devrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
devrim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Küba’nın enerji devrimi

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Ekim 2016

Geçen haftaki yazımda Küba’nın tarım hamlesinden bahsetmiş, kent bahçeleriyle sebze ve meyve üretimini nasıl artırdığını anlatmıştım. Bu sayede Küba, hem şeker üretimine bağlı tarım ekonomisini zenginleştirerek geçmişte yaşadığı ekonomik krizlerin tekrarlanmaması için önlem almış hem de bitkisel ve evsel atıkları kullanarak ithal edilen gübre ve böcek ilacı kullanımını azaltarak ciddi bir ekonomik kazanç sağlamıştı. Küba’nın ‘enerji devrimi’ tarımdaki başarının benzerini enerji alanında da yakalamayı hedefliyor.

Küba’da enerji deyince akla petrol geliyor. Birincil enerji kaynakları içinde petrolün payı yüzde 77, onu yüzde 14 ile biyokütle, yüzde 8 ile doğalgaz izliyor. Birçok ülkenin aksine, petrol elektrik üretiminde de adeta tek kaynak. Bir bölümü Küba’dan karşılansa da ülke Venezuela’dan gelen petrole muhtaç. İthal edilen petrolün karşılığında Venezuela’ya doktor, öğretmen ve askeri uzman gönderen Küba’nın bu ticareti uzun soluklu olmayabilir. Venezuela’dan gelen petrolün miktarı oradaki krizin de etkisiyle azaldı. Olası bir rejim değişikliği bu ticarete daha büyük bir darbe vurabilir. Küba, yıllardır çok zor koşullara rağmen savunduğu bağımsızlığını enerji konusunda da kazanmak istiyor. 2006 yılında hükümetin açıkladığı ve ‘enerji devrimi’ diye adlandırılan reformların temel hedefi bu.

Enerji devriminin ilk hedefi eski makine ve teçhizatın değiştirilerek, enerji verimliliğinin arttırılmasıydı. Küba, iki yıl içinde 116 milyon akkor ampulü verimlileriyle değiştirerek tüm ülkede verimli ampul kullanan dünyadaki ilk ülke oldu (Greenbiz.com). 2,5 milyon buzdolabı ve 1 milyon vantilatör de enerji devriminin ilk iki yılında değiştirildi. Bu hamleler sayesinde gazyağı kullanımı yüzde 66, tüp gaz kullanımı yüzde 60 oranında azaldı. Ülkedeki karbon emisyonları yüzde 18 oranında düştü.

Enerji devriminin hedefleri arasında iletim hatlarının yenilenmesi, yenilenebilir enerjinin payının arttırılması da vardı. İletim hattı kaybı yüzde 14’lere çekildi; neredeyse Türkiye ile aynı seviyeye geldi. 2014’te sıra yenilenebilir enerjiye geldi ve net bir hedef belirlendi. Elektrik üretiminde yüzde 4’ü bulan hidroelektrik, rüzgar, biyokütle ve güneşin payının 2030’a kadar yüzde 24’e çıkarılması kararlaştırıldı. Daha da önemlisi, bu yeni kapasitenin büyük santrallerle değil, dağıtılmış, küçük üretim tesisleriyle sağlanmasına karar verildi. İlk adımlar da atılıyor.

Devrimde başrolü biyokütle dediğimiz bitkiler, hayvan dışkıları ve evlerden gelen organik çöpler oynuyor. Şeker üretiminden kalan atıkları elektriğe çevirmek için şeker rafinerilerinin yanında tesisler kuruluyor. 2030’da elektriğin yüzde 14’ü biyokütleden sağlanacak. Rüzgar türbinleri elektrik ihtiyacının yüzde 6’sını, güneş ise yüzde 3’ünü karşılayacak. Yüzde 1’lik pay ise hidroelektriğin olacak. Petrol ve doğalgazın payı böylece azaltılırken, ülkede petrol arama çalışmaları da hızlandırılacak. İthal edilen miktar bu yolla da azaltılmaya çalışılacak. Küba’nın önündeki en büyük sorun finansman. Yabancı şirketler şimdiden kuyrukta ama bu konu hassas. Hükümet bağımsızlık ve egemenliklerini koruyacaklarını söylüyor. Bunu, hükümetle Batılı şirketlerin ortak girişimleriyle yapmaya çalışacaklar gibi duruyor. Çin benzeri modeller görebiliriz. Bu konuda ilk örnekler hayata geçmeye başladı.

Enerji devriminin bir ayağını da bilgilendirme süreci oluşturmuş. İki yıl içinde, iklim değişikliği, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği konularına değinen televizyon programı sayısı 17 bini bulmuş. Radyo ve gazete haberleri cabası. Bizde tüm dünyanın konuştuğu Paris Anlaşması’nın hayata geçmesi ana akımda yer bile bulamıyor. Yöneticinin kafası eski, medyanın ki paslı olunca enerjide kömüre takılıp kalmamız çok normal.

Küba’nın hem ekonomik bağımsızlığı hem de çevre ve insan sağlığı için yaptığı bu çabalar ülkenin ekolojik ayak izini de makul sınırlar içinde tutmayı başarmış. Dünyadaki çoğu ülkenin aksine, Küba’nın biyolojik kapasitesi (tarımsal üretim, yapılaşma, balıkçılık ve orman ürünleri üretimi vb. için gereken bütün alanlar) son 50 yılda çok az yıpranarak aynı kalırken, ekolojik ayak izi de 90’lardan sonra düşüşe geçerek 60’lardaki seviyesine gerilemiş. Küba ülke kaynaklarından fazla tüketse de, artışı durdurmayı ve kontrol etmeyi başarmışa benziyor. Türkiye’de ise tam tersi bir durum var. Bizde biyolojik kapasitenin giderek azaldığını, ekolojik ayak izimizin de giderek arttığını görüyoruz. Büyüklerimizin deyimiyle cepten yiyoruz.

Hazıra dağ dayanmaz elbette. Ülkenin gıda üreten topraklarının, su kaynaklarının hepsi yok olmadan tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmek ve aşırı tüketimi durdurmak zorundayız. 11 milyonluk Küba’dan öğrenecek çok şeyimiz var.   

Beş maddede enerji devrimine geçiş

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Haziran 2016
 
Enerji sorunu her geçen gün daha çetrefilli bir hâl alıyor. Endüstriyel enerji tüketimi sürdükçe tüketime yanıt verecek kaynaklar belli. Bunlar, petrol, kömür, doğalgaz ve nükleer gibi fosil yakıtlarla zararı tartışılan veya sınırlı olan güneş, rüzgar, jeotermal, biyokütle, dalga ve Türkiye’de iyiden iyiye kirli enerji sınıfına koyulan hidroelektrik gibi yenilenebilir enerji kaynakları. Hepsi ayrı ayrı, projeden projeye tartışılabilir ama eldeki teknolojiler bunlar.

Kurduğumuz kentler, tercih ettiğimiz yaşam biçimi bizi endüstriyel enerji tüketimine mecbur kılıyor. Bugün cep telefonundan, evdeki işlem görmüş plastik sürahiye kadar her şey endüstri ürünü ve doğadan sağladığımız hammadde dışında yukarıda saydığımız enerji kaynakları kullanılarak üretiliyor. Doğaya dönersek elbette bu mecburiyetten büyük ölçüde kurtulmak mümkün ama bunu kaçımız istiyor ya da gerçekten yapabilir orası belli değil.

Tartışmanın diğer bir kısmı ise kentte yaşamaya devam ettiğimizde ne yapacağımızla ilgili. Bu durumda enerji tüketimimizi azaltmak ve kalan ihtiyacı da yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanarak karşılamaktan başka bir seçenek yok. Petrol, kömür ve doğalgazın iklim değişikliği gibi tüm yaşamı tehlikeye atan bir sorunun kaynağı olduğunu biliyoruz. Ayrıca, kullanıldıkları alanda da çevre sorunlarına yol açıyorlar. Nükleer enerji de farklı değil. Elektrik enerjisi üretmek için hayatınızı riske atmanızı isteyen, pahalı, kaza riski ve nükleer atık sorunu nedeniyle kabul edilemez bir teknoloji.

Yenilenebilir kaynaklarla ilgili de şikayetler var. Sadece BirGün’deki haberleri tarasanız, başta HES’ler olmak üzere, bugüne kadar itiraz edilmeyen yenilenebilir enerji kaynağı olmadığını görürsünüz. Bu itirazları iyi değerlendirmeli ve çözüm bulmalıyız. Yoksa geriye 7 milyar 391 milyon 68 bin kişiyi endüstriyel yaşamdan vazgeçirmek dışında bir seçenek kalmıyor. Bu sizi cezbetse bile geride ikna edilmeyi bekleyen 7 milyar 391 milyon 67 bin 999 kişi daha var. İkna süreci uzayabilir. Tartışmayı geliştirmek adına katıldığım toplantılarda çözüm için önerdiğim, beş maddeden oluşan şu formülü sizlerle de paylaşmak istedim.

1. Gerçek talebi bulacağız.
Enerji talebi diye elimize tutuşturulan rakamlar aslında gerçek talebi ya da ihtiyacı yansıtmıyor. Eğer enerji talebi yaşamı tehdit eder noktaya geldiyse yaşamın sürmesi için gerekli ihtiyaçlar dışındaki tüm üretim sürecini devreden çıkarabilmeliyiz. Bu, silah sanayini durdurmak gibi kökten bir hamle olabilir. Enerji sorununu böyle bir hamleyle ebediyen çözebilirsiniz. Evlerdeki ikinci televizyondan, fazla giysilerden ve hafta sonu uçakla gidilen yeme-içme turlarından vazgeçerek tüketimi azaltmak da bir başka yöntem.

2. Yerele soracağız, halkın onayını alacağız.
Halkın, enerji tüketmeme hakkını da kapsayan bir seçim özgürlüğü olmalı. Başta yereldekiler olmak üzere, halkın onayını almayan bir projenin hayata geçirilmemesi gerek. Bu itirazlar daha az enerji üretimine yol açarsa da sanayiden tüketiciye herkes elini taşın altına koymalı ve tüketimi azaltmak için gerekli adımlar atılmalı.

3. Çevresel ve sosyal maliyetleri hesaplayacağız.
Her yeni projede olduğu gibi enerjide de olası sosyal ve çevresel etkiler bağımsız kuruluşların da katılımıyla hesaplanmalı. Bir termik santralin maliyeti sadece inşaat ve yakıtından ibaret değil. O santralin yol açtığı hastalıkların tedavisi, yok ettiği tarım alanları ve üretim kaybı da değerlendirmeye alınmalı. Yaratacağı istihdam veya turizm üzerindeki olumsuz etki de karar sürecini etkilemeli.

4. Büyük santraller yerine küçük, yerinden yönetilen enerji santralleri kuracağız.
Enerji üretimini küçük ve talebinin olduğu yerlere yayarsak, hem büyük şirketlerin eline geçen tekelleşmiş bir enerji sisteminin hem de çevreye verilen hasarın önüne geçebiliriz. Yerinde üretimle kayıplar önlenir ve bu küçük birlikler arasında başka bir ticaret ve sağlıklı ilişkiler başlar.

5. Tüketen bizsek üreten de biz olacağız!
Son ama işin olmazsa olmazı da bu. Yerelde üretimi birlikte gerçekleştirmek. Enerji, özellikle de elektrik üretimi, halkın bir araya gelerek kurduğu enerji kooperatifleriyle, çatısına veya bahçesine kurduğu güneş panelleriyle, köylerdeki biyogaz tesisleri ve çiftçilerin tarlalarındaki rüzgar türbinleriyle yapılmalı. Karar verici halkın kendisi olursa, şikayet ettiği bir çok soruna yol açmayan en uygun seçenekleri tercih eder. Merkezi idarenin, sermaye sahiplerinin dayatmalarından kurtulur. Enerji bir rant alanı olmaktan çıkar, gerçek ihtiyacı karşılamaya yönelir.

Köklü bir politika değişikliği olmadıkça sizin başınızdan savdığınız termik santral başka bir yere kurulabiliyor. Yırca’da öyle oldu örneğin. Enerji devriminin gerçekleşmesi için hem direnişlerin yayılması hem de çözüm önerilerinin ülke çapına yayılarak politika değişikliğini zorunlu kılması gerekiyor.