Seller, şiddetli yağışlar ve sıcak hava dalgalarıyla boğuşan Türkiye
iklim krizinin neresinde? İklim krizini tetikleyen termik santraller
hava kirliliği konusunda da kentlerimizi zorluyor. İklim değişikliğini
durdurabilir miyiz? Ne yapmalıyız?
24 Ağustos Perşembe günü saat 10.00'da Cezayir Toplantı Salonu'nda bu
soruların yanıt bulacağı, iklim değişikliği ile nedenleri ve çözüm
arayışlarının da masaya yatırılacağı bir panel düzenleniyor. Konuşmacılardan biri de benim. Panel herkese açık ve ücretsiz, beklerim.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
termik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
termik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Zeytin ve ötesi
Özgür Gürbüz-BirGün/12 Haziran 2017
Geçen hafta Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne kısaca “Üretim
Reform Paketi” denilen bir kanun tasarısı getirildi. 76 maddelik tasarı
yasalaşsaydı ülkede beton üretimi artacak ancak hayatta kalmamızı sağlayan
neredeyse her şeyin üretimi azalacaktı. Halk tepki gösterdi, telefonla, eposta
ve faksla milletvekillerine özellikle de hükümet temsilcilerine tepkilerini
dile getirdi. Sosyal medyada hemen hemen her gün zeytinlikler konuşuldu. Biraz
cesareti ve vicdanı olan zeytin üreticisi de Ankara’nın yolunu tuttu. Tasarı
baskılar sonucunda Meclis Genel Kurulu’ndan geri çekildi ama tehlike geçmedi. Tasarı
ilgili komisyonda tekrar görüşülecek. Bu hafta yeniden Meclis Genel Kurulu’na
gelebilir.
Tasarıda öyle
maddeler var ki, yıllardır korunmaya çalışılan zeytinlikler, meralar ve kıyılar
bir çırpıda yapılaşmaya, sanayiye açılabilir.
Zeytinciliğin Islahı
Kanunu’ndaki 20. madde zeytinlik alanların 3 km yakınına zeytinyağı fabrikası
dışında kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis kurulmasını
yasaklıyor. Yapılmak istenen değişiklikle, kamu yararı kararı alarak, bu
alanlara istenilen sanayi tesisinin yapılmasının önü açılıyor. Kestiğin zeytin
ağacının iki katını başka yere dik ya da ağaç başına 200 TL öde yeter. Yeni
Türkiye’de bunun adı ‘üretim reformu’
oluyor.
Et ithal eden
Türkiye’de, elde avuçta kalan meraları korumaya çalışan Mera Kanunu’nun 14.
maddesi de değiştirilmek isteniyor. Değiştirirlerse, istedikleri meraları jet
hızıyla organize sanayi, endüstri ve teknoloji geliştirme bölgesi ilan
edebilecek ve sanayi tesisi kurabilecekler. Verdikleri zararın karşısında ‘ot
bedeli’ bile ödemeyecekler. Yeni Türkiye’de buna da ‘üretim reformu’ diyorlar.
Meralar ve
zeytinlikler yetmedi mi? Tasarıda ona da çözüm düşünülmüş. İstedikleri yerde
denizi doldurup üstüne tesis yapabilecek, kıyıları da çimentodan, termik
santrala istedikleri sanayi tesisiyle donatabilecekler. Muhalefet bas bas “böyle
iş olmaz” diye bağırıyor onlara sözüm yok ama merak ediyorum. Şu iktidar
partisinin içinde, “Koskoca ülkede sanayi tesisi kuracak alan mı kalmadı? Neden
ülkenin üretimine, tarımına ve turizmine hizmet eden bu alanları talan edecek
böyle bir tasarıda ısrar ediyoruz” diye soracak bir yürekli milletvekili dahi
yok mu? Vallahi, böylesi eski Türkiye’de
hiç olmadı.
İşin insanı
çıldırtacak bir başka tarafı da tasarının görüşüldüğü komisyonlar. Meclis’e çıktığı
komisyon Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu,
tali komisyonlar ise Milli Eğitim ile Plan ve Bütçe. Tarım, Orman ve Köyişleri
Komisyonu’na, Çevre Komisyonu’na neden uğramıyor bu tasarı? Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı’nın kendisi nerede? Neden ortaya çıkıp zeytinlikleri,
meraları savunmuyor? Zeytinliklere,
meralara, kıyılara sanayi ve enerji bakanlıkları mı bakıyor bu ülkede?
Dünyada
neredeyse sadece Akdeniz’de yetişen, sağlıklı sofraların temel taşı zeytinden
bahsediyoruz. Üç tarafı denizle çevrili, Avrupa’da turizmin göz bebeği
olabilecek Türkiye’nin güzel kıyılarından bahsediyoruz. Anadolu’nun farklı
jeolojik ve iklimsel özelikleri nedeniyle zengin bir biyoçeşitliliğe, tarımda
kendi kendine yetebilme kapasitesine sahip bir ülkeden bahsediyoruz. Tüm
bunların üretim zenginliği ve önemli bir ekonomik avantaj olduğunun farkında
değil misiniz? Dünyada gıda güvenliğine, temiz sulara, bu değişikliklerle önünü
açmayı düşündüğünüz madenlerden daha fazla önem verildiğini artık görün. Altın
takmasanız da olur ama zeytin, peynir, süt, sebze ve meyve olmadan nasıl
yaşayacaksınız? Kömür yiyip, madenlerden gelen atık suyu içen insan yaptılar da
benim mi haberim yok?
Çimentoyu
herkes üretebilir, Artvin’in, Rize’nin yeşilini, Akdeniz’in mavisini, Ege’nin
zeytinliklerini başka bir ülke yapabilir mi? Yapamaz. O halde bu hafta
vekillerinizi, özellikle de iktidar partisinin üyelerini arayın, eposta atın,
faks çekin, sosyal medyadan yazın. Komisyona geri çekilen tasarı tamamen geri
çekilsin. Ya da içinden zeytinlikleri, kıyıları ve meraları yok eden maddeler
çıkarılsın. Bizden sonra bu ülkede yaşayacaklara bir şey kalsın.
Yatırımlar Türkiye’nin çevre sorunlarını çözmüyor
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın raporu, bugüne kadar söylediklerimizi
haklı çıkarıyor. Rapora göre, 31 il su kirliliğiyle savaşıyor,
Çanakkale’nin havasını termik santrallar kirletiyor
Özgür Gürbüz-BirGün/8 Mayıs 2017
Özgür Gürbüz-BirGün/8 Mayıs 2017
Büyütmek için tıklayınız |
31 ilin suyu kirli
Bakanlığın raporuna göre Türkiye’de su kirliliğinin öncelikli sorun olduğu il sayısı 31. Bir başka deyişle tüm illerin yüzde 38’inde su kirliliği sorunu var. Bu sorunu hava kirliliği izliyor. Türkiye’nin 26 ilinde hava kirliliği en büyük çevre sorunu. 21 ilde ise atıklar en büyük sorun. Gürültü kirliliğini en önemli problem kabul eden il sayısı iki; Eskişehir ve Adana. Sivas ise en önemli çevre sorununun erozyon olduğunu söyleyen tek il. Bu sonuçlar hem bakanlığın hem de ilgili kurumların anketlere verdiği yanıtlardan elde edilmiş. Sokaktaki insanın algısı değil, bizzat konularla uğraşan kişilerin görüşleri.
Bakanlığın raporuna göre Türkiye’de su kirliliğinin öncelikli sorun olduğu il sayısı 31. Bir başka deyişle tüm illerin yüzde 38’inde su kirliliği sorunu var. Bu sorunu hava kirliliği izliyor. Türkiye’nin 26 ilinde hava kirliliği en büyük çevre sorunu. 21 ilde ise atıklar en büyük sorun. Gürültü kirliliğini en önemli problem kabul eden il sayısı iki; Eskişehir ve Adana. Sivas ise en önemli çevre sorununun erozyon olduğunu söyleyen tek il. Bu sonuçlar hem bakanlığın hem de ilgili kurumların anketlere verdiği yanıtlardan elde edilmiş. Sokaktaki insanın algısı değil, bizzat konularla uğraşan kişilerin görüşleri.
Raporda önemli
saptamalar var. “Su kirliliğinin birinci öncelikli sorun olduğu illerin
Meriç-Ergene, Marmara, Susurluk, Gediz, Batı Akdeniz, Kızılırmak, Çoruh, Van
Gölü ve Asi havzalarında yoğunlaştığı söylenebilir” diyor. Anlamı şu,
endüstriyel ve tarımsal üretim yaptığımız neredeyse her noktada suyu
kirletiyoruz. Temiz üretime geçememişiz. Gördüğünüz ve “yatırım” diyerek
sevindiğiniz fabrikalar, tarım arazileri doğayı ve dolayısıyla sizleri
zehirliyor. Bizi kıskanıyor diye palavralar attığımız Avrupa ülkelerinde
suların neredeyse her damlası arıtılıp doğaya geri verilirken biz yatırım adı
altında suyumuzu kirletmekle meşgulüz.
‘Projeler’ varsa temiz deniz yok
Sadece su mu, denizlerimiz de bu durumda. Yüzme sularının ‘çok iyi’ olduğu tek deniz Akdeniz, o da Antalya ili verilerine göre. Marmara Denizi’nde ‘çok iyi’ sınıfına giren yüzme suyu hiç yok. Burası iktidarın yatırımlarıyla övündüğü, oy toplamak için gösterdiği projelerin toplandığı il değil mi? Demek ki hayra yorulan ‘yatırım’ kelimesinin içi ‘şer’miş. Yatırım, icraat veya proje diye bize yutturulanlar denizlerimizi kirleten ama muhtemelen birilerini zengin eden faaliyetlerden başka bir şey değilmiş. Türkiye’nin en çok yatırım yapılan, ‘en gelişmiş’ ilerinde temiz deniz olmamasını hangi büyüme kıstasıyla açıklayabilirsiniz?
Sadece su mu, denizlerimiz de bu durumda. Yüzme sularının ‘çok iyi’ olduğu tek deniz Akdeniz, o da Antalya ili verilerine göre. Marmara Denizi’nde ‘çok iyi’ sınıfına giren yüzme suyu hiç yok. Burası iktidarın yatırımlarıyla övündüğü, oy toplamak için gösterdiği projelerin toplandığı il değil mi? Demek ki hayra yorulan ‘yatırım’ kelimesinin içi ‘şer’miş. Yatırım, icraat veya proje diye bize yutturulanlar denizlerimizi kirleten ama muhtemelen birilerini zengin eden faaliyetlerden başka bir şey değilmiş. Türkiye’nin en çok yatırım yapılan, ‘en gelişmiş’ ilerinde temiz deniz olmamasını hangi büyüme kıstasıyla açıklayabilirsiniz?
Rapora göre santrallar havayı kirletiyor
Seçim öncesi törenle açtığınız işletmelerin suyumuzu, toprağımızı ve havamızı kirlettiğini ben söylemiyorum. Çevre Bakanlığı raporu aynen şöyle diyor: “Hava kirliliğinin birincil kaynağının imalat sanayi olduğu illerin, Marmara Bölgesi’nde yoğunlaşması (İstanbul, Kocaeli, Bilecik, Bursa) dikkat çekicidir”. Raporun Çanakkale’de hava kirliliğinin öncelikli nedeninin termik santrallar olduğunu belirtmesi de oldukça ilginç. Bunu rapora yazıp, Çanakkale’ye 10’dan fazla termik santral yapılmasına izin vermenin nasıl bir mantığı olabilir? Laf olsun diye mi hazırlıyorsunuz bu raporları? Yoksa Çevre Bakanlığı’nın sözü Enerji Bakanlığı’na geçmiyor mu?
Seçim öncesi törenle açtığınız işletmelerin suyumuzu, toprağımızı ve havamızı kirlettiğini ben söylemiyorum. Çevre Bakanlığı raporu aynen şöyle diyor: “Hava kirliliğinin birincil kaynağının imalat sanayi olduğu illerin, Marmara Bölgesi’nde yoğunlaşması (İstanbul, Kocaeli, Bilecik, Bursa) dikkat çekicidir”. Raporun Çanakkale’de hava kirliliğinin öncelikli nedeninin termik santrallar olduğunu belirtmesi de oldukça ilginç. Bunu rapora yazıp, Çanakkale’ye 10’dan fazla termik santral yapılmasına izin vermenin nasıl bir mantığı olabilir? Laf olsun diye mi hazırlıyorsunuz bu raporları? Yoksa Çevre Bakanlığı’nın sözü Enerji Bakanlığı’na geçmiyor mu?
Atık sorunu gitgide büyüyor
Atıkların en önemli sorun olduğu illere bakalım. İzmir, Sakarya ve Uşak’ta sanayi atıkları; Afyonkarahisar, Burdur ve Bilecik’te mermer ocaklarının atıkları, Bolu’da kanatlı hayvan atıkları… Liste böyle uzayıp gidiyor. Adına yatırım, kalkınma dediğimiz işletmelerin doğayı nasıl kıskaca aldığını görebiliyor musunuz?
Atıkların en önemli sorun olduğu illere bakalım. İzmir, Sakarya ve Uşak’ta sanayi atıkları; Afyonkarahisar, Burdur ve Bilecik’te mermer ocaklarının atıkları, Bolu’da kanatlı hayvan atıkları… Liste böyle uzayıp gidiyor. Adına yatırım, kalkınma dediğimiz işletmelerin doğayı nasıl kıskaca aldığını görebiliyor musunuz?
Kömür ve mermer değil toprak, hava ve su lazım
Görülen o ki, Türkiye sanayi ve endüstrinin insan ihtiyaçlarına yanıt vermek için var olduğunu anlayamamış. Dünyada da benzer üretimler yapılıyor ama gelişmiş dediğimiz ülkelerde bu faaliyetlerin çevreye zararları en aza indirilmeye çalışılıyor. Denetimler, yasalar gevşetilmiyor. Çok iyi biliyorlar ki, insanın yaşamak için mermere, kömüre ya da paraya değil öncelikle temiz hava, su ve toprağa ihtiyacı var. Termik santral hava kirliliğine yol açar deyip o bölgedeki termik santralların sayısını ikiye, üçe katlamak bizim çevre meselesini hiç anlamadığımızı gösteriyor. Türkiye’de bacası tüten bir fabrika, yatırım diye pazarlanan yeni bir işletme, törenle açılan bir tesis gördüğünüzde hemen sevinmeyin. İki kere düşünün, belki de sağlığınızın elden gidişine, çocuklarınızın ölümüne alkış tutuyor olabilirsiniz. Halbuki bambaşka bir ekonomi, bambaşka bir gelişme mümkün.
Görülen o ki, Türkiye sanayi ve endüstrinin insan ihtiyaçlarına yanıt vermek için var olduğunu anlayamamış. Dünyada da benzer üretimler yapılıyor ama gelişmiş dediğimiz ülkelerde bu faaliyetlerin çevreye zararları en aza indirilmeye çalışılıyor. Denetimler, yasalar gevşetilmiyor. Çok iyi biliyorlar ki, insanın yaşamak için mermere, kömüre ya da paraya değil öncelikle temiz hava, su ve toprağa ihtiyacı var. Termik santral hava kirliliğine yol açar deyip o bölgedeki termik santralların sayısını ikiye, üçe katlamak bizim çevre meselesini hiç anlamadığımızı gösteriyor. Türkiye’de bacası tüten bir fabrika, yatırım diye pazarlanan yeni bir işletme, törenle açılan bir tesis gördüğünüzde hemen sevinmeyin. İki kere düşünün, belki de sağlığınızın elden gidişine, çocuklarınızın ölümüne alkış tutuyor olabilirsiniz. Halbuki bambaşka bir ekonomi, bambaşka bir gelişme mümkün.
Ormanı trenle gezer kuş cennetinde kömür yakarız
Özgür Gürbüz-BirGün/3 Şubat 2017
Dünyadaki herhangi bir ülkede çocuklardan hayallerindeki en güzel ormanın resmini çizmesini istesek herhalde çoğu içinden dere geçen, çeşitli hayvanların dolaştığı, çiçekler içinde bir orman çizer. Bizim memlekette ne olur sizce? Orman çizmesini istediğimiz çocuklarımız içinden otoyol, köprü ya da tren geçen bir orman çizse şaşırır mısınız? Ya da ormanın kenarına bir toplu konut kondursa, otoyol kenarına birkaç fidan dikerek “işte orman” dese çok mu sürpriz olur. Çocuklar anlatılanı ve gördüğünü öğrenir. Türkiye’de yeşil diye anlatılan da bu, gösterilen de. Alışveriş merkezlerinin yapay çiçeklerini de unutmayalım.
İstanbul’un Avrupa
yakasında oturanların çocuklarına gösterebilecekleri bir orman var; o da
Belgrad. İçinde sincapların, domuzların, tilkilerin olduğu tek yer. Ormanın
kuzeyine 3. Köprü ile büyük bir darbe vuruldu. Şimdi de turistik tren hattı
projesiyle ormanın bütünlüğüne bir darbe daha indirilmek isteniyor. Haliç’ten
Kemerburgaz’a kadar uzanan 6,5 kilometrelik bir hattan bahsediyoruz. Orman
görmek isteyenler trene binecek, camdan ormana bakacak. Biraz meraklıysa
inecek, sonra yeniden trene binip ormana baka baka kente dönecek. Ormanda inek
falan kalmadığı için espriler de değişecek. İnekler trene değil, trendeki
insanlar ormana bakacak. Garfield misali…
Derdin insanları
ormana ulaştırmaksa sorun yok. Belgrad Ormanı’nın yolu var, olmasa daha iyi ama
araçlara giriş izni bile var. İsteyene otobüs var. Az mı geliyor, arttır.
Sarıyer’e metroyla gelenlere duraklardan özel seferler koy, ormanın kapısında
indir. İnsan ormana zaten yürümek, koşmak, temiz hava almak için gidiyor. Trene
binmek için ormana gidilir mi? Fikir o kadar garip ki, bu projenin ardından ne
çıkacak diye düşünmeden edemiyorsunuz. Tren hattına villalar mı kondurulacak,
restoranlar mı açılacak yoksa tren hattıyla parçalanan Belgrad, parça parça
orman vasfından uzaklaştırılarak imara mı açılacak? Olmamış iş değil, 3.
Havalimanı, Ağaoğlu’nun Ayazağa gökdelenleri, Volkswagen Arena, Telekom Arena
ve daha niceleri İstanbul halkının müşterek alanı Belgrad’dan koparılan orman
arazisi üzerine yapıldı. Aynı Atatürk Orman Çiftliği’nin talanı gibi burası da
talan edildi ve edilmeye de devam ediliyor. Kuzey Ormanları Savunması basın
açıklamalarıyla olayı kamuoyuna taşıdı. İmza kampanyasında şimdiden 30 binden
fazla imza var. Belki de eksik olan tek şey sizin sesiniz.
Kuş cennetine termik santral
Foto: Yusuf Aslan/Magma |
İstanbul ormandan
tren geçirir de Ankara boş durur mu? Durmaz. Onlar da Türkiye’nin sayılı kuş
cennetlerinden Nallıhan’a termik santral kondurma derdinde. Bölgede zaten
kömürle çalışan Ciner Holding’e bağlı 620 MW gücünde (Yatağan büyüklüğünde) bir
termik santral var. Şimdi ondan daha büyük (720 MW) bir başka kömür santrali
kurulmak isteniyor. Kömürü çıkarıp, termik santral kurmaya hevesli firmalar da
belli. Limak Holding, IC İçtaş, Fina Enerji ve Kolin-Kalyon ortaklığı. Kömüre
verilen teşvikler ve çevrenin hiçe sayılması yüzünden Türkiye’de kömür santrali
kurmak çok kolay. İşin bir başka trajik tarafı da dünyada kömürden çıkışın çok
net görüldüğü günlerde bu işin yapılması. Daha birkaç gün önce açıklanan BP’nin
Dünya Enerji Görünümü raporunda, birincil enerji kaynakları içinde kömürün
payının 20 yıl içinde yüzde 30’lardan yüzde 20’lere düşeceği belirtildi. Kömür
zengini Çin bile aynı rotayı izlerken, güneş ülkesi Türkiye’nin kömür ısrarı
birkaç şirketten başka kimseye yaramıyor. Evinizin çatısına güneş paneli koyup,
ürettiğiniz fazla elektriği şebekeye satmak isteseniz 40 dereden su getirirler,
kuş cennetinin yanına ikinci kömür santrali kurmak isteyenlere soru soran bile
yok.
Nallıhan
Kuş Cenneti’nde 200’den fazla kuş türü bulunuyor. Burası yaz aylarında alanı kullanan kuşlar için
çok önemli bir üreme bölgesi. Bölge yakınlarında üreyen küçük akbaba
Uluslararası Doğa Koruma Birliği’nin (IUCN) Kırmızı Listesi’nde yer alan
tehlike altındaki bir tür. Ne gariptir ki ÇED raporunda bu türün adı bile
geçmiyor. Türkiye’de sayıları azalma eğilimindeki ak kuyruklu kartalların da
ürediği bir yer. Sadece onlar mı, balıkçıl ve karabatak kolonileri de yine
burada ürüyor. Nallıhan’da temiz su, yiyecek bulabiliyorlar. Suyun kalitesi
bozulursa, söğüt ağaçları kurursa buradaki kuşların geleceği tehlikeye girecek.
İki termik santralden çıkan küller bu cenneti cehenneme çevirebilir. Üstelik
burası 1994 yılında Orman Bakanlığı’na bağlı Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel
Müdürlüğü tarafından koruma altına alınmış. Onlar itiraz etmiyor bari siz edin.
4 Şubat 2017 saat 17.00’ye kadar itiraz dilekçesi göndermek mümkün. 350ankara.org
adresinden dilekçe örneğine ve bu dilekçeleri internet üzerinden nasıl
göndereceğinize dair bilgilere ulaşabilirsiniz.
Yaz saati değil siesta
Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ekim 2016
İktidar
partisi Türkiye’nin ilginçliklerine ilginçlik katmaya bayılıyor. Bildiğiniz
gibi 30 Ekim’den itibaren kış saatine geçmek yerine yaz saatinde ısrar etme
kararı aldılar. Her tarafa ‘egemenlik
milletindir’ yazıp seçilmiş belediye başkanlarını içeri atan bir ülkede bu
da ‘normal’ ama biz yine de tartışalım.
Kuyuya atılan taş misali...
30 Ekim’de
saatleri bir saat geri almayacağız. Halbuki, kışa girdiğimiz için, saatleri bir
saat geri almak, geç doğan güneşi yakalamak için bize fırsat veriyordu. Şimdi
ise daha karanlıkta kalkacağız. Özellikle büyük kentlerde yaşayan ve işine,
okuluna gitmek için 2-3 saat yol yapanlar, zifiri karanlıkta yola çıkmak
zorunda kalacak. Enerji Bakanlığı’nın argümanı enerji tasarrufu. Bakan Berat
Albayrak, “Uygulama ile ciddi tasarruf
sağlayacağız. Mesai ve eğitim saatlerinde karanlık süre azalacak, geçiş
dönemindeki olumsuzluklar yaşanmayacak” diyor. O kadar ciddi bir tasarruf
miktarı ki, ortada rakam falan yok. Başbakan da tasarruftan çok saatleri
ileri-geri alma hadisesine vurgu yapıyor: “Kafa
karışıklığı olmayacak. İleri, geri aldın mı, geç mi kaldın, ‘efendim saatler
değişti, gelemedim’... Yok öyle artık. Sen değişeceksin, saatler değişmeyecek”.
Burada anahtar kelime değişim. ‘Koyun’
kesmedi ‘zombi’ olalım istiyorlar.
Daha
karanlıkta kalmak, birçok evde ışıkların daha önce yakılmaya başlaması anlamına
gelecek. İşyerleri için de durum aynı. İnsanın bünyesinin güneşin doğuşu ve
batışına odaklı olmasını, bu nedenle de verim kaybı yaşanacağını bir kenara
bırakalım. Karanlıkta kalkarak ve
çalışarak nasıl enerji tasarrufu yapacağız? Eve döndüğümüzde karanlık
olmayacak olsa oradan tasarruf yapılır ama Türkiye’nin en çok elektrik tüketen
illeri Batı’da. Örneğin İstanbul’da güneşin batışı 18.00 sularında olacak. Kim,
mesaisini bitirip, daha önce eve gidebilir ki? 18.00’den sonra da evlerde yine
ışıklar yanacak. İş sadece elektrik de değil. Kışın havanın en soğuk olduğu
zaman gecenin geç saatleriyle, güneşin doğuşu arasındaki 6-8 saatlik dilim.
Güneşin doğmasıyla hava da ısınmaya başlıyor. Erken kalktıkça evleri,
işyerlerini ısıtmak için daha fazla enerji harcayacağız. Sanırım bu hesabı
yapanlar işin sadece elektrik yönüne bakıp, ısı tarafını unuttular. Amaç Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak gibi
bir siyasi nedense, yapılan tam da bu ama Avrupa’yla iş yapanları çok
etkileyecek; ekonomik açıdan mantıklı değil.
Börtü-böcek
yazarınızın kafası bu tasarruf hesabına basmamış olabilir. Ancak işin uzmanı, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) da
aynı soruları soruyor. Elektrik talebinin azalması nedeniyle üretici ve
dağıtıcıların elektrik satış ve dağıtımından elde ettiği kâr azaldı. Yaz
saatine devam kararıyla Türkiye‘nin elektrik tüketimini artırmaya yönelik
manipülatif bir hamle yapılıyor olabilir diyor. Niyet, dağıtım ihalelerine,
santral özelleştirmelerine hesap kitap yapmadan tonlarca para akıtan firmaların
zararını bizden çıkarmak mı acaba? Neden olmasın, son birkaç yıldır enerji
piyasasında yapılan tüm değişikliklerin ardında bu niyetin olduğunu bilmiyor
muyuz?
Tasarruf mu,
tüketim mi? Nasıl anlarız? Basit. Kasım ayından sonraki elektrik
faturalarınızı, önceki aylarla karşılaştırın. Bakalım, oy verdiğiniz ya da
vermediğiniz hükümet, yaz saatine devam kararıyla sizin daha çok tüketmenize mi
yoksa tasarruf etmenize mi neden olmuş.
Saatlerimizin
akrep ve yelkovanını rahat bırakıp, gerçekten işe yarayabilecek bir öneri
sunalım. Türkiye’nin elektrik tüketiminin temmuz ve ağustos gibi yaz aylarında
zirve yaptığını biliyoruz. Bunun en büyük nedeni de klimalar. Mevcut iktidara
oy vermiş bazı arkadaşlar bunun kalkınmayla falan ilgisi olduğunu sanabilir ama
ne yazık ki doğru değil. Türkiye üreten değil, tüketen bir ülke. Klima
gerçeğinden hareketle, Türkiye’nin sıcak illerinde yaz ayları siesta uygulamasına geçilebilir.
Örneğin, 13.00-15.00 arasında
verilecek siesta molasıyla günün en sıcak anında klimalar kapalı tutularak
enerji tasarrufu sağlanabilir. İspanya
yıllardır siesta yapıyor. Fukuşima sonrası Japonya’da
bazı illerde de siesta uygulaması başlatıldı.
İleri geri
almadan, her gün aynı saatte uygulayacağımız bir model bu. Kafalar karışmaz,
elektrik tasarrufu yapılır, şebekenin en çok zorlandığı saatlerde elektrik
sistemi nefes alır. Talep en üst seviyeye çıktığı için yükselen elektrik
fiyatları da düşer. Şirketler bundan memnun olmayacak ama halkın fatura yükünü
bile azaltabilir. O halde, var mısınız siesta yapmaya?
Halkı hasta edene yuh!
Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ekim 2016
Sözüm,
Amasra’ya termik santral kurulması için ÇED raporuna onay verenlere. Padişahlara
övgü düzüp, Fatih Sultan Mehmet’in göz bebeğine daha önce iptal edilmesine
rağmen yeniden termik santral izni verenlere. Bir öyle, bir böylecilere.
Sözüm Adana,
Çanakkale ve Konya’da Türkiye’nin tarım arazilerinin üzerine kömür yakan
fabrikalar kurmaya heves edenlere. Sözüm iklim değişikliğinin bir numaralı
düşmanın petrol ve kömür olduğunu anlamayanlara. Tartışmaktan korkan, kapalı
kapılar ardında kömür şirketleriyle pazarlık yapanlara. Şeffaf olmayana, hukuk
tanımayana, bilime saygı duymayana. Birkaç şirket para kazanacak diye halkı
hasta edene, aç bırakana.
Sözüm, bu
ülkeyi hava kirliliğine mahkum edenlere. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine
göre Türkiye’nin 81 ilinin 80’inde hava kirli. Türk Tabipleri Birliği, Türk
Toraks Derneği ve Halk Sağlığı Uzmanları Derneği daha geçen hafta Nefes
Alamıyoruz adlı sempozyumda bir araya geldi ve yine uyardı: “Termik santraller
nedeniyle Türkiye’de her yıl en az 2 bin 876 kişi erkenden hayata gözlerini
yumuyor, 637 bin işgünü kaybı yaşanıyor bunun ekonomiye bedeli de 3,6 milyar
avroyu buluyor” dedi. Bu kadarla kalsa iyi. Hava kirliliği başta hamile ve
çocukları olmak üzere hepimizi hasta ediyor. Solunum yollarından, akciğer
hastalıklarına, gelişme bozukluklarına kadar türlü etkileri var. Doktorlar
çıkmış uyarıyor, siz ise santrallere lisans vermeye, kömüre övgüler dizmeye
devam ediyorsunuz. Aşık Mahzuni’den izin alıp söyleyelim öyleyse…
Yuh
yuh kananlara,
İnsana
kıyanlara,
Toprağı
küstürüp,
Yuh
ekini yakanlara yuh!
Elektrik
üretmek için kömürden başka onlarca yol var dedik dinlemediniz. Pahalı, işe
yaramaz deyip halkı akciğerlerini yakan termiklere kurban ettiniz. Yetmedi,
ucuz dediğiniz kömüre görülmemiş teşvikler verip, santralleri çevre
denetiminden çıkardınız. Siz bunları yaparken dünyada devran değişti. Elektrik
üretiminin yüzde 7’si yepyeni kaynaklardan (rüzgar %3,7; biyokütle %2; güneş
%1,2) sağlanmaya başladı. 2015 yılında İtalya elektrik ihtiyacının yüzde
7,8’ini; komşumuz Yunanistan ise yüzde 6,5’ini güneşten karşıladı. Türkiye’de
ise insanların çatılara güneş panelleri koymasını engellemek için elinizden ne
geldiyse yaptınız. Sadece büyük santrallere sınırlı izin vererek, halkı dağıtım
şirketlerinden elektrik almaya mecbur eden sisteme destek verdiniz. Şirketler
zenginleşirken halk seyretti. Devam edelim öyleyse…
Bu
kadar milletin hakkın alanlar
Güneşi
karartıp, kömürü aklayanlar
Halkın
enerjisini görmeyip,
Yandaş
şirkete güldüm ise yuh.
Fukuşima’da
dünyanın en büyük endüstriyel kazalarından biri yaşanırken nükleer santral
anlaşmaları yapanlara da yuh. Dünyada nükleer enerjinin payı hızla düşüyor. 1986
yılında küresel elektrik üretiminin yüzde 17,6'sı sağlayan nükleer santraller
şimdi yüzde 10,7’sini zar-zor karşılıyor. Türkiye’nin sadece güneşi bile
elektrik ihtiyacını karşılamaya yeterken, dışa bağımlılığı arttıracak nükleer
projelere milyarlar kaptırmaya çalışmanın bir mantığı var mı? Fukuşima’dan önce
17 nükleer reaktöre sahip Almanya, üç yıl içinde 9 reaktörünü kapatmışken, aynı
süre içerisinde üç tane nükleer santral yapacağım diye dolanırsan sazı eline
alan bu dizeleri söyler. Amasra’da, Adana’da, Çanakkale, Konya, Mersin ve
Sinop’ta dinlersin.
Gürbüzüm ben, bildiğim ilim,
Lobim yoktur, atom değilim.
Ölümün değil canın eriyim.
Elektrik için kanser dersem yuh.
Bu yazıyı ve dizeleri yazarken
esinlendiğim, gönlümde, aklımda yeri çok büyük, Aşık Mahzuni Şerif’in anısı
önünde saygıyla eğiliyorum. Sürçü lisan ettiysem, affola.
Kirli enerjiye teşvik dönemi başladı
Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ağustos 2016
Afşin-Elbistan Termik Santrali Foto: O.Gurbuz |
Özür dilendi Akkuyu göründü
Çin ile
nükleer enerji alanında işbirliğinin kapılarını açan mutabakat zaptı Haziran
sonunda imzalandı ve dün TBMM’de kabul edildi. Yandaş medyada üçüncü nükleerin
Çin’e verileceği şeklinde yorumlanan bu gelişme Türkiye’nin nükleer enerji
batağına kendisini daha fazla sokacağının sinyallerini veriyor. Ben Çin’e
açılan bu kapının, zor durumdaki Akkuyu ve Sinop projeleriyle de ilgili
olabileceğini düşünüyorum. Uçak krizinden sonra Rusya, Akkuyu’daki hisselerinin
yüzde 49’unu satışa çıkarmıştı. Yüzde 49 çünkü Türkiye ile Rusya arasındaki
anlaşma gereği çoğunluk hisse hep Rusya’da kalmak zorunda. Erdoğan’ın Putin’den
özür dilemesiyle proje yeniden gündeme geldi ama Rusya hem riski azaltmak hem
de petrol ve doğalgaz gelirlerinin düşmesiyle zorlanan ekonomisine kaynak
bulmak için satışta ısrar edebilir. Çinlilerin Ruslarla nükleer işbirliği var,
Rus yapımı nükleer santraller 10 yıldır Çin’de çalışıyor ve yeni yapılanlar
var. Bu hisselere Çin talip olabilir. Sinop’ta ise Çin-Japonya ortaklığı
imkansız gibi. Japonya aradan çıkarsa Çin-Fransa gündeme gelebilir, benzer bir
işbirliği İngiltere’de yapılmak istenen santral için var. Fransa’da para yok
ama Çin’de var.
Bir ikinci
seçenek de Rusya’nın yanına Cengiz İnşaat gibi hükümete yakın bir şirketi
alarak projenin geleceğini sağlama almak istemesi olabilir. Bu ihtimal de
kuvvetli çünkü nükleer santral için verilmiş bir alım garantisi de var. Akkuyu
yapılırsa üretilen elektrik TETAŞ tarafından kilovatsaati 12,35 dolar sentten
satın alınacak. İşi garantiye alma derdi olmasa kimse piyasa fiyatının yaklaşık
üç kat üzerindeki bu alım garantisini başka birine bırakmak istemez. Rantı
bölüştürmek üzerine bir anlaşma yapılmadıysa tabii. Üstelik, Akkuyu projesine
stratejik yatırım statüsü verilmesi de gündemde. Gelsin vergi indirimleri,
kredi destekleri…
Kömüre de alım garantisi
Yerli linyit
kömürle çalışan ve özelleştirilen santrallerin sahipleri, elektrik
piyasasındaki düşük fiyatlardan şikayetçiydi. İstedikleri kârı elde edemiyorlardı.
Hükümete baskı yaptılar, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce iptal etmesine rağmen,
özelleştirilen termik santrallerin çevre mevzuatından muaf tutulmasını sağlayan
maddeyi yeni Elektrik Piyasası Kanunu’na tekrar eklettirdiler. Şimdi bu
santraller 2020’ye kadar diledikleri gibi çevreyi kirletebilecek. Bu yetmedi,
dünyanın en kirli elektrik üretme yöntemine, kömürlü santrallere bir de alım
garantisi getirildi. Bu santrallerden üretilen elektriği devlet kilovatsaat
başına yaklaşık 6,2 dolar sentten (megavatsaati 185 TL) satın alacak. Bu rakam,
elektrik talebinin en yüksek olduğu Ağustos ayı için bu yıl belirlenen baz yük
kontrat fiyatlarından (5,4 dolar sent) daha yüksek. Kömürcüler, bütün yıl
boyunca talebin yüksek olduğu yaz aylarındaki fiyattan elektrik satacak. Böyle
özelleştirmeye herkes talip olur. Ne risk var ne de uyulması gereken bir çevre kuralı.
İklim değişikliği, hava kirliliği zaten bizim sözlüklerde yok.
İthal kömür üçkağıtları
Serbest
piyasa, özelleştirme diye diye başımızın etini yiyenlerin yarattığı enerji
piyasası, kömüre, nükleere verilen alım garantileriyle doldu. İlk bakışta iyi
gibi görünen ithal kömüre getirilen ek vergiyle, alavere ve dalavereye davetiye
çıkarıldığının farkındalar mı acaba? Belki inanmayacaksınız ama Platts gibi
enerji piyasasının en önemli kurumlarında bile, Türkiye’nin Kolombiya gibi
ülkelerden gelecek ithal kömüre koyduğu ton başına 15 dolarlık ek verginin
nasıl aşılabileceği üzerine tartışmalar yapılıyor. AB ve bazı ülkeler bu
vergiden muaf tutuldukları için, Kolombiya’dan gelen kömürün Avrupa’da bir
limana indirilmesi ve oradan yeniden Türkiye’ye gönderilmesinin yasal-ekonomik
koşulları konuşuluyor. Hesaplar bu işlemin ton başı maliyetinin 10 dolar
olduğunu göstermiş yani vergiden daha düşük. Kömüre karbon vergisi
getiremeyenlerin, özelleştirilen yerli linyit santrali sahiplerinin çıkarları
için getirdiği kurallar, Türkiye’yi bu tip ticari üçkağıtların hedefi mi yapacak
acaba?
Kayıp-kaçak
bedeli tüketiciye yıkıldı. Kimsenin izlemediği TRT’nin masrafı elektrik faturalarına
yansıtıldı. Bütün dünya, çevreyi kirletmeyen, insanları astım ve kanser hastası
yapmayan güneş, rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının önünü açıp,
kömür ve nükleere engel çıkarırken biz tersini yapar olduk. Yenilenebilir
enerji gelişsin, daha rahat kredi bulsun diye çıkarılan alım garantisi formülü,
daha ucuz oldukları öne sürülen kömür ve nükleere uygulanmaya başladı. Sonuçta
elektrik üretiminde aşağıdaki tablo oluştu.
Kaynak
|
Alım garantisi (kWs-USD dolar sent)
|
Nükleer
Akkuyu
|
12,35
|
Nükleer
Sinop
|
11,80
|
Yerli linyit
|
6,2
|
Rüzgar
|
7,3
|
Hidroelektrik
|
7,3
|
Jeotermal
|
10,5
|
Güneş
|
13,3
|
Biyokütle
|
13,3
|
Dünyada güneş
enerjisinin fiyatının 8 sentlere kadar indiğini, Türkiye’de 5-6 sente elektrik
üreten rüzgar santralleri olduğunu hatırlatalım. Yukarıdaki tabloda da açıkça
görüldüğü gibi, çevreyi kirletmeyen, iklim değişikliğine yol açmayan bu
kaynaklar, sosyal maliyetleri hesaba katmasanız bile ülkemizde nükleer ve kömür
santralleriyle baş edebilecek ekonomik güçte. Temiz bir dünya ve gelecek için
önümüzdeki tek engel ise siyasi irade ve rant hesapları. Bunu bilmenizde fayda
var.
İthal kömür vergisi neye yarayacak?
Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ağustos 2016
Afşin Elbistan Termik Santrali - Foto: O. Gurbuz |
Şimdilerde
ise kömüre değil ithal kömüre karşılar. Şimdilerde diyorum çünkü ithal kömürle
çalışan santraller yine AKP’nin iktidarında peydahlandı. 2002’de 15 milyon ton
olan kömür ithalatı 2014 sonunda 30 milyon tonu buldu. Tahminen ithal kömür
konusunda da kandırılan mevcut iktidar, birkaç gün önce çıkardığı Bakanlar
Kurulu kararıyla elektrik üretiminde kullanılacak ithal kömürün tonuna 15 ABD
Doları ek vergi getirdi. Böylece ithal kömürle çalışan termik santrallerin
önünün kesileceği, yerli linyitle çalışacak termik santrallere ilginin artacağı
öne sürülüyor. Yerli linyit ithal kömüre oranla çok daha kalitesiz. Kalorifik
değeri düşük, yakması zor. Hepsinden öte, kömürü çıkarmak gerek. İthal kömür
dediğinse bir santral kurmaya bakıyor. Sağ olsun mevcut iktidarın bu konuda
çekincesi yok. Türkiye’nin en güzel sahili de olsa şirket santrali kurabiliyor,
gemiyle gelen kömürü yakıp elektriği satıyor. Çanakkale, Zonguldak, Adana,
İzmir ve Bartın illeri bu yüzden kömür santrali projeleriyle dolup taşıyor.
EPDK’den
lisans almış kömür santrallerine baktığınızda, yerli kömürle çalışanların üç
katı ithal kömürle çalışan santral olduğunu görüyorsunuz. Lisans sürecinde
olanlara bakarsanız da tablo aynı. 15 ithal kömürlü santrale karşın üç adet
yerli kömürlü santral sırada bekliyor. Türkiye Enerji Görünümü adlı raporun
hazırlayıcılarından MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, vergi
kararının olumlu olduğunu, bu vergiyle ithal kömür santrali kurmaya niyetlenen
projelerin nasıl etkileneceğini görmek için de biraz beklenmesi gerektiğini
söylüyor. Türkyılmaz, yerli kömüre destek vermekle beraber bazı çekinceleri
olduğunu da belirtiyor: “Yerli kömürde de denetimsiz serbestlik, çok yüksek alım
garantisi verilmesi doğru değil. Santraller filtresiz tek gün çalıştırılmamalı
ve emisyon değerleri şeffaf olmalı. Ayrıca kümülatif ÇED raporları görmek
istiyoruz, İskenderun, Çanakkale, Aliağa, Zonguldak bölgelerine kurulacak çok
sayıda termik santral için tek tek ÇED raporu hazırlamak doğru değil” diyor. Hükümet
ise termik santrallere getirilen çevre muafiyetini Anayasa Mahkemesi’nin iptal
kararına rağmen yeniden yasaya koyup bu yanlışta ısrar edebiliyor.
Bakanlar
Kurulu’nun aldığı, ‘Kömür İthalatına Ek Mali Yükümlülük Konulması Hakkındaki
Karar’ın kapsamı da ilginç. Mali yükümlülük kapsamına alınmayan çok sayıda ülke
var. Avrupa Birliği ve EFTA üyesi ülkelerle, İsrail, Makedonya, Bosna-Hersek,
Fas, Batı Şeria ve Gazze Şeridi, Tunus, Mısır, Gürcistan, Arnavutluk, Ürdün,
Şili, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Güney Kore, Morityus ve Malezya menşeli kömür
ithalatlarında ek mali yükümlülük uygulanmayacak. Enerji Bakanlığı’nın (TKİ) Kömür
Sektör Raporu’nda 2014 yılında kömür ithalatı yaptığımız ülkeler belirtilmiş.
İthal kömürün aslan payı dört ülkeden sağlanıyor. Yüzde 31,6’sı Kolombiya’dan,
yüzde 29,1’i Rusya’dan, yüzde 14,5’i ABD’den ve yüzde 13,4’ü Güney Afrika’dan
geliyor. Ek vergi, bu ülkelerden santrallerde yakılmak için getirilen ithal
kömürü daha pahalı yapacak. Ek verginin ithal kömür kullanımını azaltmaktan öte
tedarikçi değiştirmeyle sonlanması da söz konusu olabilir. Bu da bir olasılık,
belki de istenen budur. Kapsam dışında bırakılan ülkelerde kömür madenciliğine
heveslenen firmalar var mı bakmakta fayda var. Belki tanıdık isimlere
rastlarız.
Üçüncü
olasılık ise aynı yerli linyit santrallerinin özelleştirilmesi sonrasında, serbest
piyasadaki fiyatı düşük bulup alım garantisi talebiyle ortaya çıkan şirketlerin
isyanına benzer bir isyanın ithal kömür santrali sahipleri tarafından
başlatılması. Onun sonu hangi tavizle biter bilmiyorum ama kaybedenin yine
tüketici olacağı ortada. Ucuz diye savundukları kömüre rüzgardan daha fazla
alım garantisi isteyen yerli kömürcülerin belirlediği bir elektrik piyasasına
doğru gidiyoruz. Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve iklim
değişikliğinden bahsedenleri duymaktan hoşlanmayacak bir enerji politikasına
yelken açtık. Yelkenleri kabartan esintide ise hepimizi zehirleyecek is kokusu
var.
Beş maddede enerji devrimine geçiş
Özgür Gürbüz-BirGün/17 Haziran 2016
Enerji sorunu her geçen gün daha çetrefilli bir hâl alıyor. Endüstriyel enerji tüketimi sürdükçe tüketime yanıt verecek kaynaklar belli. Bunlar, petrol, kömür, doğalgaz ve nükleer gibi fosil yakıtlarla zararı tartışılan veya sınırlı olan güneş, rüzgar, jeotermal, biyokütle, dalga ve Türkiye’de iyiden iyiye kirli enerji sınıfına koyulan hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji kaynakları. Hepsi ayrı ayrı, projeden projeye tartışılabilir ama eldeki teknolojiler bunlar.
Kurduğumuz
kentler, tercih ettiğimiz yaşam biçimi bizi endüstriyel enerji tüketimine
mecbur kılıyor. Bugün cep telefonundan, evdeki işlem görmüş plastik sürahiye
kadar her şey endüstri ürünü ve doğadan sağladığımız hammadde dışında yukarıda
saydığımız enerji kaynakları kullanılarak üretiliyor. Doğaya dönersek elbette
bu mecburiyetten büyük ölçüde kurtulmak mümkün ama bunu kaçımız istiyor ya da
gerçekten yapabilir orası belli değil.
Tartışmanın diğer
bir kısmı ise kentte yaşamaya devam ettiğimizde ne yapacağımızla ilgili. Bu
durumda enerji tüketimimizi azaltmak ve kalan ihtiyacı da yenilenebilir enerji
kaynaklarını kullanarak karşılamaktan başka bir seçenek yok. Petrol, kömür ve
doğalgazın iklim değişikliği gibi tüm yaşamı tehlikeye atan bir sorunun kaynağı
olduğunu biliyoruz. Ayrıca, kullanıldıkları alanda da çevre sorunlarına yol
açıyorlar. Nükleer enerji de farklı değil. Elektrik enerjisi üretmek için
hayatınızı riske atmanızı isteyen, pahalı, kaza riski ve nükleer atık sorunu
nedeniyle kabul edilemez bir teknoloji.
Yenilenebilir
kaynaklarla ilgili de şikayetler var. Sadece BirGün’deki haberleri tarasanız, başta
HES’ler olmak üzere, bugüne kadar itiraz edilmeyen yenilenebilir enerji kaynağı
olmadığını görürsünüz. Bu itirazları iyi değerlendirmeli ve çözüm bulmalıyız.
Yoksa geriye 7 milyar 391 milyon 68 bin kişiyi endüstriyel yaşamdan vazgeçirmek
dışında bir seçenek kalmıyor. Bu sizi cezbetse bile geride ikna edilmeyi
bekleyen 7 milyar 391 milyon 67 bin 999 kişi daha var. İkna süreci uzayabilir.
Tartışmayı geliştirmek adına katıldığım toplantılarda çözüm için önerdiğim, beş
maddeden oluşan şu formülü sizlerle de paylaşmak istedim.
1. Gerçek
talebi bulacağız.
Enerji talebi
diye elimize tutuşturulan rakamlar aslında gerçek talebi ya da ihtiyacı
yansıtmıyor. Eğer enerji talebi yaşamı tehdit eder noktaya geldiyse yaşamın
sürmesi için gerekli ihtiyaçlar dışındaki tüm üretim sürecini devreden çıkarabilmeliyiz.
Bu, silah sanayini durdurmak gibi kökten bir hamle olabilir. Enerji sorununu
böyle bir hamleyle ebediyen çözebilirsiniz. Evlerdeki ikinci televizyondan, fazla
giysilerden ve hafta sonu uçakla gidilen yeme-içme turlarından vazgeçerek
tüketimi azaltmak da bir başka yöntem.
2. Yerele
soracağız, halkın onayını alacağız.
Halkın, enerji tüketmeme hakkını da kapsayan bir seçim özgürlüğü
olmalı. Başta yereldekiler olmak üzere, halkın onayını almayan bir projenin
hayata geçirilmemesi gerek. Bu itirazlar daha az enerji üretimine yol açarsa da
sanayiden tüketiciye herkes elini taşın altına koymalı ve tüketimi azaltmak
için gerekli adımlar atılmalı.
3. Çevresel
ve sosyal maliyetleri hesaplayacağız.
Her yeni projede olduğu gibi enerjide de olası sosyal ve çevresel etkiler
bağımsız kuruluşların da katılımıyla hesaplanmalı. Bir termik santralin
maliyeti sadece inşaat ve yakıtından ibaret değil. O santralin yol açtığı
hastalıkların tedavisi, yok ettiği tarım alanları ve üretim kaybı da
değerlendirmeye alınmalı. Yaratacağı istihdam veya turizm üzerindeki olumsuz
etki de karar sürecini etkilemeli.
4. Büyük
santraller yerine küçük, yerinden yönetilen enerji santralleri kuracağız.
Enerji üretimini küçük ve talebinin olduğu yerlere yayarsak, hem büyük
şirketlerin eline geçen tekelleşmiş bir enerji sisteminin hem de çevreye
verilen hasarın önüne geçebiliriz. Yerinde üretimle kayıplar önlenir ve bu
küçük birlikler arasında başka bir ticaret ve sağlıklı ilişkiler başlar.
5. Tüketen
bizsek üreten de biz olacağız!
Son ama işin olmazsa olmazı da bu. Yerelde üretimi birlikte
gerçekleştirmek. Enerji, özellikle de elektrik üretimi, halkın bir araya
gelerek kurduğu enerji kooperatifleriyle, çatısına veya bahçesine kurduğu güneş
panelleriyle, köylerdeki biyogaz tesisleri ve çiftçilerin tarlalarındaki rüzgar
türbinleriyle yapılmalı. Karar verici halkın kendisi olursa, şikayet ettiği bir
çok soruna yol açmayan en uygun seçenekleri tercih eder. Merkezi idarenin,
sermaye sahiplerinin dayatmalarından kurtulur. Enerji bir rant alanı olmaktan
çıkar, gerçek ihtiyacı karşılamaya yönelir.
Köklü bir
politika değişikliği olmadıkça sizin başınızdan savdığınız termik santral başka
bir yere kurulabiliyor. Yırca’da öyle oldu örneğin. Enerji devriminin
gerçekleşmesi için hem direnişlerin yayılması hem de çözüm önerilerinin ülke
çapına yayılarak politika değişikliğini zorunlu kılması gerekiyor.
Sinop’ta nükleer kurmaya çalışan EÜAŞ’ın tarihi kazalarla dolu
Sinop’ta nükleer santral işine girmek isteyen
EÜAŞ’ın termik santral sicili kazalarla dolu. BirGün tarafından kamuoyuna açıklanan
kaza raporları, İstanbul’un göbeğindeki Ambarlı termik santralinde “ucuz
atlatılan” bir kazadan da bahsediyor.
Özgür Gürbüz-BirGün/27 Nisan 2016
Sinop’ta
kurulmak istenen nükleer santralin ortaklığına soyunan EÜAŞ’ın (Elektrik Üretim
Anonim Şirketi) işlettiği termik santrallarda onlarca kaza olmuş. BirGün’ün
ortaya çıkardığı EÜAŞ tarafından düzenlenen 2000-2006 yıllarına ait kaza
raporları, kurumun termik santrallarında güvenlik kültürünün yetersizliğini ve kazalar
nedeniyle yaşanan ekonomik kaybı ortaya koyuyor.
Sinop’ta
Fransız ve Japon şirketlerle birlikte bir proje şirketi kurarak, yüzde 49 payla
nükleer santral işine gireceği belirtilen EÜAŞ’ın kaza yapan santralları
arasında Ambarlı, Hamitabat Bursa, Kangal
ve Afşin-Elbistan A gibi önemli termik santrallar da var.
İstanbul’un göbeğinde ‘ucuz atlatılan’ kaza
Bu kazalar
arasında özellikle 13 Şubat 2004 tarihinde Ambarlı’daki Fuel-Oil Santralı’nda
meydana gelen kaza öne çıkıyor. Santralin 4. Ünitesinde, tekrar kızdırılmış
buharı orta basınç türbinine taşıyan boruların patlamasıyla meydana gelen kaza
sonucunda türbin dairesi tamamen buharla kaplanmış. EÜAŞ’ın kaza raporuna, “Olayın meydana geldiği anda basınç ve
sıcaklık değerlerinin çok düşük olması (125 °C, 14 bar. Normal işletme basıncı
36 bar, 540 °C) ve teçhizat yakınında herhangi bir kimsenin bulunmayışı olası
can ve mal kaybını önlemiştir. Türbin dairesini tamamen buhar kaplamış ve böyle
bir kaza çok ucuz atlatılmıştır” şeklinde aktarılan kaza, Türkiye’nin en
büyük çevrim santrallarından birinde, İstanbul’un Avcılar ilçesinde meydana gelmiş.
Kazanın tamiri süresince 276 milyon kilovatsaati bulan elektrik üretilememiş. Santralin
kaza raporunda boruların patlamasının nedeni, “Malzemenin ömrünü tamamlaması”
şeklinde kaydedilmiş. Bu da nükleer santral ortaklığına soyunan EÜAŞ’ın
santrallarında kontrollerin yeterli bir şekilde yapılıp yapılmadığı sorusunu da
akıllara getiriyor. Ambarlı santralında sık sık trafo yangınları meydana
geldiği de raporlara yansımış.
Üç yıllık üretim kaybı
1120 MW
gücüyle Sinop’ta kurulmak istenen nükleer reaktörlerden biri kadar güce sahip
Hamitabat doğalgaz santralına ait kaza raporu ise bu kaza sonucu şirketin ve
devletin uğradığı üretim kaybını ortaya koyuyor. Tarihi belirtilmeyen kaza C1
gaz türbininde, ısı plakalarında malzeme yorulması nedeniyle meydana geliyor.
Raporda, “ısı plakalarından biri metal
yorgunluğu sebebiyle yerinden çıkarak kanatlardan birine çarparak türbinin
tümüyle hasarlanmasına neden olmuştur” deniyor. Kaza nedeniyle ilgili
ünitede üç yıl boyunca üretim yapılamıyor.
Bir başka
üretim kaybıyla sonuçlanan kaza ise kömürle çalışan Afşin Elbistan A Termik
Santralı’nda, 2001 yılında meydana gelmiş. İkinci üniteye ait turbo
jeneratöründe meydana gelen hidrojen kaçağının neden olduğu kaza 290 bin avroya
tamir edilmiş ve o ünitenin bir yıl kapalı kalmasına neden olmuş. Çalışsa 823
milyon kilovatsaat üretecek ünitede ciddi bir üretim kaybı yaşanmış.
Yerli linyit
kömürüyle çalışan Seyitömer Termik Santrali’nin elimize geçen kaza raporları ise
santralın 2000’li yıllardan başlayarak sık sık kaza yaptığını gösteriyor. 23
Mayıs 2000 yılında üçüncü ünitedeki jeneratör arızası nedeniyle 5 ay çalışmayan
birim, 18 Ekim 2002 tarihinde ise türbin yatak arızası nedeniyle üç ay daha
devre dışı kalmış. Santralın bir numaralı ünitesinde 9 Ağustos 2003 tarihinde
meydana gelen kaza ise yaklaşık iki yıl
sonra, 20 Mayıs 2005 tarihinde onarılabilmiş. 2 milyon avro harcanan
tamirat boyunca santral 2 milyar kilovatsaatlik üretim kaybı yaşamış. Bu ünite
tamir edildikten beş ay sonra, kaza yapma sırası tekrar üçüncü üniteye geçmiş.
26 Ekim 2005 tarihinde tekrar devre dışı kalan ünite bir ay içinde tamir
edilmiş.
Tasarım hatası
1432 MW’lık
kurulu gücüyle yine Türkiye’nin en büyük santralları arasında yer alan Bursa
Doğalgaz Çevrim Kombine Santralı’nın kaza raporlarında, kazaların nedenlerini
belirtirken, tasarım ve imalat hatası gibi açıklamalar yazılması dikkat
çekiyor. Bursa’da en büyük üretim kaybı 6 Kasım 2002 yılındaki gaz türbini
arızasından sonra yaşanmış. Yedi ay boyunca ilgili bölümde üretim yapılamamış
ve 1 milyar 761 milyon kilovatsaatlik üretim kaybı yaşanmış.
Nükleer
santral gibi dünyanın en riskli endüstriyel işine girmek için kolları sıvayan
ve hukuki baskılardan kaçmak için Jersey Adaları’nda şirket kurmaya hazırlanan
EÜAŞ’ın kaza geçmişi, nükleer enerjiye olumlu bakanları bile endişelendireceğe
benziyor.
***
Ambarlı Santralı’nda kaza geliyorum demiş
Ambarlı Santralı’nda kaza geliyorum demiş
Ambarlı’da, raporlara, “ucuz atlatılmıştır”
şeklinde geçen kazanın kaynağı olan borularla ilgili daha önce de sorun
yaşandığı kaza raporunda belirtilmiş. 100 bin çalışma saatinden sonar borularda
meydana gelen çatlaklar tespit edilmiş ve Almanya’nın TÜV firmasıyla FKM
laboratuvarı bir ön çalışma yapmış. 1984 yılında sorunlu parçaların değişimi
yapılmış ve her yıl kontrolü önerilmiş. Raporda belirtildiğine göre 2002
yılının sonunda Teknik Kontrol ve Laboratuvar İşletme Müdürlüğü ile görüşülerek
kızdırıcı hattındaki arızalı bölümlerin kaynak dikişleri kontrolü ve mikroyapı
incelemesi ile ömür tespiti yapılması istenmiş. Kaza ise 2004 yılında
olmuş.
EÜAŞ Sinop’ta yargıdan
kaçmak mı istiyor?
Sinop’ta
nükleer santral için Fransa ve Japonya’dan gelen şirketlerle ortaklık kurmaya
hazırlanan EÜAŞ, ortaklığa Jersey Adaları’nda kuracağı bir şirketle
katılacağını açıkladı. EÜAŞ Yönetim Kurulu Başkanı Halil Alış, vergi
kaçakçılığı iddialarıyla gündeme gelen Jersey Adaları’nı tercih edişlerini 2015
yılında yaptığı bir açıklamada, “Biz bir ihale yaptığımızda o ihaleyi 10 yılda
sonlandıramıyoruz. Kazanamayan mutlaka şikayet ediyor kazananı. Veyahut da bizi
şikayet ediyor. Jersey Adaları'nda kuracağımız şirketle bundan kurtuluyoruz”
sözleriyle açıklamıştı.
Kara hayaller
Özgür Gürbüz-BirGün/26 Şubat 2016
Türkiye’de bakanlar değişiyor ama enerjide politikasızlık değişmiyor. Dünya nereye gidiyor diye bakan yok; ezber metinler ve hamasetle zaman kaybediliyor. Süreç şöyle işliyor. Hükümetin enerji kurmayları her yıl yeni bir slogan bularak işe başlıyor. “Bu yıl HES’lerin yılı”, “enerji verimliliğinde seferberlik başladı” veya “nükleer enerjinin önünü açıyoruz” diye süslü püslü laflar üretiyorlar. Bazı gazeteci arkadaşların da desteğiyle bu sloganlar manşete çıkarılıyor ve oyun böyle sürüp gidiyor. Sonra enerji verimliliği Ayşe Teyze’ye kalıyor, hidro işi talana dönüşüyor, nükleer de santrali patlatacak birine teslim ediliyor. Nükleer deyince aklıma geldi, şu aralar bakanlıkta herkesin dilinde bu şarkı varmış: Başıma gelenler hep senin yüzünden (Putin), yıkıldım artık ben, sevemem yeniden…
Türkiye’de bakanlar değişiyor ama enerjide politikasızlık değişmiyor. Dünya nereye gidiyor diye bakan yok; ezber metinler ve hamasetle zaman kaybediliyor. Süreç şöyle işliyor. Hükümetin enerji kurmayları her yıl yeni bir slogan bularak işe başlıyor. “Bu yıl HES’lerin yılı”, “enerji verimliliğinde seferberlik başladı” veya “nükleer enerjinin önünü açıyoruz” diye süslü püslü laflar üretiyorlar. Bazı gazeteci arkadaşların da desteğiyle bu sloganlar manşete çıkarılıyor ve oyun böyle sürüp gidiyor. Sonra enerji verimliliği Ayşe Teyze’ye kalıyor, hidro işi talana dönüşüyor, nükleer de santrali patlatacak birine teslim ediliyor. Nükleer deyince aklıma geldi, şu aralar bakanlıkta herkesin dilinde bu şarkı varmış: Başıma gelenler hep senin yüzünden (Putin), yıkıldım artık ben, sevemem yeniden…
Sonra ne mi
olur? Dönüp dolaşır, yerli kömüre
döneriz. “Bizim yerli linyit kömürümüz
var ya” diye nutuklar atılır. İşte yine o oldu.
Afşin-Elbistan Termik A santrali. Foto: O. Gurbuz |
Türkiye’deki kalitesiz yerli linyit kömürünün hepsini yakma projesi de bir o kadar tutarsız. Nedenini de söyleyelim. Kentlerde ciddi bir hava kirliliği sorunu var, bilimsel çalışmalar santrallerin hava kirliliğine etkisini gösteriyor; bu bir. Kömür yaktıkça iklim değişikliğine yol açan karbondioksit çıkıyor, Türkiye’nin karnesi zaten korkunç; bu iki. Sen kömür yakmak için çevre standartlarını düşürdükçe memleketin her yerine ithal kömür santrali kuruluyor, firmalar için bir kömür cenneti yaratılıyor, dışa bağımlılık artıyor; bu üç. Kömürden nükleere, bu kirli yatırımları haklı çıkarmak için verdiğiniz rakamlar da birbirini tutmuyor; bu da dört!
Tutmayan rakamları
da açık açık yazalım. Bakan Albayrak’a göre, Türkiye’de arz güvenliğinin
sağlanması için 2023’e kadar elektrik üretiminin 414 milyar kilovatsaati bulması gerekiyor. Halbuki TEİAŞ’ın 2014
yılındaki projeksiyonunun düşük talep senaryosunda ihtiyaç 380 milyar kilovatsaat gösterilmişti. Yüksek talebi konuşmaya bile
gerek yok çünkü her yıl yaklaşık yüzde 5’lik artışa işaret eden düşük talep
senaryosunun bile çok uzağındayız. Türkiye’de
elektrik talebi artışının son üç yıllık ortalaması yüzde 3 civarında. Üretecek
santral olmasına rağmen artmayan üretim talebin olmadığının net göstergesi. Bakan
Albayrak’ın bu verileri bilmemesi garip. Ekonomi de kötüye gidiyor ve yakın
gelecekte talebin umulduğu gibi artmayacağını herkes görüyor.
Bakanın bütçe sunumundaki ilginç bir nokta da enerji talebinin az da olsa artıyor olmasının bir başarıymış gibi anlatılması. Bir hükümet elektrik talebinin artmasını neden ister, o da ayrı bir konu. Elektrik satışıyla uğraşanlar, bunun için yeni santral kuranlar daha çok kâr edeceği için talebin artmasını, böylece fiyatların yükselmesini isteyebilir. Mevcut hükümetin devletin elindeki santralleri özelleştirdiğini yani “kâr” etme niyetinde olmadığını hatırlarsak, bu isteğin başlı başına “ilginç” olduğunu görebiliriz. Herhalde hükümetimiz enerji işindeki şirketleri çok seviyor ve onların daha zengin olmasını istiyor.
Bakanın bütçe sunumundaki ilginç bir nokta da enerji talebinin az da olsa artıyor olmasının bir başarıymış gibi anlatılması. Bir hükümet elektrik talebinin artmasını neden ister, o da ayrı bir konu. Elektrik satışıyla uğraşanlar, bunun için yeni santral kuranlar daha çok kâr edeceği için talebin artmasını, böylece fiyatların yükselmesini isteyebilir. Mevcut hükümetin devletin elindeki santralleri özelleştirdiğini yani “kâr” etme niyetinde olmadığını hatırlarsak, bu isteğin başlı başına “ilginç” olduğunu görebiliriz. Herhalde hükümetimiz enerji işindeki şirketleri çok seviyor ve onların daha zengin olmasını istiyor.
Enerji
Bakanlığı’nın TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’na sunulan bütçesinden anladığımız,
hükümetin yine kömür gibi kara hayaller peşine düştüğü. Bu ülkenin enerji
dengesini, tasarrufla, enerjiyi verimli kullanarak ve kalanı da yenilenebilir
enerjiyle sağlaması hiç zor değil. Zor olan, bu yol tercih edildiğinde enerji
işinden para kazanan malum kişilerin ve şirketlerin değil halkın bütçesinin ve
sağlığının iyileşecek olması. Halkın mutluluğu bu hükümete ters galiba.
Haftanın anketi
Haftanın anketi
Bu hafta, Twitter hesabımdan, “Türkiye elektrik
üretiminde kömürü ön plana çıkarmalı mı” diye sordum, gelen yanıtların yüzde
93’ü “hayır” dedi. Hükümet Soma’yı, hava kirliliğini unutsa da bizim mini
ankete yanıt verenler unutmamış.
Kolin yılbaşı paketiyle şansını deniyor
Özgür Gürbüz-BirGün/28 Aralık 2014
Soma’nın Yırca
köyündeki termik santral karşıtı mücadeleyi artık hepimiz biliyoruz. Danıştay,
Kolin Termik Santrali’nin yapılması için alınan acele kamulaştırma kararını 7
Kasım 2014’te iptal etmişti. Kararı beklemeyen şirket ise bir gün önce 6 bin
zeytin ağacını kesmişti. Geçtiğimiz Perşembe günü Danıştay, kamulaştırma
kararını esastan iptal etti. Olan zeytinlere oldu ama direnen Yırca halkı
kazandı, toprağına yeniden kavuşacak. Greenpeace ve köylülerin avukatı Deniz
Bayram, “6 bin ağacın kesilmesinden
sorumlu şirket yetkilileri ve bu kesime engel olmayan, tedbirleri almayan idari
birimler hakkında gerekli soruşturmalar yapılmalı ve cezalar verilmeli”
diyor. Şirketin derdi ise başka. Şu sıralar Soma’da ‘yılbaşı paketi’ dağıtmakla meşgul.
Yırca’da
termik santral kurmak isteyen Hidro-Gen A.Ş. dağıttığı bu hediye paketlerinin
içinde bir de mektup var. “Çok kıymetli
hemşehrimiz” diye başlayan mektup, kömür santraline karşı çıkanları ‘dış güçler’ ilan edip, bir de müjde
veriyor. Şirket, 60 bin zeytin fidanının dikimi için Soma Belediyesi ve Soma
Ziraat Odası ile bir protokol imzalamış. Amaç Soma’da zeytinciliğin gelişmesine
katkıda bulunmakmış. Bir gecede 6 bin zeytin ağacını kökleyince şirketin aklı
yerine mi geldi acaba? Şok tedavisi böyle bir şey herhalde.
Mektupta
termik santralin 30 yıl boyunca bin kişiye istihdam sağlayacağı ve projenin
iptali halinde esnafın da mağdur olacağı iddia ediliyor. “Hemşehri” olduğunu
söyleyen Hidro-Gen şirketi sanırım Yırca’da kaç kişinin zeytinden ekmek
yediğinin farkında değil. Sadece Yırca köyünün nüfusu zaten 300’den fazla.
Dışarıda okuyan çocukları, zeytin toplayan işçileri, aracıları, o zeytini satıp
para kazanan esnafı bir araya getirin termik santralde çalışacak bin kişiden
fazla eder. Üstelik termik santral gibi 30 yıl sonra bitecek bir işten de bahsetmiyoruz.
Ben diyeyim 300, siz deyin 3 bin yıl meyve veren ağaçlardan bahsediyoruz. Kaldı
ki, 450 megavat gücünde bir termik santralde bin kişinin işi ne, onu da anlamak
zor. Adana’daki İsken Termik Santrali Soma’ya yapılmak istenenin üç katı
büyüklüğünde. Dolaylı ve geçici işçileri saysanız bile çalışan sayısı ancak
bini bulur. Yılbaşı paketi diye istihdam
hediyesinin ambalajı biraz abartılmışa benziyor.
“Soma için
hayati değeri olan bu yatırımımız, Soma dışından gelen ve ilçemiz gerçeklerini
bilmeyen bazı gruplar tarafından engellenmeye çalışılmakta” diye yazan Hidro-Gen’in
nereli olduğunu da merak ettim. Mektubu okuyan doğma büyüme Somalı sanır ama
şirketin menşei Ankara. Gönderdikleri mektuptaki adresleri bile Ankara’da. 2007
yılında kurulmuş şirketin bağlı olduğu Kolin Grubu’nun da bölgeyle ilgisi yok.
Şirketin patronu Celal Koloğlu Elazığ doğumlu. Soma’nın dışından gelenler
diyerek şirket kendi kendini ihbar ediyor olmasın? Altı bin zeytin ağacını kesmenin bir yan etkisi de herkesi ‘hemşehri’
sanmak olabilir mi acaba? Tabipler Odası’ndan bu konuda bir açıklama
bekliyorum.
Soma’da
yılbaşı paketinin içerisine sıkıştırılan bu mektup Kolin’e özel değil. Başta
maden şirketleri olmak üzere, Türkiye’de çevre suçu işleyen şirketlerin
Bergama’dan beri izlediği bir taktik bu. Önce oraya desteğe gelen çevrecileri
bahane ederek, itiraz edenlerin ‘yabancı’
olduğunu öne sürerler. Sonra işi daha da ileri götürerek, itiraz eden herkesi
vatan haini, Alman-Fransız ajanı ilan ederler. Ardından yerelde çalışma başlar.
Köylerde iş ve çeşitli vaatlerle bilinen simaları yanlarına çekmeye, kaba tabiriyle
‘satın almaya’ çalışırlar.
Arkasından yerel medyaya ziyaretler başlar. Civarda okul ve camilere bağışlar
yapılır. Kaymakamlık ve valiliklerin desteğiyle şirket geziler, piknikler
düzenler, evlere hediye paketleri gönderilmeye başlanır. İş bitince herkes
unutulur. İş vaadiyle kandırılanlar sokakta kalır. Olan hem çevreye hem de
yerinden yurdundan edilen yerel halka olur.
Süslü püslü
her yılbaşı paketini iyi sanıp evinize almayın. İçinde dünyanın en tehlikeli
zehri olabilir.
Çanakkale 100 bin parça
Planlamaya hiç
karşı olmadım. Hatta bizim gibi herkesin kafasına eseni yaptığı ülkelerde bir
zorunluluk olduğunu bile düşünürüm. Ancak planı doğru yapacaksınız. Yanlış plan
yaparsanız geri dönüşü olmaz. Balıkesir-Çanakkale 1/100 bin ölçekli Çevre
Düzeni planı da geri dönüşü olmayan planlardan biri. Türkiye’nin en güzel
illerinden Çanakkale bu planda katlediliyor. Türkiye’nin en temiz havası
kömürcülerin tozuna, madencilerin siyanürüne feda ediliyor. El değmemiş
ormanlar, eşine az rastlanır verimli tarım toprakları inşaat ve yol çetelerinin
işgaline sunuluyor.
Planlar doğru
yerleşmenin, sürdürülebilir yaşamın koruyucuları gibidir. Yanlış planlarsanız
ya da bilerek yanlış yaparsanız çarpık kentleşmeye, ormansızlaşmaya, tarımda
dışa bağımlılığa ve bin türlü sağlık sorununa davetiye çıkarırsınız. En değerli
hazinemiz toprak biter. Çevre düzeni planı bavul değil. Boşaltıp yeniden dolduramazsınız.
Orman, su ve hava gitti mi gider.
Çanakkale için
yapılan planda dev sanayi bölgeleri, madencilik sahaları, Gökçeada ve Bozcada
gibi korunması gereken yerlerin ranta açıldığı görülüyor. Bunların hangisine
Çanakkale’nin ihtiyacı var? Tek tek bakalım.
Dünyada
çıkarılan altınların yüzde 80’inden mücevher yapılıyor. Mücevher bir ihtiyaç
değil, hayat kurtarmıyor, dünyayı ileri götürmüyor. Kalan yüzde 20’nin büyük
bir kısmı da yatırım amaçlı alınıyor. Çıkarılan altının çok azı elektronik eşya
yapımında kullanılıyor. Bunu iyi bir şey kabul etsek bile dünyada bilgisayarlara
yüzlerce yıl yetecek altın zaten var. Mesele sadece bu değil. Altın madeni
işletmelerinin ocak başı satış gelirinin sadece yüzde 2’si devlet payı olarak
ödeniyor. Bergama’dan başlayarak hukukun askıya alınması, madencilere istedikleri
gibi kirletme izni verilmesi birkaç kişiyi zengin etmekten ibaret. Bir altın
yüzük için 18 ton maden cevheri atığı üretilen bir sektörden bahsediyoruz.
Aklı, vicdanı olan biri bu madenleri plana koyar mı? Koymaz.
Planda termik
santraller de var. Türkiye’nin elektrik talebi 2013’te sadece yüzde 1,3
oranında arttı. Santral yapımı ise hız kesmedi. Fazla kapasite var. Önümüzdeki
yıllarda da elektrik talebi yüksek oranlarda artmayacak çünkü ekonomideki
büyüme sınırlı kalacak. Daha da önemlisi, istenirse ekonomideki büyüme daha az
enerji tüketimiyle gerçekleşebilir. Türkiye zaten enerjiyi kötü kullanan bir
ülke. Verimlilikle, aynı gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi daha az elektrik
tüketerek büyüme sağlanabilir. Türkiye’nin tüketimini klimaların zorladığı
gerçeğini de unutmayalım. Ortada sanayi kaynaklı bir talep yok. O nedenle
Çanakkale’yi kömür tozuna boğacak, tarımı bitirecek termik santraller plandan
çıkarılmalı.
Çanakkale
Boğazı’na yapılmak istenen köprü ise aynı İstanbul’da olduğu gibi trafik
ihtiyacından değil, yol boyunca yeni yerleşim yerleri açma isteğinden o plana
dahil edilmiş. Bina dikilen topraktan zeytin, domates, buğday, arpa, yulaf,
çavdar, susam, tütün, fasulye, nohut, bezelye, börülce çıkacak mı? Siyanür
toprağa ve suya bulaşınca kavun, karpuz, şeftali, ceviz, erik, badem, vişne,
elma, armut, kiraz, domates, patlıcan, pırasa, lahana, ıspanak, havuç, biber ve
türlü türlü üzüm yetişecek mi? Termik santralden bırakılan soğutma suları
denize varınca tekir, mercan, barbunya, sardalye, lüfer, palamut, kılıç ve
kolyoz oltaya takılacak mı? Hurda demirciler ve otomobiller ili işgal edince
koyun, keçi, sığır ve 50 bine yakın arı kovanı yüz bin parçaya bölüp
mahvettiğiniz Çanakkale’de yaşayacak mı? Yukarıdaki saydıklarım ürünlerin hepsi
Çanakkale’de üretiliyor. Bir zahmet şu listeye bir daha bakıp Çevre
Bakanlığı’na itiraz dilekçenizi hemen kaleme alın. İtiraz süresinin son günü 8
Ekim 2014. Bakanlığa, “Çimentoya su verilince karınlarımız doyacak mı” diye
sormayı da ihmal etmeyin.
Batı Karadeniz Kömür Bölgesi
Özgür Gürbüz-BirGün/29 Haziran 2014
Yenikapı’da denizin neden doldurulduğu anlaşıldı. ‘Miting alanı’ diye gösterilen Kazlıçeşme’deki araziye otel ve alışveriş merkezi yapılacakmış. Kazlıçeşme’deki arazi ‘miting alanı’ olamayacak kadar değerliydi. Yenikapı yeni ‘miting alanı’ olunca Kazlıçeşme boşa çıktı. Yakında hükümete yakın bir şirket Yenikapı’ya da otel dikmek isterse, istikamet Adalar; haberiniz olsun. Bu arada, ‘miting alanı’ diye bir yer olmaz. Sirk mi bu? Protesto nerede uygun görülüyorsa orada yapılır.
Yenikapı’da denizin neden doldurulduğu anlaşıldı. ‘Miting alanı’ diye gösterilen Kazlıçeşme’deki araziye otel ve alışveriş merkezi yapılacakmış. Kazlıçeşme’deki arazi ‘miting alanı’ olamayacak kadar değerliydi. Yenikapı yeni ‘miting alanı’ olunca Kazlıçeşme boşa çıktı. Yakında hükümete yakın bir şirket Yenikapı’ya da otel dikmek isterse, istikamet Adalar; haberiniz olsun. Bu arada, ‘miting alanı’ diye bir yer olmaz. Sirk mi bu? Protesto nerede uygun görülüyorsa orada yapılır.
Eşine başka
bir yerde rastlanmayan o güzelim deniz, eşine bin yerde rastlanacak otel ve
alışveriş merkezinin kurbanı oldu. Herkesin
ortak mülkü, müştereğimiz Marmara Denizi, ‘alicengiz’ oyunu ile şirketlere
peşkeş çekildi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, daha doğmamış, kendilerine
oy bile vermemiş insanların geleceğine ipotek koydu, telafisi olmayan bir
ekolojik yıkıma imza attı. “Otobüs durağının yerini değiştirsek soracağız”
diyenler, Yenikapı ve Maltepe’de denizi doldururken göstermelik bir anket bile
yapmadı.
Bu anlayış, İstanbul’u
yer darlığından parsel parsel, Anadolu’yu ise bölge bölge yok ediyor. Batı
Karadeniz Bölgesi de son örnek. Bölge enerji şirketlerine tahsis edildi, özellikle
de kıyı şeridi. Eren ve Hattat Holding başta, enerji şirketleri boş buldukları
her alana termik santral kurmak istiyor. Projeleri anlatmaya Zonguldak’la
başlayalım. Rakamların büyüklüğünü anlayabilmeniz için bir de ipucu vereyim.
Türkiye’nin elektrik üreten tüm santrallerinin bugünkü kurulu gücü 66 bin
megavat (MW). Bartın ve Zonguldak’taki projeler hayata geçirilirse iki ildeki
kömür santrallerin kurulu gücü 7120 MW’ı bulacak. Buna Sinop’ta yapılmak
istenen 4600 MW’lık nükleer santrali de ekleyince bölgeyi uykusundan edecek 12
bin MW’lık bir karabasandan bahsediyoruz. Tarımı, sağlığı, denizi, iklimi
bitirecek bir karabasan.
ZONGULDAK
Eren Enerji
Çatalağzı’nda 1320 MW’lık bir kömür santrali kurmak istiyor. Şirketin aynı
bölgede hâlihazırda iki termik santrali daha var ve güçleri toplam 1390 MW.
Çatalağzı’nda bir de kısa bir süre önce özelleştirilen Demir Holding’in 300
MW’lık kömür santrali var. Bitmedi. Hema Holding (Hattat Holding), Karadeniz
Ereğli ilçesine bağlı Bayat Köyü Kireçlik mevkiine 1320 MW gücünde kömür
santrali kurmak için lisans başvurusu yaptı. Aynı şirket, yine Ereğli’de,
Kandilli bölgesinde 150 MW’lık bir başka kömür santralinin peşinde.
BARTIN
Hema Holding
hızını alamamış olacak ki, Zonguldak’ta başlayan kömür tutkusunu Bartın’a da
taşıdı. Taşıdı ama buradaki termik santral projeleri başta Amasra olmak üzere
tüm ili ayağa kaldırdı. Nasıl kaldırmasın, Amasra Karadeniz’in ayakta kalan
birkaç turizm alanından biri ve şirketin iki termik santral projesi var. Her
biri 1320 MW gücünde. Amasra, Çapak Koyu mevkiindeki santral için hazırlanan
ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporu kabul edilince Bartınlılar 42 bin itiraz
dilekçesiyle tepkisini gösterdi. Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce
projeye sahip çıktı. Batı Karadeniz’i Türkiye’nin en büyük enerji üslerinden
biri yapmak isteyen Hattat Holding’in sahibi Mehmet Hattat da aynı fikirdeyse
durum şu anda 2’ye karşı 42 bin. Demokrasilerde bakanların veya zenginlerin
fazla oy hakkı olmaz. Herhelde Güllüce ve Hattat bunu biliyordur.
Bu arada
Hattat Bey’e kötü haberi verelim. Enerji üssü fikri yeni değil. Türkiye’nin İç
Anadolu (kömür santralleri), Güneydoğu (kömür, hidroelektrik, petrol),
Karadeniz (hidroelektrik), Marmara(Şeyl gazı, maden) ve Akdeniz(nükleer)
bölgeleri de enerji üssü olmaya çalışıyor. Kalan yerler de madenler, endüstri
tesisleri ve TOKİ binalarıyla boğuşuyor. Türkiye’nin gıda üssü neresi olacak, o
belli değil. Turizmi, doğayı nereye sıkıştıracağız o da belli değil. Bu gidişle
millete kömür yedirip, petrol içirecekler.
20. Ütopyalar Toplantısı
Ütopyalar
Toplantısı denince akla ilk gelen isim Savaş Emek olur. Savaş Ağabey’i 20
Ocak’ta kaybettik. Bu yıl 2-6 Temmuz arasında Karaburun’da yapılacak 20.
Ütopyalar Toplantısı onun anısına yapılıyor. Biz dostları, yol arkadaşları
orada olacağız. Savaş Emek olmadan ütopyaları konuşmak zor ama ütopyalarımız
olmadan da dünyayı değiştirmek mümkün değil. Ergin Pansiyon’daki belki de son
ütopyalar toplantısına, Savaş Emek anmasına bekleriz. Ayrıntılı bilgi Bilim ve
Gelecek dergisinde.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)