Karbon savaşlarında son perde

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2015

Bugün tüm dünyada vizyona giren film şöyle başlıyor: “Galaksinin bir diğer ucunda, bizim ‘istikrarlı’ ülkemizden çok uzakta karbon savaşları başlamıştı. Dünya adlı gezegenin Paris kentinde toplanan ülkeler, gezegeni yok eden iklim değişikliğine çare bulmak için iki hafta boyunca yüzlerce toplantı yapmıştı. Petrol, kömür ve gazdan gücünü alan fosil yakıt imparatoru, daha önceki 20 toplantıda olduğu gibi bu toplantıyı da sabote etmeyi başardı. 35 yıl içinde dünyadaki tüm canlı türlerinin dörtte birinin soyunun tükenmesine neden olacak iklim değişikliğini durdurma konusunda taraflar ciddi bir çaba harcamadı. Güneş kılıçlarıyla Paris’teki iklim konferansına katılan çevreci kahramanların çabası da şu ana kadar boşa çıktı. İmparator, kılıktan kılığa girerek görüşmeleri sabote ediyordu. Herkes iklim değişikliği sorununu çözmekten bahsetse de elini taşın altına koyduğunu söyleyenler bile İmparator’un etkisi altındaydı. Halkın büyük isyanı artık son umut olmuştu”.

Filmin sonunu anlatırsam racona uymaz, zaten sonu bugün çekiliyor. Paris’te şu ana kadar önerilenler gezegenin ağır bir hasar almasını önlemekten uzak. Tüm dünya, sanayi devriminden bu yana gerçekleşen sıcaklık artışının 1 dereceyi bulduğunu biliyor. Bu artış 1,5 dereceyi, daha da kötüsü 2 dereceyi geçerse kuraklıklar, seller, fırtınalar, deniz seviyesinde ciddi bir yükseliş bizi bekliyor. Bugüne kadar gördüğünüzden daha şiddetli hava olayları gerçekleşecek ve tüm bunlar daha sık yaşanacak. Buna rağmen, ülkelerin Paris’te önerdikleri seragazı emisyon azaltım taahhütleri, bırakın sıcaklık artışını 2 derecenin altında tutmayı, 3 derecenin altında tutamıyor. Ülkelerin hepsi bir şey yapıyormuş gibi gözüküyor ama verilen sözlerin hepsi tutulsa bile durum bu. Yüzünüze gülen liderlerin arkasındaki güç kim? Fosil yakıtların imparatoru nasıl oluyor da binlerce insanın ve canlı türünün kaderini etkileyecek kararların alınmasını sağlıyor? Hangi ülkeler bu ‘gücün’ etkisi altında?

Ekolojik Cumhuriyet saflarında karbon lordlarına karşı savaşan GermanWatch adlı örgüt, bu sorunun yanıtını bulmak için bu yıl da ülkelerin iklim değişikliğini durdurma çabalarını değerlendirdi. 61 ülke arasında enerjiden gelen gücü kötüye kullananların başında Suudi Arabistan geliyor. Suudi Arabistan, Fosil İmparatoru’nun yıllardır en sadık hizmetkarı. İklim değişikliği mücadelesinde en az çaba harcayan 50. ülke Türkiye de gücün kötü tarafına hizmet eden ülkeler arasında. Suudi Arabistan, Rusya, Kanada, İran ve Avustralya gibi listenin karanlık tarafında yer alıyor. Buradaki ülkelerin birçoğu fosil yakıtlardan para kazanıyor. Türkiye ise fosil yakıt fakiri ve tam tersi, bu bağımlılıktan dolayı her yıl İmparator’a 50 milyar dolar ödüyor. Halbuki gücün öte tarafı, güneş imparatorluğu Türkiye’ye ucuz ve çevreci bir seçenek sunuyor. Buna rağmen fosil imparatorluğunun etkisinden kendini kurtaramıyor. Türkiye’den bir Darth Vader çıkar mı, son anda Türkiye yüzünü güneşe döner mi; bu inatçılıkla zor. Paris’te seragazı emisyonlarını azaltmak yerine arttırmayı öneren Türkiye, gücün karanlık tarafında yer almaya devam ediyor. Türkiye’yi bu gidişle, sadece gezegenin fosil yakıtlardan arınması kurtaracak.

Galaksinin bağımsız bilim canlıları, 3 derecelik bir artışta deniz seviyesindeki yükselmenin 2100 yılında 1,6 metreyi bulacağını söylüyor. Her bir derecelik artışta, kasırgaların sıklığının yüzde 10’a kadar, hızının da yine yüzde 3-12 arasında artabileceği belirtiliyor. Türkiye’de halihazırda sel felaketlerinin kentleri ne hale getirdiğini bir düşünün. Sıcak yaz aylarında turizm cennetlerinin ne hale geleceğini, su olmayınca tarımda yaşanacak sorunları gözünüzün önüne getirin. Korkunun ecele faydası yok, güneş kılıcınızı çekin ve Ekolojik Cumhuriyet saflarında karbon savaşlarındaki yerinizi alın. İster yerel, ister genel seçim, oylarınızın Karbon İmparatoru’na gidip gitmediğinden emin olun. Mahallenizdeki parkı, tükettiğiniz elektriği, harcadığınız petrolü kontrol edin. Gücün karanlık tarafına hizmet edecek her türlü işten, alışverişten kendinizi uzaklaştırın. Pişman olup güneş imparatorluğuna katılmış bir fosil lordunun, “Gücün karanlık tarafını küçümsüyorsunuz. Mücadele etmezseniz, kaderinizle yüzleşirsiniz” sözlerini hatırlayın. Onlar sizi köprüler, otoyollar, çok katlı binalardan oluşan sitelerle kandırmaya devam edecek. İnsanların daha az çalıştığı, daha az tüketerek mutlu olduğu, toplu taşıma araçları ve bahçeli evlerden oluşan bir geleceğin hayal olmadığını unutmayın. İmparatorun aklınıza hükmetmesine izin vermeyin. Güç sizinle olsun.

Sorun Atatürk’te değil

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Kasım 2015

Bu yazıyı, “Atatürk Havalimanı yetmiyor, ihtiyaca yanıt vermiyor” deyip yerine İstanbul’un kuzeyinde 3. Havalimanı adı verilen bir talan ve yalan projesine girişenlere yazıyorum. Atatürk herkese yeter. Yeter ki sen onu doğru planla ve yönetmeyi bil. Avrupa’nın ve İngiltere’nin en yoğun havalimanı Heathrow’a bakınca bunu siz de anlayacaksınız.

Heathrow’un büyüklüğü 12 milyon 270 bin metrekare. Atatürk Havalimanı ise biraz daha küçük; 11 milyon 776 bin 961 metrekarelik bir alana kurulu. Heathrow’da iki adet pist var, İstanbul’da üç.

Heathrow’a bir yılda gelen-giden yolcu sayısı 73 milyon 400 bin. İstanbul’da ise bu sayı 56 milyon 695 bin. Atatürk Havalimanı’na gelen yolcu sayısı Londra’daki Heathrow’dan 17 milyon daha az.

Atatürk Havalimanı’ndaki kargo trafiği Heathrow’dan biraz fazla; yılda 1 milyon 600 bin ton. Heathrow’da bu rakam 1 milyon 500 bin ton.

Rakamlar ortada. Atatürk Havalimanı’nın Avrupa’nın en yoğun havalimanından daha az yolcusu, daha çok pisti var. Arazi ve kargo yükü neredeyse aynı. Elbette birebir karşılaştırma yapmak zor ama Atatürk Havalimanı’nın doğru planlanmadığı, yolcu artışına uygun düzenleme yapılmadığı ortada. Havaalanındaki taksi sırası bile plansızlığı göstermeye yetiyor. Sorunu yerinde çözmek varken İstanbul’un nefesi Kuzey Ormanları’nı parçalayacak, o bölgeye giden yolu açacak, ranta davet çıkaracak bir işe evet demek mümkün değil. Heathrow’da da gecikmeler, yoğunluk oluyor ama kimse o havalimanını kapatıp başka bir yere daha büyüğünü yapalım demiyor. Kentin merkezine yakın havalimanı bulmak kolay mı? Orada da benzer bir tartışma var ama tartışma yöntemi çok farklı.

Heathrow yönetimi 15 yıldır havaalanına üçüncü bir pist yapmak için uğraşıyor. Uğraşıyor ama İngiltere ve Avrupa’nın en yoğun havalimanının etrafında oturanlar, çevreciler ve tüm ülkedeki havalimanı karşıtları bu projeyi engelliyor. Heathrow’un daha da büyümesine karşı çıkıyorlar çünkü gürültüden, hava kirliliğinden şikayetçiler. Uçakların iklim değişikliğine neden olduğunu ve sürdürülebilir bir ulaşım aracı olmadığını biliyorlar. Havacılık sektörünün ekonomiye katkısının da anlatıldığı gibi olmadığını ünlü ekonomistlerin hazırladığı raporlarla ortaya çıkarmışlar. Muhafazakar Parti lideri Cameron projeyi yeniden gündeme getiriyor. 35 milyar dolarlık yeni pistin kaderi yıl sonunda belli olacak.

Karşı çıkanlar da yeniden kampanya yapmaya başladı. Heathrow’un değil, Londra’daki bir başka havalimanının (Gatwick) genişletilmesini öneriyor. Aynı bizdeki gibi. Tek fark, orada havalimanının genişletilmesine karşı çıkanlara ajan, istemezükçü denmemesi. İngiltere’de fikren yenemediğine komplo teorileriyle saldırma kültürü gelişmemiş. O iş, geri kalmış ülkelerde daha popüler. Bilmem anlatabiliyor muyum?

İlle de havalimanı diyenlere, bu rant kokan proje yerine ne yapılmalı, onu da yazalım. Öncelikle mevcut Atatürk Havalimanı’nı yeniden planla, akıllı işlet, Sabiha Gökçen’i daha iyi kullan ve İstanbul’da yaşayacak nüfusa, yolcu sayısına bir sınır koy. Ormanları, yeşil alanları imara açma, gökdelenlere ve dev binalara imar izni verme yeter. Kentin nüfus artışı kendiliğinden durur. Biraz da şirketleri değil insanları düşün. İnsanlar İstanbul’un bir ucuna yapılan havalimanından evine nasıl dönecek onu hesapla. Hızlı metro Gayrettepe’ye gelecek diyorsun, Sabiha Gökçen açılalı 15 yıl oldu, metrosu nerede? Diyelim oldu, elde bavul oradan Taksim’e, Bakırköy’e, Kartal’a nasıl gideceksin? Metrodan ineceksin, diğerine bineceksin, üst geçitleri aşacaksın, metrobüste sıkışacaksın. Nasıl olacak bu iş?

Havaalanı projesini iptal etmezsen, ithal petrole bağımlı, iklim değişikliğine yol açan hava taşımacılığını gereğinden fazla yayar, demiryollarını geride bırakırsın. Pazartesi günü Paris’te iklim konferansı başlıyor. Seller olmasın, fırtınalar çıkmasın, kuraklıklar bizi gıdasız bırakmasın diye herkes nasıl daha az petrol kullanırız, uçaklara çıkardıkları karbon için nasıl vergi koyarız onları konuşacak. Orada konuşulanları dinle, insanlar neden uçağı medeni bir taşıma aracı görmüyor, dünya nereye gidiyor öğren. Uçakların başına neler açtığını üç gün önce görmedin mi? Uçma kardeşim artık, ayakların biraz yere bassın.

Nükleerciden öğretmen olmaz

Mersin'de nükleer santral kurmaya çalışan Rusya, Türkiye'de kurduğu Akkuyu NGS A.Ş. aracılığıyla okullarda ‪‎ nükleer‬ santralleri anlatmaya başlıyor. Milli Eğitim izin vermiş. Tam bir kurda kuzu teslim etme durumu. Çocuklarımızın beynini yıkayacaklar.

İşin trajik tarafı, Türkiye'de bu işi yapacak kadro bile yok, bizzat nükleer santral kurmak isteyen Rus şirket bu işi yapıyor. Sesimizi yükseltmek lazım. Özellikle de Mersin'deki velilerin okullara gidip, çocuklarının bu beyin yıkama sürecine alet olmaması için seslerini çıkarmaları gerek. İlk protestolar başladı. Mersin NKP üyeleri Milli Eğitim Bakanlığı önünde basın açıklaması yaptı ve verilen izinlerin iptali için dilekçe verdi.

Greenpeace de bir imza kampanyası başlattı: İmzalamak için aşağıdaki adrese tıklamanız yeterli.

http://imza.greenpeace.org/nukleermasallar

Elektrikli araçların sayısı artıyor

ABD'de elektrikli araç sayısı 300 bine yaklaşmış. Sadece 2014'te 120 bin elektrikli araç satılmış. Elektrikli araçlar çevreyi petrol ve gazla çalışan rakiplerine göre daha az kirletiyor ama bir şartla. O araçları mutlaka yenilenebilir enerji kaynaklarından (rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle vb.) sağladığımız elektrikle şarj etmeliyiz. Yoksa bir anlamı yok. Asıl çözümün de daha fazla yürümekte, bisiklette ve toplu taşımada olduğunu unutmayalım. Kısacası, aküsünü güneş enerjisiyle dolduran elektrikli otobüsleri yine otomobillere tercih etmeliyiz. Belediyeler de toplu taşıma filolarını buna göre organize etmeli.

Yaşasın tekbir

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Kasım 2015

İngiltere hükümeti iklim değişikliğine yol açan kömür santrallerini 2025’e kadar kapatacağını açıkladı. Bizim Enerji Bakanlığı duyuyor mu olan biteni bilmiyorum. Tek bildiğimiz onlarca kömür santrali kurmayı planladıkları. Adana, Zonguldak, Aliağa ve Çanakkale civarında beşer onar termik santral planları var. Ne halka soruluyor ne de doğru dürüst çevre etkileri araştırılıyor. Oradaki insanlar ne yapacak, nerede yaşayacak, nasıl bir hava soluyacak belli değil. Türkiye’nin iklim değişikliğine katkısı da ortada. Dünyanın en çok elektrik üreten 20. ülkesiyiz. Ürettiğimiz elektriğin yüzde 70’ten fazlasını termik santrallerden (doğalgaz ve kömür) sağlıyoruz. Her yıl sellerde insanlarımız ölüyor, kuraklık yüzünden tarlalarda ürünler kavruluyor ama tek yaptığımız iş olan biteni seyretmek. Ha, bir de aklımıza geldikçe tekbir getiriyoruz. Statta, okulda, sokakta tekbir. Maşallah!

İngiltere’de sanayi devrimini gerçekleştiren iki hammadde vardı; kömür ve demir. İngiltere işte bu iki hammaddenin birinden vazgeçiyor. Sadece İngiltere değil, gelişmiş ülkelerin hemen hemen hepsi aynı yönde ilerliyor. İsveç, Danimarka gibi ülkeler çoktan petrolsüz, kömürsüz bir gelecek için planlarını yaptı. Ekonomisi bize yakın ülkeler de boş durmuyor. Örneğin Portekiz; elektrik üretiminin yüzde 60’dan fazlası yenilenebilir enerjiden sağlanıyor.

OECD bile kömür santrallerinin verimsizlerine ihracat kredilerini kesme konusunda anlaşmaya vardı. Yakında detaylar ortaya çıkacak. Kısacası dünyada yeni bir çağ başlıyor, adına güneş çağı diyelim. Türkiye bu çağın neresinde? Biz devre tekbir getirerek başlamıştık, tekbir getirerek devam ediyoruz. Arada da kayda değer bir şey yok. Ya Allah yola devam ama gittiğimiz yolun sonu yok farkında değiliz.

Filmler bize yol gösteriyor
Yalnız değiliz. İş mücadeleye gelince bu dünya çok küçük. Yeni otoyollara, havaalanlarına, sofranıza kadar uzanan genetiği değişmiş organizmalara (GDO), kentleşmeye karşı direnen çiftçilere sadece Türkiye’de rastlanmıyor. Dünyanın dört bir yanında insanlar benzer kavgaları veriyor. Amaçları aynı, yaşam hakkını savunmak, yaşamı sürdürülebilir kılmak. Farkları ise buldukları çözüm yolları.

Bu yıl sekizincisi düzenlenen Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali (SYFF) dün başladı. Filmler dünyanın dört bir yanından derlenen güzel fikir ve mücadeleleri önümüze getiriyor. En sevdiğim film festivali SYFF desem abartmış olmam. Filmleri izlerken bazen aynı dertleri paylaştığım bir dostla sohbet ettiğimi düşünüyorum. Festival, yaratıcı fikirler edinmek, sorunlar hakkında bilgi sahibi olmak ve çözüm önerilerini görmek adına dört dörtlük bir fırsat sunuyor bizlere. www.surdurulebiliryasam.org adresinden bilgi alabileceğiniz festival bu yıl 20 ayrı noktada aynı zamanda başlıyor. Festival, Adana, Ankara, Antalya, Artvin, Balıkesir, Bayındır (İzmir), Bodrum (Muğla), Bursa, Çanakkale, Diyarbakır, Eskişehir, Fethiye (Muğla), Giresun, İstanbul, İzmir, Kayseri, Konya, Mersin, Trabzon ve Urla’da (İzmir) ücretsiz izlenebiliyor. Festivalin bir özelliği de izleyicileri işin içine katması. Programda sohbet bölümleri de var. Ben de bir tanesine katılacağım. Pazar günü Caddebostan Kültür Merkezi'nde, 16.00'da gösterilecek, ‘Hayatta Kalma Bilgeliği’ adlı filmden sonra izleyicilerle filmi değerlendireceğiz, ilkim değişikliği sorununu tartışırken bu defa sadece insan merkezli bir değerlendirme yapmayacağız. Film ve doğa severleri beklerim.

Yenilenebilir enerji yeter hem de artar

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Kasım 2015

Tarifa, İspanya. Foto: O. Gurbuz.
Nükleere, kömüre karşı çıkıp rüzgar dediğimizde, “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” dediler.

Daha sonra işin içine güneş girdi. Güneşle tekneleri yürütebilir, evlerinizi aydınlatabilirsiniz dedik, bize “güneşle ampul bile yakamıyoruz” dediler.

Dalga geçtikleri ‘dalga enerjisinin’ dünyadaki kurulu gücü 2012’de 530 MW’ı geçti. Yatağan termik santralinin verimini düşünürsek belki bir o kadar elektrik ‘dalga’dan üretiliyor.

Her söyledikleri yanlış çıktı. İşe yaramaz dedikleri güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynakları tüm dünyanın, başta iklim değişikliği olmak üzere çevre sorunlarından kurtulma ümidi oldu. Bizimkiler de dil değiştirdi. Önce fırıldak dedikleri rüzgar enerjisine sonraları, “canım, o da olsun ama az olsun” demeye başladılar. Şimdi son kozlarını oynuyorlar. Son haftalarda hem Enerji Bakanı Alaboyun’un ağzından hem de yandaş medyadaki haberlerden şu masalı dinliyoruz. Yenilenebilir yetmez!

Yeter beyefendiler yeter! Yetmeyi bir yana bırakın, artar bile! Şimdi size Enerji Bakanlığı’nın bile elinde olmayan bir teknikle Türkiye’nin elektrik talebini yenilenebilir enerjiyle nasıl karşılanabileceğini hesaplayacağım. Bu tekniğin adı ‘bakkal hesabı’.

Diyorlar ki, 2023’e kadar bu ülkenin 400-450 milyar kilovatsaat (kWs) elektriğe ihtiyacı var (Sabah Gazetesi, 21 Ekim). Bu zamana kadar abarttıkları bu talep tahminleri hep yanıldı. Ne dedilerse azı oldu ama biz yine de bu rakamı doğru kabul edelim. Sekiz yıl sonra 450 milyar kWs elektriğe ihtiyacımız olacakmış gibi yapalım. Türkiye’nin 2014 yılı elektrik üretimi 252 milyar kWs. Geriye 200 milyarlık bir açık kalıyor. Tutun bu rakamı aklınızda, şimdi bakkal hesabını yapmaya başlıyoruz.

Türkiye’nin güneşten elektrik üretme potansiyeli ne kadar? Enerji Bakanlığı’nın Güneş Enerjisi Potansiyeli Atlası’na göre 380 milyar kWs. Yetmeyi bırakın artıyor bile. Gelin iddia edilen açığı sadece güneşten karşılamayalım. Biraz da rüzgar yapalım.

Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü’ne göre Türkiye’de ekonomik  rüzgar enerjisi potansiyeli 48 bin megavata (kurulu güç) denk geliyor. Bu da yılda 150 milyar kWs elektrik üretmek demek. Bakkal hesabı jeotermale, biyokütleye, hükümetin potansiyelin tümünü kullanacağız dediği HES’lere gelmeden bitti. Türkiye’nin değil elektrik açığı fazlası var. Hem de bu hesabı ilk yapmamız gereken işi, enerji tasarrufunu ve verimliliği hiç konuşmadan yaptık. Türkiye’nin yüzde 20-25 oranında tasarruf/verimlilik potansiyeli olduğunu yine devletin kendi raporlarından biliyoruz. Bu potansiyeli değerlendirsek gerçek talep 350 milyar kWs’lere düşecek.

Uzatmayalım, Türkiye aklını kullanırsa ne bu kadar elektriğe ihtiyaç duyacak, ne de üretmek için kömür ve nükleer santrallere muhtaç kalacak. Hesap açık ve net. Buna rağmen, aymazlık mı, fosil yakıt ve nükleer lobilerinin etkisi mi yoksa çıkar meselesi mi bilinmez; hükümet bu ve benzeri sloganlarla kafaları karıştırmaya devam ediyor. Bugün kullandıkları “yenilenebilir yetmez” iddiası işe yaramayınca başkasını bulacaklar. Türkiye’nin kurulu gücünün yüzde 84’ü ‘baz santraliylen, yani günün hemen hemen her saatinde elektrik üretebilme kabiliyetine sahipken, “rüzgar, güneş kesintili, bize baz santral lazım” diyecekler. Bizi bu argümanlarla uğraştırırken, yeşil enerji devriminin Türkiye’ye gelmesini geciktirecek, yapabildikleri kadar kömür santralini, nükleeri, HES’i yapıp, gidecekler.

Hükümet de biliyor, kömürün, nükleerin, dev barajların, merkezi elektrik üretim santrallerinin, halka sormadan yapılan her yatırımın vadesi doldu. Tutarsızlıkları, demeçlerinden okunabiliyor. Hem dışa bağımlılığı azaltacağız diyorlar hem de dışa bağımlılığı azaltabilecek tek seçeneğimiz yenilenebilir enerji kaynaklarına “yetmez” diyorlar. Çelişkinin böylesi görülmedi. Ama olsun, istikrarlı çelişkiler bunlar. 13 yıldır böyle.

AB İlerleme Raporu’nda enerji karnemiz

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/11 Kasım 2015

Avrupa Birliği’nin (AB) bu yılki Türkiye İlerleme Raporu açıklandı. Siyasi değerlendirmelerin oldukça kötü olduğunu belirtelim. Öyle ki, raporun adı bu gidişle ‘ilerleme raporu’ değil, ‘gerileme raporu’ olacak. Biz işin enerji bölümüne bakalım. Enerji kısmında övgüler de var, yergiler de. Başlık başlık yazalım.

Enerji güvenliği konusunda Türkiye sınıfı geçmiş. AB’nin geçer notunun ardında, elektrik şebekesini komşu ülkelerle birleştiriyor olmamız, Türkmenistan gazını Avrupa’ya götürmek üzere yapılan anlaşmanın onaylanması ve Avrupa Elektrik İletim Sistemi İşleticileri Birliği’yle (ENTSO-E) kalıcı bağlantı anlaşmasının yapılması var. Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) projesindeki ilerlemenin de katkısı unutulmamalı. Enerji güvenliği konusunda olumsuz sayılabilecek tek değerlendirme, Rusya ile ilişkilerin Suriye meselesi yüzünden bozulmasıyla hayata geçirilip geçirilmeyeceği bile tartışılan Türk Akımı projesi. AB bu projenin geleceğini ‘belirsiz’ kabul ediyor. Enerji güvenliği konusunda AB müktesebatıyla uyumlu, adil ve şeffaf bir gaz nakil geçişi için uygun koşulların hazırlanması talep edilmiş. Bu bölüm bana enerji güvenliğinin bizim açımızdan değil daha çok AB açısından değerlendirildiği izlenimini çağrıştırmadı değil.

Enerji piyasasında ise üretim özelleştirmelerinin devamı, Enerji Piyasaları İşletme A.Ş.’nin (EPİAŞ) kurulması ve serbest tüketici sınırlarının düşürülmesi ‘önemli ilerleme’ kategorisinde değerlendirilmiş. Gaz piyasasında da serbest tüketici olma sınırının düşürülmesi olumlu not getirirken, Doğalgaz Piyasası Kanunu’nda değişikliğe gidilmemesi olumsuz not almamıza neden olmuş.

Yenilenebilir enerjide 2023’e kadar kurulu gücün 61 bin megawata (MW) çıkarılması hedefi AB’nin gönlünü kazanmamıza neden olmuş. Olur mu, gerek var mı; hiç sanmıyorum. AB, Türkiye’de başta HES olmak üzere yaşanan çevre sorunlarıyla çok ilgilenmemiş. Yine de yenilenebilir enerjinin gelişiminde AB müktesebatında belirtilen devlet sübvansiyonlarıyla ilgili kırmızı çizgilere dikkat edilmesini istemiş. İyi notlar aldığımız bölümler bunlar. Karnenin gerisi velilere gösterilemeyecek cinsten. Bisikleti unutun.

‘Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme yok’ diye yazmışlar. Oldukça net bir sıfır vermişler. Hep söylüyoruz, ölçülebilir, rakamsal hedef vermiyorsanız bir değeri yok diye. AB de aynı şeyi söylemiş. 2015-2019 yıllarını kapsayan stratejik planda belirgin bir hedefin olmadığına dikkat çekmiş. Enerji Verimliliği Kanunu’yla ilgili mevzuatın da uyuşmadığına dikkat çekilmiş.

Nükleer enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konularında AB müktesebatına uygun tek bir ilerlemenin dahi olmadığı vurgulanmış. Radyoaktif bir sıfır yazıyoruz karneye. Japonya ile Sinop’a yapılmak istenen nükleer santralle ilgili hükümetlerarası anlaşma imzalanması ve Mersin’de denizle ilgili inşaata başlanmasına rağmen notumuz zayıf. Çok önemli bir uluslararası anlaşmaya Türkiye’nin hâlâ taraf olmadığına dikkat çekilmiş. Bu anlaşma, ‘Kullanılmış Yakıt İdaresinin ve Radyoaktif Atık İdaresinin Güvenliği Üzerine Birleşik Sözleşme’ başlığını taşıyor. Dünyada 42 ülke taraf. Sözleşme, nükleer atık ve yakıt güvenliğiyle kullanılmış yakıtların kontrolünü sağlamayı amaçlıyor. Nükleer atıkların nasıl saklanacağı bu anlaşmayla bir anlamda uluslararası denetime açık hale getiriliyor. Nükleer tesislerden doğaya bırakılan radyoaktif maddeler, nükleer atıkların taşınması gibi konular da sözleşme kapsamında yer alıyor. Kanun tasarısı 2011’den beri Meclis gündeminde ama AB Uyum Komisyonu henüz raporunu vermedi. Nükleer enerji konusunda dikkat çekilen iki konu başlığı daha var. Nükleer Enerji ve Radyasyon Kanun Tasarısı taslağının akıbeti ile ortada bağımsız bir düzenleyici kurumun bulunmaması. Belli ki ne Rus şirket ne de hükümet nükleer enerji konusunda şeffaflık ve denetim istemiyor. AB ise özetle şu yorumu yapıyor: “Nükleer santral yapmak için inşaata başlamak istiyorsun ama ne kendi içinde yasal sürecin hazır ne de Avrupa ve dünyayla uyumlu yasaların var. Sıfırı basıyorum” diyor.

Seçimin kaybedeni bu ülkenin hayalleri

Özgür Gürbüz-BirGün/6 Kasım 2015

1 Kasım seçimlerinin analizini yaparken normal bir seçim yaşamış gibi davranmak eblehlik. Plakasız araçlardan, sandık başındaki baskılara kadar Türkiye’nin gördüğü en antidemokratik seçimlerden birini yaşadık. Yüzde 10 barajı oradaydı. Medya hükümetin elindeydi. İktidar partisi televizyonlarda, radyolarda istediği gibi cirit atarken muhalefete göstermelik süreler verildi. Parti başkanlarını yan yana tartışırken göremedik. İktidar hesap vermekten kaçtı, konuşacağı gazetecileri bile kendi belirledi. Bitmedi…

Bir süre öncesine kadar kendilerinin yanında duran birkaç medya kuruluşuna polis eşliğinde el konuldu. Hocasını beğenmediler kayyum atadılar. Kapağını beğenmediler dergiyi toplattılar. Medyada iktidarı eleştirmek fiilen yasaklandı. Sokakta hükümeti eleştirmek isteyenler canından oldu. Suruç’ta, Ankara’da bombalar patladı. Ölenler hep hükümete karşı sesini yükselten muhaliflerdi. Cenazesini buzluklarda saklayan insanlar birkaç hafta sonra panzer gölgesinde oy kullandı. Bu seçimin demokrasinin “d”siyle uzaktan yakından ilgisi yok; kimse hikaye anlatmasın.

Yüzde 49’un oyunu aldığı iddia edenler neden cesaret edip, adil bir seçime evet demezler bilemiyorum. Herhalde küçümsedikleri o partilerden korkuyorlar. Bugün Türkiye’de muhalefetin seçim çalışması, seçimi kazanmaktan çok Türkiye’nin hak ettiği demokratik bir seçimin yapılması mücadelesidir. Oy toplamak için çalışandan çok oyları korumak için çalışanların olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Muhalefetin demokrasiye inancı ve inadı bu ülkeyi krizden kurtaran yegâne güçtür. İktidarın bunun farkına varması ve ülkenin hayrı için bundan sonra demokratik bir seçimde uzlaşması gerekir. Kimsenin bu tiyatroyu izlemeye tahammülü kalmadı. AKP demokratik bir seçimden de galip çıkabilir mi? Belki. Hakkıyla kazanırsa da ülkede demokrasi gelişir, gerilim ve kutuplaşma azalır.

Bu kadar saptama, şikayet yeter. Şimdi ben de fabrika ayarlarıma döneyim.

Bu seçimin asıl kaybedeni Kılıçdaroğlu, Demirtaş veya Bahçeli değil. Asıl kaybeden bu ülkenin hayalleri… Son 13 yılın güzel bir özeti deyince aklıma gelen liste uzun. Kalabalıklaşan kentler, kirlenen hava, bozulan gelir dağılımı, artan polis şiddeti ve daha niceleri. Bu ülkenin insanları hayal etmeyi, daha güzel yaşamayı unuttu. Artık kentlerin havasının temiz olabileceğine, bisikletle işine gidebileceğine, enerjisini kömürden, nükleerden değil temiz enerjiden elde edebileceğine inanmıyor. Hırsızlar bu ülkede ayakkabı kutularından önce gerçekleri, umudu ve hayalleri çaldı.

Artık başka ülkelerden örnekler verdiğinizde heyecanlanmayan, yeni fikirler, orijinal çözümler üretmeyen, daha iyi yaşayabileceğine inanmayan, umudunu yitirmiş insanlarla birlikte yaşıyoruz. İlk işimiz bu umudu yeniden canlandırmak olmalı.

“Yiyorlar ama çalışıyorlar” diyenlere Uruguay eski Cumhurbaşkanı Mujica gibi yemeden çalışan onlarca devlet adamını göstermeliyiz.

“Madende ölmek fıtrat diyene”, Şili’de kurtarılan madencilerin öyküsünü anlatmalıyız.

Petrolsüz, kömürsüz olmaz diyenlere, Danimarka, İsveç gibi ülkelerin neden “olur” dediğini ve nasıl bu işi yaptıklarını herkese duyurmalıyız.

Ekonominin büyümesi için daha çok enerji ve nükleer santral gerek diyenlere, Almanya gibi dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin nükleersiz ve daha az enerji tüketerek büyümeye devam ettiğini göstermeliyiz.

Güzel bir çevrede yaşamak zengin ülkelerin işi diyenlere, Çin’den, Hindistan’dan, Ekvador ve Kosta Rika’dan başarı öyküleri paylaşmalıyız.

Dünyanın en iyi sağlık sisteminin New York’ta değil Küba’da olduğunun altını yüz kere çizmeliyiz. Duble yolların değil, iyi bir sağlık sisteminin kanserli yakınlarımızı kurtarabileceğini anlatabilmeliyiz.

Bunları defalarca tekrarlamalıyız ki, umudunu ve hayallerini yitirenlere umut ve tutunacak bir dal olabilelim. Bugün AKP’ye oy verenlerin de aynı trafikte bunaldığını, aynı havayı soluyarak hasta olduğunu unutmayalım. Şikayet ederek onlardan biri olabiliriz ama çözümü göstererek ve üreterek, bu ülkenin makus kaderini yıkan “umut” olabiliriz.

Türkiye geride kalmasın

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Ekim 2015

Önümüzdeki seçimlerde hükümetin icraatlarının, muhalefetin proje ve vaatlerinin ne kadar konuşulacağı belli değil. Toroslarla, sıkıyönetimle, bombalarla, yargısız infazlarla, sansür ve tehditlerle korkutulmaya, sindirilmeye çalışılan insanların özgürlük mücadelesine tanıklık edeceğiz. Bu ülkenin geleceğini düşünenler, cumhuriyete sahip çıkmak için tüm hile hurdaya, haksız rekabete, aşağılık suçlamalara rağmen sandık başına gidecek. Sadece oy vermeyecek sandığına da sahip çıkacak. 7 Haziran seçiminden sonra geçen süre gösterdi ki çocuklarımızın demokrasi içinde yaşayabilmesi için tek adam fantezilerinden uzak durmamız şart.

Rakiplerinin karşısına çıkıp fikirlerini savunamayacak kadar aciz durumdaki bir iktidarın tek güvencesi yarattığı korku imparatorluğu ve başta medya olmak üzere tek yanlı bilgilendirme araçları. Bu seçim aynı zamanda yalan makinalarıyla halka bambaşka bir dünya çizenlere, bu ülkenin geliştiğini, güzel bir ülke olduğunu sananlara hepimizi üzen acı gerçekleri anlatma seçimi.

Bir köşe yazısına hepsini sığdırmak zor. Çevre ve enerji alanından, rakamlarla birkaç örnek vermekle yetineceğim. AKP’nin kentleşme politikaları nedeniyle nüfus yoğunluğu arttı. Koca ülkede insanlar birkaç kente sıkıştırıldı. Kentlerdeki hava kirlendi, trafik sıkıştı, yeşil alan sayısı azaldı, sahiller ve güzelim kıyılar halkın değil, birkaç zenginin erişebileceği alanlara dönüştürüldü. Sadece hava kirliliği nedeniyle 2010 yılında 28 bin 924 kişinin öldüğü bir ülke haline geldik (Heal Raporu). 

Su fakiri olma yolunda ilerleyen Türkiye’de neredeyse musluktan su içilebilen kent kalmadı. Halbuki dünyanın gelişmiş kentlerinde insanlar su tekellerine esir edilmeden musluk suyu içiyor, dev parklarında boş zamanlarını değerlendirebiliyor.

Var olanı koruyamadığımız gibi geleceğe yatırım da yapamıyoruz. Yerli otomobil üretmekten bahsedenler, ne bu yatırımın nasıl geri döneceğinden ne de tüm dünyada örneklerini görmeye başladığımız elektrikli araçların çağının geldiğinden bahsetmiyor. Hidrojenle çalışan araçlar Japonya’da sokaklara inerken (2018’de Japonya’da 4 bin 200 hidrojenli araç olması bekleniyor), burada, ülkemizde olmayan, tamamen dışa bağımlı olduğumuz petrolle çalışan araba tasarımlarıyla oy toplanmaya çalışılıyor. Tüm dünya elektrikli otomobilleri, bizler ise yerli otomobilin tasarımının nereden kopyalandığını konuşuyoruz.

Türkiye’de enerji üretimi deyince hükümetin aklına sadece kömür ve nükleer geliyor. Tüm dünyada kömürden kaçış planları yapılıyor. İskoçya’da kömür santralleri yıkılıyor. İklim değişikliği nedeniyle Çin ve ABD bile anlaşırken Türkiye ne sel baskınlarından ders alıyor ne kuraklıklardan. Nükleerde de durum farklı değil. AKP, eski teknoloji adına ne varsa onunla ilgileniyor. 2000’de dünyadaki elektrik tüketiminin yüzde 17’si nükleerden sağlanıyordu şimdi bu pay yüzde 11’in altına düştü. Nükleerin yerini güneş ve rüzgar alıyor ama hükümet bu ülkeye değil bu işten karlı çıkacak birkaç şirkete faydası dokunacak nükleeri tercih ediyor. Doğalgazda, petrolde dışa bağımlılıktan şikayet edenler, yerli kaynak rüzgara, güneşe, biyokütleye sırtını dönüyor. Hem de Avrupa’nın en iyi potansiyeline sahip Türkiye’de.

Enerji tasarrufunu, enerjiyi verimliliğini hiç sormayın. Bu konuda son 13 yıldır bir arpa boyu yol alamayan bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye aynı milli geliri üretmek için İspanya ve İtalya gibi ülkelerin iki katı enerji harcıyor. İşin daha da kötüsü, tüm dünya enerjiyi akıllı kullanma yolunda ilerlerken Türkiye’de 2003-2013 arası hiç ilerleme olmaması. 2003’te enerjiyi bizden daha kötü kullanan Hırvatistan, Finlandiya gibi ülkelerin artık gerisindeyiz.

Böyle onlarca örnek var. Pazar günü Türkiye’nin her anlamda geride kalmaması  için oy vermeliyiz.

Politkanın etiketleri

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2015

‘Onlar Konuşur Ak Parti yapar’ sloganı 7 Haziran seçimlerinde iktidar partisinin toplumu nasıl ötekileştirdiğinin bir göstergesiydi. AKP’ye oy verenler bir yana oy vermeyen ‘onlar’ ise öteki yana. 1 Kasım seçiminde ise AKP dil değiştirdi, Sen, ben yok; biz varız” diyor. İnandırıcı değil. Muhalefet liderlerini meydanlarda Zaza, Alevi diye ayıran ve hatta yuhalatan bir liderin partisinin “sen, ben yok” demesine kim inanır bilmiyorum.

İktidar partisinin kendinden olmayanı sevmeme politikası artık Türkiye’nin gerçeği haline geldi. ‘Onlar konuşur, Ak Parti yapar’ sloganı da işte bu ötekileştirme anlayışı yüzünden ortaya çıktı. Kendinden olmayanı bırakın sevmemeyi, dinlemeye bile tahammülü olmayan bir parti oldu AKP. Başkasını görmüyor. Bu kadar yanlış bir sloganla seçime girmelerinin ardında da bu körlük yatıyordu.

Seçmenini de öyle kodluyor. Ne zaman AKP’ye oy veren biriyle karşılaşsam,  söz politikaya geldiğinde bir süre sonra karşımdakinin konuyu değiştirmeye çalıştığını görüyorum. Ya da sizi dinliyor ama ‘onlar’dan biri diye dinliyor. Doğruları söylediğinizi fark etse bile bu bahaneye sığınarak, yanlış partiye oy vermenin, ülkeyi felakete sürüklemenin vicdan azabından kendini kurtarmaya çalışıyor.

AKP seçmenleri içinde önemli bir grup artık takım tutar gibi parti tutuyor. Yapılan olumlu eleştirileri bile görmezden gelmeye çalışıyor. Takım tutanlar bilir, lig sonuncusu da olsanız, iş slogana gelince hep en büyük sizsinizdir. Doğru, yerinde bir eleştiriyi görmezden gelmenin de en sağlam yolu karşındakini hiç dinlememek ve onu söyleyeni değersizleştirmek. ‘Onlar’ kelimesinin ardındaki sır işte bu.

Muhalefetin reflekslerinde de bir hata olduğu ortada. AKP’nin her icraatına kategorik karşı çıkışlar sizi, AKP’nin iletişimcileri tarafından tasarlanan ‘onlar’ grubuna daha da yaklaştırıyor. Marmaray’ın risklerinin eleştirildiği dönemi bir düşünün. Güvenlikle ilgili eleştiriler öyle bir boyuta ulaştı ki, Marmaray gibi olumlu bir projenin hepsine karşı çıkılıyormuş gibi bir hava yaratıldı.

Uzun yıllardır bu ülkede politika etiketler üzerinden yapılıyor. Kemalist, ulusalcı, çevreci, liberal, dinci vs. gibi etiketler ya da klişeler var. Politik bir tartışmada tarafların ilk yaptığı iş karşısındakinin etiketini bulmaya çalışmak oluyor. Laikse konuyu türbana, liberalse ‘yetmez ama evet’e getirerek o tartışmadan galip çıkılmaya çalışılıyor. Etiketi bulduktan sonra ezberlenen sorular, göndermeler arka arkaya sıralanıyor. Farklı etiketlere sahip politikacıların meydanlarda veya medyada olmamasının bu ezberci polemikleri daha verimli kıldığını da söyleyelim.

Etiket oyunu en net Gezi zamanında bozuldu. Gezi’de sokağı çıkanların mücadeleden galip gelmesinin ardında, sokaklara dökülenlerin belirgin ya da bilenen bir etiketlerinin olmaması büyük rol oynadı. Ezber bozuldu. Bugün o etiketlerden uzak durarak politika yapan siyasetçilerin şansı daha yüksek. Demirtaş ve Yüksekdağ’ın partisinin renkliliği, Kılıçdaroğlu’nun ise çizilen doğru strateji nedeniyle bu etiketlerden uzaklaştığı görülüyor. Bu onları güçlendirirken, Davutoğlu ve Erdoğan’ın, farklılıklara tahammülsüzlükten de gelen bu eski alışkanlık nedeniyle etiketler üzerinden siyaset yapmaya bağlı kaldığı ve zayıfladığı ortada.

Bu etiketler sadece üst düzey politikada geçerli değil. Sokakta da aynı sistem çalışıyor. İstanbul’daki 3. Köprü örneğini ele alalım. Proje yanlış ama Şehircilik Bakanı gibi birçok kişi bu ülkede çalışan beton makinası gördü mü hayra yoruyor, bu yüzden de projeye olumlu bakıyor. Bu durumda işe sorundan değil çözümden başlamalı. Neden ve neye karşı olduğumuzu değil ne istediğimizi anlatmalı. Toplu taşımaya açık yeni bir tüp geçidin veya zaten eskimiş, talebe yanıt vermeyen, sürekli bakım isteyen ilk köprünün yeni bir köprüyle değiştirilmesini istemek bile (iki katlı yapılacak bu köprünün alt katı, raylı ulaşıma dönüştürülmesi gereken metrobüs hattına hizmet edebilir) iletişim şansınızı arttırabilir. Böylece, “bunlar, köprüye, yola karşı” argümanını çürütürsünüz. Bu da sizin öğretilmiş etiketli gruplardan birine ait olmadığınızı gösterir, karşınızdakinin savunması zayıflatır.

Yalnız, burada anahtar kelime çözüm. Çözüm öneriniz yoksa ‘onlar’dan biri olmanız kaçınılmaz.

Türkiye nükleer konusunda hem içe hem dışa kapalı

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Ekim 2015

Rusya ile Türkiye arasında Suriye yüzünden gerilen ilişkiler Akkuyu’daki nükleer santral projesini tehlikeye soktu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ruslar olmazsa başkaları yapar” diyerek bunu net bir dille ifade etti. Projeyi oldubittiye getirmeye çalışanlar da dikkatleri başka bir yere çekmek için İğneada’yı yeniden gündeme taşıdı. İğneada nükleere yabancı değil; 1970’den beri Türkiye’nin nükleer santral kurulması düşünülen üç yerinden biri. Prof. Dr. Tolga Yarman’ın belirttiği gibi, İğneada 1970’lerin başında gündeme geliyor fakat Genelkurmay Başkanlığı Bulgaristan’a yakınlığı nedeniyle onay vermiyor. Yıllardır İğneada konuşulur ama asıl durum şu: Türkiye’nin değil üçüncü, ilk nükleer santrali yapacağı bile şüpheli. Seçim sonrası çok şey değişebilir.

Türkiye’nin nükleer santral projeleri sadece ülkedeki büyük çoğunluk tarafından (kamuoyu araştırmaları böyle söylüyor) tepkiyle karşılanmıyor. Yurt dışından da bu projelere tepki var. Kıbrıs’ın hem Kuzey’inden hem de Güney’inden nükleere hayır sesleri yükseliyor. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 90 kilometre mesafedeki nükleer santrale karşı olduğunu “insanlık için ciddi bir tehdit” sözleriyle, net bir şekilde ifade etti. Güney Kıbrıs Enerji Bakanı Yorgos Lakkotripis, Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Eş Başkanı Rebecca Harms’a yazdığı mektupta, santralin Kıbrıs’a yakınlığı ve bölgenin deprem tehlikesi nedeniyle projeye karşı çıktıklarını söyledi. İğneada için de durum farklı değil. Nükleer santraller karşı olduğunu uzun yıllardır dile getiren Yunanistan da bu çağrıya katılabilir. Bulgaristan’ın, iş daha ciddileşirse, sınırına bu kadar yakın bir nükleer santrale itiraz etmesi de mümkün. Bulgaristan’ın durumu daha farklı çünkü yeni nükleer santral planını birkaç yıl önce rafa kaldırmış olsa da ülkede çalışır durumda iki nükleer reaktör var. Yine de uluslararası arenada Bulgaristan, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Ermenistan’ın eli Türkiye’ye göre daha güçlü. Çünkü bu ülkelerin hepsi Espoo Sözleşmesi’ne (Sınır aşan Çevresel Etki Değerlendirme Sözleşmesi) taraf.

Espoo Sözleşmesi, ülke sınırlarının ötesine uzanacak boyutta bir çevre kirliliğine yol açan faaliyetlerin, proje aşamasında taraf ülkelerce (o ülkelerdeki bireyler, kamu ve sivil toplum kuruluşlarınca) değerlendirilmesini amaçlıyor. Nükleer santraller de kaza ve sızıntı riskleri nedeniyle bu sözleşmenin kapsamında. Sözleşme süreci şeffaflaştırıyor, denetimi arttırıyor. Aynı Türkiye’nin imzalamamakta direndiği Aarhus Sözleşmesi gibi. O da bu tip projelere halkın katılımının yolunu açıyor. Nükleer santral gibi projelerde şeffaflığı zorunlu kılıyor, bilgi akışının düzenli olmasını sağlıyor. Ne nereye harcanmış, kim denetlemiş, proje ne aşamada, çevreye verilen zararın boyutları sürekli raporlanmak zorunda kalıyor. Bugün Türkiye’de kapalı kapılar ardında, istifa skandallarla yürüyen sürecin tam tersinin oluşmasını sağlıyor.  

Tahmin edin Espoo Sözleşmesi’ne kim taraf değil? Elbette Türkiye. Türkiye’de gelmiş geçmiş hükümetlerin hemen hemen hepsi, nükleer santralle ilgili eleştirileri savuşturmak için, “bakın Ermenistan’da ve Bulgaristan’da da nükleer var” bahanesini kullanır. Buna karşın, o ülkelerdeki yeni projelerin Türkiye tarafından denetlenmesine de olanak verecek Espoo Sözleşmesi’ne imza atmaz çünkü Türkiye’deki projeleri uluslararası denetime açmak istemezler. Neden mi? Aklıma tek bir yanıt geliyor. Türkiye’deki projelerin uluslararası standartlara uygun yapılmayacağını bilmeleri.

Nükleer aşağı yenilenebilir yukarı

Özgür Gürbüz/18 Ekim 2015

2000 yılında dünyadaki elektrik üretiminin %17'si nükleer santrallerden sağlanıyordu. 2014'te bu oran %11'in altına düştü. Nükleer enerjiyi savunanlar rakamları çarpıtarak tüm dünyada nükleer enerjinin yaygınlaştığını anlatsalar da gerçek bu değil. Onlara rakamlarla, bu iki grafiği göstererek yanıt verebilirsiniz.

Nükleer santrallerden üretilen elektrik miktarının da düştüğüne (2450 TWs'ten 2417 TWs) dikkat edin lütfen. Dünyada elektrik tüketimi yani talep artmasına rağmen nükleer enerji üretimi geriliyor. Artan talebi başka kaynaklar karşılıyor.

Grafiklerde dikkat etmeniz gereken ikinci bir konu da, hidroelektrik dışındaki yenilenebilir enerji kaynaklarının payındaki yükseliş. Rüzgar, güneş ve biyokütle gibi kaynaklar 2000 yılında küresel elektrik üretiminin sadece %2'sini karşılıyordu. 14 yılda bu oranı %7'ye çıkardılar ve paylarını arttırmaya da devam ediyorlar.

Üç milyar dolar nereye harcandı

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Ekim 2015

Akkuyu
İğneada’ya üçüncü nükleer santralden bahsetmek, ilkokulun birinci sınıfına gitmemiş çocuğu üçüncü sınıftan okula başlatmaya benziyor. Türkiye’nin ilk nükleer santralinin kurulması düşünülen Mersin-Akkuyu’daki proje suya düşmek üzereyken “biz üçüncüyü yapıyoruz” demek ciddiye alınacak bir durum değil. Hükümet uzun zamandır bunu yapıyor çünkü tüm dünyada nükleer enerji projelerini engelleyen en büyük gücün halk hareketleri olduğunu biliyorlar. 11 yıldır yerinde sayan Akkuyu projesini bitmiş gibi gösterip, nükleer karşıtlarını ve çevrecileri yıldırmak istiyorlar. Son 10 günde neler oldu bir hatırlayalım.

On gün önce, Rus uçaklarının hava sahasını ihlaliyle başlayan kriz Mersin’deki nükleer santral projesine uzanınca AKP tarafında panik başladı. Rusya ile ilişkilerin çatırdaması hemen akla doğalgazda bu ülkeye bağımlılığı hatırlattı. Türkiye doğalgazın neredeyse tamamını ithal ediyor ve 48 milyar metreküplük ithalatın yüzde 54’ü Rusya’dan temin ediliyor. Nükleer santral yapılırsa doğalgazda olduğu gibi elektrik piyasasında da Ruslar söz sahibi olacak. Rusya’nın Suriye’de resti çekmesi ileride benzer hamleleri enerji konusunda da yapabileceğinin işareti gibi algılandı. En çok da Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle algılamış olacak ki, “Mersin Akkuyu’yu onlar yapmazsa bir başkası gelir yapar. Oraya 3 milyar dolarlık bir yatırım yaptılar zaten. Dolayısıyla o konuda daha hassas olması gereken Rusya. Biz Rusya’nın bir numaralı doğalgaz tüketicisiyiz. Türkiye’yi kaybetmek, ciddi bir kayıp olur” açıklamasını yaptı.

Erdoğan’dan sonra ortamı yumuşatmayı amaçlayan konuşmayı nedense eski Enerji Bakanı Taner Yıldız yaptı. Projenin ticari bir proje olduğunu, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu sorunların üstesinden gelebilecek kadar derin olduğunu belirtti. En son da sahneye yeni Enerji Bakanı Ali Rıza Alaboyun çıktı ve üçüncü santralden bahsederek konuyu Akkuyu ve Rusya’dan uzaklaştırdı. Çinli ve ABD’li firmaların işin içinde olduğunu söyledi. Bu sayede Rusya’ya da bir mesaj vermeye çalışmış bile olabilir.

Tüm bunlar hükümetin halkla ilişkiler çabası. Biz bu süreçte neler öğrendik ona bakalım.

Akkuyu’daki santral projesinde işlerin yolunda gitmediğini öğrendik. Proje, Rusya olmazsa başkası yapacak durumdaysa zaten hiç başlanmamış. İş ilerlemiş olsaydı, yolun yarısında teknoloji değiştirmek mümkün olmazdı.

Akkuyu'nun çizimine 3 milyar dolar harcanmış olabilir mi?
Rus devlet şirketinin (Akkuyu Nükleer A.Ş.) şu ana kadar üç milyar dolar harcadığını bizzat Erdoğan’dan öğrendik. Ortada nükleer santral olmadığına göre bu üç milyar doların nereye harcandığını şirkete sormak da boynumuzun borcu oldu. Akkuyu Nükleer A.Ş. şimdi defterleri ortaya çıkarıp, bu harcamaların nereye yapıldığını kalem kalem göstermek zorunda.

Haziran seçimlerinden önce ortaya çıkan reklamlarda, milli forma ve bayraklarla pazarlanan, “güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi” sloganıyla satışa sunulan Akkuyu Nükleer Santrali’nin anlatıldığı gibi yerli enerji olmadığını öğrendik. Yerli kaynak olsa, Rusya kriziyle gündeme gelir miydi? Ruslar yapmazsa başkası yapar denir miydi? Bu nasıl yerli enerji anlamadık. Ruslar istemezse, işin içinde olmazsa yapılamayan yerli santral olur mu?

İşin daha da trajik tarafı; Türkiye, “1,2,3 nükleer; Rusya olmazsa Çin’den geliver” diye şarkılar söylerken, aynı gün İsveç’teki iki nükleer reaktörün (Oskarshamn 1-2) ve ABD’de bir reaktörün (Pilgrim) kapatılacağı haberinin ajanslara düşmesiydi. Türkiye’de ana akım medya bunları genelde yazmaz ama siz bilin. Bu üç reaktörün kapatılma nedeni de ekonomik. Söz konusu şirketlerin santralleri kapatma kararı, nükleer santralden elektrik üretmenin diğer kaynaklara göre daha pahalı olması.

Biz de de öyle. Nükleerden üretilen elektriğe bizim devlet 12,35 dolar sentlik alım garantisi verirken, örneğin rüzgardan üretilene 7,3 dolar sent veriyor. Aynı elektriği rüzgar nükleere göre neredeyse iki katı ucuza mal ediyor ama birileri bizi ucuz yenilenebilir enerji yerine pahalı nükleer kullanmamız için zorluyor. Kimbilir neden?

Beton ol çimentomu ye

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Ekim 2015

Çevre ve Şehircilik Bakanımız ne güzel söylemiş: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Bu beton makinası -ben inşaat mühendisiyim- çok keyif alırım onun sesinden böyle pat pat pat vurdukça” demiş. Herhalde bakanlığın adı bundan sonra değiştirilir, Beton ve Şehircilik Bakanlığı olur.

Beton sevgisi başka bir şey, biz anlayamayız. Beton severler toprakta, çimde yürümektense beton kaldırımda yürümeyi sever. Beton asfalt yolda araba sürüp, yandaki dağa, ormana değil apartmanlara bakıp stres atar. Oturduğu mahallenin betonla kaplı olmasını ister. Etrafında ağaç, dere, kuş, börtü böcek olmamalı. Ev dediğin, göl manzaralı değil gökdelen manzaralı olmalı. Hani, şu kentlerinin yarısı parklarla dolu dünyanın en zengin ülkeleri var ya, imrenmeyeceksin onlara. “Pat pat pat” eden beton makinasının sesiyle uyanmak varken, “cik cik” diye öten kuşların sesiyle kalkmayacaksın yataktan. Seveceksin şu betonu.

Her köşe başında çalışan ve ülkemizin kalkınmasına işaret eden beton makinalarını görünce sevineceksin. Hatta hiç çekinmeden daldıracaksın kafanı beton makinasına, kafan betona dönünceye kadar tutacaksın. Kafan beton gibi olacak ki, sana anlatılan hiçbir şeyi anlamayacaksın. Kalkınmanın beton sayesinde olduğuna kendini inandıracaksın. Ekonomide artı değer sağlayan ürünlerin organik gıda, elektronik eşya değil, beton ve çimento olduğuna hem kendini hem de halkı inandıracaksın.

Her şeyden önce ağacı, yeşili, kuşu, kurdu değil betonu seveceksin. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri neden park-bahçe yapıyor, neden orada dereler boşa akıyor diye sormayacaksın. Beton gibi olacak kafan; öyle bir kıvama gelecek ki, hiç soru sormayacaksın.

En önemlisi de vicdanını betonla kaplayacaksın. Ülkende bir ağaç fidanı kadar bile yaşayamadan ölen çocuklar için ağlamayacaksın. Yerde sürüklenen cesetlerle ilgilenmeyeceksin. Karakolda vurulan askere üzülmeyeceksin. Haftada 50-60 saat, nefes almadan çalışan işçinin rızkından çalıp ayakkabı kutusuna koyanları gördüğünde oralı olmayacaksın. Yalancı tanık ve sahte delillerle içeri tıkılanları gördüğünde “duvar” taklidi yapacaksın.

Gazeteci görünce “demirli beton” olacaksın. Vuracaksın soru soran, sorgulayan gazeteciye. Beton kafanla “uçan kafa” atacaksın. Kaburgalarını kıracaksın o gazetecilerin. Olur da yakalanırsan ve sana insan hakları, demokrasi diye sorarlarsa hemen “gaz beton” olacaksın, uçup buharlaşacaksın.

Yeşili, ormanı görünce “beton santrali”ne döneceksin. Talan edeceksin doğayı, dünyanın en güzel köşesi de olsa, gereği olmasa da dökeceksin oraya betonu. Halkın değil müteahhidin yanında olacaksın. Gerekirse sen de ihaleyi kapıp köşeyi döneceksin.

Olur da iş sarayı savunmaya gelirse “beton blok” gibi dimdik duracaksın. “Yetim hakkı, kul hakkı, senin vergin, benim vergim” dediklerinde yumuşamayacaksın. Ne zaman yumuşayacaksın biliyor musun kardeşim? Depremi görünce yumuşayacaksın. “Deniz kumu katılmış beton” gibi dağılacaksın, malzemeden çalıp para yapacaksın. Kaldırımda, otoyolda ise biraz yayılacaksın. İki sene sonra yaptığın kaldırım, yol yeniden çöksün, ihale sana kalsın diye yayılacaksın sevgili kardeşim.

Belediye otobüsünün ezdiği arkadaşının, dağda vurulan yeğeninin, askerdeki ağabeyinin cenazesini önüne getirdiklerinde “C100 beton” gibi olacaksın. Ağlamayacaksın, vatan sağ olsun, fıtratında varmış diyeceksin. Cenazeni vermezlerse ses çıkarmayacaksın. Büyüklerimize, saraydakilere, beton sultanlara laf etmeyeceksin. Öyle, beton gibi susacaksın. Göz kapakların, dudakların birbirine yapışacak.

Ha, sandığı görünce “hazır beton” olacaksın. Her şeyden önce, sana söylenen yere oy vereceksin kardeşim. Sağı solu dinlemeyeceksin. Öğrenmeyeceksin, araştırmayacaksın, okumayacaksın. Takım tutar gibi oy vereceksin ki, seni de aynı betondan sansınlar. Beton kafalı olacaksın ki, seni din imanla, vatan milletle 100 bin kere de uyutsalar, hiç uyanmayacaksın. Bu ülkede en makbulü bu kardeşim. Beton kafa olacaksın yaşayacaksın. “Pat pat pat” kardeşim, “pat pat pat.”

Türkiye yılın fosili ödülüne aday

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Ekim 2015

Yıl sonunda Paris’te çok önemli bir iklim konferansı var. Kyoto’nun yerini alacak anlaşmanın şartları belirlenecek, imzalar atılacak. Birleşmiş Milletler bu defa işi daha sıkı tutuyor. Bütün ülkelerden Paris’e gitmeden önce iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarını ne kadar azaltacaklarını ve bunu nasıl yapacaklarını açıklamalarını istiyor. Türkiye de iki gün önce hedefini açıkladı. Tarihinde ilk kez, iklim değişikliğini durdurmak için ne yapacağını söyledi; aslında ne yapmayacağını. “İşleri oluruna bırakırsak, 2030’a kadar 1175 milyon ton seragazı emisyonu (karbondioksit eşdeğeri) üretiyoruz ama merak etmeyin o kadar üretmeyeceğiz 929 milyon tonda sınırlayacağız” dedi. Yani, ‘arttıracağız ama daha az arttıracağız’. Bu neden iklim hedefi sayılmaz, madde madde anlatalım.

Yatağan Termik Santrali-Foto: O. Gurbuz
Türkiye 1990 yılından bu yana seragazı emisyonlarını yüzde 110 arttırdı. Ek-1 denilen gelişmiş ülkeler içinde bu Türkiye’yi listenin en başına koyuyor. Türkiye birçok ülkeye göre ekonomik büyümesine sonra başladığı için bu artış oranı biraz anlaşılabilir. Ancak bundan sonraki yıllarda da neredeyse aynı hızla arttıracağım demek kabul edilebilir bir şey değil. Önerilen plana göre, Türkiye iklim değişikliğini ‘durdurmak’ için 1990-2030 arasında emisyonlarını yüzde 426 oranında arttırmayı öneriyor. Bir süre daha arttıracağım ama daha sonra düşecek bile demiyor!

Ülkelerin sorumlulukları ve hedefleri belirlenirken sadece toplam emisyon rakamına bakılmıyor. Daha adil bir hesaplama için kişi başına düşen emisyon miktarına da bakılıyor. Dünyada en çok seragazını Çin üretiyor ama Katar’da kişi başına düşen emisyon miktarı Çin’den çok daha fazla. Türkiye’de kişi başına düşen yıllık seragazı emisyonu miktarı 2013 sonunda 6 tonu buldu. Yani, her birimiz uçağa binerek, kömürlü santrallerden elektrik satın alarak, petrol yakarak yılda 6 ton seragazı ürettik (kimimiz az kimimiz fazla). Türkiye’nin açıkladığı 2030 hedefi bu rakamı azaltmıyor. 2030’da Türkiye nüfusu tahmin edildiği gibi 86 milyon olursa, kişi başına düşen seragazı emisyonu 11 tona yaklaşacak. Bugünkü AB ortalamasının bile üstüne çıkacak. Açıklanan hedef sadece gelişmiş ülkelerin değil gelişen ülkelerin taahhütlerinin de gerisinde. Meksika’yı ele alalım. Ekonomisi bize benziyor, kişi başına düşen milli gelir hemen hemen aynı. Meksika’da kişi başına düşen emisyon miktarı ise yılda 5,9 ton. Meksika 2030 için şartsız öne sürdüğü hedefe ulaşırsa bu rakamı bizim gibi artmayacak aksine yaklaşık 5,6 tona düşürecek.  

Türkiye’nin seragazı emisyonlarını arttırma hedefine ulaşması için yapmayı taahhüt ettiği işler de ilginç. Ülkedeki tüm hidroelektrik potansiyelini kullanmak gibi bilimsellikten, çevresel kaygılardan uzak bir hedef var. Liste, 2030’a kadar nükleer santral kurmak, eldeki santralleri rehabilite etmek, enerji verimliliğini yükseltmek gibi bildik sloganlarla devam ediyor. Rakamsal veri ve yaptırım yok. Tüm bu maddelerin içinde sadece güneş ve rüzgar enerjisi için kurulu gücü 2030’a kadar sırasıyla 10 ve 16 gigawata çıkarmak gibi sayısal, ölçülebilir hedefler var.

Bir de elektrikte kayıp-kaçak oranını yüzde 15’e düşürme hedefi konmuş. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim çünkü 2014 yılı Bütçe Sunumu’nda eski Enerji Bakanı Taner Yıldız, kayıp-kaçak oranının ülke genelinde yüzde 15’e düşürüldüğünü zaten açıklamıştı (sayfa 24). Hedefi tutturmuşuz bile! Demek ki önümüzdeki 15 yıl yerimizde saymak için bir plan yapmışız. Gelişmiş ülkelerde bu oranın yüzde 3 ila 7 arasında değiştiğini ve yüzde 10’luk kaybın neredeyse Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin üreteceği elektriğe eşit olduğunu hatırlatalım. Görüldüğü gibi iklim hedefine yazılan rakamlar bile şaibeli.

Asıl komedi, bu göstermelik bile diyemeyeceğim hedefe ulaşmak için Yeşil İklim Fonu gibi mekanizmalardan yararlanarak finansal yardım talebinde bulunulması. Türkiye bu talebini 2011 yılında Güney Afrika’daki iklim konferansında da dile getirmiş, sivil toplum örgütleri Türkiye’ye günün fosili ödülünü vermişti. Paris’te bu hedefle masaya oturulursa yılın fosili ödülünü alıp eve dönebiliriz.

Türkiye’de emisyon testinin sahibi yok!

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Ekim 2015

Tüm dünyayı sarsan Volkswagen çevre skandalının Türkiye ayağındaki gelişmeler, ABD’de skandala yol açan emisyon ölçümlerini Türkiye’de yapan bir kurum olmadığını gösteriyor. Çevre Bakanlığı ve egzoz emisyonu yapan kuruluşların yaptığı açıklamalar ve gümrükteki uzmanlardan aldığımız bilgiler, Türkiye’ye getirilen ithal araçların üretici şirketlerin beyanlarındaki emisyon rakamlarıyla ülkeye kabul edildiğine ve ayrı bir ölçüm yapılmadığına işaret ediyor. İthal edilen araç AB kurallarına uygunsa, bu uygunluğu gösteren belgeleri Türk Standartlar Enstitüsü’ne göndermeniz yetiyor.  

BirGün’de gündeme getirdiğimiz sorulara verilen yanıtlar, başta azotoksit olmak üzere skandala neden olan söz konusu gazların ölçümünden kimsenin sorumlu olmadığını gösteriyor. Volkswagen grubunun Türkiye temsilcisi Doğuş Otomotiv yaptığı açıklamada emisyon ölçümünden bahsetmiyor. Grup, Türkiye’de bu skandaldan etkilenen araçların detaylarını Volkswagen’in merkezinden gelen bilgilere göre açıklayacağını belirtiyor. Şu ana kadar Almanya’dan gelen açıklamalar da, 5 milyonu Volkswagen olmak üzere toplamda 11 milyon aracın emisyon ölçümlerini yanıltan yazılıma sahip olduğuna işaret ediyor. Doğuş Otomotiv Türkiye’ye getirdiği araçların emisyon ölçümünü yapmıyor, Volkswagen ve ithal ettiği diğer araçların verilerini kullanıyor.

Türkiye’de 2 milyon 700 bin aracın egzoz emisyonunu ölçtüğünü belirten TüvTürk ise Volkswagen skandalına konu olan emisyonların ölçülmesinden kendilerinin sorumlu olmadığını belirtiyor. Yaptıkları egzoz emisyon testinin bu olayla bir bağlantısı olmadığını söyleyen kurum yetkilileri, BirGün’e yaptığı açıklamada, “Her ülke, kendi araç parkına, ülkede satılan yakıt cinsine göre farklı ve tavan sınırlar belirler. Tüm araçlar bu tavan sınırlarla test edilir. Ülkemizde de tavan değerler T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından satılan akaryakıtın niteliğine ve yaş ortalaması 13 olan toplam 19 milyon adetlik araç parkı göz önüne alınarak insan sağlığına zararlı olmayacak değerler göz önüne alınarak belirlenmektedir” diyor.

Gözler ister istemez konuyla ilgili bakanlıklardan Çevre ve Orman Bakanlığı’na yöneliyor. Çevre Bakanlığı’ndan ismini vermeyen bir yetkili Reuters’e yaptığı açıklamada, “Volkswagen olayı yeni bir süreçtir. Egzoz ölçümleri bizde genelde araç muayene istasyonlarında yapılıyor” diyor. Bakanlık yetkilisi, “Amerika'da seyir halinde ve rölantide emisyon ölçümü yapılmış ve bu ölçümler arasında kırk kat fazla değer ortaya çıkmış. Eğer hareket halindeki değerlerle sabit değerler arasında böyle farklılıklar varsa biz dahil bütün ülkeler egzoz ölçümünde yeni konsepte geçmek zorundayız” diye de ekliyor. Bu da gümrükten gelen haberleri doğruluyor. Konuştuğumuz uzmanlar, ithal araçların beyana dayalı bir sistemle ülkeye sokulduğunu, AB standartlarına uygunluğun yeterli olduğunu belirtiyor. Çevre Bakanlığı da periyodik egzoz ölçümlerinden farklı bir ölçüm yapıldığına dair bir açıklama yapmıyor. Tüm bu açıklamalar, hava kirliliğine yol açan ve akciğer kanseri gibi birçok hastalığa yol açan azot oksit emisyonlarının ölçümünün tamamen otomobil firmalarının eline bırakıldığını gösteriyor.   

Tüm bu tartışmalar, Türkiye’de egzoz ölçümlerinin ne kadar güvenli yapılıp yapılmadığını da gündeme getirdi. Araç muayenesi konusunda tek yetkili TüvTürk yaptığı açıklamada, egzoz emisyonlarının yüzde 35’ini kendilerini kalan yüzde 65’inin ise TSE 12047’ye sahip otomotiv servisleri tarafından yapıldığını açıklamıştı. Bunların içinde otomotiv bayileri de var. Tüm bu yetkili servisler otomotiv sektörüyle yakından ilgili ve zincirin bir parçası. Volkswagen skandalından sonra sektör oyuncularının bir parçası olduğu bu denetim sistemi de tartışılmaya başlandı. İşin ilginç tarafı, bağımsız ve hatta işi çevreyi, toplum sağlığını korumak olan kuruluşların denetim ayağında daha aktif rol almak için ortaya çıkmamaları. Türkiye’de üniversiteler ve meslek odaları neden sessiz, yeterli teknik kapasiteye mi sahip değiller; anlamak zor.

Akkuyu yenilenebilir enerjinin önünü tıkıyor

Avrupa Rüzgar Gücü 2014-EWEA
Bugün gazetelerde Akkuyu'da rötar haberleri var. Söz konusu rötar 1-2 yıl değil. Projenin yeniden gündeme gelmesi Mart 2004. Eski Enerji Bakanı Hilmi Güler İstanbul'da enerji forumunda açıklamıştı.

Nükleere harcanan kaynaklar yenilenebilir enerji kaynaklarına ve enerji verimliliğine harcansa Türkiye'de şirketlerin değil halkın üretici olduğu bir enerji sistemi kurulabilirdi. Enerji kooperatifleri, küçük ölçekli üretim sistemleri elektrik üretiminde pay sahibi olabilirdi. Hepsini geçtim, elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payı daha yüksek seviyelerde olabilirdi. Bir örnek vereceğim. 2004'te İspanya'da rüzgar kurulu gücü 8000 megavattı (MW). 2014 sonunda 23 bine çıktı. Avrupa'da 2. oldular. Nükleer konuşan Türkiye'de ise 2014 sonunda rüzgar kurulu gücü 3 bin 700 MW'de kaldı. Üstelik Türkiye'nin rüzgar enerjisi potansiyeli İspanya'dan daha fazla. 

Kim konuşuyor, kim çalışıyor siz karar verin.