Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Özgür Gürbüz etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ABD’nin nükleer planları ve Akkuyu

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Mayıs 2024

Foto: @WhiteHouse
ABD’nin Rusya’nın enerji alanındaki hakimiyetini azaltma çabaları devam ediyor. ABD Başkanı Joe Biden’ın Rusya'dan zenginleştirilmiş uranyum ithalatını yasaklayan yasa tasarısını imzalamasıyla eksik halkalardan biri daha tamamlandı. Fosil yakıtlardan (petrol, gaz ve kömür) sonra Rusya’nın nükleer ihracatı da kısıtlanmaya çalışılacak.

ABD, tasarı yasalaştıktan 90 gün sonra Rusya'dan zenginleştirilmiş uranyum ithal edemeyecek. Ancak… ABD Enerji Bakanlığı tedarikte sıkıntı yaşandığı anlarda istisnalara izin verebilecek. Bu istisnalara verilen izin de 2028’e kadar.

ABD’nin nükleer reaktörlerinde kullandığı zenginleştirilmiş nükleer yakıtın dörtte biri Rusya’dan geldiği için istisnalara açık kapı bırakıldı. Dünyada çok fazla nükleer yakıt üreticisi yok. ABD, Fransa, Japonya ve Kanada’nın, Rusya’nın tedarikinin yerini alacak uranyum üretimi için kapasite artıracağı haberleri gelse de kısa vadede sorun yaşanabilir.

Avrupa gazda ABD'ye bağımlı
Buraya kadar her şey anlaşılabilir. Sonuçta yapılan, Ukrayna saldırısı nedeniyle Batı’nın Rusya’ya karşı aldığı tavırla örtüşen hatta gecikmiş bir hamle. İlginç olan ise şu. ABD’nin aldığı ve Avrupa’nın da katıldığı ambargo kararların, ABD için ekonomik zorluk yaratmaktan çok bir şekilde fırsata dönüşmesi. Avrupa’daki ülkelerin gaz tedariki için Rusya yerine ABD’yi seçmesi, ülkenin gaz ihracatını rekor seviyelere taşıdı. ABD, 2023 yılını dünyanın en büyük gaz ihracatçısı olarak kapattı. 89 milyon tonluk LNG ihracatının yüzde 60’ından fazlası Rusya’ya sırtını dönen Avrupa’ya yapıldı. Finlandiya ve Almanya’ya 2022’den bu yana yüksek miktarda gaz satışı başladı. İtalya ve Fransa’ya satılan gaz miktarı savaş öncesi döneme göre 3-4 kat arttı. Artık Avrupa Rus gazına değil Amerika’nın gazına bağımlı.  

Nükleer yakıt Westhinghouse'dan
Nükleer yakıt ambargosu da benzer bir kaderi paylaşabilir. Avrupa’nın zenginleştirilmiş uranyumda Rusya’ya bağımlılık oranı yüzde 31. Avrupa’yı bekleyen asıl tehlike ise nükleer yakıt. Zenginleştirilmiş uranyumu başka kaynaklardan bulma şansınız var ancak AB ülkelerinde (Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Finlandiya, Macaristan ve Slovakya) 19 adet Rus yapımı VVER tipi nükleer reaktör var[1]. Ermenistan ve Ukrayna’dakiler de cabası. Bu reaktörlerin yakıtlarını üretmek ayrı bir iş. Dünyada bu konuda çalışan tek şirket de Westinghouse. Olur da AB ülkeleri Rusya’yı nükleer yakıt konusunda boykot etmek isterse gidecekleri tek adres bir Amerikan şirketi.

Türkiye ne durumda?
Mersin Akkuyu’daki Rus reaktörleri de haliyle Rusya'dan gelen yakıta ve bu teknolojiye bağımlı. Ambargo genişlerse Türkiye ne yapar, bu sorunun yanıtı yok. Akkuyu Nükleer Santralı’nın sahibi Rusya olduğu için Türkiye’nin yakıt tedarikçisini değiştirme şansı pek yok. Bu konu, S-400 gibi Türkiye ile ABD arasında yeni bir kriz konusu olabilir. Bizim için de nükleer enerjinin yakıtından teknolojisine ne kadar dışa bağımlığı olduğunu hatırlatan önemli bir unsur.

ABD’nin Rusya’dan alınan zenginleştirilmiş uranyuma ambargo koyma kararı aslında nükleer planlarının bir parçası olabilir. İklim krizi konusunda ABD tarafı, bir yandan yenilenebilir enerjiyi desteklerken bir yandan da nükleer enerji propagandası yapıyor. ABD uzantılı çevre örgütlerinin bile nükleer enerjiyi, “düşük karbonlu” veya “temiz enerji” sınıfına alarak propagandaya katkı yaptığını görüyoruz. Rusya başka ülkelere nükleer santral satışında en başta gelen ülkelerden biri. ABD bu pazarı hedefliyor da olabilir. 

Küçük nükleer iyidir; yersen...
Son birkaç yılda nükleeri yeşile boyama niyeti iyice görünür hale geldi. Özellikle “küçük modüler reaktör” adıyla, bildik nükleer teknolojiyi yeniden pazarlama çabalarında ABD baş rolü oynuyor. Rusya’ya bağımlılıkla korkuttukları eski doğu bloku ülkeleri başta olmak üzere, bu plan Türkiye’de etkili oluyor. Polonya, Bulgaristan ve Çek Cumhuriyeti dışında, Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar’ın açıklamalarından anlaşıldığı üzere Türkiye de bu tuzağa düşmüş durumda.

Akkuyu’nun yanı sıra Sinop ve Kırklareli’ne büyük santral yapacağını söyleyen Türkiye’nin, üstüne küçük reaktör işine girmek istemesinin elektrik ihtiyacıyla bir ilgisi olmadığını defalarca yazdık. Nükleer sevdasının ardında ABD’yle arasını düzeltme çabası mı yoksa yine bol akçeli işler yaratıp yandaşlara dağıtma isteği mi var; henüz bilmiyoruz. ABD’li danışmanların küçük reaktör pazarlamak adına Ankara sokaklarında dolaştığını, Altılı Masa’nın ortak mutabakat metnine bile bu fikri sokmayı başardıklarını ise biliyoruz. Nükleer lobiyi asla küçümsemeyin. 

Merak edenler için bir cümleyle küçük nükleerlerin büyüklerinden farklı olmadığını, hatta daha maliyetli, atık, kaza ve saldırılara hedef olma konularında daha sorunlu olacaklarını hatırlatalım. ABD’deki tek projenin çivi çakılmadan, maliyet yüzünden iptal edildiğini ve dünyada bir örneği olmadığını da ekleyelim. Haliyle reklam çalışmaları tersini söylüyor. Yerseniz...


[1] World Nuclear Industry Status Report

Sıcak, daha da sıcak olacak

Foto: David Law - Unsplash
 
Özgür Gürbüz-BirGün / 9 Mayıs 2024

Türkiye’nin yıllık ortalama sıcaklığı 1971 ila 2000 yılları arasında 13,2 dereceydi. 1981 ila 2010 arasında ölçülen ortalama sıcaklık 13,5 dereceye çıktı. 1991 ila 2020 yılları arasında ölçülen değer ise 13,9 derece. 10 yıl aralarla yapılan ölçümler Türkiye’nin ortalama sıcaklığında çok hızlı bir değişim olduğunu gösteriyor. Terliyor musunuz bilmiyorum ama artık her geçen gün eskisinden daha sıcak. Kentlerde, ısı adalarının oluştuğu bölgelerde bu sıcaklık artışı daha şiddetli hissediliyor.

6 Mayıs günü Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi sekretaryasına ‘Türkiye’nin Sekizinci Ulusal Bildirimi’ sunuldu. Bildiri, Türkiye’nin iklim değişikliği konusunda yapacaklarının bir özeti olduğu kadar mevcut durumu da resmeden bir belge niteliğinde.  Yukarıdaki rakamlar da o bildiriden alındı, Devletin Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün çalışması. Üfürükçü işi değil.

Yukarıda ortalamalardan bahsettik. Yıl bazında baktığınızda tablo daha da korkunç. 2010 yılı kış mevsiminde Türkiye’de sıcaklıklar normallerin 2,9 derece üzerinde seyretmiş. 2018 bahar ayı ortalamadan 2,5 derece daha sıcak geçmiş. 2020 sonbaharı 2,1 derecelik sıcak bir sapma ile yine ortalamaları şaşırtmış.

Yağışlar da azalıyor. 2013 ila 2022 arasındaki 10 yıla baktım. Bu 10 yılın altısında yağış miktarı 1991 ila 2020 ortalamasının çok altında kalmış. Diğer dört yılda ise ortalamayı anca yakalamış. 2020, 2021 ve 2022 yılları, ciddi farklarla, arka arkaya ortalamanın altında kalan yıllar olmuş. 1990’dan bu yana görülen en kurak dönemden bahsediyoruz.

Sıcaklık artışını küçümsemeyin. Ekolojistlerin ve iklim bilimcilerin uyardığı, Paris Anlaşması’nın vurgu yaptığı 1,5 derece sınırının aşılması Akdeniz’de tatlı su kaynaklarının yüzde 10 azalmasına, tarımsal üretimin büyük darbe almasına, orman yangınlarının sayısı ve şiddetinin artmasına ve sıcak hava dalgaları yüzünden binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açabilir. 2022 yılında Avrupa’da sıcak havayla ilişkili ölümlerin sayısının 61 bin olduğu bilimsel bir makalede[1] belirtilmişti. İtalya, Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi bize benzer iklim kuşa
ğında bulunan Akdeniz ülkeleri de başı çekiyordu.

Aynı raporda aşırı hava olaylarının sayısının nasıl sürekli ve hızla arttığını da görebilirsiniz. 2023 yılı 1475 aşırı hava olayıyla Türkiye’de tüm zamanların en çok aşırı hava olayı, yani şiddetli yağış, sel, su baskını ve fırtına görüldüğü yıl oldu. Çok değil 2015 yılında bu sayı 500 civarındaydı.

KAHRAMANMARAŞ’A YİNE KÖMÜR SANTRALI
Durumun giderek kötüleştiğini söylemek için başka verilere ihtiyaç olduğunu sanmıyorum. Mesele ne yapacağımız. Mevcut hükümet, Ulusal Bildirimi’nde de belirttiği gibi iklim krizinden çıkmak adına ciddiye alınır bir adım atma niyetinde değil. Kömür santrallarını kapatma konusunda bir planı olmadığı gibi, aksine Kahramanmaraş’ta Afşin Elbistan A termik santralında kapasite artırımına gidilmesine izin veriyor. Seragazı emisyonlarını dizginleme adına ciddi bir çaba görmüyoruz. 2030 yılı güncellenmiş hedefimize ulaşabilirsek bugün yılda 560 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarımızı 765 milyon tonun altında tutacağız; azaltmayacağız arttıracağız. Türkiye elbette bundan daha iyisini yapabilir ve yapmalı. Eğer herkes Türkiye gibi kapasitesinin altında hedef verirse ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı değil 2 derecenin, 4 derecenin altında tutmak bile mümkün olmayacak.

ABD, Çin ve Avrupa Birliği gibi ülkelerin alması gereken sorumlulukların farkındayız ve eleştiri odağımızda onlar ilk sırada yer alıyor. Ancak bu Türkiye’nin elinden geleni yapmaması anlamına gelmiyor. Küresel emisyonların yüzde 1,08’inden sorumlu Türkiye (İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya’dan yüksek) iklim krizinde payı olmayan bir ülke değil. Üstelik yapmamız gerekenleri yaparsak doğayı koruma, enerjide dışa bağımlılığı azaltma, daha iyi kentlerde yaşama adına da önemli bir yol alacağız. O yüzden, parti ayırt etmeksizin herkesin oy ve yetki verdiği yönetenlerden iklim krizini durdurma konusunda talepte bulunması ve hesap sorması gerek. Yoksa bu sorumsuzluğun faturası da seller, orman yangınları ve kuraklıkla halka çıkarılacak.


[1] Heat-related mortality in Europe during the summer of 2022

Türkiye plastik sorununun neresinde?

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Nisan 2024

Foto: Erik Mclean - Unsplash
 
Her yıl 400 milyon ton plastik üretiliyor ve 2040’a kadar bu rakamın iki katına çıkması bekleniyor. Üretilen plastik ürünlerin büyük bir bölümü yakılarak, gömerek ya da olduğu gibi bırakılarak doğaya karışıyor. Her yıl sadece nehir, deniz ve okyanuslara bırakılan plastik miktarı 19 ila 23 milyon ton civarında. Üretim arttıkça bu miktar da artıyor. Denizlerde balıklarla değil plastik şişeler ve torbalarla yüzmeye alışacağız. Beş milimetreden küçük mikroplastikler, gözle görülmesi çok zor olduğu için bizi su şişeleri kadar rahatsız etmiyor. Halbuki her yerdeler; suda, karada hatta vücudumuzda. Kanınızda bile mikroplastik bulunduğunu söyleyip konuyu kapatayım, sizi daha fazla üzmeyeyim.

***

Plastik üretimini kontrol altına almak, toplanmasını sağlamak ve geri dönüşümü artırmak için uluslararası görüşmeler sürüyor. Hükümetlerarası Müzakere Komitesi (INC) şu sıralarda Kanada’da dördüncü toplantılarını yapıyor. Amaçları plastik sorununu çözmesi beklenen, bağlayıcılığı olan uluslararası bir anlaşma metnini yıl sonuna kadar yürürlüğe koymak. Kasım sonunda Güney Kore’nin Busan kentinde yapılacak beşinci toplantıda (INC-5) bunun olup olamayacağını göreceğiz.

İklim müzakerelerinde olduğu gibi burada da zamanla yarışıyoruz. Gerçek bir çözüm üretilmeden müzakerelerin uzaması, plastik sorununu daha da büyütecek. İklim meselesinde bu taktiği izlediler. Ne garip bir tesadüftür ki burada da karşımızda büyük petrol üreticileri var. Plastik üretiminin azalması petrol tüketiminin de azalması demek; petrol plastiğin hammaddesi. Plastik kullanımının artması iklim krizinin büyümesi anlamına da geliyor. Plastik üretiminin küresel seragazı emisyonlarının yüzde 5,3’ünden sorumlu olduğunu belirten araştırmalar var. Küresel sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutmak için içinde bulunduğumuz yıldan başlayarak her yıl plastik üretiminin yüzde 12 civarında azaltılması gerektiğini de söylüyorlar. Hem iklim krizi hem de plastik kirliliği petrol şirketlerinin üzerindeki baskıyı artıyor onlar da tüm güçleriyle süreci baltalamaya çalışıyor.

***

Müzakerelerdeki temel ayrılık tarafların süreci ele alış biçimlerinden kaynaklanıyor. Taslak metindeki seçenekler bu ayrılıkları net bir şekilde gösteriyor. Petrol üreticisi ülkeler ve plastik sanayi tüketim miktarını azaltmak yerine geri dönüşüm gibi sorunu kökünden çözmeyen çözümleri öneeiyor. Başta tek kullanımlık plastikler olmak üzere geri dönüşüm aslında bir yalan. Bir plastik şişe defalarca dönüştürülemediği gibi her geri dönüştürme işleminde daha kalitesiz bir ürüne (plastik kasa gibi) evriliyor ve bir noktada ya yakılıyor ya da mikroplastik olup doğaya karışıyor. O yüzden de gerçek çözümü savunanlar plastik üretiminin azaltılmasını, üretilmesi zorunlu ürünlerin daha dayanıklı olmasını, böylece tekrar tekrar kullanılabilmesini istiyor. Eskiden olduğu gibi açık bakliyat satışı yapılması, bizlerin de kutularıyla marketlere gitmesi veya su ve kahve gibi içecekleri kendimize ait termoslarla almak gibi çözümler Batı’da yaygınlaşıyor; yapılabilir gözüküyor.

Müzakerelere soldan bakanlar, plastiğin tüm yaşam döngüsünü içine alan bir çözüm istiyor. Üretimden atık yönetimine kadar tüm süreci kapsamalı diyor ve insan haklarıyla ilgili sorunlara da dikkat çekiyor. Atık işçilerinin ekonomik, sosyal ve kimi yerde ırkçılığa varan sorunlarının çözümünün, adil bir dönüşüm planıyla sonuç metninde yer almasını istiyorlar.

***

Müzakerelerde atık ithalatına sınırlama getirilmesi, plastik vergisi konulması gibi konular da dillendiriliyor. Türkiye gibi Avrupa’nın çöplüğü olmuş bir ülkenin bu konuda müzakere sürecine nasıl ‘katkıda bulunacağını’ da merakla bekliyorum. Avrupa’dan en çok plastik atık ithal eden ülkeyiz. Aynı zamanda plastik üretiminde dünya altıncısı, Avrupa ikincisi konumundayız. Bu yüzden çevreci tedbirlerin çoğu, yıllık geliri 44 milyar doları bulan bu sektörün hışmına uğruyor. Hatırlayın, 2021’deki plastik atık ithalatı yasağı sekiz gün sonra kaldırılmıştı. Tek kullanımlık içecek ambalajlara getirilecek depozito uygulaması da yıllardır erteleniyor. Çevre Bakanlığı uygulamanın en son 2024’te zorunlu hale geleceğini söylemişti, yedi ay kaldı bekliyoruz. Aldığımız tedbirler ise çok sınırlı. Ücreti artık caydırıcılıktan çok uzak hale gelen paralı plastik poşetlerden başka bir önlem ortada yok. Sıfır atık hikayesini ciddiyetten uzak buluyorum.

Türkiye plastik ürünleri ve üreticileri için adeta bir cennet. Çevre Bakanı Özhaseki eksik söyledi. Sadece ağaçları yok edip, ormanlarımızı kel haline getirmedik, doğal alanlarımızı da plastikle doldurduk. Herkesin ortak malı olan doğamızı kaynağı gibi kullanan birkaç şirket kar ederken, hepimiz kaybediyoruz.

Bize bir şey olmaz!

Özgür Gürbüz-BirGün / 17 Nisan 2024
Foto: norevisions-Unsplash
 

Dün sabah güne, Beypazarı marka sodanın yüksek miktarda bor içermesi nedeniyle İsviçre’de satışının durdurulması haberiyle başladık. Doğurganlığı etkileme olasılığı varmış. Türkiye’deki benzerlerinde durum nedir bilmiyoruz, hükümet ne yapacak onu da bilmiyoruz. Malum bor bizim burada kutsal element, temizlik malzemelerinde bile kullanıyoruz. Belki de o amaçla kullanıp sorunu çözerler, büyütülecek bir mesele değil.

Bayramda Fransa’ya incir göndermişiz. İncirler soda kadar şanslı değilmiş, sınırda yakalanmışlar kontrole. Sınır değerlerin 10-15 kat üstünde aflatoksin bulunduğu için onlar da 11 Nisan’da memleketlerine kesin dönüşe zorlanmışlar. Aflatoksin kanserojen bir madde ama malum bize bir şey olmaz. Umarım yetkililerin söylediği gibi yakılmaz, biz yeriz.

***

Avrupa’nın Gıda ve Yem İçin Hızlı Uyarı Sistemi (RASFF) kayıtlarında Türkiye oldukça popüler bir ülke. Son bir haftada hangi ürünler gümrükteki kontrollere takılmış, hangileri geri gönderilmiş bakıyorum.

Sallama çayda, kardiyolojik ve psikiyatrik yan etkileriyle bilinen sibutramin çıkmış, İtalyanlar geri göndermiş. “Potansiyel tehlike” kategorisinde. Zayıflama amaçlı kullanılan bu riskli madde acaba bir zayıflama çayında çıkmış olabilir mi? RASFF kayıtlarında bu bilgi yok. Sağlık Bakanlığı yetkilileri elbette peşine düşüp, analizleri yapacak, bir risk varsa Avrupa’daki ülkelerin yaptığı gibi marka bilgisini kamuoyuyla paylaşacak, ürünü toplatacaktır diye düşünüyorum. Yoksa tüm rejim çayları zan altında kalır. Yanlış mı düşünüyorum ey rejim yapanlar, siz söyleyin?

Fransızlar bir başka incir kargosunda yine aflatoksin bulmuş, sağlam bir degajmanla onları da yurtlarından uzaklaştırmışlar.

Almanya’ya bizi daha fazla kıskanmaması için ekmeğe sürüp yiyebilecekleri tatlı bir şey göndermişiz ama içinde alerji yapabilecek fındık ve fıstık olduğunu yazmayı unutmuşuz. Gümrüğe takılmış. Sorun değil, biz yeriz. Bizde alerjiden ölen olsa, “ne yedin” diye soran olmaz. Bir şey yiyebiliyor olması zaten şükredilecek bir durum. Şükreder, Allah devletimize zeval vermesin deyip geçeriz.

Bu arada biri Fransızları durdursun, 11 Nisan’da üçüncü kez incirde aflatoksin bulmuşlar.

Almanlar da boş durmamış, aynı gün Türkiye’den ithal ettikleri susam ezmesinde salmonella bakterisi yakalamışlar. İlginçtir, 8 Nisan’da İspanya’ya gönderilen susam ezmesinde de aynı durumla karşılaşılmış. Onlar da şutlamış bizden giden ürünleri. Türkiye’den giden bakteriye bile vize vermiyor Avrupa artık.

Türkiye’ye en çok ürün iade eden kazanıyor. Fransa-Almanya kapışmasında durum Fransa lehine 3-2 ama mavililerin incir aşkı durmuyor. Dördüncü incir kargosunda da kanserojen aflatoksin bulmuşlar. Fransa 4-2 öne geçiyor.

***

Fransa gümrüğünde kesin Türkiye’ye gıcık birileri var. Türkiye'den gönderilen kimyon tohumlarında pirolizidin alkaloidi tespit etmiş, kimyonları da geri postalamışlar. Hızını alamamış, kurutulmuş kekiği de laboratuvara analize göndermişler. Onda da pirolizidin alkaloidi çıkmış. Gıda mühendisi Bülent Şık pirolizidin alkoloitleri, belli bir doz aşıldığında karaciğerde ciddi hasarlara neden olabilen, kanser yapıcı ve genetik malzemede hasar oluşturucu kimyasal maddeler şeklinde tanımlıyor. Tanıştırmış olayım da siz kekik deyip geçmeyin.

Bulgaristan’a gönderilen taze biberle bir haftalık Avrupa Birliği gümrük maceramızı noktalayalım. Taze biberde acetamiprid bulunmuş. Zararlı böcekleri öldürmek için kullanılan bir böcek ilacı kendisi. Böcek bastıysa tarlayı zehri biraz fazla kaçırmış olabilir üreticilerimiz. Çok da takılmamak lazım. Memleketin bekasından önemli mi?

Özetle söylersek, Türkiye’de ne yediğimizi bize açık açık söylemedikleri için komşulara bakıp öğrenmeye çalışıyoruz. Baktıkça da hükümet zamlarla bizi aç bırakarak sağlığımızı korumaya çalışıyor olabilir mi diye düşünmeye başladım. Istakoz zor elbette de ucuza gelse ekmeği bile dışarıdan almak daha sağlıklı olabilir ülkemizde. Gülelim acınacak halimize.

Atom bombası yerine nükleer santral saldırısı

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Nisan 2024

Foto: UAEA
İki yıldır Rusya’nın kontrol ettiği Zaporijya Nükleer Santralı, savaş başladığından bu yana tanıklık ettiği en büyük saldırıya maruz kaldı. Rusya’nın iddiasına göre Ukrayna’ya ait insansız hava araçları (İHA) üç ayrı noktaya saldırı düzenledi. Santralın altı numaralı ünitesinin çatısında yüzeysel kavrulma olduğunu Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) da teyit etti. UAEA Başkanı Rafael Mariano Grossi, “Altı numaralı ünitedeki hasar nükleer güvenliği tehlikeye atmamış olsa da bu olay reaktörün muhafaza sisteminin bütünlüğünü zayıflatma potansiyeline sahip ciddi bir olaydı” açıklamasını yaptı.

Uçak düşse bir şey olmazdan İHA ile reaktörün muhafaza sisteminin bütünlüğünün zayıflatılabildiği noktaya geldik. Nükleer yalanları çürütmek için bu cümleyi ayrıca not alınız. İki yıl boyunca Avrupa’nın en büyük nükleer santralında meydana gelen silahlı, toplu ve en son İHA’lı saldırılar bize gösteriyor ki nükleer santrallar savaşta hedef olabiliyor. Nükleer karşıtlarının yıllardır dile getirdiği ve medyanın büyük bir bölümü ile nükleer lobinin kulaklarını tıkadığı bu gerçek artık gün gibi ortada.

Nükleer santrallara düzenlenen saldırıların reaktörlere doğrudan zarar vermesi, elektrik kesintisine yol açması, jeneratörleri devre dışı bırakması, soğutma sistemine sarar vermesi gibi onlarca farklı sonucu olabilir ve bunlar da bizi bir başka Çernobil veya Fukuşima kazasına benzer bir durumla karşı karşıya bırakabilir. Bugün sistem karşıtı silahlı küçük grupların bile İHA’lara erişebildiğini düşünürsek, dünyadaki her nükleer santral çatışma zamanlarında bir hedef olabilir ve sahip olan ülkeye atom bombası atmak kadar bir etki yapabilir. Mersin’de, Sinop’ta nükleer santral isteyenler, bunu bir güç gösterisi sananlar Türkiye’yi tam tersine zayıflattıklarını da anlarlar umarım. 

***

Zaporijya Nükleer Santralı, 1984 ila 1995 yılları arasında elektrik üretmeye başlamış altı adet 1000 megavat gücünde üniteden oluşuyor. Rus teknolojisi bu reaktörlerin beşi tasarım ömürlerini doldurmak üzere. Saldırıya maruz kalan son reaktör ise 30 yaşında. Savaş nedeniyle reaktörlerin soğuk durdurma evresine geçirildi. Soğuk durdurma, reaktörlerin elektrik üretmediği, daha az miktarda soğutma suyuna ihtiyaç duydukları bir aşama. Bazı kaynaklar ise dört ve altı numaraları reaktörlerin, bölgedeki konutlara ısı sağlaması için “sıcak durdurma” aşamasında olduklarını söylüyor. Sıcak durdurma, reaktörün fisyon reaktörünün kendi kendine zincirleme reaksiyonu devam ettirme (kritiklik durumu) öncesindeki aşama. Sıcak durdurma seviyesinde daha çok soğutma suyuna gereksinim duyarsınız, basınç seviyesi yüksektir. O yüzden de risk daha fazla.

Zaporijya’daki tek risk İHA saldırısı sonucu reaktörlerdeki yakıtın açığa çıkması değil. İHA saldırısından birkaç gün önce santrala elektik sağlayan iki iletim hattından biri de top mermileriyle devre dışı kalmıştı. Santrala elektrik gitmemesi, olası bir kapatma durumunda reaktörlere gereken elektriğin dizel jeneratörlerle sağlanması anlamına geliyor. Jeneratörler çalışmaz, yakıt biterse siz de bitersiniz. Dizel jeneratörler bir yere kadar yardım edebilir çünkü mesele sadece reaktörler değil. Nükleer santrallarda kullanılmış nükleer yakıtların depolandığı havuzların da sürekli soğutulması gerekir. Yoksa orada da radyasyon sızıntısı olabilir. Fukuşima’da yaşanan sorunların hepsi çekirdek erimesi meydana gelen reaktörlerden kaynaklanmamış, kullanmış yakıt havuzları da soğutma suyu yokluğunda başa bela olmuştu.

Son bir söz de Ukrayna ve İHA’lara dair. Malum, Ukrayna’nın savaşta kullandığı İHA’ların bir bölümü Bayraktar ailesinin başında olduğu Baykar firmasına ait. Varsayalım ki bu İHA’lar Zaporijya saldırısında kullanıldı. Saldırı başarılı olsa belki bir başka Çernobil benzeri nükleer felaketle karşı karşıya kalacak, yine ülkemizin üzerinden radyasyon bulutu geçiyor mu geçmiyor mu diye endişe içinde yaşayacaktık. Baykar’ın ürettiği silahlar Türkiye’de kanserden ölümlerin artmasına neden olacaktı. Sahip olmakla övünülen silahların kendi halkının ölümüne neden olması, savaş severlerin aklını başına getirir miydi acaba? Elbette bahsettiklerim bir varsayım ama çok da hayalperest olduğumu kim söyleyebilir? Silahın ve silahlanmanın kutsanacak bir tarafının olmadığını anlamak için illa bu olayların yaşanması mı gerekiyor? 

***

Silah tüccarlarının elleri her zaman kanlıdır, silah tüccarının zenginine de fakirine de sahip olmak övünülecek bir şey değildir. Mesele bu bilinç düzeyine ete, süte ota radyasyon yağmadan, evimizin kapısına bayrak asılmadan önce ulaşabilmek.

Halkın gerçek gündemi AKP’ye hezimeti yaşattı

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Nisan 2024

CHP, 31 Mart 2024 yerel seçiminden, muhalefetin büyük bir bölümünün de desteğini alarak büyük bir zaferle çıktı. Devletin tüm imkanlarını kullanan, medyanın büyük bölümünü kontrol eden, DEM partisinin güçlü olduğu yerlerde taşıma asker ve polis oylarını bile devreye sokan tek adam iktidarının ortakları ise büyük bir hezimet yaşadı. Montaj videolar, yapay tartışmalar, yurt dışı kökenli gündemlerle her seçimde asıl sorunların konuşulmasının önüne geçen iktidar, bu defa gündemi değiştiremedi. Muhalefet belki de ilk kez bu oyuna düşmedi. Yoksulluk, emekli maaşları, artan kiralar, kredi kartı borçları, okullardaki aç çocuklar, istismar haberleri, kadın cinayetleri, güçlenen tarikatlar, umudunu yitiren gençler, ucuz gıda kuyrukları, ranta kurban edilen doğa ve Filistin’i konuşan halk, sandıkta da tercihini gerçek gündemi doğrultusunda kullandı.

Sarayın şatafatlı yaşamı emekli maaşına yenildi. “Van minüt” edebiyatı ile kazanılan seçimler, İsrail’le ticaretin gerçekliğiyle kaybedildi. Dini, çocuk istismarından dolandırıcılığa kadar kullanan bu yeni düzenin oyuncularının ‘siyasal İslam’ maskesi düştü.

Seçimin çok sayıda kazananı var. Halkın gündemindeki yoksulluk sorununu en iyi gören ve çözüm üretmeye çalışan başkanlardan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş onlardan biri. Tarihi bir fark atarak tekrar seçildi. AKP iktidarı zamanında zenginleşen partililer, tarikatlar, yandaş şirketler yüzünden toplumda şeffaflık, liyakat ve dürüstlük arayışı artmıştı. Bir zamanlar “iki anahtar” söylemiyle oy isteyen AKP ise seçmenin karşısına 600 daireli adayıyla çıkarak bildiğimi okurum mesajı verdi ve kaybetti.

Cumhurbaşkanlığı seçiminde, Altılı Masa’nın farklılıklarının getirdiği yükü omuzlarında taşımak zorunda kalan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu bu seçime sadece Ekrem İmamoğlu olarak girdi. Bu onu daha da özgür kıldı, seçim kampanyasını istediği gibi yürütmesini sağladı. İstanbul’un sesi gürleştikçe Türkiye’deki diğer illeri de etkiledi. Genel seçimlerde altı partinin çıkaramadığı tek sesi çıkarmayı başardı. İyi bir ekip, basit ama etkili sloganlar, başarılı icraatlar İmamoğlu’nun halka yakın karakteriyle birleşince, Erdoğan ve arkadaşlarını üçüncü kez mağlup etmeyi başardı.

İmamoğlu’nun Türkiye’ye verdiği önemli bir ders daha var. Çılgın projelerin değil, halkın gereksinimini karşılayan icraatların kazanacağını gösterdi. Kanal İstanbul veya üçüncü köprü gibi dev bütçeli, doğa düşmanı projeler yerine, meydan düzenlemeleri, metro çalışmaları, kreşler, yurtlar, kadınlara öncelik veren destek projeleriyle “küçük işlerin büyük başarılar” kazanabileceğini herkese gösterdi. Uçak inmeyen havalimanları, araç geçmeyen köprülerle halkın parasını birkaç şirkete transfer eden ve onları yoksullaştıran iktidara karşı önemli bir çıkıştı bu.

Seçimin bir başka galibi de Özgür Özel oldu. Kısa zamanda çok da kolay olmayan bir değişimi hayata geçirdi. Parti içinde koltuklarına yapışmış birçok kişiyi karşısına alması, aday belirlemede yeni yöntemler denemesi cesaret gerektiren işlerdi. CHP’ye yıllardır kazanamadığı, sağın kalesi kabul edilen birçok belediye başkanlığını getirerek, oy oranını da AKP’nin üstüne çıkardı. Sadece memleketi Manisa’ya değil, bölgeye de hâkim olduğunu Denizli, Kütahya, Afyon ve Uşak’ta alınan sonuçlarla ispatladı. Partide genç isimlere ve seçimde de kadın adaylara daha fazla yer verdi. Seçime girdikleri 107 kadın adaydan 35’i başkanlık koltuğuna oturdu. İzmir’in neredeyse yarısı kadın belediye başkanlarınca yönetilecek. CHP’nin kazandığı dört büyükşehir, iki il, 28 ilçe ve 1 belde belediyesini artık kadın başkanlar yönetecek. Yıllardır sağ partilerin elinde olan Korkuteli ve Üsküdar’ın kadın adaylarla kazanılması üzerinde konuşulması gereken hamleler. Kadınlardan söz açılmışken, adı sık sık Hizbullah’la birlikte gündeme gelen Batman’da ipi önde göğüsleyen DEM Partili Gülüstan Sönük’e de ayrı bir parantez açmak gerek. Onun Batman’da vereceği mücadele Türkiye’deki kadın hareketi ve laiklik açısından da büyük önem taşıyacak.

Çevre mücadelesi için de bu seçimden birkaç güzel sonuç çıktı. Nükleer karşıtı hareketin yakından tanıdığı Metin Gürbüz Sinop Belediye Başkanı seçildi. Artvin Belediye Başkanı Bilgehan Erdem’i Cerattepe’deki madene karşı yürütülen mücadeleden de tanıyoruz. Osman Belovacıklı, Gerze’de termik santralı ilçeye sokmayan direniş sırasında belediye başkanıydı şimdi yeniden seçildi. İzmir’de Karabağlar, uzun yıllar Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şube Başkanlığı yapmış Helil İnay Kınay’a emanet edildi. Amasra’da termik santrala net bir şekilde hayır diyen isimlerden Recai Çakır güven tazeledi. Akbelen direnişindeki destansı mücadelesiyle herkesin saygı ve sevgisini kazanan Necla Işık, İkizköy’ün yeni muhtarı oldu; “sistemin surlarında gedik açıldı”.

Sarayın surlarının yıkılması için dört yıl mı yoksa daha kısa bir süre mi bekleyeceğimizi ise belediyelerin performansı gösterecek. Cumhuriyetin ikinci yüzyılı için artık bir umut var, en önemlisi bu umuda sıkı sıkıya sarılmak.

İklim planından yine kömür çıktı

Türkiye’nin iklim krizi konusunda önümüzdeki altı yıl boyunca yapacaklarını anlatan eylem planı açıklandı. Planda iklim krizinin bir numaralı sorumlusu görülen kömür santrallarından vazgeçmeye dair bir eylem yer almıyor. 

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Mart 2024 

Foto: O. Gurbuz - Afşin Elbistan A santralı
İklim krizine yol açan seragazı emisyonları artırmaya devam eden Türkiye, açıkladığı yeni eylem planıyla 2030’a kadar yapılacakları özetleyen yol haritasını açıkladı. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın desteklediği “İklim Değişikliği Azaltım Stratejisi ve Eylem Planı (2024-2030)” başlığını taşıyan raporda, atmosfere bırakılan seragazı emisyonlarının baş sorumluları olan petrol, kömür ve gaz gibi fosil yakıtlara dair önemli bir yaptırım yer almıyor. Planın enerji bölümünde yenilenebilir enerji kaynaklarının her türünün ve nükleer enerjinin kapasitesinin artırılmasıyla nükleer enerjiye teşvik verilmesini de içeren stratejiler öne çıkıyor.

KÖMÜRE DEVAM
“Engellenemeyen sera gazı emisyonlarının azaltılması için karbon yakalama, kullanma ve depolama yol haritası oluşturulması” başlıklı enerji stratejisi maddesi ise Türkiye’nin yoluna fosil yakıtlarla devam edeceğinin ipuçlarını veriyor. Kömür ve gaz gibi fosil yakıtla çalışan santralları kapatmaya ya da sayısını azaltmaya dair bir ibare planda yer almıyor. Santrallardan çıkan seragazlarını yakalayıp gömerek atmosfere gitmesini engellemeyi amaçlayan karbon yakalama konusunda ise yol haritasının hazırlanması, ekonomik potansiyelinin araştırılması gibi stratejiler plana eklenmiş. Uzun zamandır bilinen ancak özellikle maliyetlerinin çok yüksek olması nedeniyle dünyada ilkörnek (prototip) düzeyinin ötesine henüz geçemeyen karbon yakalama ve gömme teknolojilerinin fosil yakıtlarla ilgili tek eylem odağı olması dikkat çekiyor. Karbon yakalama, kullanma ve depolama teknolojilerinin işletme ömrünü tamamlamamış santrallar için önerilmesi, fosil yakıt santrallarının iklim için erkenden kapatılmasına dair bir planın olmadığının da sinyallerini veriyor. Bilindiği gibi Türkiye Avrupa’da kömürlü termik santrallarını kapatmak için henüz tarih vermeyen beş ülkeden biri.

Eylem planında ölçülebilir iddialı hedeflerin olmaması da göze çarpıyor. Hemen hemen tüm başlıklarda rakamsal hedeflerden çok, “yol haritası oluşturulması”, “iyileştirilmesi” gibi 2030 sonunda değerlendirilmesi zor eylemler yer alıyor. Ulaşım başlığı altında, demiryolu yolcu taşımasının toplam yolcu taşımacılığındaki payının artış oranı’ izleme göstergesi olarak plana eklense de hangi değerin başarılı kabul edileceğine dair bir rakama rastlanmıyor. Ölçülebilir hedef konusundaki nadir iyi örneklerden biri enerji bölümünün ilk strateji maddesinde yer alan şebeke emisyon faktörünün azaltılması. 2020 itibarıyla, şebekeye verilen her bir kilovatsaat elektriğin üretimi sonucu atmosfere 437 gram karbondioksit bırakılıyordu. Bu rakamın 352 grama düşürülmesi hedeflenmiş.

EMİSYON TİCARETİ ÖN PLANDA
Çevre Bakanlığı’na bağlı İklim Değişikliği Başkanlığı’nın hazırladığı planda emisyon ticareti konusunda çok sayıda eylem maddesi var. 2024-2026 yıllarını kapsayan Orta Vadeli Program’daki Emisyon Ticaret Sistemi’nin (ETS) kurulmasına dair tedbirlere de atıf yapılıyor. ETS kapsamında, gönüllü piyasalardan uluslararası piyasalara kadar uzanan bir dizi araştırma ve mevzuat değişikliğine de işaret ediliyor.

49 strateji ve 260 eylemden oluşan planda göze çarpan diğer başlıklar arasında, sanayide ürün bazında karbon ayak izinin ve karbon yoğunluğunun azaltılması, sürdürülebilirlik raporlamalarının ve neredeyse sıfır enerjili binaların yaygınlaştırılması, ulaştırmada elektriklendirmenin geliştirilmesi, yutak alanların korunması ve artırılması, gübre kullanımında bilinçlendirme, hayvancılık kaynaklı metan emisyonlarının azaltılması, Türkiye’nin net sıfır emisyon hedefinin eğitim sistemine entegre edilmesi ve düşük emisyonlu bir ekonomiye geçişin adil dönüşüm ilkesiyle planlanması da yer alıyor.

Güneş panelinde damping vergisi kime yarayacak?

Özgür Gürbüz-BirGün / 27 Mart 2024

Türkiye 2017’den bu yana Çin’de üretim yapan güneş paneli üreticilerine uyguladığı anti-damping vergisini, Vietnam, Malezya, Tayland, Hırvatistan ve Ürdünlü firmaları da kapsayacak şekilde genişletti. Metrekare başına 25 doları bulan ek bir vergi getirildi. Böylece güneş paneli almak isteyenlere yerli üretici dışında bir seçenek kalmadı. Bu da güneş enerjisi sektöründe pahalı panellerin güneş enerjisindeki büyümeyi yavaşlatıp yavaşlatmayacağı tartışmasını başlattı. Anti-damping vergisinin sektörde pek dile getirilmeyen kısmı ise düzenlemenin kime yarayacağı konusu. Yerli panel üretiminde en büyük kapasitelerden biri kamuoyunun iktidara yakınlığıyla tanıdığı Kalyon PV’ye ait.

 2023 yılında Türkiye elektrik üretiminin yaklaşık yüzde 6’sı güneş panelleriyle üretildi. Bir yıl önce bu oran yüzde 4,6’ydı. Güneş kurulu gücü de 12 bin megavata yaklaşıyor. Sorunlar var ama güneş enerjisinde büyüme sürüyor. Elektrik üretimindeki payı her yıl artan güneş enerjisinin kalbinde fotovoltaik paneller var. Son anti-damping vergisiyle başta Çin olmak üzere ucuz panel üreten ülkelerden ithalat yapmanın önü kesildi. Güneş enerjisine yatırım yapmak isteyenler yerli üreticiye yönlendirildi. Anti-damping kararını değerlendirmeleri için enerji sektöründeki isimlere ulaştım. Bu hafta söz onlarda.

Güneşin yavaşlaması termiklere yarayacak
Solar 3 GW Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Bahadır Turhan, yerli panellerin ithal panellere göre hâlâ pahalı olduğunu, pahalı panellerin de ilk yatırım maliyetini yüzde 30 oranında artırarak güneş enerjisini yatırımlarını azalttığını söylüyor. Turhan, anti-damping uygulaması yerine, yerli üretim panellere verilecek teşviğin artırılmasının yatırımın karlılığını artıracağını ve güneş enerjisinin hız kazanacağını öne sürüyor. Bahadır Turhan, “Yapılan her bir kilovat güneş santralı, aslında kapanan her bir kilovat doğalgaz, kömür ya da devreye alınamayacak bir nükleer santral demek. Dolayısıyla güneş enerjisi santrallarının yatırımların yavaşlaması mevcut termik santralların devamını sağlayacak” diyor.

Yerli panel Çin’e göre yüzde 50 pahalı
Bahadır Turhan, Türkiye’de üretilen panellerin maliyetinin vat (watt) başına yaklaşık 20 dolar sent olduğunu, Çin’den alındığında çıplak fiyatının 13 sent ancak gözetim ve anti-damping vergileriyle 40 sente çıktığını belirtiyor. Sektörün önemli temsilcilerinden Uluslararası Güneş Enerjisi Topluluğu Türkiye Bölümü (GÜNDER) ise güneş enerjisi endüstrisinin oluşmasında yatırım teşviklerinin yanı sıra damping ve gözetim vergilerinin de fayda sağladığını düşünüyor. Sorularıma verdikleri yanıtta, “
Türkiye pazarında yerli fotovoltaik panel üreticilerin korunmasını ve adil rekabetin sürdürülmesini amaçlamaktadır” diyerek, uygulanan vergi ve düzenlemeleri içeren anti-damping önlemlerini desteklediklerini belirttiler.

GÜNDER verileri, Türkiye’de 80’in üzerinde güneş paneli üreticisi olduğunu söylüyor ancak her firma aynı üretim kapasitesine sahip değil. Yılda iki bin megavatlık üretim kapasitesiyle Kalyon PV listenin ilk sıralarında yer alıyor. Konya Karapınar’daki Türkiye’nin ve Avrupa’nın en büyük güneş santralına da Kalyon Enerji sahip ve bu sahada da kullanılan panellerin üretildiği fabrika için devletten 2 milyar 100 milyon lirayı bulan teşvik almıştı. Bu teşvikle kurulan fabrika Türkiye’nin en büyük panel üretim tesislerinden biri oldu ve Kalyon PV’yi lider şirketlerden biri yaptı. Devletten güneş paneli üretimi için teşvik alan (proje bazlı devlet yardımı) bir başka şirket de Smart Güneş Enerjisi Teknolojileri ARGE Üretim San. ve Tic. A.Ş. oldu. Alfa Solar, CW Enerji de Borsa İstanbul’da işlem gören ve büyük üretim kapasitesine sahip diğer güneş paneli üreticileri.

Fabrikalara pazar yaratılıyor
Enerji Uzmanı İsmet Turan ise alınan kararı farklı bir açıdan bakarak değerlendiriyor. Turan, “33 bin megavatın üzerinde depolamalı ön lisans dağıtıldı. Bir taraftan fabrika kurduruluyor, yerlilik şartıyla perçinliyor ve son adımda da anti-damping ile Çin'in önü kapatılıyor. Böylece o fabrikalara pazar yaratılmaya devam ediliyor” yorumunu yapıyor. Dünyada Çin’e karşı benzer anti-damping uygulamalarının olduğunu belirten Turan, “Başka bir parti de iktidara gelse anti-damping vergisi uygulanacaktı” diyor ve asıl sorunun kapasite planlamasında olduğunu şu cümlelerle açıklıyor: “Türkiye'nin kurulu gücü 107 bin megavat, tüketim yaz dışında 54-55 bin arasında gidiyor. Tüketim son beş yıldır hiç artmıyor ama depolamalı yenilenebilir enerjiye yeni lisanslar veriliyor. Bu kadar ihtiyaç yok, zamana yayılabilir, öncelik çatılara verilebilirdi”.

Nasıl bir belediyecilik?

Özgür Gürbüz-BirGün / 20 Mart 2024

Yerel seçimlere iki haftadan az bir süre kaldı. Seçim yaparken aslında bir belediye başkanını değil, yeni yöneticilerimizi ve yönetim anlayışını da seçiyoruz. Peki, nasıl bir yerel yönetim istiyoruz? Ne istediğimizi söyleyerek çözümün bir parçası olmak adına bu soruya verdiğim yanıtları sizlerle paylaşıyorum, ekleme yapmak, itiraz etmek serbest.

Belediyeler atık toplama, yol yapma gibi temel hizmetleri elbette aksatmamalı. Ancak bu işler günü kurtarmayı değil kenti geleceğe hazırlamayı hedeflemeli. Atıklar toplanmalı, geri dönüştürülmeli, geri dönüşümü kolaylaştıracak yollar bulunmalı. Atık yakmaktan kaçınmalı.

Basit işlerin insanların hayatını kolaylaştırdığı göz ardı edilmemeli. İstanbul’da son dönemde yapılan meydan düzenlemeleri, âtıl tarihi alanların sanat alanlarına dönüştürülmesi iyi örnekler arasında. Birkaç şirketi zengin etmek değil yurttaşların hayatını kolaylaştırmak amaçlanmalı.

Basit işlere devam. Örneğin, kardeş kentler, sokak panolarında (billboard) ilan değiş tokuşları yaparak birbirlerinin tanıtımına destek verebilir. Reklama para vermeden kentlerimizin yurt dışında tanıtımı artırılabilir.

Şeffaflık ve liyakat padişahlığa benzer cumhuriyet rejiminde erozyona uğradı. İşe alımlar sınavla, gerekirse tarafsız aracı kurumların denetiminde yapılmalı. Belediyelerin özgeçmiş havuzlarına, çeşitli ayrımlara neden olabilecek fotoğraflı özgeçmiş bile kabul edilmemeli. Arpalığa dönüşmüş belediyelerdeki fazla kadrolarla vedalaşmalı.

Yol yapmayı asfaltlamaktan ibaret sanmayıp, bisikletleri ve yayalaştırmayı hesaba katmalı. Pedal destekli bisikletler (elektrikli) yokuş sorununu da çözüyor ama ülkemizde bisiklet yolu yoksa bisiklet sürmek zor. Özellikle ana arterlerden okullara uzanan bisiklet yolları olmalı. Bisiklet deyip geçmeyin. Kentlerde trafik, hava kirliliği ve dışa bağımlı petrol tüketimi sorununu çözebilir. Kopenhag, Amsterdam örnekleri var, ülkemizin iklimi ise daha uygun. Kayseri gibi çok uygun yerler var ama belediyeler fırsatı görmüyor.

Sadece bisikletle olmaz elbette. Ulaşımda elektrikli toplu ulaşım araçlarının (elektrikli minibüs, otobüs, tramvay ve metro) sayısı artırılmalı. Belediyeler istisnalar dışında, içten yanmalı motorla çalışan toplu ulaşım aracı almamalı.

Belediye binalarının hepsinde enerji verimliliği en yüksek seviyeye getirilmeli, yeni binalar “neredeyse sıfır enerjili bina” standardında yapılmalı. Güneş ve rüzgar gibi kaynaklardan elektrik üretimi artırılıp, belediyelerin kendi enerjisini karşılama oranı azami seviyelere çıkarılmalı. Merkezi hükümet enerji kooperatiflerinin önünü tıkamaktan vazgeçerse, belediyeler bu konuda öncü olmalı, yurttaşlarını enerji üreticisi olmaya teşvik etmeli. Üreten kentliler yaratma prensibini tarımdan tamire, sanattan elektriğe kadar yaymalıyız.

Şehir planlaması geleceğe uygun yapılmalı. İklim krizinin etkileri hesaba katılmalı. Binaların çatılarında güneş paneli kurulması büyüklüğe bağlı kalmadan zorunlu tutulmalı, kurulamıyorsa, çatıdaki uygun alanlar kuruluma uygun şekilde boş bırakılmalı. Her bina yağmur hasadı yapmalı, yalıtım standartları yükseltilmeli, ısı pompalarına ve artacak elektrikli araçlara uygun altyapı zorunlu tutulmalı. Ankara’nın geriden gelen mevzuatlarının ötesinde adım atılmalı. Gerekirse teşviklerle bu zorunluluklar cazip hale getirilmeli.

Belediyelerin kültür sanat destekleri sansür baskısı altındaki sanatçılar için elzem. Bu alanda belediyeler iyi sınavlar vermiyor. Bütçelerini çok ses getirecek işlere harcıyor, kısa vadeli işler yapıyorlar. Halbuki, bütçenin bir bölümü ünlü sanatçılara, bir bölümü genç yeteneklere bir bölümü ise öne çıkarılması gereken ve destek bulamayan sanat dallarına ayrılabilir. Bu süreç şeffaf bir şekilde yürütülebilir. Konser ve toplantı mekanları, o yılki öncelikli alanlara ve içerikle ilgili koşullar belirlenerek çevrimiçi randevu sistemiyle sanatçılara, yazarlara tahsis edilebilir. Böylece kayırmalar, dedikodular biter, yeni seslere fırsat tanınır.

Kentlerimizin yeşil alan ihtiyacı had safhada. Kentsel dönüşüm sadece binaları yenilemek olamaz. Belediyeler bütçelerinin bir bölümünü yeşil alanın olmadığı alanlardaki eski binaları satın alıp, kamusal alana dönüştürmeye ayırabilir. Kamunun yıkılan binalarını yeşille değiştirebilir. Çanakkale’de İskele Meydanı ve Cumhuriyet Meydanı böyle geliştirildi.

En önemli maddeyi en sona bıraktım. Kentleri güzelleştirmenin yolu korumadan geçiyor. Seçeceğiniz belediye başkanı kentin dokusunu yok edecek, onu bina yığınına dönüştürecek “çılgın ya da manyak projelere” dur demeli. Kanal İstanbul’a karşı çıkmayandan İstanbul’a hayır gelmeyeceği gibi, termik santrala, kenti boğacak bir konut projesine itiraz etmeyen belediyeden de bir ilerleme beklenmez. Bu gibi projelerin önünü kesecek, işlerini zorlaştıracak ve sivil toplum örgütleriyle dirsek temasını sürekli kılacak belediye yönetimlerini sandıklardan çıkarmalıyız.  

Nükleer enerji tuzağı

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Mart 2024

Foto: Fukuşima - UAEA
Enerji Bakanı Alparslan Bayraktar, hükümete yakınlığıyla bilinen Turkuvaz Medya Grubu’nun
düzenlediği bir toplantıda, Akkuyu Nükleer Santralı’nın ilk ünitesinin yıl sonunda elektrik üretmeye başlayacağını söyledi. Bayraktar, diğer nükleer santrallar için adı geçen Sinop ve Kırklareli konusunda da ilgilenen ülkelerin adlarını açıkladı. Sinop’a Rusya ve Güney Kore, Kırklareli’ne ise Çin’in talip olduğunu ve müzakerelerin sürdüğünü söyledi. Toplantıyı yöneten iki “gazeteci” Enerji Bakanı’na “Türkiye’nin neden güneş ve rüzgârdan çok daha pahalıya elektrik üreten nükleer santral yapmak istediğini ve nükleer santralların atıklarının ne olacağını sormadı. Deprem ile kaza riski, Rusya’ya bağımlılık konularıysa hiç gündeme gelmedi. Şaşırmadık tabii.

Enerji Bakanı’nın konuşmasında tereddütle açıkladığı bir bilgi de vardı. Rusya’nın karşı karşıya kaldığı yaptırımların Akkuyu’da sorun yarattığını açıkladı. Bayraktar, “…ama süreçte karşı karşıya olduğumuz açık ve kapalı bazı yaptırımlar var. Özellikle Rosatom’un karşı karşıya olduğu bazı sıkıntılı durumlar var, onları sahaya yansıtmadan çözmeye çalışıyoruz” dedi. Cumhuriyetin 100. yılına yetiştirilemeyen Akkuyu’nun gecikme sebeplerinden birini öğrendik. İlk reaktör resmi olarak inşaata başlayalı altı yıl oldu. Bu gecikmenin maliyetini ve santralın sahibi Rusya’nın bu farkı “çeşitli yollarla” bizden tahsil edip etmeyeceğini ise henüz bilmiyoruz

Küçük reaktörler
Bakan Bayraktar, küçük modüler nükleer reaktörlerden de bahsetti ama dünyada bu tanıma uyan bir reaktörün olmadığını söylemedi. Fukuşima sonrası iyice köşeye sıkışan nükleer endüstrinin son pazarlama hamlesi modüler reaktörlerin değil bir örneği, imalatı bile yok. Bizim de dilimize yapışan “Küçük Modüler Nükleer Reaktör” tanımı aslında nükleer enerjinin yeni reklam kampanyasının sloganı. Her başları sıkıştığında yeni bir şey bulmuş gibi yapan nükleer lobi şimdi de küçük modüler reaktör kavramını ortaya attı. Halihazırda inşaatına başlanan, modüler üretimi yapılan bir reaktör yok ama herkes varmış gibi yazıyor. Bahsedilen aslında küçük güçte nükleer reaktörlerden başka bir şey değil. Atık sorunu aynı, kaza riski aynı üstelik daha da pahalı olacak gibi görünüyor. Küçük reaktörlerin en büyük pazarlamacısı ABD ancak ülkede bir inşaat bile yok. Tasarım aşamasında kalan NuScale projesi de yattı. İlk açıklanan maliyeti ile son maliyet arasında 250 kat fark çıkınca Idaho’da düşünülen projede kapatıldı.

Nükleer rönesans hayalleri
Nükleer lobi, Çernobil’den bu yana elektrik üretiminde nükleer enerjiyi yeniden bir seçenek yapacak araçlar arıyor. 2000’lerin ortasında “nükleer rönesans” sloganıyla dev reaktörleri pazara sürmüş, bunların çok ucuza elektrik üreteceğini iddia etmişlerdi. Başını Fransa’nın çektiği rönesans atağı, Finlandiya’da bir reaktörün 17 yılda bitirilmesi, Fransa’daki ikizinin ise 17 yıla rağmen bitirilememesiyle yola çıkamadan çakıldı. Bu yıl bitirileceği söylenen Flamanville-3 reaktörünün maliyeti ilk duyurulduğunda 3 milyar dolardı. Fransız şirketin son tahmini ise 14 milyar doları geçti. Nükleer rönesans reaktörünün maliyetinin faizlerle beraber 21 milyar doları bulacağı tahmin ediliyor.  

Nükleer 6 kat pahalı
Santralların ilk yatırım maliyetlerindeki artış elektrik üretim maliyetlerine de yansıyor haliyle. Dünyaca bilinen finansal danışmanlık şirketlerinden Lazard’ın seviyelendirilmiş elektrik maliyetleri analizi nükleer enerjinin çaresizliğini de ortaya koyuyor. Seviyelendirilmiş elektrik maliyeti, yapımdan yakıta tüm maliyetlerin hesaplanarak bir kilovatsaat elektrik üretiminin maliyetini size veriyor. Sübvansiyonların hesaba katılmadığı bu analize göre, mevcut teknolojiler içinde en ucuza elektrik üretebilecek kaynaklar rüzgâr ve güneş. Kilovatsaat maliyeti 2,4 dolar sente kadar düşebiliyor. Nükleer enerjide ise en düşük fiyat 14,1 dolar sent olabiliyor. Nükleer santrallar rüzgâr ve güneşe göre altı kat daha pahalıya elektrik üretiyor. Nükleer santraldan elektrik üretmenin maliyeti 22 sente kadar çıkabiliyor. Türkiye’nin Rusya’ya ödeyeceği fiyatın 12,35 dolar sent olduğunu da hatırlatalım. Analizin gerçek fiyatlara ne kadar yakın olduğunu görüyoruz.

Rüzgâr ve güneş santrallarına depolama üniteleri ekleyip, kesinti sorununu ortadan kaldırmak isterseniz de maliyetler en düşük 4,2, en yüksek 11,4 sent oluyor. Nükleer santralların en iyi örneğinden ve Akkuyu için Rusya’ya ödeyeceğimiz fiyattan hâlâ daha ucuz. Kim daha pahalı elektrik ister sorusuna yanıt vermek için parmaklarınızla iktidarı gösterebilirsiniz. Bu hükümete oy verenlerin elektrik faturalarından şikâyet etme hakkı yok.

Mevcut iktidar düştüğü nükleer tuzaktan kendini çıkaracak politik cesarete sahip değil. Nükleer belayı Sinop ve Kırklareli’ne de yaymaya çalışarak hem dışa bağımlılığı hem de nükleer riski artırıyor. Muhalefetin büyük bir kesimi de partisinden medyasına kadar “nükleer teknoloji iyidir” önyargısı nedeniyle sessiz. Televizyonlarda tartışma programı bile yok! Halkın büyük çoğunluğu nükleere karşı iken, nükleer karşıtlığını politikalarına taşıyamamanın bedelini hepimize ödetiyorlar.