden geçiren 259 bilim insanı/uzman ve fikirlerine danışılan bir 600 kadarı daha öyle diyor. IPCC’nin yayınladığı son rapor açıkça ortaya koyuyor, insan etkisiyle şahlanan küresel iklim değişikliği (Rapor, yüzde 95-100 olasılıkla iklim değişikliğinin nedeni insanlar diyor) çok ciddi bir tehdit olarak önümüzde duruyor.

Bu uzmanlar, küresel iklim değişikliği konusunda yayımlanan 9 bin 200 raporu inceliyor. 39 ülke, bilim insanlarıyla sürece katılıyor. Kendilerine gönderilen 54 bin 667 yorum değerlendirmeye alınıyor. Bu iş, petrol, kömür lobilerinin desteklediği birkaç bilim insanının iddialarından ya da bilimsellikten uzak e-postalardan ibaret değil. Bu yüzden, IPCC’nin 5. Değerlendirme raporu, ‘küresel iklim değişikliği insan kaynaklı değil, bu bir doğal döngü’ masallarıyla kıyaslanamaz. İşte tehlike işaretleri ve Türkçe meali:

·         1983-2012 arasındaki 30 yıl, son 1400 yılın en sıcak 30 yılıydı. Dünyanın ortalama sıcaklığı 1901-2012 döneminde 0,9 derece arttı. Böyle giderse artış 21. yüzyılın sonuna kadar 1,5 hatta 2 dereceyi bulacak.
Anlamı: 1,5-2 derecelik sıcaklık artışı dünyadaki bitki ve canlı türlerinin yüzde 20 ila 30’unun soyunun yok olması. Tropikal ve subtropikal bölgeler başta olmak üzere tarımda üretim kaybı.  
·         Son 20 yılda Grönland ve Antartika buzulları büyük kütle kaybetti, tüm dünyadaki buzullar da küçülmeye devam ediyor. Kuzey Kutbu deniz buzulu ve Kuzey Yarımküre’deki kar tabakası ciddi oranda azalmaya devam ediyor. Deniz seviyesindeki yükselme 19. yüzyılın ortalarından bu yana önceki iki yüzyıldaki ortalamanın üzerine çıktı. 1901-2010 arasında deniz seviyesi 19 cm yükseldi.
Anlamı: Dağlardaki buzulların ve kar tabakalarının küçülmesi onların beslediği nehirlerin kurumasına ve susuzluğa yol açacak. Kutuplardaki buzulların erimesi ise deniz seviyesindeki yükselişi hızlandıracak. Ada devletleri sular altında kalacak, Bangladeş gibi birçok ülkede tarım arazilerini su basacak.
·         Karbondioksit, metan ve azot oksitlerin atmosferdeki yoğunluğu 800 bin yıldır görülmemiş bir düzeye geldi. En önemli seragazı karbondioksitin yoğunluğu endüstri devrimi öncesine göre yüzde 40 arttı. Nedeni fosil yakıt (petrol, kömür ve doğalgaz) kullanımı ve arazi kullanımının değişmesi.
Anlamı: Karbondiksit başta olmak üzere seragazlarının atmosferdeki birikiminin önüne geçilemezse küresel iklim değişikliğinin de önüne geçilemeyecek. Sellerin sayısı ve şiddeti artacak. Kasırga ve hortumlar, beklenmedik fırtınalar hayatı yaşanmaz hale getirecek. İkitelli’de, Samsun’da şahit olduğumuz sel felaketlerinin sayısı artacak.

Raporda anlatılanların rakamlarla süslenmiş tahminler olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bahsedilen aslında yaşadığınız hayatınız, geleceğiniz. Tek bir farkla, kaderinizi değiştirme şansınız hâlâ sizin elinizde. Kömür değil rüzgar, petrol değil güneş diyerek; sorgusuzca tüketmek yerine verimli üretip az tüketerek; daha çok para için değil, daha çok boş zaman için çalışarak bu makus kaderimizi değiştirebiliriz. İlk adım inanmak.

Obama da anlamamış

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Haziran 2013

Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama, küresel iklim değişikliği konusunda programını geçen hafta açıkladı. İklim değişikliği konusu Obama’nın ilk seçim kampanyasında önemli bir yere sahipti. Bush’un Kyoto’yu askıya almasıyla ABD’nin küresel iklim politikalarına vurduğu darbeyi hafifletir umuduyla çevreciler tüm dünyada Obama’ya destek mesajları veriyordu. Obama seçildi ama iklim değişikliği konusunda ilk dört yıl dişe dokunur bir icraatı olmadı. Obama’nın ikinci döneminde ise tersi oldu. Seçim kampanyasında iklim meselesi ön planda değildi ama Obama iklim konusunu biraz da beklenmedik bir anda gündeme getirerek ABD’yi adeta yeniden sahneye çıkardı. ABD’nin bunca yıl aradan sonra küresel iklim değişikliğini konuşması önemli ama hedefler tatmin edici mi diye sorarsanız yanıtım net bir “hayır” olur.

ABD’NİN HEDEFİ GÖSTERMELİK
Obama’nın konuşmasının rakamsal özeti, 2009’da Kopenhag’da yapılan iklim zirvesinde verdiği taahhütten farklı değil. Obama, ABD’nin seragazı emisyonlarını 2020’de 2005 yılına göre yüzde 17 azaltmaktan bahsediyor. ABD, sanayileşme hamlesine 2005’de başlamış, seragazı emisyonlarını bu tarihten itibaren hızla arttırmış olsa bu hedef ciddiye alınabilirdi. Halbuki durum öyle değil ve iklim değişikliği müzakerelerinin en önemli ilkesi, “tarihsel sorumlulukla” bu hedef çelişiyor. Kyoto Protokolü’ndeki indirim hedefleri, sanayileşmenin hız kazandığı yılları kapsaması için 1990 yılı temel alınarak belirleniyor. ABD’nin 2005 yılını başlangıç noktası seçmesi neredeyse 15 yılı yükümlülük dışına çıkarıyor. Şimdiki politikalarla bile yakalanacak bir hedefi, büyük bir hedef gibi pazarlamaya çalışıyor. 2005’de ABD emisyonları zirve yaptı, o günden bugüne de zaten yüzde 8,6 oranında azaldı.

Uzmanlara göre Obama’nın açıkladığı yeni hedef ABD’nin 1990 yılından bu yana atmosfere bıraktığı emisyon miktarında sadece yüzde 4’lük bir indirime yol açacak. Halbuki, ABD’den beklenen yüzde 30 civarında bir indirim hedefiydi. Eğer ABD 2015’te imzalanması beklenen yeni iklim anlaşmasına bu hedeflerle gelirse, Çin, Rusya, Japonya ve AB’den de gerçekten işe yarayacak, küresel iklim değişikliğini yavaşlatacak yüksek oranları duymak zorlaşır. Sembolik bir mücadelenin iklim felaketlerini durduracağı günleri çoktan geride bıraktık.

KÖMÜRÜN YERİNE KAYA GAZI
Obama’nın “harekete geçmeliyiz” sloganıyla açıkladığı bu hareketin zayıflığı bir yana motivasyon kaynağı da beni düşündürüyor. Obama’nın kömür santrallerini hedef göstermesinden şikayetçi değilim; adres doğru. Ancak, bu hamlenin ardında ülkedeki kaya gazı ve kaya petrolü rezerv rakamları olabilir mi diye sormadan da edemiyorum. 10 Haziran 2013 tarihli Amerika Enerji Bilgi İdaresi (EIA) raporu, yapılan yeni araştırmalar sonucu dünyadaki kaya gazı rezervlerinin 2011 yılı hesaplarına göre yüzde 10 daha fazla olduğunu gösteriyor. ABD dünyada en çok kaya petrolüne sahip ikinci, en çok kaya gazına sahip dördüncü ülke. Kaya gazı ve petrolünün kısa zamanda ve ucuza piyasaya sürülmesi tüm dengeleri altüst ediyor. 2012 yılında ABD’nin doğalgaz üretiminin yüzde 40’ı kaya gazından, petrol üretiminin yüzde 29’u kaya petrolünden sağlandı. Doğalgazın kömüre göre daha az sera etkisi yarattığı doğru ancak ABD’nin düşük bir hedef belirleyerek yapmak istediği kömürden gaza geçmekse bu iklim felaketlerini önlemeye yetmez. Üstüne üstelik, ABD kaya gazı nedeniyle yakmadığı kömürü ihraç etmeye başladı. Avrupa, İngiltere ve Asya’ya satılan kömürün orada yakılmasıyla ABD’nin sembolik indirimi gezegen için bir anlam ifade etmeyecek.

SONUÇLARINA KATLANIRIZ
Aslında, “küresel iklim değişikliği” bizi bekleyen felaketi anlatmakta yetersiz kalıyor. Adına “küresel iklim felaketleri” desek çok daha iyi olacak. Atmosferdeki karbondioksit miktarı güvenli üst sınır denilen 350 ppm’i geçti, 400’ün üzerine çıktı. Dünyanın ortalama sıcaklığındaki artışı 2 derecenin altında tutma diye bir hedef vardı, artık 4 derece senaryoları konuşuluyor ki, bunlara sadece ve sadece felaket senaryoları. Bugünkü bilim, bırakın 4 dereceyi, 2 derecenin üzerindeki bir artışın sonuçlarını tahmin etmekte yetersiz kalıyor. Seller, fırtına ve kasırgalar, sıcak hava dalgaları ile kuraklıklar bizi bekliyor. Görünen o ki, nasıl bizi yönetenler Türkiye’de başlayan ayaklanmaları anlamadıysa, Obama da iklim değişikliği sorununu anlamamış. Türkiye ve Brezilya’dan başlayan mevcut kapitalist modele ve onun kentlerdeki uygulamalarına karşı çıkan hareketin, iklim değişikliğinin önlenememesiyle yoksul ülkelere yayılması an meselesi. İklim göçleri, savaşlar, küresel kıtlık bizleri bekliyor. Anlamazsak, ya da daha açık konuşmak gerekirse, dev şirketlere söz geçirecek cesarete sahip liderleri iş başına geçiremezsek sonuçlarına da hep birlikte katlanırız. Evet, harekete geçmeliyiz ama hedef mevcut kapitalist sistemi değiştirmek olmalı.

Prix Pictet: Güç - İklim Değişikliği

28 Mart Perşembe günü İstanbul Modern'de saat 18:30'da düzenlenecek İklim Değişikliği Paneli'ne bekliyorum. Etkinlik ücretsiz. İstanbul Modern'i perşembe günleri ziyaret etmek de ücretsiz. Ayrıntılar için yandaki duyuruya tıklamanız yeterli.

Afet kapıyı çalana kadar evde yokuz

Doğal afetlerin gölgesinde yaşayan yoksul devletler küresel ısınmayı durdurmak zorunda. Zengin ülkeler ise kendilerini koruyacak önlemlerin peşinde. 

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Aralık 2012

Afet dediysek heyecanlanmayın, doğal afetten ama selden, depremden ve su baskınından bahsediyorum. 2002-2011 yılları arasında dünyada kayda geçen doğal afet sayısı 4 bin 130. Bir milyondan fazla insan bu afetler sonucu hayatını yitirmiş. Bu doğal afetlerin maliyeti 1 trilyon 200 milyar dolar civarında. Sadece 2011'de 302 adet doğala afet meydana gelmiş, 200 milyon kişi bu afetlerden etkilenmiş ve ekonomik hasarın bedeli de 366 milyar doları bulmuş. Seller, kuraklıklar, deprem ve kasırgaların 10 yılda yol açtığı hasarın kısa özeti bu. Özet bir paragraf uzunluğunda ama milyonlarca hayata bedel.

Bu veriler Almanya'nın önde gelen sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu bir birliğin yayını olan Dünya Risk Dizini (World Risk Index-2012) adlı raporda yer alıyor. Rapor, ülkelerin doğal afetlere karşı ne kadar hazır olduğunu değerlendiriyor. Ülkeler arasında bir risk sıralaması yapıyor. Önce söz konusu ülkenin deprem, tayfun, sel baskını ve kuraklık gibi felaketlerle karşılaşma olasılığına bakılıyor. Sonra bu felaketlere karşı insanların ne kadar korumasız olduğu inceleniyor. Daha sonra ülkenin olası felaketlere karşı seferber edebildiği imkanlar değerlendiriliyor. Son olarak da uzun dönemde doğal afetlere karşı direnmek için yapılan yapısal değişiklikler ele alınıyor. Bu dört ana konuda yapılan değerlendirmeler ülkelerin risk oranını belirliyor. Bu formülün uygulanması sonucunda oransal bir büyüklük elde ediliyor.

Lafı uzatmayalım, dünyanın doğal afetlere karşı en hazırlıksız ya da sonuçlarıyla baş etmede en büyük riske sahip ülkesi Vanuatu. En az riske sahip ülkesi ise Katar; ne garip bir tesadüftür ki bu yılki iklim zirvesinin yapıldığı yer Katar'ın başkenti Doha'ydı. Türkiye ise 173 ülkenin olduğu listenin ortalarında, 106. sırada yer alıyor. Doğal felaketlere maruz kalma ve afetlerle baş etmek için hayata geçirilen uzun dönemli yapısal değişiklikler konusunda karnemiz zayıf. Afet karşısında hazırlığımız, mücadele kapasitemiz ise kıl payı sınıfı geçiyor. Doğal afet riski artarsa listenin daha gerisine düşmemiz kaçınılmaz. Kıstaslar çok detaylı. Okur yazarlıktan, gelir seviyesine kadar birçok etken hesaba katılmış. Örneğin, Yunanistan'ın mücadele kapasitesi, afetleri az hasarla atlatma potansiyeli bizden daha yüksek ama doğal afetlerle karşılaşma riskinin büyüklüğü onları daha riskli bir ülke yapıyor. Yunanistan 72. sırada yer alıyor.

ADA DEVLETLERİ ZOR DURUMDA
En riskli 15 ülkenin sekizi ada devleti. Okyanusta olmak, iklim değişikliği kaynaklı deniz seviyesi yükselişinden kasırgalara kadar birçok doğal felakete davetiye çıkarıyor. Fakat tehlikeye maruz kalmak her zaman riski yükselten bir etken değil. Hollanda'ya bakalım. Hollanda doğal afet tehlikesi sıralamasında 12. sırada ama genel risk sıralamasında 51. sıraya kadar geriliyor. Sosyal, ekonomik ve kurumsal yapı iyi olduğu için kendini koruma kapasitesi de daha yüksek. Liberya ise ters yönde bir örnek. Afetlere maruz kalma sıralamasında Liberya 113. sırada, “şanslı” bir ülke. Buna rağmen afet olduğunda karşı koyma kapasitesi çok düşük olduğu için genel sıralamadaki yeri 60. Bu dizinin ana fikri de aslında bu. Felaketlere maruz kalma ihtimalinizin yüksek olması, onlarla baş edemeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Yeter ki hazırlığınız, paranız ve organizasyon kapasiteniz olsun. Japonya dışında bu söylediğim kuralı bozan bir ülke yok. Japonya'da risk o kadar yüksek ki, iyi hazırlık tedbirlerine rağmen genel listede 16. sıradalar. Fukuşima'da olanlar da bunun ispatı.

Bütün bunları hafızanızda tutun. Şimdi size geçen hafta Doha'da sona eren iklim zirvesinin sonuçlarından bahsedeceğim. Ülkelerin yanında, parantez içinde göreceğiniz rakamlar ise onların yukarıda bahsettiğim risk dizinindeki sıralaması. 1 numara en çok, 173 ise en az riskli ülke.

RİSK YOKSA SORUMLULUK DA YOK
Zirve'de, küresel ısınmaya yol açan seragazlarını azaltmayı amaçlayan Kyoto Protokolü'ne 2010 yılına kadar devam kararı çıktı. Çıktı ama devam eden ülke sayısı oldukça azaldı. Avrupa Birliği'ne üye 27 ülke(AB ülkelerinin hemen hemen hepsi düşük riske sahip), İsviçre(157), Avustralya(117), Norveç(162) ve şimdilik Ukrayna(149) ikinci yükümlülük dönemine evet dedi. Bu ülkelerin toplam emisyonları küresel emisyonların sadece %15'i. Büyük kirleticiler emisyonlarını indirme adına yükümlülük almadılar. Kim onlar? Kanada(150), Rusya(130), ABD(127) ve Japonya(16) Kyoto'nun ikinci döneminde yok. Çin(78) ve Hindistan(73) ise bu dönemde yükümlülük almadı ancak 2020 sonrası hayata geçmesi umulan yeni anlaşmada hedef alacaklarının sinyallerini verdi. Polonya (140) görüşmeleri baltalamaya çalışan ülkelerin başında gelirken, Dominik Cumhuriyeti(25), gelişme yönünde bir ülke olmasına rağmen 2030'a kadar seragazı emisyonlarını 2010 yılının yüzde 25 aşağısına çekmeyi taahhüt etti. Türkiye(106) ise bir indirim hedefi almadı. Aksine, emisyonları azaltmak için ekonomik yardım talebinde bulundu ama bu kabul edilmedi.

Filipinler'in(3) iklim baş müzakerecisi Naderev Sano, Doha'daki iklim zirvesinde bir konuşma yaptı ve ülkesinde yüzlerce kişinin ölümüne yol açan kasırgadan bahsederken gözyaşlarına boğuldu ve dünyaya şöyle seslendi: “Daha fazla bahane, daha fazla gecikmeye tahammülümüz yok”.

İKLİM ZİRVELERİ HÜKMÜNÜ YİTİRDİ
Parantezlerin içindeki rakamlar sanırım iklim görüşmelerini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Küresel iklim değişikliği kaynaklı doğal felaketlerden zarar görenler yardım çağrıları yaparken, bu felaketlerden etkilenmeyenler ya da parası ve gücüne güvenerek afetlerle yüzleşmeyi tercih edenler sorumluluk almaktan kaçıyor. AB bu kuralı bozan tek grup, kim bilir belki de hâlâ vicdanlarının sesini dinliyorlar. Varsıl ülkeler iklim değişikliğini konuşuyor, yazıyor, çiziyor ama ölümler yoksul ülkelerde oluyor. Artık bu zirvelerin anlamı kalmadı. 2015'e kadar yeni bir anlaşmanın ortaya çıkacağı bile belli değil. 2020'de yürürlüğe girmesi beklenen bu yeni anlaşmanın ne kadar yeterli olacağı da belirsiz. Hep söylüyorum, dünyayı kirleten şirketler hükümetleri parmaklarının ucunda oynatıyorlar ama müzakere masasında onlar yok. Böyle devam ederse çözüm de olmayacak. Katar'daki (173) zirveden yoksulun hakkını koruyan bir karar çıkmadı. Müzakere masasında kalmanın artık yoksullara bir faydası yok. Ya birleşecekler ya da zalimlere boyun eğecekler.

Doha’dan önce son uyarılar

2005 yılındaki Katrina sonrası Amerikan halkı şaşkınlık içerisindeydi. Sandy sonrası ise bir kabullenme söz konusu.

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Kasım 2012

Küresel iklim değişikliği konusunda kötü gidişatı durdurmak isteyenler, durdurmaya çalışıyormuş gibi yapanlar ve aslında durdurmak istemeyenler bu yılki iklim zirvesinde yine bir araya geliyor. Bu, insan kaynaklı iklim değişikliği konusunda hemfikir olmuş hükümetlerin aralarında yaptıkları 18. Toplantı. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi Taraflar Toplantısı ya da kısaca “COP 18” de deniyor. 26 Kasım Pazartesi günü başlayacak bu yılki toplantının adresi Katar’ın başkenti Doha.

Geçen yıl Durban’daki toplantıda istenen sonuç elde edilememişti. Bu nedenle yıl sonunda ilk yükümlülük dönemi sona erecek Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük döneminde eskisine oranla daha az ülke yer alacak. İklim değişikliğini durdurmaya çalışan sadece Avrupa Birliği kaldı desek yeridir. ABD, Rusya, Japonya ve Kanada gibi ülkeler ellerini taşın altına koymuyor. Çin ve Hindistan giderek daha fazla seragazı üretiyor ama başta ABD olmak üzere tarihi sorumluluğu olan zengin ülkelerin harekete geçmediği bir durumda onlar da sessiz kalmayı tercih ediyor. Afrika ve Asya’daki birçok ülke küresel ısınmayı enselerinde hissediyor ama zengin ülkelerden maddi destek gelmeden harekete geçecek güçleri yok. Fedakarlık yapmaya niyetliler ancak bu işin asıl sorumlusu zengin ülkelerin hiçbir şey yapmadığı bir durumda kendi vatandaşlarını buna ikna etmeleri zor. Uluslararası iklim değişikliği politikası işte böyle bir kördüğüm aslında. 2015’te yeni ve küresel bir anlaşma imzalanması, bu anlaşmayla tüm zengin ülkelerin sorumluluk alması, küresel ısınmayı durdurmak isteyenlerin yeni hedefi, umudu. Bu kadar zamanımız var mı? Tartışılır.

2 DERECEYE DOĞRU
Küresel iklim değişikliğine yol açan seragazlarının kaynaklarının başında fosil yakıtlar geliyor. Kömür, petrol ve doğalgazı ne kadar çok yakarsak, hikayenin sonuna da o kadar çok yaklaşıyoruz. Sera etkisi yaratıp dünyanın ısınmasına neden olan gazların başında da karbondioksit geliyor. Dünya Meteoroloji Örgütü, birkaç gün önce açıkladığı raporda atmosferdeki karbondioksit miktarının 390,9 ppm’i (milyon parçacıkta 390) geçtiğini söyledi. Sanayi devrimi öncesine göre yüzde 40 artıştan bahsediyoruz. Bu rakam 450’ye ulaşırsa dünyanın ortalama sıcaklığının 2 derece artma şansı oldukça yüksek. Şu anda ortalama sıcaklıktaki artış 0,8 dereceye yaklaşıyor ve bu durumda bile iklimin nasıl değiştiğini görüyoruz. Son 10 yılda, atmosferdeki karbondioksit miktarı her yıl ortalama 2 ppm arttı. Bu da 450 ppm’e ulaşmamıza 30 yıl kaldığını gösterir. Kimse ümitlenmesin. Küresel ısınma 450’ye gelene kadar uyuyacak sonra harekete geçecek diye bir şey yok. Birçok iklim kaynaklı sel, kasırga ve kuraklık gibi afet önümüzdeki 30 yıl içerisinde giderek şiddetlenerek kendisini daha fazla gösterecek. Halihazırda hayatımızın bir parçası oldular bile. ABD’deki Katrina kasırgasıyla, Kasım başındaki seçimlerden önce ülkeyi vuran Sandy kasırgası arasındaki en önemli fark da buydu. 2005 yılındaki Katrina sonrası Amerikan halkı şaşkınlık içerisindeydi. Sandy sonrası ise bir kabullenme söz konusu. ABD kasırgaya hazırlandı, şimdi de hasarları hesaplayıp ödemeye koyuldu. Aynı kasırga Bangledeş’i veya Hindistan’ı vurduğunda ise iş bu kadar kolay değil. 2010 yılında Pakistan’daki seli hatırlayın. Zengin ülkelerin sorumluluk almaları, iklim adaletinin hayata geçmesi açısından da önemli. Kirleten öder ülkesini dillerinden düşürmeyenler şimdi ortada yok.

TÜRKİYE NE YAPIYOR?
Türkiye, 1990-2010 yılları arasında seragazı emisyonlarını yüzde 115 oranında artırarak dünyanın en hızlı artışını gerçekleştiren ülkelerin arasındaki yerini korudu. Avrupa’da yıllardır açık ara lider. Durumun farkındayız ama hala önlem alma gereği duymuyoruz. Termik ve doğalgaz santralleri yolda, otoyol ve köprü projelerinin ardı arkası kesilmiyor. Termik yerine yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği, otoyol yerine demiryolu, bireysel taşımacılık yerineyse toplu taşıma gündeme gelmeli ama gelmiyor. Sıfır enerji denen, kendi enerjisini üreten ya da çok az enerji harcayan binalar dünyada konuşulurken biz TOKİ’nin evlerinde sel olmasın diye dua ediyoruz. Uluslar arası arenada küresel iklim değişikliği görüşmelerinin tıkanması Türkiye’nin işine geliyor. Rüzgar tersine döner, herkes sorumluluk almaya başlarsa Türkiye’nin hazırlıksız yakalanacağı ortada.

YAŞAM HAKKINI SAVUNMAK
Küresel ısınma sadece enerjiyle ilgili bir mesele değil. Evet, büyük şirketlerin elindeki dev santrallerin, insanların kendi enerji ihtiyaçlarını karşıladıkları küçük ve temiz enerji kaynaklarıyla yer değiştirdiği bir dünyanın hayalini kuruyor ama dahası var. Petrol gibi sınırlı ve belli bölgelerde bulunan kaynaklar yerine güneş gibi herkesin sahip olduğu bir kaynağa geçişi öngörüyor. Petrol savaşlarının son bulmasını umut ediyor. Bu yüzden de küresel ısınma, zengin ile yoksulun kavgası. Güçlüyle güçsüzün, vicdanlıyla vicdansızın. Küresel ısınmayı durdurmak, sadece insanların değil tüm canlıların yaşam hakkını savunmak demek. Ya içindeyiz, ya da hiçbir yerde.

***
Sinop’ta yoksulluğa, zamlara, savaşa, nükleere, termik santrallere karşı miting yapılıyor. 1 Aralık 2012 Cumartesi günü, Uğur Mumcu Meydanı’nda.

Greenpeace ve Ayşe Arman

Yeşilbarış örgütünü neredeyse 20 yıldır izliyorum, bir süre kampanya yürüttüm. Kampanya başarısından bu kadar uzaklaşıp görünürlüğe bu kadar önem verildiğini daha önce hiç görmemiştim.

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Ekim 2012

Yıl 1970. Bob Hunter ve arkadaşları “Dalga Çıkartmayın” adlı bir komite kurdular. O gün için tek dertleri vardı, ABD'nin Alaska yakınlarındaki Amçitka Adası'nda yapacakları nükleer denemeyi durdurmak. Komitenin üyelerinden ekolojist Bill Darnell, barış (peace) odaklı bu gruba yeşil (green) kelimesini hatırlattı. Böylece, dünyanın en büyük çevre örgütlerinden biri olacak Greenpeace'in (Yeşilbarış) adı ve mücadele alanları ortaya çıkmış oldu. Nükleer silahlara karşı duran en kuvvetli kelime barış, ekolojiyi en iyi anlatan renk ise yeşildi. İki ayrı kelime, grubun para bulmak amacıyla kullandığı ilk yöntem olan rozetlere sığmayınca birleştirildi ve Greenpeace (Yeşilbarış) adı ortaya çıktı.
Nükleer silahlara ve savaşa karşı zafer işareti yaparak 'barış' istemek, çiçek çocuklarından geliyor. Vietnam Savaşı sırasında ortaya çıkmıştı. Çiçek çocuklarının şarkılarıyla ruhlarını tazeleyen grup, 1971 yılında nükleer denemelerin yapılacağı adaya bir tekneyle gidip, denemeyi durdurmaya karar verdi. Tekne nükleer denemenin olacağı bölgede olursa, Amerikalılar büyük bir olasılıkla nükleer bombayı patalatamayacaktı. Veya onları da öldürmek zorunda kalacaklardı. Yaptıkları rozetleri satarak tekne parasını çıkaramayacaklarını anlayınca bir rock konseri düzenlediler. Topladıkları 23 bin dolarla tekne satın alındı. Daha adaya varmadan ABD Donanması tarafından yolları kesilse de kamuoyu ölümü göze alan bu yolculuğu duymuştu. Nükleer deneme yapıldı ancak daha sonraki denemelerden vazgeçildi. Amçitka Adası ise kuşlar için koruma alanı ilan edildi. Greenpeace o gün bugündür şirketlerden bağış, yardım almaz. Gelirler bireylerin verdiği maddi katkılardan oluşur.
40 YIL SONRA BAŞKA BİR GREENPEACE
Yıl 2012. Bu defa Greenpeace'in gemisiyle yola çıkan gözü pek eylemciler değil Hürriyet gazetesinin en çok okunan yazarlarından Ayşe Arman. Amaç Greenpeace'in 'Kuzey Kutbu'nu kurtar' kampanyasını duyurmak. Ayşe Arman yazacak, Türkiye duyacak. Duyacak ama sonra ne yapacak? Yeşilbarış'a destek verecek ve böylece örgüt daha çok parayla daha fazla eylem yapacak. Tahmin edebileceğiniz gibi çevre camiası bu konuyu tartışıyor. Kimileri, binlerce kişiye ulaşıldığını söyleyip yapılan işi destekliyor kimileri ise Arman'ın doğru kişi olmadığını söylüyor. Kocasının BP'de üzt düzey yönetici olması da sıkça dillendiriliyor. Bu eleştirilerin doğru ama yetersiz olduğunu çünkü çoğu yorumun işin özünü görmekten uzak olduğunu düşünüyorum. 
İlk sorun Türkiye'deki birçok sivil toplum örgütünün düştüğü hataya Yeşilbarış'ın da düşmesi. Kampanya, Yeşilbarış'ı Yeşilbarış yapan Hunter gibi eylemciler tarafından değil, mücadeleden giderek uzaklaştıklarını düşündüğüm 'profesyonel' iletişim sorumluları tarafından yapılmış gibi duruyor. Arman'ın hatırı sayılır okuyucu kitlesine ulaşmak ve onlardan maddi destek sağlamak hedeflenmiş olabilir. Bugün herhangi bir şirket, medyada adını duyurmak istese benzer bir yola başvurur. Gazeteciler bir geziye davet edilir, kendilerine bilgiler verilir ve onlardan daha sonra kendileri hakkında güzel yazılar yazması beklenir. Ayşe Arman'da bunu yapmış. Üç tane güzel gezi yazısı, Greenpeace ve gemisi hakkında renkli ve eğlenceli bilgiler vermiş. Arada sırada kömürden, toplam iki kez de petrolden bahsetmiş. Ellerine sağlık ama unutulan bir şey var. Greenpeace bir şirket değil. 
ARMAN DOĞRU KİŞİ DEĞİLDİ
Arman kutuplara gitti ve geri geldi. Bu süre boyunca planlı bir kampanya yürütüldü. Kampanya Greenpeace ve Hürriyet gazetesi tarafından hazırlanan videolarla süslendi. İlk videoda dört çeker cipine atlayan Arman kutuplara gitmenin mutluluğu içindeydi. Aracınızın motoru ne kadar büyükse küresel ısınmaya yol açan petrolü o kadar çok yakıyorsunuz. Kuzey Kutbu'nu kurtarmak için cipe binmek, yangına körükle gitmeye benziyor. Arman Kuzey Kutbu'na kadar gitmişken Hürriyet için küçük bir reklam filmi bile çekti. Elinde iki cep telefonu, gazetenin internet sitesine kutuplardan bile erişilebileceğini gösteren reklam filmini ne yazık ki izledim. Demek bizim telefoncular, oraya bile baz istasyonlarını dikmeyi başarmışlar. Yeter ki Ayşe Arman internetsiz kalmasın. Bu işin şakası ama o reklamın bana düşündürttüğü ilk şey buydu.
Greenpeace'in Ayşe Arman kampanyası umarım onlara daha çok destekçi kazandırmış, kasalarına daha çok para girmesine neden olmuştur. Son 5-6 yıldır örgütün öncelikli derdi zaten bu oldu.  Kampanya başarısından çok popülerleşme, ana akıma yaklaşma ve sanal alemde var olma ön plana çıktı. Kullandıkları dil belki daha 'neşeli' oldu ama anlamsızlaştı. Ekolojinin özüne aykırı, “seninki kaç santim” gibi cinsiyetçi bir dil, kampanya sloganı bile yapıldı. Mücadeleden bihaber birileri, “nükleerle yaşamaya hazır mısınız” gibi bir sloganı, kampanyacıların başına nasıl dert açacağını düşünmeden piyasaya sürdü. Sonra bir enerji bakanı geldi ve “hazırız” deyip Yeşilbarış'ı mat etti. Yeşilbarış örgütünü neredeyse 20 yıldır izliyorum, bir süre kampanya yürüttüm. Kampanya başarısından bu kadar uzaklaşıp görünürlüğe bu kadar önem verildiğini daha önce hiç görmemiştim. Greenpeace'e destek vermek yakında 'Vakko' marka çanta taşımaya benzeyecek. Vakko marka çantaların bu dünyayı kurtaracağını sanıyorsanız, aldanıyorsunuz. 
ÇEVRECİLER SEMPATİK OLMAK ZORUNDA DEĞİL
Greenpeace'in bu kampanyayla yaşadığı asıl sorun ise örgütün giderek onu var eden unsurlardan uzaklaşması. Arman yazısında, “biz enerjiyi verimli kullanmıyoruz” diye okuyucularına mesaj veriyor ancak ilk videoda evindeki gereksiz ışıklandırmalar göze çarpıyor. Ulaşımda verimlilik toplu taşımadan geçer ama size “verimli olun” diyen kişi, özel ve çok petrol yakan bir araca biniyor. Elinde iki cep telefonu var vs. Ayşe Arman'ın evinin bir odası, Bob Hunter, David Mc Taggart gibi daha sonra Greenpeace'in başkanlığını da yapmış müthiş insanların nükleer denemeleri durdurmak için okyanusa açıldıkları o tekneden sanırım daha büyük. Bilemeyiz, belki de bu kutup gezisinden sonra Arman iki odalı bir apartman dairesine taşınır, cipini az yakıt yakan bir şehir aracıyla değiştirir ve hatta bisiklete binmeye başlar. Lüks lokantalardan, pahalı elbiselerden vazgeçer. Çünkü Greenpeace'i Greenpeace yapan sadece söyledikleri değil aynı zamanda yaptıklarıdır. O gemideki eylemcilerin yaşam biçimidir. Yoksa Yeşilbarış, politikaların değişmesi kadar, tüketim toplumunun terk edilmesi, yaşam tarzımızın değişmesi gerektiğine artık inanmıyor mu? Kutuplara kadar götürdüğünüz Arman'ı ikna edemediyseniz kimi ikna edeceksiniz? Kampanyanın asıl başarısızlığı aslında bu yanlış kişi seçiminde yatıyor. 
Uzun lafın kısası, Greenpeace'in kamuoyuna mesajlarını iletmesi için seçtiği kişi ya bu mesajları hiç duymamış ya da hiç iplemiyor. Ayşe Arman'a haksızlık etmek istemiyorum, iyi niyetinden de şüphe etmiyorum. Sorun, dünyayı kurtarmak için yanlış bir yöntemin seçilmesi. Greenpeace'i moda yapmak, onu sosyal medyada takip etmeyi cazip kılmak insanları sorumluluklarından uzaklaştırıyor. Yeşilbarış'ı 'beğen'mekle iş bitmiyor, kendi yaşam tarzınızı, mevcut politikaları 'beğenmemekle' iş başlıyor. Yeşilbarış hoşunuza giden değil, hoşunuza gitse de gitmese de doğruları söyleyerek sizi rahatsız eden bir kurum olmak zorunda. Onu sempatik kılmak, ana akıma yaklaşmayı da beraberinde getirecekse örgütün etkisini de azaltabilir. Başbakan Erdoğan'ı bir düşünün, o zaman demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. 
Küresel ısınmayı yavaşlatmak için vaktimiz o kadar az ki, sadece güzel yazı yazmak veya bir örgüte maddi destek vermek yetmiyor. Yaşam tarzımızı değiştirmemiz, sokağa çıkıp bağırmamız da gerekiyor.

Neden terlediğinizi bilmezseniz terlemeye devam edersiniz

Sadece Amasra değil, adeta tüm Karadeniz feda edilmiş. Sahil yoluyla başlayan seri cinayetler, Sinop'ta termik santral ve nükleer, Zonguldak'ta termik, Samsun'da doğalgaz, Doğu Karadeniz'de ise hidroelektrik santrallerle devam ediyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Temmuz 2012

Türkiye sıcak hava dalgasının etkisi altında, deyim yerindeyse kavruluyor. Herkes, her yerde şıpır şıpır terliyor. Terleyen sadece Türkiye değil. Amerikan Havacılık ve Uzay Dairesi (NASA) Grönland'daki buz tabakasının beklenmeyen bir biçimde eridiğini tespit etti. Bazı bilim insanları bunun bir sürpriz olmadığını, Mayıs ayında Grönland'ın en güneyindeki meteoroloji istasyonunda sıcaklığın 24,8 dereceye kadar çıktığını söylüyor. Grönland'da sıcaklıklar 1961-90 yıllarında görülen sıcaklıkların ortalamasının 2 ila 4 derece üzerinde seyrediyor. Bilimsel açıklamaları beklemek gerek elbet ama bilim insanlarının büyük bir çoğunluğu küresel iklim değişikliğini ya da halk dilindeki söylenişiyle küresel ısınmayı işaret etmekten çekinmiyor.

Grönland'daki buzulların beklenmedik bir hızla erimesi deniz seviyesinin yükselmesiyle ilgili tahminlerin daha önce gerçekleşmesini sağlayabilir. İngiltere Enerji ve İklim Bakanlığı tarafından İngiltere Meteoroloji Ofisi’ne hazırlattırılan raporun Türkiye kısmında, deniz seviyesindeki yükselmenin Akdeniz’de 428 bin, Ege’de 208 bin, Marmara’da 842 bin ve Karadeniz’de 201 bin kişiyi etkileyeceği yazılı. Bu raporun Türkiye ile ilgili bölümünden çıkardığımız çarpıcı sonuçları 7 Aralık 2011 tarihinde BirGün'e yazmıştık. Grönland'da olup bitenden sonra bu 2 milyona yakın kişinin endişelenmek için daha fazla nedeni var.

Bugün yaşadığımız sıcaklar istisna değil; 1960'lardan günümüze Türkiye'de bir ısınma eğilimi var. Bir senaryoya göre bu yüzyılın sonuna kadar sıcaklık artışı kuzey bölgelerinde 2,5-3, merkez ve güney/güneydoğu bölgelerinde 3-3,5 ve Türkiye’nin doğusunda ise 4 dereceyi bulacak. 2100’de Türkiye’de su sıkıntısı çeken nüfusunun oranı yüzde 45 olabilir. Bütün bu felaket senaryolarından klimanızın düğmesine basarak kurtulamazsınız. Klima kullanmaya başlarsanız felaketin oluşumuna daha fazla ortak olursunuz. Türkiye'nin elektrik tüketiminde geçtiğimiz hafta rekor kırdığını ve bunda en büyük payın soğutma amaçlı klima kullanımının yaygınlaşması olduğunu hatırlatmakta fayda var. Kurulan her HES, nükleer ve termik santralle düğmesine dokunarak sizi geçici bir süre rahatlatan klimalar arasında net bir ilişki var. Klima kullanımından kaçınmak, kaçamıyorsanız da derecesini 25'lerde tutmak hem çevre hem de elektrik faturalarınız için büyük bir kazanç olacak.

FRANSA'DA 15 BİN KİŞİ ÖLMÜŞTÜ
Küresel ısınmanın şakası yok. 2006 yılında Fransa'da görülen benzer bir sıcak hava dalgasının çoğunluğu yaşlı 15 bine yakın kişinin hayatına mal olduğunu unutmayın. Klima kullanmayarak, toplu ulaşımı tercih ederek, özetlersek enerji tasarrufu yaparak bu yıl yaşadığımız sıcak hava dalgasının tekrarlanmaması için önemli birkaç adım atabilirsiniz. Siz bunları yaparken hükumetlerin de benzer bir duyarlılık göstermesi şart. Küresel ısınmanın ateşini daha çok kömür, petrol ve doğalgaz yakarak körükleyen devletlere dur demenin zamanı geldi. Karadeniz'de termik santrallere karşı mücadele eden Amasra ve Gerzeliler işte tam da bunu yapıyor. Bartın-Amasra'da Hattat Holding'e ait Hema Endüstri A.Ş ilk etapta 1320 megavat (MW) gücünde bir kömür santrali kurmak istiyor. Holding yetkililerinin demeçlerinden asıl hedefin 4 bin megavatı bulmak olduğu anlaşılıyor. Türkiye'nin toplam kurulu gücünün 13'te birine eş gücün Amasra'ya kurulması planlanıyor. Tüm elektrik santrallerin 13'te biri gücünde dev bir kömür santralinden bahsediyoruz. Sinop-Gerze'de ise Anadolu Grubu 1000 MW'lık bir başka kömür santralini yeşillikler içerisine yerleştirmenin sinsi planlarını yapıyor. Her iki proje de henüz ÇED raporu (Çevre Etki Değerlendirmesi) alamadı. ÇED raporu almakta aslında bir şey yok. 1993-2011 yılları arasında Çevre Bakanlığı'na yapılan 38 bin 706 başvurudan sadece 32'si olumlu sonuç almamış. Bence bu 32 proje sahibini tebrik etmek lazım. Nasıl becer(e)mişler merak ettim. Amasra ve Gerze'de santral inşaatlarını durduranın ÇED raporlarından çok halkın baskısı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

AMASRA EKO-TURİZMİ TERCİH EDİYOR
1999'da 150 MW gücünde bir termik santralin Amasra'ya yapılacağı haberinin duyulmasıyla direniş başlıyor. Termik santral planları mücadeleyle birlikte küçüleceğine büyüyor. Santralin kurulu gücü 2007'de 600 MW'a 2012'de ise 4000 MW'a kadar çıkıyor. Halk ikna olmuş değil. “Enerji üssü olacaksınız” diyen şirkete “biz turizm ve doğal güzelliklerin üssü olacağız” yanıtı veriliyor. Devlet Planlama Teşkilatı'nın (DPT) 2023 Turizm Stratejisi, Bolu, Zonguldak, Bartın, Kastamonu ve Sinop illerini içine alan bölgeyi ekolojik turizmin geliştirileceği bölge olarak belirlemiş. Taş kömürünün eko-turizmin ilgisini ne kadar çekeceği tartışılır. Eko-turizm denen şeyin, yeşili seven adamların birbirine taş kömürü fırlatması olmadığı umarım biliniyordur.

Amasralı termiğe hayır dedikçe santralin çevreci olacağına dair nutuklar da artmış. Santralin teknolojisi bir 'akışkan yatak' olmuş, bir 'süper kritik'. Gerze'de de teknolojiye övgü dizilen benzer masallar söyleniliyor. Dünyanın en ileri teknolojisinden bahsediliyor ama kömürün yakılmasıyla ortaya çıkan ve küresel ısınmaya yol açan karbondioksiti yok edecek bir teknolojinin henüz bulunmadığını kimse söyleyemiyor. Gerze'de durum o kadar vahim ki, Adalet ve Kalkınma Partisi üyeleri şirketin düzenlediği gezilere katılıyor, yurt dışında kömür santralleri görmeye götürülüyor. Döndüklerinde kömüre methiyeler düzen politikacılar haline geliveriyorlar. Ne gariptir ki hiçbiri bugün bizi terleten, bunaltan küresel ısınmadan bahsetmiyor. Termik santral görmeye gittikleri Almanya'nın olmayan güneşinde elektrik üreterek dünya rekorları kırdığından habersiz mi bu politikacılar?

EN BÜYÜK SUÇLU ENERJİ
Bilim çok net. Kömür, fosil yakıtlar içinde küresel ısınmaya yol açan bir numaralı yakıt. Bir kilovatsaat elektrik üretmek için kömür yakarsanız atmosfere yaklaşık 900 gram karbondioksit bırakıyorsunuz. Doğalgaz da kömüre göre yarı yarıya düşüyor. Aynı elektriği rüzgardan elde etseniz bu sadece 11-30 gram arası (rüzgarın emisyonu daha çok türbinlerin üretimi sırasında harcanan enerjiden kaynaklanıyor. İşletmede emisyon miktarı çok az) karbondioksit emisyonuna neden oluyor. Türkiye'nin 2010 yılı toplam karbondioksit emisyonlarının yüzde 85'inin enerji kaynaklı olduğunu da not düşelim.

Amasra'nın, Gerze'nin doğal güzellikleri, denizi, balıkçılığı aynı küresel ısınmanın varlığı gibi hiç konuşulmuyor. Sadece Amasra değil, adeta tüm Karadeniz feda edilmiş. Sahil yoluyla başlayan seri cinayetler, Sinop'ta termik santral ve nükleer, Zonguldak'ta termik, Samsun'da doğalgaz, Doğu Karadeniz'de ise hidroelektrik santrallerle devam ediyor. Aslında ülkenin her tarafında yeni kömür santrallerinin kurulması planlanıyor. Aliağa, Adana, Mersin, Hatay, Çanakkale ve liste uzayıp gidiyor. Uzayan listeyi kısaltmak zorundayız. Enerji ihtiyacımızı azaltarak bize dayatılan tüketim modellerini reddetmeliyiz. Bunları sıcak hava dalgalarında ölmesini istemediğiniz anne ve babalarımız, dede ve ninelerimiz için yapmalıyız. Afrika'da susuzluktan can verecek, o hiç tanımadığınız çocuklar, Bangladeş'te veya Çin'de sel sularında sürüklenecek akranlarımıza yardım eli uzatmak adına hayata geçirmeliyiz. Kâr hırsıyla kurulan, bilimden, planlamadan uzak ev ve şehirlerde yaşayan Samsun'daki bebekler için yapmalıyız. Onları bu yöneticilerin kurtarmayacağı açık. Tersine, onları küresel ısınmadan habersiz yöneticilerden kurtarmak için bugün klimanızı yarın da termik santralleri durdurmamız gerekiyor. Bu sıcaklar bizim kalbimizi durdurmadan.

Küresel ısınmanın kırılma noktası

“Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”.

Özgür Gürbüz-Birgün/1 Temmuz 2012

Evet, itiraf ediyorum bu yazının başlığını bir kitaptan, Ayrıntı Yayınları'ndan 2009 yılında çıkmış James Hansen'in kitabından arakladım. Bu kitap, küresel iklim değişikliği konusunda okunması gereken kitaplar listesi yapılsa hiç kuşkusuz ilk sıralarda yer alır. James Hansen, 23 Haziran 1988 yılında, bundan 24 yıl önce, atmosferde insan kaynaklı seragazı etkisi oluştuğunu ve dünyanın ikliminin değiştiğini söylemişti. Kitapta hem küresel ısınmanın bilimsel gerekçeleri açıklanıyor hem de durumun ne kadar acil olduğuna dikkat çekiliyor. Kitabın üstlendiği ve gözden kaçırılmaması gereken bir diğer misyonu ise iklim değişikliği konusunun politikacılar tarafından nasıl hasıraltı edilmeye çalışıldığını anlatması. Politika yapanlar ve onun arkasındaki güçlerin bilimsel gerçekleri halktan gizlemek için her şeyi göze aldıklarını bilmek ve ABD’de olan biteni Hansen'in kendi kaleminden okumak gerçekten tüyler ürpertici bir deneyim.

James Hansen, ‘NASA Goddard Yerbilimleri Enstitüsü’ Başkanı iken, 1984-1988 yılları arasında tam üç kez ABD Senatosu'nda iklim değişikliğine ilişkin tanıklık yapmış. Amerika'daki sistem gereği, Beyaz Saray İdare ve Bütçe Ofisi'nin (White House Office of Management and Budget) bu tanıklıklara onay vermesi gerekiyormuş. Hansen'ın anlattığına göre NASA Hukuk Bürosu, Bütçe Ofisi ve tanıklık yapan bilim insanı arasında arabuluculuk görevini üstleniyormuş. Yaptıkları sadece arabuluculuk değil tabi, aslında tanığın ne söyleyeceğine de müdahale ediyorlar. Hansen bir defasında Bütçe Ofisi'nin konuşma metninde yaptığı değişikliklere itiraz ettiğini yazıyor. Nedeni çok ilginç. Bütçe Ofisi Hansen'dan araştırmasının sonuçlarını büyük oranda değiştirmesini ve insan kaynaklı iklim değişikliğinden duyulan kaygının azaltılmasına hizmet etmesini istemiş. Ünlü bilim adamı aksi halde tanıklık yapamayacağını anlayınca ısrar edilen üç noktada değişiklik yapmayı kabul etmiş ama pes etmemiş. Daha sonra ABD Başkan Yardımcılığı görevini de yapan dönemin senatörü Al Gore'dan değişiklik yapılan üç konuda kendisine soru sormasını istemiş. Böylece yazılı metinde olmayanları sözlü anlatarak sansürü delmeyi başarmış.

Kolombiya Üniversitesi öğretim üyesi Dr. James Hansen, küresel iklim değişikliğinin durdurulması için kolay okunur bir reçete de sunuyor[1]. Özeti şu: Başta kömür olmak üzere fosil yakıtların (petrol, doğalgaz, katran kumları vb.) kullanımını en aza indirmek.

Kitap hem dönen dolapları hem de işin bilimsel yönünü anlama konusunda bir başucu kitabı. Benim bu kitaptan bahsetmemin nedeni ise başka. Exxon Mobil'in başındaki Rex Tillerson birkaç gün önce iklim değişikliği konusunda çözüm önerilerini açıkladı. Mobil, Fortune dergisinin dünyanın en büyük firmaları listesinde üçüncü sırada yer alıyor. Yılda 354 milyar doları bulan geliri ve 30 milyar dolarlık kârıyla Shell'in hemen arkasında, BP'nin ise önünde yer alıyor. Dünyanın en büyük şirketleri listesi görüldüğü gibi petrolcülerle dolu. Mobil’in ticari faaliyetleri de başta petrol ve gaz olmak üzere enerji alanına odaklanmış. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Tillerson'a göre fosil yakıtların kullanımını azaltarak iklim değişikliğini durdurmaya çalışmak yerine, değişen hava modellerine uyum sağlamalı ve yükselen deniz seviyesine karşı dev barikatlar kurmakla uğraşmalıymışız. “Hava modellerinin değişimi sonucu tarım ürünlerinin üretim yerlerinin değişmesine uyum sağlayabiliriz” diyen Tillerson, bunun bir mühendislik sorunu olduğunu ve öyle de çözüleceğini buyurmuş. Mobil'in Yönetim Kurulu Başkanı, küresel yoksulluğun iklim değişikliğinden daha önemli bir sorun olduğunu söyleyerek, elektriğe erişimi olmayan milyonlarca insanın fosil yakıt kullanarak hayat kalitesini arttırabileceğini de sözlerine eklemiş.

Tillerson Exxon Mobil’in eski başkanlarına göre farklı bir yol izliyor. Ondan öncekiler iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu tümden reddediyorlardı. İklim değişikliğini inkâr politikasını destekliyorlardı. Tillerson ise, durdurmaya çalışmayın, kurtarabildiğinizi kurtarın diyor. Yeter ki petrol, kömür ve doğalgaz tüketimi azalmasın; tüm derdi bu. Durumu o kadar hafife alıyor ki, kızmamak elde değil. Bangladeş'te, tarım ve yaşam arazileri sular altında kalacak milyonlarca insanın nereye ve nasıl göçeceği sizce bir mühendislik sorunu mu? Sular altında kalacak ada devletlerini suyun üstünde tutacak bir mühendislik mucizesi var da ben mi duymadım? Milyonlarca insanın temiz su ihtiyacını karşılayan dağ buzullarının 50 yıl içinde erimesini hangi mühendislik harikası araç durdurabilecek? Mobil'in otomobil yarışlarındaki mankenlere tanıtım amaçlı verdiği şemsiyeleri birleştirsek acaba tüm buzulları gölgede bırakacak dev bir şemsiye yapmamız mümkün olur mu?

Bir de yoksul insanlar üzerinden söylenen sözlerle yapılan çarpıtmalar var tabi. Elektriği olmayan insanlara elektrik götürmek onları mutlu edebilir ama bunu yaparken onları zehirlemek zorunda değilsiniz. Termik santrallerin kömür dağları, küresel ısınma sonucu ortaya çıkacak sel ve kuraklık felaketleri elektrikle gelen mutluluğu alıp götürecektir. Elektrik üretmenin temiz yolları da var ve herkese yeter. Yeter ki tüketim denen canavarı dizginleyebilelim.

Bu yazıya James Hansen ile başladık yine onunla bitirelim. Hansen diyor ki; “Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”[2].

Bakalım o günleri görebilecek miyiz?



[1]    Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, James Hansen, Ayrıntı Yayınları. Sayfa: 172
[2]    Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, James Hansen, Ayrıntı Yayınları. Sayfa: 6

COP 14 izlenimleri...

Polonya'nın Poznan kentinde iki haftadır süren BM, İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 14. Taraflar toplantısı (COP 14) sona erdi. Polonya'nın Poznan kentinde yer alan toplantıyı ve on dördüncüsü yapılan iklim toplantılarını Türkiye'den izleyen tek gazeteci olarak elimden geldiğince gelişmeleri özetlemeye çalıştım. Polonya'dan da kısa bir bilgilendirme iletisini ilgili gruplara göndermiştim. Aşağıda, hiçbir yerde yayımlanmamış toplantı sonrası düşüncelerimi bulabilirsiniz. 13 Aralık 2008 tarihinde Yaşam Radyo'da, Ekotopya programında yaptığımız 40 dakikalık sohbetin yazıya dökülmüş hali bir anlamda...

Özgür Gürbüz / 14 Aralik 2008

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'ni temsilen, delegasyonun başında bulunan Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı Sayın Hasan Zuhuri Sarıkaya'nın da 12 Aralık Cuma günü genel kurulda yaptığı konuşmada belirttiği gibi; Türkiye, Kyoto sonrası süreçte yer almak istediğini açıkça söylüyor. Bu nedenle, süreç hakkında daha ciddi bilgilenmemiz gerektiği, sivil toplum örgütlerinden, siyasi partilerin tümüne kadar herkesin konuya ciddiyetle eğilmesi gerektiğini düşünüyorum.

2007 yılında gerçekleşen Bali'deki 13. toplantıda alınan kararlar uyarınca, Poznan'da, ağırlıklı olarak, gelecek yıl Kopenhag'ta gerçekleşecek olan COP 15'te son halini alması beklenen yeni anlaşma üzerinde tarafların birbirlerini sınamalarına tanık olduk diyebiliriz. Bildiğiniz gibi daha önceki toplantılarda Kyoto'ya taraf olmayı reddeden Bush yönetiminin engellemeleri yüzünden bir türlü yol alınamıyordu. Obama henüz görevi devralmadığı için ABD heyeti yine Bush'a yakın bürokratlardan oluşuyordu. Ancak bu defa görüşmeleri engellemek yerine adeta hiç karışmadan izlemeyi tercih ettiler. Kulislerde bu durumun Obama'nın verdiği direktifler yüzünden olduğu söyleniyor. Bildiğiniz gibi Obama, seçimlerden önce, ABD'nin iklim değişikliğini durdurma konusunda, hem uluslararası işbirliği yapacağı hem de ülke içerisinde ciddi çaba sarf edeceği sözünü vermişti. Hatta, bilim insanlarının mutlaka yapılması gerek dediği, küresel ısınmaya yol açan seragazlarını 2050 yılına kadar 1990 seviyesinin yüzde 80 altına çekilmesi önerisini de desteklediğini belirtmişti. Obama, tüm bu hedeflere ulaşmak için, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğiyle ilgili çalışmaların getireceği yeni istihdam ekonomik kazanca güvendiğini de yine birkaç defa açıklamıştı. “Yeşil yakalılar” dediğimiz bu iş olanaklarını yaratmak için tam 150 milyar dolar ayrılacağını da yine seçim öncesi bizzat kendinden duymuştuk. Reklam gibi olacak ama bu konuyla ilgili bir yazıyı bu haftaki Aktüel dergisinde kısaca kaleme almaya çalıştım. Önümüzdeki perşembe (18 Aralık 2008) çıkacak sayıda ise Poznan izlenimlerini bulabilirsiniz.

Obama'nın bu sözlerini tutup tutmayacağını henüz bilmesek de, bu beklenti bir anlamda Poznan'daki görüşmeleri dondurmaya yetti. Şimdi herkes ABD'nin nasıl bir yol izleyeceğini bekliyor. (Toplantıda delegasyonun, perşembe günü yapılan yuvarlak masa toplantısında 2050'ye kadar yüzde 50 indirimden bahsettiğini de belirtelim). Görünen o ki, ABD bundan sonraki süreçte bu derece aktif olursa, biraz da ABD'yi bahane ederek muhalefet eden ülkelerin direnci kırılabilir ve Kopenhag'tan dünyayı rahatlacak bir karar çıkabilir. ABD'nin yokluğunda muhalefeti devralan Rusya, Japonya, Kanada ve Avustralya'nın tavrı değişebilir. Cuma günü, Brüksel'den geçen, ve toplantı sırasında birçok kişinin “geçmeyecek” endişesi taşıdığı yeni enerji paketi de bunun bir örneği sayılabilir. Paketin geçmesinin genelde iyi olduğunu söyleyenler de var, Avrupa Parlamentosu Yeşil Milletvekili Rebecca Harms gibi içinin boşaltıldığından şikayet edenler de... Paket, bildiğiniz gibi AB ülkelerinin 2020 yılına kadar enerjisinin (elektrik değil) yüzde 20'sini yenilenebilir kaynaklardan sağlamasını ve yine aynı yıla kadar AB'de seragazı emisyonlarını yüzde 20 azaltmasını öngörüyor.

Toplantıda konuşma yapan gelişmekte olan ülkeler ise özellikle adaptasyon fonları ve teknoloji transferi konusu üzerinde durdu. Poznan'dan çıkan 20 maddelik sonuç bildirgesi henüz içerik hakkında alınmş kritik kararlar içermiyor. İlgilenenler için COP 14 sonuçları http://unfccc.int/meetings/cop_14/items/4481.php
sayfasında bulunabilir. Meksika'nın önerdiği “Yeşil fon” projesi de çok sayıda ülkeden destek görüyor. Gelişmekte olan ülkeler, yükümlülük altına girmeden önce bu fonların miktarı ve türü konusunda bilgi sahibi olmak istiyor. G-77 ve Çin grubunun bu konudaki ısrarının oldukça fazla destek gördüğünü söylemek mümkün. Çin, Vietnam, Hindistan gibi ülkelerin, ulusal planlarını hazırladıklarını da belirtmekte fayda var. Türkiye'nin bu konularda çok geç kaldığını, hala Kyoto'yu imzalayıp imzalamamayı tartıştığını bilmek gerçekten üzücü. Aslında delegasyon da bunun farkında görünüyor ama Meclis'te bekleyen Kyoto ile ilgili yasa “gizli bir el” tarafından adeta engelleniyor. Halbuki, Türkiye'nin kendisine şu anda hiçbir yükümlülük getirmeyecek Kyoto Protokolü'nü biran önce imzalayıp müzakere sürecine dahil olması gerektiğini düşünüyorum. Bu işin kaçar tarafı olmadığı, kaldı ki, ortada bahsedilen geleceğin bizim geleceğimiz de olduğu sanki unutuluyor. Poznan'da çokça ve bence haklıca dile getirilen, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin Ek-1 ve Ek-2 listelerine göre değil de, yeniden belirlenecek kriterlere göre ayrımı konusu çok önemli ve Türkiye'nin bu konuda yumruğunu masaya vurması gerekiyor. Tabi, daha öncesinde masaya oturmanız; yumruğu uzaktan sallayınca masaya denk gelmiyor bir türlü...

Türkiye'nin Poznan'da yeniden Merkez Grubu (Central Group) hareketlendirmeye çalışması ve kendisine yakın durumda olan Hırvatistan ile bu grubu aktif hale getirmeye çalışması olumlu bir gelişme. Biraz zayıf da olsa, bu gruba lobi faaliyetleri için bir başlangıç gözüyle bakıyorum. Bu gruba şimdiden Bosna, Makedonya, Karadağ gibi ülkelerin katılmak istediklerini ilgili kişilerden duyduk. Bu bilgiyi de iletmeden geçmek istemiyorum.

Bir başka önemli konu ise emisyon ticareti. Tüm ülkeler bu mekanizmayı çalıştırmak için hareket halinde. AB'de biliyorsunuz halihazırda işleyen bir sistem var. Burada, AB ile ABD sistemlerinin birleştirilebileceği yönünde iş dünyasından gelen büyük bir iştahın olduğunu belirtmeliyim. Türkiye, bence hızlı bir şekilde kendi Emisyon Borsası'nı kurmalı. Öncelikle birkaç enerji yoğun sektörle işe başlanabilir; demir-çelik, çimento, kağıt ve otomotiv gibi dört sektörden oluşan borsa, ilk yıl bağlayıcı olmayan hedeflerle kendisini sınar daha sonra ise bağlayıcı hedeflerle yeşil yatırımlar için finansman yaratmaya başlar. İlerleyen yıllarda da bu sektörlere yenisi eklenebilir. Türkiye'nin sadece emisyon ticaretiyle değil, diğer tüm mekanizmalarla da kendisini tanıştıracak yeni yöntemler bulmasında yani antreman yapmaya başlamasında fayda var. Yoksa, soluğumuz kesilebilir.

Sanıyorum ana hatlarıyla özetleyebileceklerim, en azından teknik detaylara girmeden yapabilecğim özet sanırım bu kadar. İlerleyen günlerde süreçle ilgili gelişmeleri de takip edip yine sizleri bilgilendirmeyi umuyorum.