Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Sürdürülebilirlikte vasatlar ligindeyiz

Özgür Gürbüz-BirGün / 14 Şubat 2024

Doğa severlerin isyanları Türkiye’deki çevre sorunlarının ne kadar büyüdüğünün bir göstergesi. Arıların sayılarının azalması, aşırı hava olaylarının sayısı ve sıklığının artması, hava kirliliğinin daha fazla sağlık sorununa yol açması iş dünyası ve siyasetçilerin durumu kavrayabilmesi için yeterli olamayabiliyor. Ekonomik ve sosyal veriler de içeren başka göstergelere ihtiyaç duyuyorlar. Olabilir.

O zaman o dilden de Türkiye’nin vasatlar liginde olduğunu anlatalım. BM’nin Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’nın hedeflerine ulaşma konusunda Türkiye’nin geldiği nokta bize tercüman olsun. Radikal bir çevre koruma fikrine hizmet etmeseler de Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları’na ulaşılması durumunda birkaç adım öteye gidebileceğimizi söyleyebiliriz. Devletlerin birçoğu BM’nin 17 amacına ulaşmayı kısa ve orta vadeli planlarına eklemiş durumda. Türkiye’de merkezi hükümetten yerel yönetimlere kadar birçok kurum stratejisini bu amaçları temel alarak yazıyor.

17 amacın ortak noktası aşırı yoksulluğu sonlandırmak, iklim kriziyle birlikte adaletsizlik ve eşitsizlikle mücadele etmek. 2030 yılına kadar belirlenen hedeflere ulaşmak zor görünse de ülkelerin performanslarını değerlendiren raporlar bize hangi ülkenin hem doğayı hem de ekonomiyi koruma yolunda bir şeyler yaptığını gösteriyor.

TÜRKİYE 72. SIRADA
BM için raporlama yapan Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı’nın hazırladığı son değerlendirme Türkiye’nin 166 ülke arasında 72. sırada yer aldığını ortaya koyuyor. Orta sıralara da hasret kaldık, her raporda diplerdeyiz deyip pek sevinmemek gerek çünkü ülkeyi yönetenlerin çok övündüğü ekonomik büyüklüğe göre baktığımızda oldukça gerilerdeyiz. 17 amacın ikisinde daha kötüye gidiyoruz. Bunlar seragazı emisyonlarını artıran fosil yakıt kullanımı ve çimento üretimi ile sağlık ve eğitime harcanan bütçenin kısılması. İyileşmenin görüldüğü alanlar ise, “elektriğe erişim” gibi bizim gibi ülkeler için çoktan halledilmesi gereken konular. Türkiye’de hükümetin amaçlara ilişkin yaptığı son gönüllü değerlendirme 2019’da yapılmış. Üzerinden uzun zaman geçmiş. Belki de her yerde dillendirilen bu 17 amaç çoktan rafa kaldırıldı; bilemiyoruz.

Detaylarda kaybolmadan dünyadaki yerimizden de bahsedelim. Bizden daha büyük ekonomik sorunlarla uğraşan Arjantin 51. sırada. Ambargolarla boğuşan Küba 46, Arnavutluk 54, Vietnam 55. sırada. Komşularımızla da kıyaslayalım. Yunanistan 28, Gürcistan 42, Bulgaristan 44, Azerbaycan 53, Ermenistan 56, İran 86, Irak 105 ve Suriye 130. ülke olmuş. Kosta Rika’dan Tayland’a birçok ülkenin gerisindeyiz. Hatırlatayım. Bu sadece çevresel bir gösterge değil, yoksulluktan eşitsizliğe, temiz sudan adalete kadar birçok konuda dünyanın ilerlemesine ne kadar uzak veya yakın olduğunuzu gösteren bir değerlendirme.

Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın 2019 yılında hazırladığı değerlendirme raporu, gelinen durumu şöyle özetliyordu: “Gösterge bazında ilerlemeye bakıldığında, Türkiye’nin birçok hedefte ilerleme kaydettiği, bazı hedeflerin tamamen aşıldığı, bazı hedeflere ise kısmen ulaşıldığı görülmektedir”. Cumhurbaşkanlığı orta sıralarda kalmayı kabulleniyorsa sorun yok, beşten büyük olacaksak elbette ortada büyük bir sorun var. İlk 20 hatta ilk 50’de bile değiliz. Ben sonuçtan memnun değilim çünkü Türkiye daha iyisini yapabilir. Kendisine ilerlemeyi amaç edinen demokratik bir cumhuriyet yerine “vasatlar imparatorluğu”nu seçenler ise herhalde bu dereceden memnundur.

Nasıl unutmayız?

Özgür Gürbüz-BirGün / 7 Şubat 2024

Foto: Fatih Pınar
50 binden fazla canımızı kaybettiğimiz bir depremi unutmak mümkün mü? Elbette hayır. Ne aileleri unutur ne dostları. Ne de uzaklardan yürek acısını paylaşanlar. O zaman neden her deprem, her afet ve her katliam sonrası “unutma, unutturma” diye haykırıyoruz?

Biz aslında bir depremi felakete dönüştüren koşulları ve dönüştürenleri unutmamaktan bahsediyoruz. Kahramanmaraş’ta zemin kattaki pastanenin kestiği kolon nedeniyle 36 kişiye mezar olan Ezgi Apartmanı’nı unutamayız. Kolonu keseni de göz yumanı da…

Yapı denetimi ticari bir faaliyete dönüştüren, bu yüzden de bugün yerle bir olan 40 bin binanın sorumlusu bu çarpık yapılaşma sistemini icat edenleri de unutamayız. Dere çakılı ve kum kullanılan İsias Oteli’ni yapanları da.

Kentsel dönüşümü rantsal dönüşüme çeviren, yeşil alanıyla, nüfus planlamasıyla, sosyal alanlarıyla birlikte planlanması gereken bir dönüşüme sırtını çeviren siyasetçileri de unutamayız.

Asbestli inşaat ve yıkıntı atıklarını ayrıştırmadan, verimli arazilere ve yerleşim yerlerinin yakınlarına kontrolsüz bir şekilde yığanları da unutamayız.

Seçim kazanmak, rant sağlamak amacıyla imar barışı ve affı çıkarıp, kentsel plan ve güvenlik kurallarını ihlal ederek, binlerce insanın hayatını riske atanları da unutamayız.

86 milyon nüfusun yüzde 37’sini beş kente tıkıştıran, rantı artırdığı için dikey betonlaşmayı teşvik eden, fay hatlarını ciddiye almadan yapılaşmaya izin veren yerel yöneticileri de merkezi idareyi de unutamayız.

Büyük bir deprem bekleyen 16 milyonluk İstanbul’u daha da büyütmeye çalışan, Kanal İstanbul gibi projelerle deprem sonrası karşılaşılacak afetin boyutlarını artırmayı planlayan çılgınları da unutamayız. Bu suçları işleyenler koltuklarından edilmeden, adalet karşısına çıkarılmadan acılar hafifler mi?

İhmalleri, hataları, çıkarları için insanların hayatlarını önemsemeyenleri ve yapılması gerekenleri yapmayanları unutursak, 6 Şubat’ta, 17 Ağustos’ta kaybettiklerimizi de unutmuş sayılırız. Hataylılar dün yaptıkları protestolarla, ihmalleri olduğunu düşündükleri siyasi parti temsilcilerini unutmadıklarını, iktidar ya da muhalefet ayırt etmeden gösterdiler. Biz uzaktakilerin de aynı tepkiyi vermesi gerekir ki yitirdiklerimizin fotoğraflarına, dostlarımızın yüzüne bakabilelim. Deprem öncesi bizi yönetenlere tüm hatalarına rağmen oy vermeye devam edersek hiçbir şeyin değişmeyeceğini anlamamız ve herkese anlatmamız gerekiyor. Çoğu insan bu ilişkiyi kuramıyor, onlara kızarak, küserek pes edemeyiz.

Geçmişteki hataları tekrarlayanlar kadar kentlerimizi geleceğe hazırlanmayanlar da suçlu. Yeniden inşa edilen kentlerde beton kalitesi dışında ne değişiyor? Yeşil alanları, bisiklet yolları ve yaya alanlarıyla yeni kentler mi planlanıyor yoksa yıkılan binanın yerine yenisi mi dikiliyor. TOKİ’nin ya da inşaat şirketlerinin yaptığı yeni apartmanların kaçında üst düzey yalıtım, çatısında güneş paneli koyup elektrik üretmeye olanak tanıyacak bir planlama var?

Birbirlerini gölgelemeyen binalar mı yapılıyor yoksa güneyi kuzeyi bilmeyen mimarların çizdiği pencereli beton bloklar mı? Geleceğin akıllı evleri mi inşa ediliyor yoksa 60-80 yıl ayakta kalması dışında bir beklentimizin olmayan klimaya bağımlı hücreler mi? Deprem sonrası elektriksiz kalan kentlerimizi mikro şebekelerle, güneş enerjisi gibi şebekeden bağımsız seçenekler ve elektrik depolama tesisleriyle donattık mı? Geri dönüşümden yeraltına alınmış altyapıya, atık sularını arıtacak tesislerden elektrik şarj istasyonlarına kadar her şeyi planlanmış, dört dörtlük kentler kurarsak, depremde yitirdiklerimize en saygın özürlerimizi göndermiş, onların anısını Türkiye’nin en modern yerleşim yerlerini kurarak yaşatmış olmaz mıyız?

Hatırlamak böyle bir şey, unutmak ise bildiğimizi okumak.

Muhalefetin ilacı dava siyaseti mi?

Özgür Gürbüz-BirGün / 31 Ocak 2024

Herhalde sizde benim gibi siyaset arenasında bir orada bir burada olan siyasetçilere bakıp şaşırıyorsunuz. Seçimden seçime parti değiştirenler kadar, aday gösterilmediğinde partisinden istifa edip, eski partisine demediğini bırakmayanlar da beni şaşırtıyor. Kendileri farklı bir yöntemle seçilmiş gibi, yeni tercihleri beğenmiyorlar. Bu davranışların temelinde ilkesizlik yatıyor.

Siyasetin ticarete döndüğü günümüzde, merkezdeki partilerde “dava siyaseti” yapan kalmadı. Daha çok sağ siyaset literatüründe rastladığımız bu kavram, ideal ya da ülkü demek. Arapça bir kelime. Yunanca karşılığı ‘ideal’. Sağ siyaset için kâğıt üstünde ülküden bahsetmek mümkün. Gerçekte ise kamu kaynaklarının, iktidarın ülküdaşlarına peşkeş çekilmesinden başka bir şey görmedik. Türk milliyetçiliğini savunan MHP’nin Hüdapar ile aynı koalisyonda olması dava siyasetinin sağ cenah için bittiğine dair herhalde en çarpıcı örnek. Hiç yoktu ki diyenleri de duyuyorum.

İşin merkez sol tarafı ne kadar farklı, ilkeler ve prensipler ne kadar yerli yerinde; o da tartışmalı. Oy oranları arttıkça siyasetin daha az ilkeyle yapıldığına tanıklık ediyoruz. Muhalefetin elbette hâlâ bir hatta birden çok amacı var. İktidarı tek adam yönetiminden almak, demokrasiyi güçlendirmek, Meclis’i yeniden işler kılmak gibi. İlkesiz ve idealleri (misyonu) olmayan bir hareketle bu amaçlara ulaşmak mümkün görünmüyor. Yıllardır patinaj yapılmasının nedeni de bu.

İktidar olmak için ‘dava partisi’ olmak gerekmez elbette. AKP bazen bir dava partisini anımsatsa da daha çok oportünist bir çizgide ilerledi. İktidara geldiğinde bir dava partisi değildi. Herkese gülücükler saçan, tek amacı iktidarın nimetlerini ele geçirmek olan bir partiydi. Daha sonra Gülencilerle birleşerek kendisine ‘laik orduyu’ ortadan kaldırmayı dava edindi. Liberallerin bazıları bu dava uğruna AKP’ye her istediğini verdi. Ordu etkisizleşince liberaller ve Gülencilerle vedalaşıldı. Tek adam yönetimiyle, padişahlık benzeri bir davayı güdenlere yaklaşıldı, aslında bu da ticari işlerin, kamunun ele geçirilmesini kolaylaştıran bir araçtı. Kürtlerle yollarını ayırdı. Bu da onları milliyetçilere ve onların davasına yaklaştırdı ve iktidarda kalmak için gereken oy desteğini aldı. Ümmetçilerin davasını da kapsar gibi görünmek için en son adımı tarikatları içine almak oldu. Devletin İslamlaştırılmasını isteyen tarikatlara Ayasofya’dan milli eğitime ve şeriat çağrılarına kadar verilen tavizler de bu davaya inananları AKP çatısı altında tutmaya yarıyor. Birçok davaları olduğunu da düşünebilirsiniz, ticaret dışında bir davaları olmadığını da.

Muhalefetin ise henüz sıkı sıkıya sarıldığı bir davası yok. Yaşam tarzı üzerinden kurulan birlikteliğin, daha geniş bir perspektifle, laiklik üzerinden bir davaya dönüştürülmesi mümkün. Söylemden öte, bu idealin yeniden tasvir edilmesi gerek. Yelpazenin solundaki Kürtler, emek hareketleri ve özgürlükçüler de laiklik davasından çok uzakta değiller. Bu hareketlerin, daha demokratik bir ülke idealini misyonlaştırmaları ve kitleleri tek bir amaç uğruna birleştirmeleri için laiklik bir birliktelik ideali olabilir. Demokrasinin olmadığı bir ülkede, özgürlüklerden de işçi haklarından da bahsedemeyiz. Ekonomiyi tüketim toplumunun prangalarından kurtarıp, daha az çalışarak, daha iyi paylaşarak yeşil bir dünya yaratmak da tüm dünyada hızla kabul gören ideallerden biri. Bu da bir veya birkaç partinin ideali olabilir.

Dava siyasetinin birkaç önkoşulu var. Siyasi partilerin siyasi iktidarı hedefledikleri ve üyelerinin birçoğunun da siyaseti bireysel çıkarlar için yaptıklarını görüyoruz. Dava siyaseti ise bunun tersini gerektiriyor. Partiler, yetiştirdikleri yöneticilere koltuğu bırakmayı öğretmeli; bu konu parti içi eğitimin bir parçası olmalı. Bunun birçok yolu var elbette ama bir tanesi parti içinde alınan tüm görevlere rotasyon şartı getirmek olabilir. Yönetici başarılı da olsa koltuğunu belli bir süre sonra yoldaşına bırakıp, arka planda kalmayı, ona destek olmayı öğrenebilir, partisine ve ideallerine her kademede hizmet etmenin değerini anlayabilir.

Bu kültürle yetişmiş partililer, günü geldiğinde makamlarını devretmeyi daha rahat kabullenebilir. Yıkıp dökmeden ilke ve idealleri için üye olduğu partilerde hizmet etmeye devam ederek, topluma siyaseti kişisel çıkarları için yapmadıklarını gösterebilirler. Davanın zaferi için önce kaybetmeyi ya da bırakmayı öğrenmeliyiz. Sağ ile sol siyaset arasında bir farka ihtiyaç var. Belki de bizi iktidara götürecek olan halkın iki taraf arasındaki ayrımı daha rahat yapmasını sağlayacak bu farktır.

Akkuyu Cumhuriyeti

Özgür Gürbüz-BirGün / 19 Ocak 2024

Foto: Akkuyu Nükleer Santralı
Akkuyu’da iki işçinin ölmesi, birinin menenjitten ölmesinin kesinleşmesiyle, 10 bin civarında işçinin çalıştığı söylenen santral inşaatında salgın tehlikesi de gündeme geldi. İşçilerin hayatını kaybetmesi ile duyduğumuz olayla ilgili yapılan haberler, Akkuyu Nükleer A.Ş. şirketini bir açıklama yapmaya zorladı. Şirket, iki işçisinin Mersin’de hastaneye kaldırıldığını ve hayatlarını kaybettiklerini kabul etti. İşçilerin ölümü haber yapılmasa, Tabipler Odası bilgi vermese, kimsenin salgın riskinden haberi olmayacaktı. Sağlık Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, Mersin Valiliği sessiz…

Covid zamanı da benzer bir olay yaşadık. Aldığımız duyumlara dayanarak Rusya’dan gelen çalışanların virüs taşıyabileceğini bu köşede yazmıştık. Bir gün sonra şirket açıklama yapıp, beş gün önce Rusya’dan gelen 136 kişinin karantinaya alındıktan sonra diğer işçilerle çalışmaya başladığını açıklamıştı. Doğrulatma şansınız var mı? Yok. Hükümet kontrol edebiliyor mu? Sesleri çıkmadığına göre, hayır edemiyor.

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde, tüm hisseleri Rus devlet şirketlerine, yani Rusya’ya ait olan Akkuyu Nükleer Santralı konusunda tek bilgi kaynağı Rus şirketin ta kendisi. Mersin sınırları içerisinde adeta özerk bir cumhuriyet kurulmuş gibi duruyor; Akkuyu Cumhuriyeti!

Menenjit meselesi ilk olay değil, hatırlayalım. Akkuyu’daki nükleer santralla ilgili yapılarda çatlaklar olduğu öne sürülüyor, herkes açıklama için Enerji Bakanlığı’na bakıyor ama yalanlama Rus şirket tarafından yapılıyor.

Hatay’da deprem oluyor, santralda deprem kaynaklı hasar olup olmadığı merak ediliyor. Olmadığı söyleniyor. Kim açıklıyor? Bağımsız bir kuruluş mu? Denetim yapan Türkiye Cumhuriyeti yetkilileri mi? Hayır. Akkuyu Nükleer A.Ş.

ZAPSU DAVA AÇTI
Santralın Yönetim Kurulu’nda yer alan ve daha sonra bu görevinden istifa eden Cüneyd Zapsu, “kamu yararını ilgilendiren konularına yönelik fiziki toplantı ve bilgi ve belgelere erişim talebinin” yerine getirilmemesi nedeniyle şirkete ihtarname gönderiyor. Daha sonra da dava açıyor. (Medyascope) Hükümetten, adında nükleer güvenlik vs. geçen kurumlardan ses yok.

Zapsu’nun dava dilekçesinde çok önemli bir ayrıntı var. Zapsu, nükleer santrala kurulması düşünülen radar konusunun güvenlik politikalarıyla ilgili olduğu için önce Türk makamlarıyla görüşülmesini istediğini, bu isteği kabul edilmediği için de muhalefet şerhi koyduğunu anlatıyor. Dava dilekçesine kadar giren bu konuda Savunma Bakanlığı, Enerji Bakanlığı, Cumhurbaşkanlık tatmin edici bir açıklama yapma gereği bile duymuyor. CHP grubunun verdiği önerge de AKP ve MHP oylarıyla Meclis Genel Kurulu’nda reddediliyor.

Mersin milletvekilleri bile nükleer santral sahasına alınmıyor. Mühendis odalarına izin yok. Çevreciler zaten yanına yaklaşamıyor. Sadece saha değil, bilgi akışı da Rusya’nın eline geçmiş.

Hükümetin sorması gereken soruları gazeteciler soruyor, peşine gazeteciler düşüyor. Sorularımızı ise işin tarafı olan, nükleer santraldan büyük para kazanacak Rus şirket yanıtlıyor. Akkuyu’da bir cumhuriyet kuruldu da bizim haberimiz mi yok? Türkiye nükleer santral ve enerji konusunda tüm yetki ve sorumluluğunu Rusya’ya mı devretti? Yoksa, bu konuda yetersizliğimiz nedeniyle Rusya’ya devretmeye mecbur mu kaldık?

Santralda çalışacak, sorumluluk alacak, bu işi öğrenecek diye Rusya’da okutulan gençlerin şikayetleri de kulağımıza geliyor. Maaşlarının Rus çalışanlardan düşük olduğu, ruble üzerinden maaş aldıklarını ve Ruble’nin değer kaybıyla daha da kötü duruma düştüklerini söylüyorlar. Nükleer Düzenleme Kurumu’nun konulara hakim olmadığı, o yüzden de Rus tarafının tüm isteklerini onayladığı da konuşuluyor. Bir hükümet yetkilisi, olmadı “Akkuyu Cumhuriyeti’nin Enerji Bakanı” karşımıza çıkıp bu iddialara yanıt verirse seviniriz.

Santral açıldığında dolar üzerinden verdiğimiz yüksek elektrik alım garantisiyle Akkuyu Cumhuriyeti daha da şahlanacak. Yüksek elektrik üretim kapasitesiyle Türkiye elektrik piyasasında fiyatı belirleyen önemli bir oyuncu olacak. Radarıyla, yüzlerce Rus çalışanıyla Akdeniz’de kurtarılmış bir bölge. En az 60 yıl Rus şirketin çoğunluk hisseye sahip olacağı da imzaladığımız uluslararası anlaşmayla tescillenmiş. Onu da hatırlatalım ki başımıza örülen çorabın ne olduğu iyi bilinsin.

Türkiye enerji verimliliğinde yerinde sayıyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Ocak 2024

Foto: Riccardo Annandale / Unsplash
 
Türkiye’nin II. Enerji Verimliliği Eylem Planı üç gün önce Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nca yayımlandı. Enerji verimliliği, daha az enerji harcayarak aynı işi yapabilmek, aynı ürünü üretebilmek demek. Enerji tasarrufundan farklı. Verimlilik ekonomide sürdürülebilirliği garanti ettiği için daha önemli bir kavram ve davranış değişikliğinin ötesinde yapısal değişiklikler de içeriyor.

Türkiye’nin enerji verimliliği konusunda hedef koyması doğru elbette ama koyulan hedeflerle diğer plan ve hedefler arasında çelişkiler var. Planın özü şu cümleyle özetlenmiş: “Bu belge ile Türkiye’nin GSYİH başına tüketilen enerji miktarının (enerji yoğunluğunun) 2023 yılı değerine göre %15 azaltılması ve 2024-2030 döneminde toplamda 37,1 MTEP birincil enerji tasarrufu sağlanması hedeflenmektedir.”. Bu cümleyi okuyunca Türkiye daha az enerjiyle aynı işi yapacak sanıp sevinebilirsiniz. Sevinmeyin. Bu iktidar döneminde hemen sevinmemeyi hepimiz öğrendik. Asgari ücret zammı örneğinde olduğu gibi iyi haber tez zamanda yok oluyor.

Eylem Planı önümüzdeki altı yılda enerji tüketimini azaltmayı düşünüyorsa, 12. Kalkınma Planı ile başı fena halde dertte demektir. Geçen Ekim ayında yayımlanan son Kalkınma Planı’nın enerji bölümünde, 2023 yılında 165 milyon TEP’i (ton eşdeğeri petrol) bulan birincil enerji talebini, 2030 yılında 190 milyona çıkarmayı hedeflediğimiz net bir şekilde yazılmıştı. Heterodoks yöntemlere girip, kafanızı karıştırmadan, 190’dan 165’ü çıkararak enerji talebinin 25 milyon ton artacağını hesaplayabiliriz. “37,1 milyon TEP’lik tasarruf bu işin neresinde” diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Rapor kötü bir Türkçe’ye kurban gitmediyse, iktidarın bir başka cin fikriyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebiliriz. Seragazı emisyonlarını azaltacağız dediklerinde de aslında bir artış tahmini yapıp, o tahmini artış rakamından azaltıma gitmişler, bunu da emisyonları azaltacağız diye açıklamışlardı. Aynı formülü enerji verimliliği için de uygulamışa benziyorlar. Rakamlarla anlatalım. “Enerji talebi biz hiçbir şey yapmazsak 227 milyon TEP’i bulacak diye tahmin ediyoruz, atacağımız enerji verimliliği adımlarıyla bu talep artışını 37 milyon azaltıp, 190’da sabitliyoruz” demiş olabilirler. Bu durumda enerji verimliliği uygulamaları ile enerji talebini azaltmış olur muyuz? Elbette olmayız, 165’ten 190’a çıkarmış oluruz ama tahminleri esas alırsanız, azaltım yaptık, hedefleri tutturduk diye övünerek dolaşabilirsiniz.

İşin kötüsü, Eylem Planı’nda enerji talebinin nasıl seyredeceğine, verimlilik olmadan talebin nereye ulaşacağına dair bir veri de yok. Tahmin yürütmek zorundasınız. Sonuçta şu gerçekle karşı karşıyayız. Enerji Verimliliği Eylem Planı ile Kalkınma Planı’nın tutarlılığını gösteren bir ortak çalışma yok. Belli ki enerjiyle ilgili bu planlar yapılırken ilgili kurumlar bir araya gelip, ortak bir hedef belirlemiyor. İki planın birbirinden haberi yok gibi duruyor.  

TÜRKİYE YERİNDE SAYIYOR
Biz en iyisi başka bir veriden Türkiye’nin enerji yoğunluğundaki seyre bakalım. Enerjiyi verimli kullanma konusunda aslında ne durumdayız onu görmeye çalışalım. Enerji yoğunluğu, bir birim GSYH üretmek için kaç birim enerji tüketildiğini gösteren, ekonomi penceresinden enerji meselelerine bakanların çok sevdiği bir gösterge. Avrupa İstatistik Bürosu (Eurostat) verilerine göre Türkiye, 2021 yılında GSYİH’da 1000 avro değerinde bir artış elde etmek için 150 kilogram eşdeğeri petrol tüketmiş. Komşumuz Yunanistan bu katkıyı 124, İspanya 111, Almanya 100 ve Danimarka ise 58 kg eşdeğeri petrol tüketerek sağlamış. Enerjiyi bizden daha akıllı kullanmışlar veya katma değeri yüksek ürün ya da hizmet üretmişler. Kötü haber; Avrupa’daki birçok ülkenin gerisindeyiz, enerji yoğunluğunu düşürmemiz gerek. İyi haber; enerji yoğunluğunu düşürme konusunda gidilecek yolumuzun olması, enerji tüketimini de ciddi oranda azaltabileceğimizi gösteriyor.

Asıl sorun ise bu konuda çok gecikmiş olmamız. 2013 yılında Türkiye 1000 avroluk GSYİH katkısı için zaten 155 kg eşdeğeri petrol harcıyormuş. 10 yılda bir arpa boyu yol gidememişiz. Aynı zaman aralığında, Danimarka 1000 avroluk GSYİH artışı için harcadığı petrol eşdeğeri enerji miktarını 75’ten 58’e, Almanya 123’ten 100’e, Yunanistan 143’ten 124’e, Romanya 232’den 186’ya ve Portekiz 137’den 119’a düşürmüş. Türkiye ise 155’ten 150’ye! Enerjide daha çok santral kurmayı önceliklendirdiği, tasarruf ve verimliliği bir kenara bırakmayı tercih ettiği için yerimizde saymışız. Şimdi fiyatı artan ithal enerji nedeniyle yakınıyoruz. 20 yıldır bu konuyu ihmal edenlerin bir eylem planıyla değişeceğini düşünmek hata olur.

Yumruk

Özgür Gürbüz-BirGün / 10 Ocak 2024

Foto: shahreboye on unsplash
 
Ata sporumuz güreş değil boksmuş meğer. Yumruklayan yumruklayana. Aslında cinayetlere, “maganda dehşeti”, “cinnet” deyip geçiştirmeye alışmış bir ülke için yumruklaşmak iyileşme bile sayılabilir. Şiddete karşı verdiğimiz sınavda o kadar kötü bir yerdeyiz. Kitlesel lanetleme ve kınama kapsamına girmeyen örgütsüz ve örgütlü şiddet eylemleri sıradanlaştı. Ülkedeki çetelerin sayısını sayamaz olduk. Hukuksuzluk ve kutuplaşmayla birlikte şiddet, bu ortama göz yuman iktidarın destekçilerini hatta imamları bile hedef almaya başladı. Umarım son olaylar herkesin aklına başına getirir.

Çok geriye gitmeye gerek yok. Sadece son bir aydaki kadın cinayetlerine baksak, şiddetin bu ülkenin en büyük sorunlarından biri haline geldiğini rahatlıkla görebiliriz. Aralık ayı boyunca erkekler 30 kadını ve bir çocuğu öldürdü; 38 kadına karşı şiddete başvurdu. İstismar ettikleri 5 kız ve oğlan çocuğu var. (Bianet-Erkek şiddeti Çetelesi) Kadınları öldüren 25 fail erkekten sadece 10’u tutuklandı. Cinayetlerin 21’i ateşli silahla işlendi. Liste uzun.

11 Aralık 2023’te hakem Halil Umut Meler, eski AKP milletvekili, Ankaragücü takımının başkanı Faruk Koca tarafından saldırıya uğradı. Meler’e yumruk atan Koca tutuklanmış, iki hafta sonra ise tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Dünkü duruşmada Koca hakem Umut Meler’i, “seni öldüreceğim” şeklinde tehdit etmediğini iddia etti. Yan hakem ve Meler ise tehdit olduğunda ısrarlı. Koca, tutuksuz yargılanmak üzere adliyeyi terk etti. Kadınları tehdit eden eski eşlere, sevgililere gösterilen konukseverlik Koca’ya da gösterildi.

İstanbul'da Filistin'e destek yürüyüşünden dönen ve elinde tevhid bayrağı olan şahsa "Siz Arap sevicisiniz" diyerek yumruk atan Ege A. ise tutuklandı ve dokuz gündür tutuklu. Bu olaydan sonra bazı dinci isimler bile eleştirilerinde, yürüyüşçülerin karşılık vermesi halinde olayların büyüyebileceğini yazdı. Biri Ege A.’ya tokat atmıştı bile. Sırtlarını iktidara yaslayanlar, şiddetin şiddeti doğuracağını belki de ilk kez gördüler.

Birkaç defa bu köşede yazdım. Türkiye şiddete o kadar alıştırıldı ki bu sanıldığı gibi sadece iktidara yakın duranların bir tercihi değil, bugün muhalefette olanların da başvurabileceği bir eylem biçimine dönüştü. Kabulü var. İktidarın gücüne güvenenlerin ve şiddetle, tehditle karşı görüşleri baskılamaya çalışanların en büyük yanılgısı bu. Ege A.’nın saldırı nedeni, politik duruşu önemli bir gösterge. Ülkedeki bölünmüşlük, kabul görmüş şiddetle birleşince nereye savrulacağımızı kestirmek zor. Kolluk kuvvetleri bile şiddetin toplum içinde bir kavgaya dönüşmesinde farklı uçlara savrulabilir. Şeriat özleminin toplumun büyük bir bölümünü tehdit ediyor olması ve buna rağmen tarikatlara verilen ödünler, Anayasa Mahkemesi’ne yapılan saldırıyla hukuk ve adalete inancın tamamen rafa kaldırılması insanlara, “kendi başının çaresine bak” mesajını veriyor. Onlar da bakıyor.

İktidar yanlıları şeriat pankartlarının yanında tuttukları ‘tevhid’ bayraklarının başka bir anlama geldiğini söyleyedursun, İstanbul’da bir cami imamı “Allahu ekber” bağırışlarıyla bıçaklandı. Dincilere göre bu slogan da inançlarının bir parçası ve masum. Ben ve birçok kişinin aklına ise bu sloganı duyduğumuzda Sivas ve diğer katliamlar geliyor. Tekbirin katliamla, arapça yazılmış bayrakların Işid vari örgütlerle ilişkilendirilmesi birilerinin “cahilliği” değil. İslamı toplumsal yaşamı belirleyecek bir ülkü kabul edenlerin şiddetle aralarına çekemedikleri o çizginin bir sonucu. Evrensel hukuka, demokrasiye, laiklik ve bireysel özgürlüğe saygı duymamalarıyla ilgili. İnsanların, diledikleri gibi yaşamalarına izin vermeyecek herhangi bir rejime karşı gardını alması normal. İş yumruklaşmaya dökülürse bunun ülkeyi savaş alanına çevirme tehlikesi var. Şiddeti içselleştiren ve zaman zaman siyasi söylemlerine alet eden hükümet ise hiç oralı değil. Hatırlayın, mevcut hükümetin ortağı MHP Genel Başkanı Bahçeli, Kılıçdaroğlu’na yapılan yumruklu saldırı sonrası, “O adama yumruk attıracak kadar ne yaptın sen Kemal Kılıçdaroğlu” demişti. Bu iktidar sokaktaki çocuğunuzu maganda şiddetinden bile koruyamaz.

Kazananı olmayacak bu yumruklaşmaların sona ermesinin bir tek yolu var. Bireylerin silahlarına el koymayla başlayacak, şiddeti adalet önünde tarafına bakmadan en ağır biçimde cezalandıracak ve aklımızdan, dilimizden çıkaracak büyük bir kampanyaya ihtiyaç var. Toplumun büyük bir kesiminin desteğini alacak bu hareketi muhalefetteki partiler, sivil toplum başlatmayacaksa kim başlatacak?

Özelleştirilen santrallara teşviğe devam

Özgür Gürbüz-BirGün / 4 Ocak 2024

Foto: ykenerji
Enerji sektörü yeni yıla hızlı başladı. Kapasite Mekanizması Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikle
hidroelektrik santrallar mekanizmadan çıkarıldı. Böylece devletin kapasite mekanizması kapsamında ödeyeceği para azalacak. Tasarruf tedbiri deyip sevinmeyin, gidilecek daha çok yol var. 2023’ün ilk 11 ayında, bu mekanizma kapsamında özel sektörün elindeki santrallara ödenecek miktar şimdiden 3,5 milyar TL’yi buldu. Bu miktarın 1 milyar TL’ye yakını ise bir süre önce özelleştirilen santrallara ait.

Bu mekanizmanın benzerleri başka ülkelerde de var. Gerekçesi, yenilenebilir enerjinin payının arttığı ülkelerde, depolama yöntemleri yerleşene kadar arz sorunu yaşamamak. Başta termik santraller olmak üzere, istendiğinde devreye giren santralları çalışmaya hazır halde bekletmek. Sürekli çalışmayacakları için de kayıp zamanlarını telafi etmek için bir bedel ödemek. Bir çeşit sübvansiyon aslında. Bizde ise durum farklı.

Türkiye’de bir arz sorunu yok. Kurulu gücün 106 bin, en yüksek talebin 55 bin megavat olduğu bir ülkede arz sorunundan bahsedilemez. Arz sorunundan çok ‘istendiği’ gibi artmayan elektrik talebi sorunu yaşanıyor. Herkes enerjiyi verimli kullanmaya çalışırken biz plansızlık nedeniyle tüketimi artırmaya çalışıyoruz ama olmuyor. 2023 yılı da ekside kapanırsa, son beş yılın üçünde elektrik tüketiminin azaldığı bir dönemi geride bırakmış olacağız. Talep tüm çabalara rağmen artmayınca da yapılan onlarca gaz santralı, özelleştirilen kömürlü termik santrallar tam kapasite çalışamıyor ve planladıkları kârı elde edemiyor. Şirketler rahatsız.

3,5 MİLYARI BULDU
Neyse ki bu şirketleri çok seven bir hükümetleri var. 2018 yılında kapasite mekanizmasını devreye alıp, birçok santrala teşvik vermeye başladı. Bu yıl listeden çıkarılan hidroelektrik santrallar da 2019 yılında mekanizmaya eklenmişti. Şirketlere ödenen para az buz değil. 2023 yılının 11 ayında bu mekanizma kapsamında şirketlere ödenen miktar 3,5 milyar TL’yi buldu. Hidroelektrik santrallar bu miktarın yüzde 8,5’ini almıştı. Aslan payı ise gaz santrallarında ve onlar mekanizma içinde kalmaya devam edecek. Makine Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu raporlarında bu durumu, “İlk gündeme geldiği yıllarında amaç arz güvenliğinin sağlanmasıydı. Şimdi ise yapılan plansız yatırımların yarattığı arz fazlalığı ortamında, özel şirketlere destek sağlamanın yöntemlerinden birisi oldu” diye yorumluyor.

2023 yılının ilk 11 ayında teşvikler kime gitmiş, ona da bakalım. ENKA’nın Adapazarı, Gebze ve İzmir’deki gaz santrallarına 11 ay sonunda ödenecek miktar 640 milyonu bulmuş. Enerjisa’ya ait biri kömürle, ikisi gazla çalışan santrallarına 285 milyon, Bilgin Enerji’nin gaz santralına 152 milyon, Aksa’nın gaz santralına 147 milyon, Yeni Enerji’nin gaz santralına 144 milyon, Akenerji’nin gaz santralına 138 milyon, Acwa’nın gaz santralına 129 milyon, Gama Enerji’nin gaz santralına 127 milyon, RWE- Turcas şirketinin gaz santralına 101 milyon, Boyobat Elektrik’e ait HES’e 97 milyon, Koloğlu Holding’e ait Soma Kolin Kömürlü Termik Santralı’na 88 milyon, Cengiz Enerji’nin gaz santralına 87 milyon, Odaş Grubu’na ait Çan-2 kömürlü termik santralına 57 milyon ve Ciner Grubu’na ait Silopi’deki kömürlü termik santrala 55 milyon ödenecek.

ÖNCE ÖZELLEŞTİR SONRA DESTEKLE
İşin bir de özelleştirme boyutu var. Özelleştirilen santrallardan da bu kapsamda ciddi miktarda destek alanlar var. Örneğin, Limak ve IC İçtaş şirketlerine ait, Akbelen’in canına okuyan Yeniköy ve Kemerköy kömür santralları. Bu santrallara 11 ay için ödenmesi gereken teşvik miktarı 190 milyonu bulmuş. Tunçbilek, Seyitömer ve Orhaneli kömürlü termik santralları da özelleştirilip Çelikler Holding’e verilmişti, bu yıl kapasite mekanizmasından en az 161 milyon TL ödenecek. Özelleştirilen Hamitabat gaz santralı için Limak Doğal Gaz Elektrik Üretim A.Ş.’ye 191 milyon, Soma-B ve Kangal kömürlü termik santralları için Konya Şeker A.Ş.’ye 167 milyon, Yatağan kömür santralı için Aydem Enerji’ye 116 milyon ve Oymapınar HES için Cengiz Holding’e 93 milyon ödenmesi de kesinleşti.  

Bunlar sadece 2023’in ilk 11 ayına ait rakamlar. Yıllardır ödenen miktarları düşününce, özelleştirmeyle risk aldığı iddia edilen bu firmaları devlet adeta kurtarmış desek yeridir. Bu nasıl serbest piyasa anlamak mümkün değil. Madem teşvik verip ayakta tutacaktınız, neden kamunun santrallarını özelleştirdiniz? Halkın parasını kullanıp bu yatırımları ayakta tutmaya çalışacaksak, en doğrusu santralları kamunun elinde tutmak olmaz mıydı?

Nükleerin reklamı artıyor payı düşüyor

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Aralık 2023

Angra Nükleer Santralı - Foto: Ö. Gürbüz
Nükleer santrallarla ilgili yeni bir ‘müjde’ almadığımız gün neredeyse yok. En son Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile nükleer santral yapma, nükleer yakıt imal etme gibi konuları da içeren stratejik ortaklık anlaşması imzalandı. Ne BAE’nin elinde böyle bir teknoloji var ne Türkiye’nin ama kimin umurunda? Rusya, Çin veya Kore gibi üçüncü bir ülke bulunur, BAE parasıyla ortak olur, Erdoğan hükümeti de bir başka felaket projeden hem oy hem de yandaşlarına rant devşirmeye çalışır.

Türkiye’nin nükleer santralı yok ama radyasyon şimdiden herkesi çarpmışa benziyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan suya düşen Sinop nükleer santralı projesini Yunanistan’da yapılıyormuş gibi anlatıp, komşuya o santraldan elektrik satmaya çalıştı. Yunanistan nükleer santrallara karşı olduğunu yıllar önce açıklamış ülkelerden biri. Halihazırda elektrik üretiminin yüzde 13’ünü nükleerden daha ucuz güneş enerjisinden elde ediyor. N’apsın nükleeri?

Sinop komedisi bu kadarla sınırlı da değil. Türkiye’nin en mutlu kentine nükleer santral kurmak isteyen konsorsiyum dağıldı, ortada şirket yok ama projenin battığını halktan saklamaya çalışıyorlar. Mahkeme hükümetin korkusundan, proje sayfalarında kalan ve çok tan çöpe atılan Atmea reaktörüne ait ÇED raporunu bile iptal edemiyor.

AKKUYU’DA BİR ERTELEME DAHA
Radyasyon’un Akkuyu’daki etkisi de farklı. Yapımı süren Rusya’nın nükleer santralına seçim öncesi ‘taze nükleer yakıt’ getirilmiş, sanki santral açılmış gibi tören yapılmıştı; hatırlayan var mı? Anlaşılan o taze yakıt biraz bayatlayacak çünkü santralın ilk reaktörünün açılışı geçtiğimiz günlerde yine ertelendi. Enerji Bakanı Bayraktar’ın son açıklamasına göre, ilk reaktörün devreye girmesi Nisan 2024’ten 29 Ekim 2024’e ötelendi. Yabancı kaynaklar ise 2025’ten bahsediyor. Yanlış anlaşılmasın, böylesine tehlikeli ve pahalı bir projenin gecikmesinden mutluyum. Zaten hiç açılmaması gerekiyor. Açılışla beraber, Türkiye her yıl en az 2 milyar dolar civarında bir parayı Rusya’ya ödemeye başlayacak. Aynı elektriği güneşten üretsek 3-4 kat daha az maliyetle üretebilecekken. Hatırlatalım, eski Enerji Bakanı Hilmi Güler Akkuyu’ya nükleer yapacağız diyeli neredeyse 20 yıl oluyor. Rusya’ya para kazandırmak, hayatımızı tehlikeye atmak için bu kadar uğraşacağımıza güneşe yatırım yapsaydık belki de Avrupa’nın güneş enerjisinde üssü olurduk.

Bu fiyaskoya rağmen, AKP hükümeti bir sorun yokmuş gibi her ile nükleer santral kurma vaatleriyle ortada dolaşmaya devam ediyor. ABD’den gelen heyetler, küçük modüler nükleer reaktör satmak için yetkili makamların kapısını arşınlıyor. Ortada ne bitmiş bir küçük reaktörleri var ne de daha ucuz ve sorunsuz olacağını gösteren bir bilimsel rapor. Amaç nükleer endüstriyi ayakta tutmak. Pazarlama çalışmaları tam gaz sürüyor. Dubai’deki iklim konferansında, başını Fransa ve ABD’nin çektiği 22 ülke nükleer santralların kurulu gücünü 2050’ye kadar üç katına çıkarma konusunda bir taahhütte bile bulundu. 22 ülke arasında Fas, Jamaika, Moldovya, Gana gibi henüz hiç nükleer santralı olmayan ülkeler de var. Onların mevcut kapasitelerini üç katına çıkarmalarında bir sorun yok bence. Üç çarpı sıfır eşittir sıfır. Şaka bir yana, bu reklam kampanyası, nükleer teknolojiyi kontrol eden birkaç ülkenin batma tehlikesiyle karşı karşıya olan endüstriyi kurtarma çabası olarak görülmeli. Reklamlar size ihtiyacınız olmayan ürünleri aldırabilir. Nitekim, Türkiye gibi birçok ülke bu tuzağa düşüyor, kazanan yine malum taraf oluyor.

NÜKLEERİN PAYI YÜZDE 9’A GERİLEDİ
Bizimkiler medyası, nükleer endüstriyle el sıkışmış iş dünyası ve hükümetin sesi olmuş bilim insanlarıyla nükleer santral reklamı yapa dursun, nükleer enerjinin dünya elektrik üretimindeki payı gerilemeye devam ediyor. Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu ay başında güncellendi. 1996 yılında dünya elektrik üretiminin yüzde 17,6’sını karşılayan nükleer santralların payı 2022’de yüzde 9,2’ye geriledi. Yenilenebilir enerjinin küresel elektrik üretimindeki payı ise yüzde 30’u geçiyor. Uluslararası Enerji Ajansı, 2025’te bu payın yüzde 35’e çıkacağını tahmin ediyor. Sadece Dünyadaki güneş ve rüzgar santralları tüm nükleer santrallardan daha fazla elektrik üretiyor. “Yanlış ata oynamak” diye herhalde buna deniyor. Bedelini yüksek elektrik faturaları ve çevre sorunlarıyla biz ödeyeceğiz.

 

“Dereye insen abdest alacak su yok”

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Aralık 2023

Foto: Kuzey Ormanları Savunması
Rize’de birçok yerleşim yerinin içme suyu ihtiyacını karşılayan Andon Deresi üzerindeki Ambarlık Hidroelektrik Santralı’nın (HES) ‘su kullanım hakkı anlaşması’ bir kez daha iptal edildi. Davacılar arasında ‘Yurttaş Kazım’ da var. Türkiye, Yurttaş Kazım adıyla bilinen Kazım Delal’i, HES’e karşı açtığı davanın bilirkişi ücretini ödemek için ineğini satmasıyla tanımıştı. Ambarlık 1-2 adlı HES faaliyete geçti ancak Kazım Delal ve arkadaşları pes etmedi.

HES davalarını yakından takip edenler, hukuki süreçlerin çetrefilliğini de bilir. Bir yere HES yapmak istiyorsanız öncelikle DSİ ile su kullanım hakkı anlaşması yapmanız gerek. Devlet, bu anlaşmayla size belli bir süre için (genelde 49 yıl) suyu kullanma hakkı verir. Ambarlık HES’in dava geçmişine baktığınızda, su kullanım anlaşmasının daha önce de iptal edildiğini görüyorsunuz. Şirket ise unvan değiştirerek su kullanım hakkı anlaşmasını korumaya çalışmış. Kazım Delal, Nazım Delal ve Dumlu Esir’in açtığı davada bu duruma itiraz ediliyor. Ankara 7. İdari Mahkemesi de davacıları haklı bularak, adı değişen şirketin su kullanım anlaşmasını yenilemek zorunda olduğuna, bunun için de güncel fizibilite raporu hazırlaması gerektiğine hükmetmiş.

Geç gelen hukuk, hukuk değildir elbette ama bu tip kararların her biri emsal niteliğinde. Davanın Avukatı Mehmet Horuş dava sonucunu, “Hukukun asgari standartlarının uygulandığı bir ülke de bu konuda dava açmamıza bile gerek kalmamalı. İdari denetim özellikle ÇED süreçlerinde işlemiyor. Plansız programsız şekilde projelere onay veriliyor. Yargı kararlarını uygulatmak başka bir sorun. HES faaliyetinin yargı kararına göre DSİ tarafından durdurulması gerekiyor. DSİ, bin dereden su getirecek mi? Yaşayıp göreceğiz” sözleriyle yorumluyor.

İşin hukuki boyutu bu ama asıl önemli kısmı davacıların itiraz nedenleri. Nazım ve Kazım delal kardeşlerle konuşunca, bu inatçı mücadelenin değerini de anlıyorsunuz. Nazım Delal, “Su kaynakları az, can suyu dediğimiz su da HES’e gidiyor. Dereye bir damla su kalmıyor. Bu vadide 20-30 bin insan var, hayvanlar var. Buradaki insanların, hayvanların su ihtiyacı var. Bu bizim içme ve kullanma suyumuz. Başta alabalık olmak üzere derede yaşayan canlılar da var. Savunmamız bilgi ve belgelere dayanmaktadır, davamızda haklıyız. HES’in tamamen durdurulmasını istiyoruz” diyor. Nazım Delal köyün imamı, bana itirazını destekleyen ayeti hatırlatıyor. “Cenabı Hak, Kuranıkerim’de biz her şeyi sudan yarattık diyor, su hayat kaynağıdır” diye de ekliyor.

Kardeşi Kazım Delal de hafız. Sorarsanız, o da dini gerekçeleri sizinle paylaşıyor. “Kuranıkerim’de cennet suyla birlikte tarif edilir” diyor. Söze ise, “Bu dava benim değil, benim köyümün, Rize’nin de değil. Tüm insanlığın davası” diyerek giriş yapıyor. Yurttaş Kazım, çevre sorunlarının geldiği boyutu anlatmak için de herkesin anlayabileceği bir örnek veriyor. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bile adı değişti, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı oldu diyor. “Olaylar öyle bir boyuta geldi ki bakanlığın ismi değişti. Gözünü sevdiğim doğanın dengesi bozuldu. Sular mecrasından çıkarıldı. Ne kadar anlatsam ne kadar konuşsam yetmez. 20’ye yakın davam var. HES’ler, taş ocakları. Rüzgâr, güneş, ağaçlar, hayvanlar, su her şey bir bütün. Herkesin burada yaşama hakkı var” sözleriyle itirazının gerekçelerini özetliyor. “Üst mahkemeye itiraz etseler de bu süreç bir yerde takılacak” diyen Kazım Delal, “Derelerde zaten su yok. Su olmayan yere HES yaptılar. Şirket bir de Anayasa Mahkemesi’ne gidip, itirazlar yüzünden çok zarar ettik diye tazminat istemiş. Anayasa Mahkemesi bu talebi de reddetmiş. Hem vallahi hem billahi, öyle zaman oluyor ki derede abdest alacak su kalmıyor. Dereye insen abdest alacak su yok” diyerek, durumun vahametini de anlatıyor.

Üç türden biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Aralık 2023

Uluslararası Doğayı Koruma Birliği (IUCN), Dubai’deki iklim konferansının (COP 28) bitmesine bir gün kala iklim kriziyle birlikte hız kazanan yok oluşun rakamlarını açıkladı. Tehdit altındaki canlıların durumunu gösteren kırmızı listede artık 157 bin 190 tür var ve bunların 44 bin 16’sı yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Başka bir deyişle, yaklaşık her üç türden biri.

Türkiye’de de tehdit altındaki türlerin sayısı arttı. 2018 yılında Türkiye’deki bilinen türlerin 401’i tehdit altındaydı. Beş yıl sonra bu rakam 469’a çıktı. 469 türden 142’si kritik seviyede tehdit altında, 158 tür ise ‘tehlikede’ kategorisinde yer alıyor. Kritik seviyede tehdit altında olan türler arasında Bozdağ çekirgesi, baytop soğanı, kuşaklı kiraz kuşu, Wagner engereği ve Gümüşhane Lalesi gibi onlarca farklı canlı var. Denizden karaya, bozkırdan tatlı sulara kadar her yerde yaşayan canlılar tehdit altında. Ne yazık ki doğa koruma alanındaki çabalar uzun yıllar istiyor ve koruma çabaları sürdürülebilir olmazsa birkaç yıl içinde kazanımlar kaybedilebiliyor. 

Yaşamın hızı ve doğadan kopuş o kadar trajik bir boyutta ki bu bilginin korkunçluğunu bile hissetmiyor çoğu insan. Bitki, kuş, sürüngen olunca gözümüzün önüne getiremiyoruz belki de. Hayatımız bina, otomobil ve parayla örülü.

Yok oluş süreci dünyanın her yerinde gözlemlenebiliyor. Doğayı Koruma Birliği’nin bu yılki güncellemesinde ilk kez mercek altına aldığı tatlı su balıkları bu iddiayı doğrular nitelikte. IUCN, 14 bin 898 tatlı su balık türünün dörtte birinin yok olma riskiyle karşı karşıya olduğunu saptamış. Yok olma tehlikesindeki tatlı su balık türlerinin en az yüzde 17'si iklim değişikliği nedeniyle gezegenle vedalaşmak üzere. Nehirlerde azalan su seviyesi, deniz suyu seviyesinin yükselmesiyle nehirlere karışan tuzlu sular ve değişen mevsimler tatlı su balıklarının yaşamasını güçleştiriyor. Yok olma tehlikesindeki tatlı su balıklarının tek sorunu iklim değil elbette. Yarısından fazlası kirlilikten, yarıya yakını da barajlar ve su kullanımı gibi nedenlerden de etkileniyor. İklim krizi türlerin üzerindeki baskıyı artıran bir başka ama güçlü bir etken çünkü yerel müdahalelerle iklim krizinden çıkma şansımız yok.

Uluslararası Doğayı Koruma Birliği bu nedenle Kırmızı Liste’deki son güncellemeyi İklim Konferansı’nda yaptı. Ne yazık ki onlar bu açıklamayı yaparken, birkaç bina ötede, iklim krizini durdurma çabalarına büyük bir darbe vuruluyordu. Biliyorsunuz, krizden çıkış için elimizdeki tek çözüm fosil yakıtları (kömür, petrol ve gaz) kullanmayı bırakmak. İklim konferansının gizli sahibi petrolcüler, kömürcüler ve gazcılar ise COP 28’in sonuç metninden ‘fosil yakıtlardan vazgeçme’ ibaresini itinayla çıkardılar. Gezegenin son umudunu bilime rağmen insanların elinden almaya çalışıyorlar. Bu yazı kaleme alınırken birçok ülke ve doğa savunucuları metni eski haline getirmeye çalışıyordu. Fosil yakıtlardan vazgeçme çağrısı metne geri dönse bile belli ki zayıflatılmış bir biçimde ifade edilecek ve aynı güçler hayata geçirilmemesi için ellerinden geleni yapacak.

İnsan, evrende yaşayabildiği bilinen tek gezegenle ilişkisini koparmış gibi davranıyor. Başka bir yerde yaşayabilirmiş gibi, öyle bir yer varmış gibi ya da gezegendeki diğer canlılar olmadan bir hayat sürebilirmiş gibi davranıyor. Yanılıyor elbette ama kapitalizmin kendisini hapsettiği duvarların dışına çıkamıyor. Duvarları aynayla kaplamaktan başka çaremiz yok. İnsana yaşadığı ve yaşattığı sefaleti göstermek zorundayız. Yazmaya, konuşmaya ve mücadeleye devam.

İklim krizini sonlandırmayı müzakere ettiğimiz süreçlerden şirketleri çıkararak işe başlayabiliriz. Yok oluştan kâr edenlerle müzakere etmenin bir faydası yok, onlara sadece yapmaları gerekeni söylemeliyiz. Bunun için mevcut hükümet ve devlet yapılarının değişmesi gerek. Zor diye düşünmeyin, insanlar krizin boyutlarıyla yüzleştikçe, imkansızları başarmak için adım atmaya da hazır olacak.

Dünyayı mağarada yaşamakla tehdit eden petrolcü

Özgür Gürbüz-BirGün / 6 Aralık 2023

Foto: UNFCCC
Birleşmiş Milletler’in her yıl düzenlediği iklim konferansının başkanlığına bu yıl bir petrolcü atandı. Ahmed El Caber, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Ulusal Petrol Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı. El Caber, COP kısa adıyla bilinen iklim konferansına, fosil yakıtlardan vazgeçmenin bizi iklim krizinden kurtaracağına dair bilimsel bir gerekçe yok yorumuyla damgasını vurdu. Fosil yakıtlardan vazgeçmenin dünyayı mağara yaşamına geri götüreceğini de söyledi.

El Caber’in kendi ülkesinin de tarafı olduğu Paris Anlaşması’ndan, Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin binlerce sayfalık çalışmalarından haberdar olduğuna eminim. Bu bilimsel raporlar bize seragazı emisyonlarını 2030’a kadar, 2019 seviyesine göre yüzde 43 oranında azaltılması gerektiğini söylüyor. Azaltım için de fosil yakıtları en geç 2050 yılından kullanmayı bırakmalıyız. Yapamazsak sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmak mümkün olmayacak. Ülkelerin mevcut taahhütleri ise bizi yüzde 43 değil yüzde 2’lik bir azaltıma götürecek. Bu gidişle iki derecenin altında kalma hedefi de zora girebilir. El Caber bunları da biliyor ama petrol, kömür ve gazdan para kazanan tüm fosil yakıt şirketlerinin yıllardır yaptığı gibi o da süreci yavaşlatmak, iklim krizini kanıksatmak ve mevcut düzeni devam ettirmek için üstüne düşeni yapıyor.

Fosil yakıtlardan vazgeçip güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir enerjiye geçersek mevcut endüstriyel toplumun devam edeceğini yine bilim bize söylüyor. Mevcut ‘gelişmiş’ toplumun sorunsuz gibi anlatılması ise başka bir dert. Caber’in petrol zengini ülkesinin ışıltılı kenti Dubai’deki hava kirliliği, Dünya Sağlık Örgütü’nün tavsiye ettiği günlük seviyenin üç kat üzerinde örneğin. Fosil yakıtlar da sorumlular arasında. Küresel Kölelik Dizini (Global Slavery Index) sıralamasında da BAE dünya yedincisi (Türkiye beşinci). Modern kölelikten bahsediyoruz. Çok az bir ücret karşılığında veya ücret almadan çalışmaya zorlanmak, seks işçiliği yapmaya mecbur bırakılmak ve isteğiniz dışında evlendirilmek bugün modern kölelik olarak adlandırılıyor. El Caber’in ülkesinde her 1000 kişiden 13,4’ü modern köle sınıfında değerlendiriliyor. Mağarada yaşamak mı dediniz? Temiz havada ve özgürce mi yani?

TÜRKİYE NE YAPIYOR?

28’inci iklim konferansına Türkiye’den büyük bir ilgi var. Kayıt yaptıranlar arasında 1045 delege ile yedinci sıradayız. Fransa’dan, Almanya’dan, ABD’den daha çok sayıda kayıtlı katılımcımız var. Kulislerde alışveriş tutkusunun ve vizesiz girişin katılımcı sayısını artırdığı konuşuluyor.

Resmi heyetin ilk haftada yaptıklarını merak edenlere en iyi özeti Çevre ve Şehircilik Bakanı Mustafa Özhaseski yaptı. COP 28’in içeriği daha çok iklim değişikliğiyle meydana gelen kayıp ve zararların giderilmesi diyen Özhaseki, “Yeşil iklim Fonu’na erişebilmek adına birtakım müracaatlarımız var. Sonra da Kayıp ve Zarar fonundan en fazla istifade edebilmek için büyük bir mücadele veriyoruz. En çok etkilenen ülkelerden birisi olarak bizim de bu tür fonlara erişim imkanımızın olması lazım. Bu da bir mücadele. İşte o mücadeleyi veriyoruz” diyor.

Malumunuz, Türkiye Paris Anlaşması’na taraf oldu ancak seragazı emisyonlarını azaltma taahhüdü vermedi. 2030’a kadar ‘tahmin edilen artışın’ altında kalma sözü verdi. 2053 için net sıfır emisyon hedefim var dese de oraya nasıl gideceği belli değil. 2030 ila 2053 arasına dair bir plan yok. Kömür santrallarını kapatacağını hiç söylemedi. Yeni gaz santralı yaparım bile dedi. Emisyon artış hızına, kömürden, petrolden vazgeçmeme niyetine bakarsak net sıfıra gitme şansı da yok. Net sıfır taahhüdü de bir başka fon koparma hamlesiydi zaten.

Hakkımızı yemeyelim, iklim toplantılarında istikrarlıyız. “Bize fon verin” deyip duruyoruz. Önceliği az gelişmiş ülkeler, ada ülkeleri olan Kayıp ve Zarar fonundan da Yeşil İklim Fonu’ndan da yararlanmak istiyoruz. Emisyonları azaltacağımızı söylemiyoruz ama bize para verin diyoruz. İklim düşmanı otoyol, havalimanı ve köprülere alım garantileriyle milyarlarca doları gömen Türkiye, en ucuz elektrik üretme yöntemi olan yenilenebilir enerjiye geçiş için fon istiyor. Tarifeli uçak kullanmayan, saraylarda oturan, makam araçlarından inmeyen hükümet görevlileri, iklim krizinin tetiklediği seller, orman yangınları gibi afetlerin zararlarını karşılamak için yardım talep ediyor. Türkiye’nin iklim politikası artık güldürmeyen bir şakaya dönüştü.

* 8 Aralık Cuma günü, Ankara’da düzenlenen TMMOB 14. Enerji Sempozyumu’nda Küçük Modüler Nükleer Reaktörler üzerine bir konuşmam olacak. İlgilenenleri sempozyuma bekliyorum. 

Pestisit ve plastik tehlikesi bir arada

Özgür Gürbüz-BirGün / 22 Kasım 2023

“Suya atıyorlar su zehirleniyor, havaya atıyorlar hava zehirleniyor” diyor Hüseyin Girgin. Girgin,
Çanakkale’nin Bayramiç ilçesine bağlı Evciler köyünde meyve üreten bir çiftçi. Mahide Savran ise “satışını yapan insanlar geri toplayabilirler” diyor. Savran da çiftçi, Ayvacık’ın Gülpınar köyünde ekmeğini topraktan kazanıyor. “Düzgün yakmak gerekiyor, çocukları ellememeleri için de uyarmalı” diyor. Bayramiçli İsmail Çaycıoğlu ise Yurttaşlık Derneği’nin yaptığı röportajda, pestisit kutusundan su içen komşusunun oğlunun vefat ettiğini üzülerek anlatıyor. Hepsi, kimyasal gübrelerin plastik ambalajları nedeniyle ortaya çıkan tehlikeden bahsediyor. Tarlada bırakılan, suya karışan, yakıldığında havayı kirleten bu atıklar, büyük bir çevre ve sağlık sorunu yaratıyor. Sorunun kalıcı çözümü pestisitleri kimyasal olmayan alternatiflerle değiştirmek. Bir yandan da kullanımı devam eden pestisit içeren ambalaj atıklarını güvenli bir şekilde toplamak gerekiyor.  

Tarımsal üretimde kullanılan pestisitler, bitkilere zarar verme potansiyeli taşıyan böcekleri, yabani otları yok etmek için kullanılan kimyasal bir zehir. Genelde plastik ambalaj içinde satılıyor. Kullanıldıktan sonra içinde kalan zehrin canlılara, doğaya bulaşması olasılığı nedeniyle atıklar da herkes için tehlike arz ediyor. Pestisitin kendisi de onu taşıyan ambalaj da kötü. Yurttaşlık Derneği de bu yüzden, ‘Daha Çok Sorumluluk Daha Az Plastik’ adlı projesi ile Kazdağları ve Edremit Körfezi havzasında, tarımsal üretimde plastik kirliliğini azaltmak için bir çalışma yürütüyor. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Küresel Çevre Fonu (GEF) da destekliyor.

Çalışma kapsamında, Çanakkale ve Balıkesir’in beş ilçesinde, aralarında çiftçilerin, pestisit üreticileri ve bayilerin de olduğu saha çalışmaları yapılmış. Sonuçlar, en akılcı bertaraf yönteminin, çiftçilerin gerekli önlemleri alarak atıkları belirli merkezlerde toplaması, buradan da belediyelerin kontrolünde geçici atık merkezine götürülmesi olduğunu gösteriyor. Bunun için de yeterli konteynır, toplama merkezi ve atıkların geri dönüşümü veya berterafını yapacak tesislere ihtiyaç var. Türkiye’de yılda 25 milyon 184 bin ton gübre torbası ve 3 milyon ton pestisit kabı tüketiliyor. Çevre ve Tarım bakanlıklarının en acil işlerinden biri bu tehlikeli atıkları toplamak olmalı. Diğer plastik atıklar için de gündemde olan ama hayata geçirilmeyen depozito uygulaması bu tehlikeli atıkların toplanmasında da çözüm olabilir.

Birkaç hafta önce Heinrich Böll Stiftung Derneği’nce yayımlanan Pestisit Atlası’nda en yoğun pestisit kullanımının Adana, Antalya, Aydın, Bursa, İzmir, Manisa ve Mersin’de olduğu belirtilmişti. Bu bölgelerde de tarımsal üretim alanlarında benzer sorunlar yaşanıyor. Mesele bir bölgeyle ilgili değil; ülke çapında uygulanacak kararlara ihtiyaç var.

Pestisit Atlası raporunun Türkiye bölümünü hazırlayan Dr. Bülent Şık, pestisit ve kalıntılarından en çok çocukların etkilendiğine dikkat çekiyor. Raporda, Avrupa Birliği yasakladığı pestisit türlerinin üretimi ve ihracatıyla ilgili önlem almaması nedeniyle eleştiriliyor. Lüksemburg ve Danimarka ise pestisit kullanımını hızla azaltan örnek ülkeler. Türkiye’de ise var olan yasaklar bile uygulanmıyor. Yasaklanmış pestisit etken maddelerine Türkiye’den ihraç edilen gıda ürünlerinde rastlanınca biz de ne yediğimizi anlıyoruz. Birçok yasak da Avrupa’dan çok sonra yürürlüğe giriyor. Çocukların bilişsel yeteneklerine zarar verdiği için 2016’da AB’de yasaklanan klorpirifosinin, Türkiye’de 21 Mayıs 2020’de yasaklanması gibi.

Pestisit ve plastik kirliliğini, Avrupa’dan gelen son atık verileriyle birlikte düşünmeliyiz. Avrupa’nın ‘geri dönüştürülebilir plastik atıklarının’ gönderildiği ülkeler arasında Türkiye birinci sırada. Tehlikeli plastik atıklarımızı tarladan toplayamadığımız gibi, yurtdışından da atık alıp duruyoruz. İthal edilen bu atıkların, bir süre sonra ‘nedeni bilinmeyen’ bir yangınla havamızı, toprağımızı ve suyumuzu zehirleyeceklerini hepimiz biliyoruz halbuki.

Atık ithalatını durdurmak, tarlalardaki zehirli plastik atıkları toplatmak, plastik şişelere depozito koymak ve pestisit kullanımını azaltmak belki de bir yasaya, karara bakıyor. Biz de o kararı alacaklara bakıyoruz ama ortada yoklar. Çevreyi koruyalım deyince hepsi makam arabalarına saklanıyor, askerini, jandarmasını üzerimize gönderiyor. “Sıfır atık” deyince sahnedeki yerlerini alıyorlar. O zaman hep birlikte bağıralım: Sıfır atık!   

Boykot çağrısı neden benimsenmiyor?

Özgür Gürbüz-BirGün / 15 Kasım 2023

Foto: Unsplashed/Austin Crick 
İsrail’in Hamas’a karşılık vermek için başlattığı saldırılar, Gazze’de korkunç bir yıkım ve katliama dönüştü. Türkiye’de siyasi liderler İsrail devletini kınadı, Cumhurbaşkanı Erdoğan da önce ılımlı sayılabilecek mesajlar verdi, daha sonra ise iç politikada kazancı amaçlayan “van minüt” siyasetine geri döndü. Onun dilini değiştirmesiyle de ülkedeki siyasal islamcılar, İsrail’i desteklediklerini iddia ettikleri belirli markaları hedef alan boykot çağrıları yapmaya başladı. Hükümetin çizgisi, protestocuların pusulası gibiydi. Bu da elbette en baştan bir samimiyet sorunu yarattı. Siyasal islamcıların başını çektiği, hatta kırmızı çizgileri aşarak bir dayatmaya dönüştürdüğü boykot çağrıları, şu ana kadar kitlesel bir nitelik kazanmadı. Neden?

21 yıldır iktidarı elinde bulunduran, devletin tüm imkanlarını haksız bir biçimde kullanarak büyümeye çalışan siyasal islamcı hareket nasıl oluyor da toplumun neredeyse hemfikir olduğu bir konuda tüm ülkeyi saran bir boykot hareketi örgütleyemiyor? Bu başarısızlığın birkaç nedeni var. Boykot çağrısının gerekçelerinin net olmamasından başlayabiliriz. Firmalarla İsrail’in mevcut hükümeti arasında veya Filistin’deki işgale yardım ettikleri konusunda net bir bağ kurulamıyor. Boykot kampanyalarının başarısı, gerekçesinin ve kampanyanın başarılı olması halinde etkili olmasından gelir. Boykot hedefindeki kahve zincirinin (boykotçuların şiddet içeren eylemleri nedeniyle firma ismi vermiyorum, şiddeti istemeyerek körüklemek, hedef göstermek istemem) dünyadaki tüm şubeleri kapansa bunun İsrail ordusunu durduracağına dair bir kanıt yok. Mevcut İsrail hükümetinin gelirlerinin başka kaynaklardan hatta Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülkeden kaynaklandığı biliniyor. Örneğin 2022 yılında İsrail’in en çok petrol ithal ettiği ülke Azerbaycan’dı (ham petrol ihracatının yüzde 65’i). Azerbaycan’ı petrol satmamaya ikna etmek, insanların ellerindeki kahveleri dökmekten daha etkili olabilir. Boykottaki hedefler sonuca gitmekten çok halkın tepkisini hükümetten uzaklaştırıp, etkisiz noktalara kaydırmak için özenle seçilmiş gibi duruyor.

Türkiye’nin İsrail’le ticaretinin “van minüt” çıkışına rağmen artarak sürdüğünü daha önce de yazmıştık. Tam da bu nedenle, Türkiye’deki birçok kişi bu boykotlara katılmıyor çünkü ülke politikasının değişmesinin burger yememekten daha etkili bir yöntem olduğunu biliyor. Siyasal islamcılar ise iktidardaki dostlarını üzmemek için hükümeti eleştirmeden, boykotun odak noktasına firmaları koyuyor. Boykotların başarısız olmasında en çok gördüğümüz nedenler tutarsızlık ve çizgisizliktir. Boykot çağrıcıları ister istemez halkın süzgecinden geçirilir. Tutarsızlıklar kampanyaların başarısız olmalarına neden olur. Yıllardır enerji tasarrufu çağrısı yaparım, 150-180 TL bandında seyreden elektrik faturalarımı gösteremeyecek olsam bunu yapmazdım. Boykot çağrısı yapanların evlerine girilse, İsrail hükümetini desteklediği ilan edilen onlarca eşya bulunur.

Foto: Unsplashed/Minhaj
Boykotun başarızlığındaki üçüncü neden ise kutuplaşma. Boykot çağrılarını takip etmeye çalışıyorum ve önüme hep “müslüman kardeş” vurgusu çıkıyor. Filistin’deki sistemsel ayrımcılığa (apartheid), katliama, insanlık suçuna karşı çıkan milyonların ortak noktası hiçbir zaman Müslümanlık olmadı. Londra’da yürüyen milyonların çoğunun müslüman olmadığı açık. İspanya’da, Avustralya’da İsrail’e silah götüren gemileri durdurmaya çalışan işçi ve eylemciler bunu bir sınıf bilinciyle yapıyor. (Siyasal islamcılar, Türkiye’deki güçlü sol sendikalar güçsüz bırakılırken ses çıkarsa bugün benzer eylemleri Türkiye’de görebilirdik) Celtic taraftarları UEFA’nın ceza tehdidine rağmen Filistin bayraklarını statta dalgalandırıyor. Filistinli hıristiyanların, dürzülerin İsrail tarafından bombalandığı, kiliselerin hedef alındığı ortada. Tüm dünyada binlerce yahudinin barış çağrılarına ortak olduğu biliniyor. Mücadeleyi Müslüman-Yahudi kavgasına dönüştürmek ve oradan siyasi rant elde etmeye çalışmak boykotu da Türkiye’yi de haliyle etkisiz kılıyor. Nefrete nefretle karşılık vermeye çalışmak, boykot örneklerinin en güçlülerine imza atmış Gandi’nin kemiklerini sızlatıyor.

Siyasal islamın riyakarlığı, boykot ve barış görüşmelerinde Türkiye’nin önünü tıkarken, Filistin’e destek konusunda bayrağı, Kolombiya’nın tarihindeki ilk sol hükümeti taşımaya devam ediyor. Kahve içenle, burger yiyenle uğraşacağınıza, alnınızı iki elinizin arasına alıp düşünme zamanı gelmedi mi sevgili dostlar?

CHP’nin değişim sürecinden çıkarılacak dersler

Özgür Gürbüz-BirGün / 8 Kasım 2023

Cumhurbaşkanlığı seçimi sonrası CHP ‘tu kaka’ ilan edilmişti. Ana muhalefet partisi rolü bile tartışılıyordu. Özgür Özel ve ekibinin başarısından sonra CHP’nin muhalefetin güçlü bir bileşeni olma olasılığı tekrar belirdi. Bunu yapan da genel başkan değişikliği değil, değişimin giderek zorlaştığı ve kabullenmenin arttığı Türkiye’de, bir siyasi kuruma bağlı kişilerin özgür iradeleriyle seçim yapabilmeleriydi. Çıkar ilişkileri, manipülasyon ve yalanlarla dolu siyasette ‘özgür irade’nin başkaldırısı önemli bir umut kaynağı oldu.

Şimdi herkes Özgür Özel’in muhalefeti yeniden birleştirip, iktidara bir seçim yenilgisi yaşatıp yaşatamayacağını soruyor. Yanıtını muhtemelen yerel seçimlerden önce alamayacağız. Umutsuzluk hastalığına yakalanmış muhalifleri hasta yataklarından kaldırdığı ve yüzleri güldürdüğünü ise sanırım hepimiz görüyoruz.

Türkiye’de muhalefeti iktidara taşıyacak formülü bulmak kolay değil, işin içinde ittifaklar, atılması gereken cesur adımlar var. Öncesinde ise yapılacak bazı basit ama önemli işler var. Gündemde CHP olduğu için onun üzerinden örnekler vermek daha anlamlı ama iktidara yürümeyi hedefleyen her partinin ‘yapılacaklar’ defterinde olması gereken bir liste bu. Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylıktan çekilmesine karşı çıkan partililere ait görüntü, işe nereden başlanacağını da anlatıyor aslında. CHP’nin karar alma mekanizmalarının çalışmadığına, organizasyon becerisini yitirdiğine yıllardır tanıklık ediyoruz. Sadece son seçim döneminden Kurultay’a kadar giden sürece bile baksak onlarca hata sayabiliriz. Muhalefetteki partilerin ilk işi, kurum içi çalışmayı sağlam temellere oturtmak olmalı. İktidara yürüyecek bir partinin çarkları kusursuz işlemeli ve bunu halka gösterebilmeli. Partiniz kuracağınız hükümetin ipuçlarını verir. Liyakat, planlama, iletişim stratejisi, teknolojik altyapı, işbölümü ve karar alma mekanizmaları sizin ülkeyi nasıl yöneteceğinizi de gösteren örnekler.

Şimdi, Özgür Özel’in ikinci tur sonunda başkanlığa seçildiğinin açıklanacağı anı hatırlayalım. CHP’nin 38, Olağan Kurultayı’nın Divan Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tüm çağrılarına rağmen boşalmayan bir kürsü vardı ekranlarda. CHP’nin 13 yıl sonra seçilen yeni genel başkanını kürsüde tek başına gösteren net bir kare göremedik. Özgür Özel konuşmasını bir kalabalığın içinde yapmak zorunda kaldı. Halbuki, bu karenin yeni bir liderin doğuşunu müjdeleyen ilk kare olması nedeniyle önemi büyüktü. Kürsünün etrafının boşaltılamaması, medya için uygun bir yerin ayarlanamaması partinin dağınıklığını ve etkisizliğini de gösteriyordu. Aynı sorunu, Kılıçdaroğlu’nun Yavaş ve İmamoğlu’nun Cumhurbaşkanı Yardımcısı Adayı olacağını açıkladığı gün de yaşamıştık; Selvi Kılıçdaroğlu o karenin içinde kalmıştı. Bir seferlik bir hatadan bahsetmiyoruz. Kurultay’da düzeni sağlayamayan, medyaya vereceği fotoğraf karesini planlayamayan bir partinin seçimde sandıklarda organize olabileceğini, ülkede düzeni sağlayabileceğini düşünmek zor.

Organizasyon kabiliyeti ve iletişim stratejisini küçümsemeyin. CHP son seçimde yaptığı bu tarz hatalar ile hem seçimi kaybetti hem de gelecek seçimleri riske attı. Altılı Masa’nın adayını belirlemeyi son günlere bırakması, mutabakat metnini alelacele hazırlaması, küçük partilere verilecek milletvekili sayısını olası bir referanduma göre hesaplanmaması, kaybedilen seçim sonrası istifayı geciktirmek gibi onlarca hatayı yan yana koyduğumuzda bugüne nasıl geldiğimiz de görüyoruz. Cumhurbaşkanlığı için iki önemli adayını, Yavaş ve İmamoğlu’nu, seçimin zora girdiği anlarda kamuoyuna açıklama yapmak için sahaya sürmesi ve onların imajını zedelemesi de bir sonraki seçimi bile etkileyecek hatalardı. Partinin basın sözcüsünün, genel başkan yardımcılarının, önde gelen kurmaylarının o gece neden sorumluluk almadığını ben hâlâ merak ediyorum. Muhalefetin tüm bileşenleri bu hatalardan ders çıkartmalı.  

Muhalefette doğruları kabul ettiremeyiz düşüncesiyle eğrilere razı gelme düşüncesi artık sona ermeli. Dünyada değişimi başlatan partilerin çoğunun çılgın fikirleri vardı. Almanya’da bugün iktidar ortağı olan Yeşiller, Avrupa’nın sanayi devinde, nükleer enerjiye karşı bayrak açarak ülkenin tüm enerji politikasının değişmesini sağladı. Neo-liberal politikaların kıskacındaki Türkiye’de halkın onları bu darboğazdan kurtaracak radikal fikirlere ihtiyacı var. Korkmamalıyız!

Halka doğrudan ve kesintisiz ulaşmayı başaracak bir örgütlenme, gözümüzde büyüttüğümüz endişe bulutlarını dağıtabilir. İktidarın medya ve manipülasyon gücüne meydan okuyabilir. Değişimi gösterenin isimler değil icraatlar olduğunu unutmayalım.

Mehmetçik Gazze’ye

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Ekim 2023

Foto: Yousef Salhamoud-Unsplash
Filistin’in bağımsızlığına kavuşması, bölgeye barışın hakim olması için sağcı ve siyasal islam taraftarlarının bulduğu yegane çözüm Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusunu savaşa göndermek oldu! “Mehmetçik Gazze’ye” diye bağırdılar.

Bugünkü dünyada barışı savaşla kazanmak diye bir seçenek yok. Asker göndererek, savaşa giderek, beddua ederek Filistin özgürlüğüne kavuşamaz; kavuşamadığını da 75 yıldır herkes görüyor. Mevcut İsrail hükümeti barış istemiyor, o zaman onu barış yapmaya ikna etmek gerek. Militarist akıl, çoğu zaman barış isteyeni zayıf görme hatasını yapar. İngilizlerin Gandi’yi hafife alması gibi İsrail ve ona destek verenler de bugün o hatayı yapıyor. Filistin’e özgürlük isteyenler bu konuda ortak bir tavır alarak üzerine düşeni yapmalı. 

Konu Filistin olunca hamaseti ellerinden bırakmayan Türkiye’deki siyasal islamcılar, slogan atıyor ancak ellerini taşın altına koymuyor. Diplomatik ve ekonomik ambargolar içerecek bu barışçıl ikna süreci, istikrarlı ve uzun vadeli bir birliktelik gerektiriyor. Siyasal islam ise Türkiye’den de gördüğümüz üzere ‘u dönüşleriyle’ ünlü.

Siyasal islamın zikzakları, Arap ülkelerinin politikalarındaki değişkenlikler ve ne yazık ki son 20 yılın Türkiye’sinin istikrarsız dış politikası bu tip bir mücadelenin önündeki yegane engeller arasında. Hâl böyle olunca ‘one minute’ten ötesi yok. Kürsülerde lanet okuma, sabah akşam İsrail’i kınama tam gaz ama aynı etkisiz politikaları sürdürmeye de devam ediyoruz. Sahneye bakınca oyun güzel görünüyor ancak sahne arkasına geçince hem oyuncular hem de senaryo yerlerde sürünüyor.

2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “one minute” çıkışı siyasal islamın bu sorunu da çözemeyeceğine dair iyi bir örnek. O çıkıştan sonra gördüğümüz diplomatik ilişkilerin bozulduğuydu. Ticaret rakamları ise tam tersini söylüyor. İsrail ile Türkiye arasındaki ticaret hacmi 2009’da 2,6 milyar dolarken krizden hemen sonra 3,5 milyar dolara çıktı. 2022’de 9 milyar dolara dayandı. Enerji gibi stratejik konularda işbirliği arttı. Örneğin, Türkiye’nin petrol ithalatının yüzde 2,2’si İsrail’den geliyor. İsrail’in en çok petrol ihraç ettiği ülke ise Türkiye.

Sadece Türkiye ile mi durum böyle? Mısır 2020’den bu yana İsrail’den gaz ithal ediyor. İsrail’in gaz ihracatının kabaca yüzde 60’ı Mısır’a, kalanı da Ürdün’e yapılıyor. İsrail, Mısır’a yaptığı 6 milyar metreküplük gaz ihracatını 10 yıl içinde 30 milyar metrekübün üstüne çıkarmayı planlıyor. Rus gazına alternatif arayan AB’de bu planları destekliyor. Hamas’ın saldırısından iki gün önce, 5 Ekim’de Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, İsrail gazının Türkiye'ye getirilmesi için görüşmelerde bulunmak üzere İsrail'i ziyaret etmeyi planladığını söylemişti. AB de gazı gemilerle değil boru hattıyla taşıyacak bu plana daha sıcak bakıyor. 7 Ekim’den iki gün öncesine kadar Filistin işgal edilmemiş miydi? İsrail ticaret yapılan sıradan bir ülke miydi, iki gün içinde mi yoldan çıktı?

Başta Arap coğrafyası olmak üzere, barış isteyenlerin yapacağı ilk iş, diplomatik ve ticari ilişkilerin kesilmesi için geniş kapsamlı bir çalışma yürütmek olmalı. İsrail’le ticari anlaşmalar yapmış Kolombiya’nın, İsrail Büyükelçisi’nden ülkeyi terk etmesini istemesi Arap ülkeleri için önemli bir örnek. Dünyanın beşten büyük olduğunu göstermek isteyen Türkiye için de önemli bir fırsat olabilir. Lafla değil icraatla sorun çözülebilir. Çözmek istemiyorsanız da başta size oy verenler olmak üzere kitlelere gerçekten bu konuda ne yapacağınızı söylemekte fayda var. Söyleyebiliyor musun ey AKP?

Ambargo sadece ABD’nin istediği ülkelere karşı yapılacak diye bir şart yok. Ticari, siyasi, sosyal, sportif ve kültürel ilişkilerin hatırı sayılır bir coğrafya tarafından kısıtlanması, uluslararası bir tecrit, İsrail’de sağcı hükümetlerin iktidarına son verebilir ve barış yanlısı hükümetlere yeşil ışık yakabilir. Ambargo ve boykotlara aynı şekilde karşılık verilebilir, buna hazır olunmalı. Bedel ödemeden barış sağlanamaz. Askeri çılgınlıkların, parmak sallamalı nutukların ve arka planda devam eden ticari ilişkilerin bugünkü katliamlara davet çıkardığını unutmamalıyız. Barış isteyenler, somut ve ilkeli önerilerle uzun soluklu ve küresel bir mücadeleyi örgütleyebilir. Yapılabilirse, atılan somut adımlar Filistin sorunundan militan devşirmeye çalışan siyasal islamcı unsurları sekteye uğratabilir ve nerede durduklarını bir kez daha gözler önüne serebilir.

Türkiye'den 44 şirket kara listede

Aralarında Alarko Holding, Doğan Holding, Koç Holding, Sabancı Holding, Aselsan, Bizim Toptan, Roketsan ve Turkcell gibi Türkiye’nin en büyük işletmelerinin de olduğu 44 firma, iklim ve çevre kıstaslarına uymadığı için fon sağlayan 87 kuruluşun kara listesine girdi.

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Ekim 2023

Ticari faaliyetlerini petrol, kömür ve gaz gibi fosil yakıtlara, silah üretimi ve ticaretine, tütün ürünlerine ve iklime zarar veren çalışmalara dayandıran 4532 şirket, 16 ülkeden 87 finans kuruluşunun kara listesine alındı. Ağırlıklı olarak Avrupa’da yer alan küresel yatırımcı kuruluşlar ve bankalar, sürdürülebilirlik esaslarına uymayan bu şirketlere kredi vermiyor. 4532 şirket arasında Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek aracılığıyla yurt dışından kaynak arayan Türkiye’den de 44 firmanın ismi yer alıyor.

Türkiye’den Alarko Holding, Çalık Holding, Çukurova Holding, Doğan Holding, Kazancı Holding, Koç Holding, Sabancı Holding gibi holdinglerin yanı sıra Akenerji, Aksa, Anadolu Grubu, Aselsan, Bizim Toptan, ENKA, EÜAŞ, Mavi, Makine ve Kimya Endüstrisi (MKE), Park Elektrik Üretim ve Madencilik, Roketsan, Tekfen, Turkcell gibi dev şirketlere de listede rastlanıyor. Firmaların kara listeye alınmasında beş ana etken rol oynuyor. İklim değişikliği, tartışmalı silah üretimi, tütünle bağlantılı faaliyetler, insan hakları ve iş uygulamalarındaki eksiklikler. Exxon Mobil, Philip Morris, General Dynamics, Walmart ve Çin Ulusal Petrol Kurumu (CNPC) gibi küresel dev şirketler de aynı listede yer alıyor.

Kamuya açık bir şekilde financialexclusionstracker.org adresinde paylaşılan kara listede firmaların neden bu listeye alındığı da belirtiliyor. Örneğin, dünyanın en büyük gıda üreticilerinden JBS, Amazon ormanlarında yarattığı tahribat ve hak ihlalleri nedeniyle finansal kuruluşların kara listesine alınmış. Kara listeye alınma nedenlerinin yüzde 40’ı iklim kriziyle ilgili. İklimi silah ve tütün başlıkları takip ediyor. BankTrack ve Fair Finance International (Uluslararası Adil Finans) gibi 10 farklı sivil toplum örgütünün işbirliğiyle oluşturulan veritabanı, finansal kuruluşların kara listeye aldığı şirketleri göstermenin yanı sıra daha fazla sayıda finansal kuruluşu benzer faaliyetleri finansal destek kapsamı dışına almaya çağırmayı da hedefliyor.

İzmir Demir Çelik, Ereğli Demir Çelik ve Türkiye Kömür İşletmeleri’nin listeye giriş nedeni kömür üretimi-kullanımına bağlı olarak iklim kategorisi altında olmuş. Türk Eximbank, Ziraat Bankası ve Vakıfbank ülke politikaları nedeniyle listede yer alırken Halkbank insan hakları kategorisinde sınıflandırılmış. Anadolu Grubu içki ve tütün, Net Holding kumar, silah üretimi yapan şirketler ise silahlar ana kategorisinde yer almış alt kategorilerde ise tartışmalı silahlar, mayınlar ve hatta nükleer silahlar gibi (Roketsan ve Aselsan için) alt başlıklar da var.

Kara listedeki firmalara kredi vermeme kararı alan finansal kuruluşlar arasında ABN Ambro, Achmea, ANZ, Danske Bank, Ethikbank, Folsam, Spar Nord gibi ağırlıklı olarak kuzey Avrupa ülkelerine ait bankalar ve emeklilik fonları yer alıyor. Etik veya sürdürülebilir faaliyette bulunmayan şirketlere fon vermeme kararı alan finans kuruluşları arasında Türkiye’den bir isme rastlanmadı.

87 finans kuruluşunun kara listesine alınan 44 Türk şirketi

Şirket adı

Listeye alındığı kategori

Akenerji

İklim

Aksa

İklim

Aksoy Holding

İklim

Alarko Holding

İklim

Anadolu Efes Biracılık

İçki

Anadolu Grubu

İçki ve Türün

Aselsan

Silah

AUTCO Savunma Sanayi

Silah

Başkent Doğalgaz

İklim

Bizim Toptan

Ürün bazlı (tütün)

Central Bottling Company (Tuborg)

Alkol

Çalık Holding

İklim

Çukurova Holding

İklim

Doğan Holding

İklim, ürün bazlı (tütün)

EÜAŞ

İklim

ENKA

İklim

ERDEMİR

İklim

Global Investment Holding

İklim

Hacı Ömer Sabancı Holding

İklim, ürün bazlı (tütün)

Halkbank

İnsan Hakları

Hektaş

Ürün bazlı (pestisit)

Izmir Demir Çelik Sanayi

İklim

Kazancı Holding

İklim

Koç Holding

İklim, silah, ürün bazlı (tütün)

Koza İpek Holding

İklim

Mavi

Ürün bazlı (kürk)

Makine ve Kimya Endüstrisi

Silah, insan hakları

NET Holding

Kumar

Net Turizm

Kumar

Odaş Elektrik Üretim ve Sanayi

İklim

Odaş Enerji

İklim

Park Elektrik Uretim Madencilik Sanayi ve Ticaret AS

İklim

Roketsan Roket Sanayii ve Ticaret

Silah, İklim, insan hakları

Şok Marketler

Üzün bazlı (tütün)

T. C. Ziraat Bankası

Ülke politikaları

Tekfen

İnsan hakları

Turkcell

İnsan hakları

Turkish Armed Forces Foundation (TAFF)

Silah

Turkish Hard Coal Enterprises

İklim

TÜMAD Madencilik Sanayi ve Ticaret

İklim

Türk Eximbank

Ülke politikaları

Türkiye Petrol Rafinerileri (Tüpraş)

İklim

Vakıfbank

Ülke politikaları

VIP Grub

Ülke politikaları