Türkiye’de referandum yapılamaz

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Kasım 2016

Referandum ya da daha doğru bir Türkçe ile söylersek; ‘halk oylaması’, bugünün şartlarında Türkiye’de başvurulabilecek bir araç değil. Halk oylamaları, doğrudan demokrasinin kuvvetli bir ayağı gibi görünse de, baskıcı rejimlerde demokrasi karşıtı düzenlemelere meşruiyet kazandırmanın bir aracı da olabilir. Dünyada da bu yüzden tartışılıyor. Tartışmayı örnekler ve nedenleriyle açıklayalım.

İngiltere’nin AB’den çıkışının onaylandığı halk oylaması güncel bir örnek. Yüzde 51,9’unun tercihiyle alınan AB’den çıkış kararı bir o kadar insanın (yüzde 48,1) isteğini göz ardı etti. Beş kişilik bir ailede, üç kişinin istediği bir televizyon programının izlenip, diğer iki kişinin tercihinin izlenmediğini düşünün. O zaman, halk oylamasının sanıldığı kadar demokratik olmadığını da anlayacaksınız. Sonuçların birbirine yakın olması ve bir tarafın az sayıda oyla diğerine üstünlük sağlaması toplumdaki huzursuzluğu azaltmak yerine artırabilir ve çatışmayı körükleyebilir. İnternet tabanlı araştırma şirketi YouGov, 18-24 yaşlarındaki İngiliz vatandaşlarının yüzde 75’inin AB’de kalmak için oy kullandığını açıklamıştı. 70 yaşındaki birine göre, halk oylaması kararından daha uzun süre etkileneceği kesin bu gençler için halk oylaması hiç de demokratik bir araç gibi görünmüyor. Bu ve benzer nedenlerden ötürü İngiltere’de tartışma sürüyor ve halk oylaması hiçbir sorunu çözmüşe benzemiyor.

Halk oylamasının demokrasiye katkıda bulunabilmesi için katılımın yüksek olması şart. Bu sınırın, özellikle Anayasal değişikliklerde yüzde 70-80 gibi oldukça yüksek olması sonuçların büyük bir çoğunluk tarafından benimsenmesi de gerek. Türkiye’de başkanlık sitemi için bir halk oylaması yapıldığını ve katılım oranının yüzde 60 olduğunu düşünün. 1 Kasım seçimlerinde 56 milyona yakın seçmen vardı. Bunların yüzde 60’ı oy kullanırsa başkanlık için oy veren sayısı 33 milyon 600 bin olur. Oy verenlerin yüzde 52’siyle başkan seçildiğini varsayın. Bu da 16 milyon 800 bin kişinin Türkiye’de rejim değişikliği ve tek adamlığa oy vermesi anlamına gelir ki, gerçek bir demokratik temsilin yakınından bile geçemez. 56 milyon kişinin oy kullandığı bir seçimde, oy verenlerin yüzde 28’inin (16 milyon) isteği diğerlerine dayatılamaz.

Halk oylamasında, oylanan konu hakkında bilgilendirme eksiksiz yapılmalı ve her kesime ulaşmalı. Sırf bu nedenden dolayı da Türkiye’de halk oylaması yapılamaz çünkü söz konusu bilgilendirmeyi yapacak en önemli araç, medya, baskı altında. Bugün Türkiye’de 125 gazeteci tutuklu, 160’dan fazla yayın organı kapalı. Dışardakiler de tek bir merkezden yönetiliyor. Bianet ve Sınır Tanımayan Gazeteciler’in birlikte yaptığı, Medya Sahipliği İzleme Projesi, Türkiye’deki 10 büyük kanalın 7’sinin, yine aynı şekilde, tirajı en fazla 10 gazetenin 7’sinin sahibinin hükümetle ilişki içinde olduğunu ortaya koyuyor. İktidara yakın kanallarda kendilerinden yana olan gazetecilerin katılımıyla tartışmalar yapıldığını ve tarafsız olması gereken TRT’nin bugünkü durumunu göz önüne alırsak halk oylaması öncesi her görüşe ve yeterli bilgiye ulaşacağımızı düşünmek hayal olur. Liderlerin karşılıklı tartışma kültürünün AKP döneminde rafa kaldırıldığını da unutmayalım. Başkanlık yarışına katılan adayların karşı karşıya geldiği bir oturum bile göremeyebiliriz. Daha önceki seçimlerde gördüğümüz, devlet imkanlarının iktidar lehine kullanılması da listeye eklersek bu koşullarda halk oylamasının yapılamayacağını görürüz.

Duygusal, teknik ve hukuki konuları halk oylamasına sunmak da sakıncalı. Bu durumlarda daha uzun süreli bilgilendirme gerekebilir. Halkın konunun uzmanlarını seçerek, onların yapacağı tartışmalar sonucunda karar vermesi yani temsili demokrasinin uygulanması referandumdan daha iyi sonuç verir.

Halk oylamasına sunulamayacak konular da var. Yaşamı riske atan bir teknoloji, yatırım oylamaya sunulamaz. Ülkede yaşayanların dini inancı, yaşam tarzıyla ilgili bireysel tercihler de doğrudan ya da dolaylı yoldan halk oylamasına konu edilemez. Türkiye’de başkanlık sistemi özgürlükleri kısıtlayacak bir rejim değişikliğine gitme riski taşıyorsa, ki taşıyor; bu seçimin halk oylamasına sunulması kabul edilemez.
 
Halk oylamalarının yerel sorunları çözmede başarılı olduğu söylenebilir. İsviçre’deki kantonlarda bu savı destekleyecek çok sayıda örnek var. Yaşayanların sorunlar hakkında bilgi sahibi olduğu, farklı görüşleri dinleyip, kavrayabildiği, bunu yapacak zaman ve olanağa sahip olduğu yerler için bu doğru. Bu yüzden de yetkiyi merkezden yerele kaydırmak gerek. Bugün yapılanın tam tersi yani. Sayı arttıkça, konu derinleştikçe referandum çare değil. Anayasal konular, ülkeyi ilgilendiren sorunlar için mevcut demokratik karar alma süreçlerinin en iyisi, tartışmasız konsensüs; önce sokakta, sonra seçilmişlerin arasında. O yüzden de her şeyden önce referanduma karşı çıkmak gerek.

Yapıyormuş gibi yapma

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Kasım 2016

Avrupa Komisyonu her yıl Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) sürecindeki performansını değerlendiren bir “ilerleme raporu” hazırlıyor. 2016 yılına ait rapor da açıklandı. Rapra göre Türkiye’nin performansı olumsuz. İfade özgürlüğünden gazetecileri hedef alan saldırılara kadar birçok eleştiri var. Sadece özgürlükler değil ekonomi de kırık not almış. Vergi ve mali konularla ilgili kurumların eleştirel medya ve iş insanlarına baskı yapması nedeniyle Türkiye’deki iş ortamının bozulduğu yazıyor. İstanbul’daki park sayısı bile rapordaki olumlu vurgudan fazla. O halde yazının sonunda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim; raporun adı değişmeli. Bundan böyle AB, her yıl Türkiye için ‘gerileme raporu’ hazırlasın, daha doğru olur.     

Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland
ve AB Bakanı Ömer Çelik
Raporun siyaset ve ekonomiye dair eleştirilerini başka yerlerde okursunuz. Avrupa, çevre ve enerji konusunda ne diyor, onu yazayım.

İklim değişikliği konusunda Paris Anlaşması’nın imzalanması gerektiği açık seçik yazılmış. Türkiye ise hiç oralı değil. İklim hedeflerinin bölük pörçük ve özellikle enerji konusunda yapılanlarla tutarsız olduğu belirtilmiş. AB’nin 2030 için belirlediği enerji ve iklim politikalarıyla tutarlı bir ulusal plan ortada yok. Ozon tabakasına zarar veren gazlarla ilgili uyumlaştırma tamamlanmamış. Yeni otomobiller için AB emisyon standartlarının uyumuna ilişkin çabaların başlatılması isteniyor. Ankara için tercümesi şu: “Yapıyormuş gibi yapma, yap”.

Enerjide AB’nin hoşuna giden birkaç nokta var. Avrupa elektrik şebekesine (ENTSO_E) bağlantı, Türkiye’nin Avrupa’dan elektrik alıp verebilecek olması, enerji güvenliğini arttıran bir hamle kabul edildiği için beğenilmiş. TANAP ve Türk Akımı olumlu değerlendiriliyor. Bu boru hatları yapılırsa, Avrupa’ya farklı yollardan gaz gidecek. Olumlu değerlendirmeli bu kapsamda anlaşılır ama bu boru hatlarının geçeceği yer konusunda, özellikle Trakya’da ciddi endişe duyanlar var. AB’ye ses gitmemiş anlaşılan. Yenilenebilir enerjideki kapasite artışından memnunlar. Atık su ve çöp yönetiminde bazı ilerlemeler olduğunu da belirtmişler. Her güzel öykünün bir sonu var. Enerji ve çevre konularına ait güzel haberler bu kadar. Bundan sonrası olumsuz. İşin kötü tarafı, halkı daha yakından ilgilendiren kısımlar bu olumsuz bölümlerde yer alıyor.

Aynen böyle yazmışlar: “Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme olmadı”. AB’nin Binaların Enerji Performansı ve Enerji Verimliliği yönergeleriyle uyum için bir zaman planının bile olmadığının altı çizilmiş. Eleştiride haklılar çünkü plansız, rant amaçlı kurulan santraller yüzünden elektrik fazlası var ülkede. Özellikle elektrikte tasarruf ve verimlilik hükümeti ve yandaş şirketleri çarpar.

Bir konudan daha sıfır almışız. Kalın harflerle şöyle yazmışlar: Nükleer enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konusunda da ilerleme yok. Avrupalı bilmiyor tabii. TÜBİTAK öğrencileri isterse ‘radyasyondan korunma duası’ okuyan bir robotla sorunu çözebilecek kapasitede. ‘Okunmuş fasulye’, ‘salavat makinesi’ ve ‘hacı robot’ ekipleri el ele verirse neden olmasın? Rapora bu potansiyelimiz girmemiş, o ayrı. Onlar, daha çok Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun nükleer santral kurmaya çalışan kurumlardan (hükümet gibi) özerk çalışamadığına takmış. Diplomatik dilde söylediklerinin anlamı şu: Nükleer santral projelerinde ortaya çıkacak bir aksiliği halka söyleyebilecek bağımsız bir kurum ortada yok. Bu olmadan olmaz diyorlar.

Bizim çok canımızı yakan bir konu AB’nin Türkiye raporunu hazırlayanların gözünden de kaçmamış. ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) yönetmeliklerinin doğru uygulanması isteniyor. Uyduruk ÇED’e son deniyor. Atık yönetimi, endüstriyel kirlilik ve su konularında da AB yönergeleriyle uyumun tamamlanması gerekiyor. Hükümetin hoşuna gitmeyecek diğer talepler ise halkın katılımı ve halkın bilgiye erişimi konularında AB müktesebatına uyumlu hareket edilmesi ve iklim değişikliği alanında şeffaflığın arttırılması.

AB’nin liberal ekonomideki ısrarını bir kenara bırakırsak yaptığı diğer eleştirilere katılmamak mümkün değil. İlginç olan, 2016 Türkiye İlerleme Raporu’nda eleştirilen konuların çoğunun halkın da sıkıntı çektiği, düzeltilmesi halinde herkesi memnun edecek meseleler olması. Olumlu görülen tarafta ise şirketleri ilgilendiren meseleler var. Tesadüf mü yoksa bizi yönetenlerin önceliği biz değil şirketler mi bilemedim. Raporun özeti yukarıda, kararı siz verin.

Gelir vergimizin yüzde 1’ini bağışlayalım

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Kasım 2016

Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV), geçtiğimiz hafta ilginç bir araştırmanın sonuçlarını açıkladı. Türkiye’deki bireysel bağışları ve hayırseverliği araştıran bu çalışmanın sonuçlarına göre Türkiye’de her birey yılda 228 TL bağış yapıyor. Bu bağışın da sadece 16,7 lirası kurumlara gidiyor. Aslan payı ise dilencilere ait. Her yıl yaptığımız bağışın yaklaşık dörtte birini (53,2) dilencilere veriyoruz. Dilencileri, fitre, zekat ve akrabalara verilen maddi destekler izliyor.

Bu durumu görünce iki nedeni olabilir diye düşünmüştüm. Sık sık, gerçekten muhtaç durumda olup olmadıklarını düşündüğümüz dilencilere, adı sanı belli kurumlardan daha çok güvendiğimizi ve bağış yapma kültürümüz, alışkanlığımızın olmadığını, ana göre karar verdiğimizi. Araştırmayı yürütenler beni daha fazla derde düşürmemek adına bu meseleyi de irdelemiş. Bağışçılara, “yardımlarınızı neden bir STK (sivil toplum kuruluşu) aracılığıyla yapmıyorsunuz” diye sormuş. Yanıt verenlerin yüzde 5’i kurumları tanımadığını, yüzde 13’ü tanıdığını ama güvenmediğini, yüzde 26’sı ise yaptığı yardımların düzensiz olduğundan bahsetmiş. Yüzde 52’lik bir kesim de, “yaptığım yardım miktarı çok düşük” diyerek, kurumsal miktarların bütçesinin üstünde kaldığını ima etmiş.

Çalışmanın bir ilginç sonucu da şu. Araştırmaya katılanların sadece yüzde 10’u çoğu insana güvenebileceğini belirtirken, yüzde 90’ı diğer insanlara güven konusunda hiçbir zaman dikkati elden bırakmamak gerektiğini söylemiş. Türkiye çelişkiler ülkesi. Yapılan bağışların dörtte biri hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığımız dilencilere gidiyor ama her 10 kişiden dokuzu bağış yapmak için güvenin önemli bir faktör olduğunu söylüyor. Fikir başka, eylem başka.

Çevre son sıralarda
Bağış yapılan konulara bakıldığında ise fakir ve düşkünlere yardım (%20,5), yetimlere yardım (%13,9) ve eğitim (%11,8) öne çıkıyor. Listenin son sıralarında, çevre koruma (%1,2), mülteciler (%1,1), sanat, kültür, tarihi koruma (%1) ve hayvanları koruma (%0,9) konuları yer alıyor. Genelde muhtaç insanlar bağışa itiyor. Eğitim konusun en çok bağış yapılan alanlar içinde yer almasının dibe vurmuş eğitim sisteminden mi yoksa ideolojik nedenlerden dolayı mı olduğu da ayrı bir araştırma konusu olabilir.

Sivil toplum kuruluşlarının bağış toplamakta çok zorlandığını biliyoruz. Devletin halktan topladığı vergileri belli sosyal alanlara giderek daha az aktardığını, tüm işi vatandaşların sırtına yüklemeye başladığı gerçeğini de hatırlarsak, bireysel bağışların dernekler ve vakıflar için taşıdığı hayati önemi daha da iyi görebiliriz. 15 Temmuz’da ölen 240 kişi için bile bağış kampanyalarının yapılması, devletin sosyal işleri vatandaşa yükleme konusunda ne kadar hevesli olduğunun en net kanıtlarından biri sayılabilir. Saraylar, köprüler yaptıran devletin 240 kişinin ailesine yardım edecek durumu yoksa, o başka tabii.

Bu durumda sivil toplumun kendini halka anlatması ve bireysel bağış miktarını artırmaktan başka çaresi yok. Son yıllarda yaygınlaşan, internet üzerinden projelere maddi kaynak toplanması, kurumlara yapılan aylık düzenli bağışlar ve koşu organizasyonları da bunun bir göstergesi. Aynı araştırma, bireylerin yüzde 84’ünün bağış yapacağı kurumların iyi yönetildiğinden ve bağışın amaca uygun kullanıldığından emin olmak istediklerini ortaya koyuyor. Peki, bu nasıl yapılacak?

Yüzde 1’in gücünü küçümsemeyin
Macaristan’da yıllardır uygulanan bir yöntem derdimize deva olabilir. Macarlar, gelir vergilerinin yüzde 1’ini istedikleri bir sivil toplum kuruluşuna bağışlayabiliyor. Dernekler, vakıflar da bu bağışı alabilmek için kampanyalar düzenliyor, kendilerini ve bu bağışla ne yapacaklarını anlatıyor. Şeffaflık ve kurumların tanınırlığı da bu süreçte artıyor. Bağışçılar bir form dolduruyor, bir sivil toplum kuruluşu seçiyor; hepsi bu.

Bu uygulama Türkiye’de sivil toplumun halk tarafından daha iyi tanınmasını sağlayıp, güven sorunlarını giderebilir. Dilenciler, muhtaç gruplar adına dergi sattıklarını söyleyen meçhul oluşumlar, cami yaptırma dernekleri için açılan kontrolsüz kutular gibi bağışların nereye gittiği belli olmayan grupların halkı kandırmasının da önüne geçilebilir. Her şey kayıt altına alınır. Şunu da belirtmeliyim ki benim tercihim, Türkiye’de gelir vergisinden yapılacak bağışın, araştırmada da görüldüğü gibi, fon bulmakta zorlanan çevre, hayvan hakları ve benzeri konularda çalışan kuruluşlara aktarılması olur. İnsanların vergilerinin kendi istekleri dışında kullanılmasını; yüzde 1 oranında da olsa önleyebilir. Yüzde 1’in gücünü küçümsemeyin.

Araştırmanın tamamına ulaşmak isterseniz:
Araştırma için: http://bit.ly/2fvf1uW

Kyoto öldü yaşasın Paris

Foto: UNFCC-http://bit.ly/2g1A8Ef
Özgür Gürbüz/ 4 Kasım 2016

Her geçen gün derinleşen iklim krizini önlemek için dünyanın artık yeni bir anlaşması var. 4 Kasım 2016 tarihinde (bugün) yürürlüğe girecek Paris Anlaşması, ‘küresel ortalama yüzey sıcaklığı’ndaki artışı 2 derecenin (hatta bilim insanlarının önerdiği 1,5 C°’nin) altında tutmaya çalışacak. Böylece dünyadaki birçok canlının yaşamına uygun koşullar yaratan yaklaşık 14 derecelik yüzey sıcaklığı ortalamasından çok uzaklaşılmamış olacak.

Paris Anlaşması, 2020’de yerini alacağı Kyoto Protokolü gibi yaptırımlar içermiyor. Anlaşmaya imza atan ülkelerden, seragazı emisyonlarının nasıl azaltacaklarını ve 2 derecenin altında kalma hedefine nasıl ulaşacaklarını bir niyet beyanıyla (INDC) belirtmeleri isteniyor. Parsi Anlaşması bu nedenle eleştirilse de, Kyoto’ya taraf olmamış, dünyanın en çok seragazı üreten Çin ve ABD’yi sürece katarak bu eleştirileri biraz olsun kırmayı başardı. Anlaşmanın hayata geçmesi için küresel seragazı emisyonlarının en az yüzde 55’inden sorumlu, en az 55 ülkenin anlaşmaya taraf olması gerekiyordu. Bugüne kadar 83 ülke anlaşmaya taraf oldu ve yüzde 55 barajı aşıldı. Ülkeler önce anlaşmaya imza atıyor daha sonra ülkelerindeki onay sürecini tamamlayarak taraf oluyor.

Paris Anlaşması’nın ilk taraflar toplantısı da 7-18 Kasım tarihlerinde Fas’ın Marakeş kentinde düzenlenecek BM İklim Değişikliği Konferansı’nda yapılacak. Toplantının gündeminde, şu ana kadar ülkelerin verdiği niyet beyanlarının nasıl iyileştirileceğine dair tartışmaların da olması bekleniyor. Zira, ülkelerin Paris Anlaşması’nı imzalarken verdikleri hedefler ortalama yüzey sıcaklığını 2 derecenin altında sabitlemekten çok uzak. En iyimser tahminler ülkelerin mevcut hedeflerinin 2100 yılında bizi 2,7 derece, belki de daha sıcak bir gezegene götüreceği yönünde. Paris Anlaşması öncesinde pazarlıklar, bu taahhütlerin iyileştirilmesi için yapılacak. Türkiye de geçen yıl anlaşmaya imza atıp, başta kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların yakılmasıyla ortaya çıkan seragazı emisyonlarını azaltma değil sınırlama taahhüdü vermişti. Bu da, 2014 yılında 464 milyon ton CO2 eşdeğerini bulan emisyonların, 2030’da iki katına çıkarak 929 milyon tona ulaşması anlamına geliyor. Dergimiz yayına hazırlandığı sırada Türkiye Paris Anlaşması’na taraf olmayan ülkeler arasındaydı.  

Yaz saati değil siesta

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ekim 2016

İktidar partisi Türkiye’nin ilginçliklerine ilginçlik katmaya bayılıyor. Bildiğiniz gibi 30 Ekim’den itibaren kış saatine geçmek yerine yaz saatinde ısrar etme kararı aldılar. Her tarafa ‘egemenlik milletindir’ yazıp seçilmiş belediye başkanlarını içeri atan bir ülkede bu da ‘normal’ ama biz yine de tartışalım. Kuyuya atılan taş misali...

30 Ekim’de saatleri bir saat geri almayacağız. Halbuki, kışa girdiğimiz için, saatleri bir saat geri almak, geç doğan güneşi yakalamak için bize fırsat veriyordu. Şimdi ise daha karanlıkta kalkacağız. Özellikle büyük kentlerde yaşayan ve işine, okuluna gitmek için 2-3 saat yol yapanlar, zifiri karanlıkta yola çıkmak zorunda kalacak. Enerji Bakanlığı’nın argümanı enerji tasarrufu. Bakan Berat Albayrak, “Uygulama ile ciddi tasarruf sağlayacağız. Mesai ve eğitim saatlerinde karanlık süre azalacak, geçiş dönemindeki olumsuzluklar yaşanmayacak” diyor. O kadar ciddi bir tasarruf miktarı ki, ortada rakam falan yok. Başbakan da tasarruftan çok saatleri ileri-geri alma hadisesine vurgu yapıyor: “Kafa karışıklığı olmayacak. İleri, geri aldın mı, geç mi kaldın, ‘efendim saatler değişti, gelemedim’... Yok öyle artık. Sen değişeceksin, saatler değişmeyecek”. Burada anahtar kelime değişim. ‘Koyun’ kesmedi ‘zombi’ olalım istiyorlar.

Daha karanlıkta kalmak, birçok evde ışıkların daha önce yakılmaya başlaması anlamına gelecek. İşyerleri için de durum aynı. İnsanın bünyesinin güneşin doğuşu ve batışına odaklı olmasını, bu nedenle de verim kaybı yaşanacağını bir kenara bırakalım. Karanlıkta kalkarak ve çalışarak nasıl enerji tasarrufu yapacağız? Eve döndüğümüzde karanlık olmayacak olsa oradan tasarruf yapılır ama Türkiye’nin en çok elektrik tüketen illeri Batı’da. Örneğin İstanbul’da güneşin batışı 18.00 sularında olacak. Kim, mesaisini bitirip, daha önce eve gidebilir ki? 18.00’den sonra da evlerde yine ışıklar yanacak. İş sadece elektrik de değil. Kışın havanın en soğuk olduğu zaman gecenin geç saatleriyle, güneşin doğuşu arasındaki 6-8 saatlik dilim. Güneşin doğmasıyla hava da ısınmaya başlıyor. Erken kalktıkça evleri, işyerlerini ısıtmak için daha fazla enerji harcayacağız. Sanırım bu hesabı yapanlar işin sadece elektrik yönüne bakıp, ısı tarafını unuttular. Amaç Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştırmak gibi bir siyasi nedense, yapılan tam da bu ama Avrupa’yla iş yapanları çok etkileyecek; ekonomik açıdan mantıklı değil.

Börtü-böcek yazarınızın kafası bu tasarruf hesabına basmamış olabilir. Ancak işin uzmanı, Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) da aynı soruları soruyor. Elektrik talebinin azalması nedeniyle üretici ve dağıtıcıların elektrik satış ve dağıtımından elde ettiği kâr azaldı. Yaz saatine devam kararıyla Türkiye‘nin elektrik tüketimini artırmaya yönelik manipülatif bir hamle yapılıyor olabilir diyor. Niyet, dağıtım ihalelerine, santral özelleştirmelerine hesap kitap yapmadan tonlarca para akıtan firmaların zararını bizden çıkarmak mı acaba? Neden olmasın, son birkaç yıldır enerji piyasasında yapılan tüm değişikliklerin ardında bu niyetin olduğunu bilmiyor muyuz?

Tasarruf mu, tüketim mi? Nasıl anlarız? Basit. Kasım ayından sonraki elektrik faturalarınızı, önceki aylarla karşılaştırın. Bakalım, oy verdiğiniz ya da vermediğiniz hükümet, yaz saatine devam kararıyla sizin daha çok tüketmenize mi yoksa tasarruf etmenize mi neden olmuş.

Saatlerimizin akrep ve yelkovanını rahat bırakıp, gerçekten işe yarayabilecek bir öneri sunalım. Türkiye’nin elektrik tüketiminin temmuz ve ağustos gibi yaz aylarında zirve yaptığını biliyoruz. Bunun en büyük nedeni de klimalar. Mevcut iktidara oy vermiş bazı arkadaşlar bunun kalkınmayla falan ilgisi olduğunu sanabilir ama ne yazık ki doğru değil. Türkiye üreten değil, tüketen bir ülke. Klima gerçeğinden hareketle, Türkiye’nin sıcak illerinde yaz ayları siesta uygulamasına geçilebilir. Örneğin, 13.00-15.00 arasında verilecek siesta molasıyla günün en sıcak anında klimalar kapalı tutularak enerji tasarrufu sağlanabilir. İspanya yıllardır siesta yapıyor. Fukuşima sonrası Japonya’da bazı illerde de siesta uygulaması başlatıldı.

İleri geri almadan, her gün aynı saatte uygulayacağımız bir model bu. Kafalar karışmaz, elektrik tasarrufu yapılır, şebekenin en çok zorlandığı saatlerde elektrik sistemi nefes alır. Talep en üst seviyeye çıktığı için yükselen elektrik fiyatları da düşer. Şirketler bundan memnun olmayacak ama halkın fatura yükünü bile azaltabilir. O halde, var mısınız siesta yapmaya?

Halkı hasta edene yuh!

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ekim 2016

Sözüm, Amasra’ya termik santral kurulması için ÇED raporuna onay verenlere. Padişahlara övgü düzüp, Fatih Sultan Mehmet’in göz bebeğine daha önce iptal edilmesine rağmen yeniden termik santral izni verenlere. Bir öyle, bir böylecilere.

Sözüm Adana, Çanakkale ve Konya’da Türkiye’nin tarım arazilerinin üzerine kömür yakan fabrikalar kurmaya heves edenlere. Sözüm iklim değişikliğinin bir numaralı düşmanın petrol ve kömür olduğunu anlamayanlara. Tartışmaktan korkan, kapalı kapılar ardında kömür şirketleriyle pazarlık yapanlara. Şeffaf olmayana, hukuk tanımayana, bilime saygı duymayana. Birkaç şirket para kazanacak diye halkı hasta edene, aç bırakana.

Sözüm, bu ülkeyi hava kirliliğine mahkum edenlere. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre Türkiye’nin 81 ilinin 80’inde hava kirli. Türk Tabipleri Birliği, Türk Toraks Derneği ve Halk Sağlığı Uzmanları Derneği daha geçen hafta Nefes Alamıyoruz adlı sempozyumda bir araya geldi ve yine uyardı: “Termik santraller nedeniyle Türkiye’de her yıl en az 2 bin 876 kişi erkenden hayata gözlerini yumuyor, 637 bin işgünü kaybı yaşanıyor bunun ekonomiye bedeli de 3,6 milyar avroyu buluyor” dedi. Bu kadarla kalsa iyi. Hava kirliliği başta hamile ve çocukları olmak üzere hepimizi hasta ediyor. Solunum yollarından, akciğer hastalıklarına, gelişme bozukluklarına kadar türlü etkileri var. Doktorlar çıkmış uyarıyor, siz ise santrallere lisans vermeye, kömüre övgüler dizmeye devam ediyorsunuz. Aşık Mahzuni’den izin alıp söyleyelim öyleyse…

Yuh yuh kananlara,
İnsana kıyanlara,
Toprağı küstürüp,
Yuh ekini yakanlara yuh!

Elektrik üretmek için kömürden başka onlarca yol var dedik dinlemediniz. Pahalı, işe yaramaz deyip halkı akciğerlerini yakan termiklere kurban ettiniz. Yetmedi, ucuz dediğiniz kömüre görülmemiş teşvikler verip, santralleri çevre denetiminden çıkardınız. Siz bunları yaparken dünyada devran değişti. Elektrik üretiminin yüzde 7’si yepyeni kaynaklardan (rüzgar %3,7; biyokütle %2; güneş %1,2) sağlanmaya başladı. 2015 yılında İtalya elektrik ihtiyacının yüzde 7,8’ini; komşumuz Yunanistan ise yüzde 6,5’ini güneşten karşıladı. Türkiye’de ise insanların çatılara güneş panelleri koymasını engellemek için elinizden ne geldiyse yaptınız. Sadece büyük santrallere sınırlı izin vererek, halkı dağıtım şirketlerinden elektrik almaya mecbur eden sisteme destek verdiniz. Şirketler zenginleşirken halk seyretti. Devam edelim öyleyse…

Bu kadar milletin hakkın alanlar
Güneşi karartıp, kömürü aklayanlar
Halkın enerjisini görmeyip,
Yandaş şirkete güldüm ise yuh.

Fukuşima’da dünyanın en büyük endüstriyel kazalarından biri yaşanırken nükleer santral anlaşmaları yapanlara da yuh. Dünyada nükleer enerjinin payı hızla düşüyor. 1986 yılında küresel elektrik üretiminin yüzde 17,6'sı sağlayan nükleer santraller şimdi yüzde 10,7’sini zar-zor karşılıyor. Türkiye’nin sadece güneşi bile elektrik ihtiyacını karşılamaya yeterken, dışa bağımlılığı arttıracak nükleer projelere milyarlar kaptırmaya çalışmanın bir mantığı var mı? Fukuşima’dan önce 17 nükleer reaktöre sahip Almanya, üç yıl içinde 9 reaktörünü kapatmışken, aynı süre içerisinde üç tane nükleer santral yapacağım diye dolanırsan sazı eline alan bu dizeleri söyler. Amasra’da, Adana’da, Çanakkale, Konya, Mersin ve Sinop’ta dinlersin.

Gürbüzüm ben, bildiğim ilim,
Lobim yoktur, atom değilim.
Ölümün değil canın eriyim.
Elektrik için kanser dersem yuh.

Bu yazıyı ve dizeleri yazarken esinlendiğim, gönlümde, aklımda yeri çok büyük, Aşık Mahzuni Şerif’in anısı önünde saygıyla eğiliyorum. Sürçü lisan ettiysem, affola.

Gazın kokusunun güzelliğini anlayamazsınız

Özgür Gürbüz-BirGün/14 Ekim 2016

Bu sabah içim öyle ferah kalktım ki anlatamam. Rusya ile Türkiye yeni doğalgaz boru hattı projesine imza attıklarından beri böyle. Borudan boruya geçip kombi yakan gaz gibiyim. İnsanın taze döşenmiş boru hattı olmaya görsün, gözü başka bir şey görmüyor.

Borusu, projesi ve gazı Rusya’dan gelse de ‘Türk Akımı’ adı verilen bu yeni doğalgaz boru hattıyla Rusya’dan gelen gaz, Türkiye üzerinden geçip Avrupa’ya satılacak. Böylece Rusya Ukrayna ile boğuşmadan doğalgazını daha emin ellerden (Türkiye) Avrupa’ya götürebilecek. Bize geçiş bedeli falan öderler herhalde. Boru hattının Trakya’daki inşaatı için dozer ve işçi de kiralarız. Sonuçta harçlığımız çıkar; fena mı?

Yılda 63 milyar metreküp gaz iletme kapasitesine sahip hattan Türkiye’nin 14 milyar metreküp gaz alacağı söyleniyor. Bu rakam Türkiye’nin 2015 yılında tükettiği gaz miktarının (48 milyar metreküp) yaklaşık yüzde 30’u. Olur da Ukrayna’dan gelen hattan aldığımız gaz kesilirse buradan devam edelim hatta fazlasını bile alabilelim diye. Bu hamle Rusya’ya doğalgazda bağımlılığımızı ‘garantiler’ elbette ama kimin umurunda ki dışa bağımlılık? Hükümetin enerjide dışa bağımlılık karşıtı attığı sloganlara inanan var mı? O sloganlar, Türkiye’nin en pahalı elektriğini halka satacak Rusya’nın sahibi olduğu Akkuyu Nükleer Santrali’ni ve kirli kömür santrallerini haklı çıkarmak için danışmanlar tarafından yazılmış metinlerden ibaret. Millet gaza gelsin diye konuşmaların arasına serpiştiriliyor. Nitekim millet gaza geliyor da. İşte, yeni bir gaz hattımız daha olacak. İçi mis gibi Rus gazı dolu. Enerjide en çok dışa bağımlı olduğumuz ülkenin gazı. ‘Yanlışlıkla’ uçaklarını düşürmediğimiz sürece kesilme sorunu yok. Yak, yak ısın.

Bu boru hattı zaten bir tutku. Döşemedikçe anlayamazsınız. BTC (Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı) macerasını hatırlayanlar bu tutkuyu iyi bilir. Türlü strateji hesaplarıyla pazarlanan bu projenin Türkiye’ye getirisi yılda 200 milyon dolar. Az ya da çok; siz buna takılmayın. Koskoca enerji uzmanlarından daha mı iyi bileceksiniz? BTC sadece para demek değil. Türkiye’nin ‘enerji habı’ (hub/enerji merkezi) olması için atılmış bir adım. ‘Hab’ demek ülkeden bir sürü boru hattı geçmesi, sizin de bu boru hatlarını seyretmeniz demek. Bunun ülkeye büyük bir maddi getirisi olmayabilir; takılmayın. Birkaç şirket, iklim değişikliğine yol açtığı için sonunuzu getirecek petrol ve gaz gibi fosil yakıtların daha çok kullanılmasına yarayacak bu hatlardan cebini doldurabilir; aldırmayın. Siz bunu da anlayamazsınız; yormayın kendinizi. Borulara bakın, köyünüzden geçmiyorsa Ankara’ya dilekçe yazın, geçirtin. Boru demek medeniyet demek.

Boru hatlarının faydaları saymakla bitmez. BTC’nin İstanbul Boğazı’ndan tanker geçişini azaltarak kaza riskini düşüreceği söylenmişti, onu unuttunuz mu? Merak etmeyin, boru hattı bitti herkes o vaatleri unuttu. BTC 10 yıldır çalışıyor, İstanbul Boğazı’ndan geçen petrol miktarı azalmadı. BTC tam kapasite çalışmaya başlamadan bir yıl önce, 2005’te Boğaz’dan geçen tankerlerce taşınan tehlikeli yük miktarı 143 milyon tondu. BTC açıldıktan sonra 2010’da bu miktar 146’ya kadar çıktı. Şimdi ise ekonomik durgunluğa rağmen sadece 133 milyon tona (2014) geriledi[1]. Yılda 30-34 milyon ton petrol taşıyan (kapasite 50) BTC, bu yükü İstanbul Boğazı’ndan alsaydı şu anda İstanbul’un ortasından geçen tehlikeli madde yükü 110 milyon tonlara inerdi. İnmedi çünkü başından beri amaç farklıydı. Boğaz’a girmek için 10-15 gün sıra bekleyen tankerlerin geçişini hızlandırmak böylece şirketlerin masraflarını azaltmak istiyorlardı. Daha fazla petrol taşımak için Boğaz’a yüklenemeyeceklerini biliyorlardı. Kafkasya petrolünü Rusya’sız bir formülle Akdeniz’e getirmek de stratejik hedeflerden biriydi. Bize de petrol boru hattını çevreci bir proje gibi yutturdular ama siz iyisi mi bunu da boş verin. Biz anlayamayız sonuçta.

Siz boru hatlarını sevin. Gazın güzel kokusuna alışın. Petrolün rengine vurulun, boru hatları gördünüz mü sarılın. Cüzdanınıza, sağlığınıza, ikliminize bir katkısı olmasa da olur. Enerji habı olmak kolay mı? Fedakarlık gerektirir. Birileri zengin olabilir siz de ‘hab olursunuz’. Kötü mü?   

15 Ekim Cumartesi, “Nefes Alamıyoruz: Hava Kirliliği, İklim Değişikliği ve Sağlık başlıklı sempozyumda hava kirliliği ve enerji politikaları üzerine konuşacağım, beklerim. Bilgi için: nefesalamiyoruz.org 


[1] Deniz Ticareti 2014 yılı istatistikleri, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı.

Küba’nın enerji devrimi

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Ekim 2016

Geçen haftaki yazımda Küba’nın tarım hamlesinden bahsetmiş, kent bahçeleriyle sebze ve meyve üretimini nasıl artırdığını anlatmıştım. Bu sayede Küba, hem şeker üretimine bağlı tarım ekonomisini zenginleştirerek geçmişte yaşadığı ekonomik krizlerin tekrarlanmaması için önlem almış hem de bitkisel ve evsel atıkları kullanarak ithal edilen gübre ve böcek ilacı kullanımını azaltarak ciddi bir ekonomik kazanç sağlamıştı. Küba’nın ‘enerji devrimi’ tarımdaki başarının benzerini enerji alanında da yakalamayı hedefliyor.

Küba’da enerji deyince akla petrol geliyor. Birincil enerji kaynakları içinde petrolün payı yüzde 77, onu yüzde 14 ile biyokütle, yüzde 8 ile doğalgaz izliyor. Birçok ülkenin aksine, petrol elektrik üretiminde de adeta tek kaynak. Bir bölümü Küba’dan karşılansa da ülke Venezuela’dan gelen petrole muhtaç. İthal edilen petrolün karşılığında Venezuela’ya doktor, öğretmen ve askeri uzman gönderen Küba’nın bu ticareti uzun soluklu olmayabilir. Venezuela’dan gelen petrolün miktarı oradaki krizin de etkisiyle azaldı. Olası bir rejim değişikliği bu ticarete daha büyük bir darbe vurabilir. Küba, yıllardır çok zor koşullara rağmen savunduğu bağımsızlığını enerji konusunda da kazanmak istiyor. 2006 yılında hükümetin açıkladığı ve ‘enerji devrimi’ diye adlandırılan reformların temel hedefi bu.

Enerji devriminin ilk hedefi eski makine ve teçhizatın değiştirilerek, enerji verimliliğinin arttırılmasıydı. Küba, iki yıl içinde 116 milyon akkor ampulü verimlileriyle değiştirerek tüm ülkede verimli ampul kullanan dünyadaki ilk ülke oldu (Greenbiz.com). 2,5 milyon buzdolabı ve 1 milyon vantilatör de enerji devriminin ilk iki yılında değiştirildi. Bu hamleler sayesinde gazyağı kullanımı yüzde 66, tüp gaz kullanımı yüzde 60 oranında azaldı. Ülkedeki karbon emisyonları yüzde 18 oranında düştü.

Enerji devriminin hedefleri arasında iletim hatlarının yenilenmesi, yenilenebilir enerjinin payının arttırılması da vardı. İletim hattı kaybı yüzde 14’lere çekildi; neredeyse Türkiye ile aynı seviyeye geldi. 2014’te sıra yenilenebilir enerjiye geldi ve net bir hedef belirlendi. Elektrik üretiminde yüzde 4’ü bulan hidroelektrik, rüzgar, biyokütle ve güneşin payının 2030’a kadar yüzde 24’e çıkarılması kararlaştırıldı. Daha da önemlisi, bu yeni kapasitenin büyük santrallerle değil, dağıtılmış, küçük üretim tesisleriyle sağlanmasına karar verildi. İlk adımlar da atılıyor.

Devrimde başrolü biyokütle dediğimiz bitkiler, hayvan dışkıları ve evlerden gelen organik çöpler oynuyor. Şeker üretiminden kalan atıkları elektriğe çevirmek için şeker rafinerilerinin yanında tesisler kuruluyor. 2030’da elektriğin yüzde 14’ü biyokütleden sağlanacak. Rüzgar türbinleri elektrik ihtiyacının yüzde 6’sını, güneş ise yüzde 3’ünü karşılayacak. Yüzde 1’lik pay ise hidroelektriğin olacak. Petrol ve doğalgazın payı böylece azaltılırken, ülkede petrol arama çalışmaları da hızlandırılacak. İthal edilen miktar bu yolla da azaltılmaya çalışılacak. Küba’nın önündeki en büyük sorun finansman. Yabancı şirketler şimdiden kuyrukta ama bu konu hassas. Hükümet bağımsızlık ve egemenliklerini koruyacaklarını söylüyor. Bunu, hükümetle Batılı şirketlerin ortak girişimleriyle yapmaya çalışacaklar gibi duruyor. Çin benzeri modeller görebiliriz. Bu konuda ilk örnekler hayata geçmeye başladı.

Enerji devriminin bir ayağını da bilgilendirme süreci oluşturmuş. İki yıl içinde, iklim değişikliği, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği konularına değinen televizyon programı sayısı 17 bini bulmuş. Radyo ve gazete haberleri cabası. Bizde tüm dünyanın konuştuğu Paris Anlaşması’nın hayata geçmesi ana akımda yer bile bulamıyor. Yöneticinin kafası eski, medyanın ki paslı olunca enerjide kömüre takılıp kalmamız çok normal.

Küba’nın hem ekonomik bağımsızlığı hem de çevre ve insan sağlığı için yaptığı bu çabalar ülkenin ekolojik ayak izini de makul sınırlar içinde tutmayı başarmış. Dünyadaki çoğu ülkenin aksine, Küba’nın biyolojik kapasitesi (tarımsal üretim, yapılaşma, balıkçılık ve orman ürünleri üretimi vb. için gereken bütün alanlar) son 50 yılda çok az yıpranarak aynı kalırken, ekolojik ayak izi de 90’lardan sonra düşüşe geçerek 60’lardaki seviyesine gerilemiş. Küba ülke kaynaklarından fazla tüketse de, artışı durdurmayı ve kontrol etmeyi başarmışa benziyor. Türkiye’de ise tam tersi bir durum var. Bizde biyolojik kapasitenin giderek azaldığını, ekolojik ayak izimizin de giderek arttığını görüyoruz. Büyüklerimizin deyimiyle cepten yiyoruz.

Hazıra dağ dayanmaz elbette. Ülkenin gıda üreten topraklarının, su kaynaklarının hepsi yok olmadan tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmek ve aşırı tüketimi durdurmak zorundayız. 11 milyonluk Küba’dan öğrenecek çok şeyimiz var.   

Tarımda Küba modeli

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2016

TBMM Başkanı İsmail Kahraman Che’yi sevmeye dursun, Che ve arkadaşlarının yarattığı Küba, ekonomik ve siyasi baskılara rağmen dünyaya örnek olmaya devam ediyor. Sağlıkta Küba’nın başarısını bilmeyen yok. Bizde paralı, kalitesi tartışılan bir hizmet sunulurken, Küba’da herkese ücretsiz sağlık hizmeti veriliyor; bu bir Anayasal hak. Dünyada kişi başına düşen doktor sayısında üçüncü sıradalar. Her bin kişiye yaklaşık 6,7 doktor düşüyor. Türkiye’de bu rakam 1,7. Bizden zengin değiller ama daha sağlıklılar. 11 milyonluk Küba, sağlıktaki bu başarısını şimdi enerji ve tarım alanlarına da taşımak istiyor.

Küba, bir zamanlar dünyanın en büyük şeker üreticileri arasında yer alıyor ve dünyadaki üretimin neredeyse dörtte birini sağlıyordu. Şeker fiyatlarındaki düşüş ve Sovyetler’in yıkılması sonucu kesilen sübvansiyonlar sonucunda yaşanan krizi zor da olsa atlatan Küba, burada yapılan hatalardan ders çıkartmışa benziyor. Tek bir ürüne bağlı tarım ekonomisi (monokültür) terk edilmiş. Sadece üretimde çeşitliliği arttırmamışlar, doğaya ve insan sağlığına zararlı yapay gübre ve böcek ilacı yerine doğal yöntemleri seçip, kentlerde organik tarımın önünü de açmışlar.

Sihirli kelime ‘Organoponicos’. Havana’da bu sihirli kelimeyi söyleyince karşınıza kentin içine serpilmiş, ‘daha azla daha çok üreten’ bahçeler çıkıyor. Adındaki organik vurgusu da bu bahçelerdeki toprağın alt katmanların kimyasallarla değil, bitki artıkları, evsel ve hayvansal atıklarla oluşturuluyor olması. 2013 verileri, Havana’da 97 tane oldukça verimli organoponics bahçe olduğunu gösteriyor. İçlerinde kooperatifler tarafından yönetilen ve yılda 300 ton organik sebze üretenleri de var. Bu çiftliklerin bazılarında hayvan da yetiştiriliyor. Rakamlar, bugün Havana ili sınırlarında kalan alanın yarısının tarımsal üretim için kullanıldığını belirtiliyor. Bizdeki gibi sadece tüketen değil hem tüketen hem üreten kentler yaratmışlar.

2012 yılında Havana’da gerçekleşen tarımsal üretimin matematiksel tercümesi de şöyle: 63 bin ton sebze, 20 bin ton meyve, 10 bin ton kök ve yumru, bin 700 ton et ve 10,5 milyon litre süt. Tarımsal üretimin çoğunun organik ürün olduğunu da vurgulayalım.

Kübalılar, Havana’daki kent ve kent çevresi tarım programının ekonomiye getirdiği katkıyı da hesaplamış. 1 milyon ton sebze üretimi için bildik tarım yöntemleri kullanılırsa ton başına 40 dolar değerinde yapay gübre kullanmak gerekiyormuş. Halbuki organik gübre kullanılırsa, (hele de bu bitki ve evsel atıklardan elde edilirse) ortaya çıkan tek maliyet onu bir yerden bir yere götürmek için kullanılan petrolle sınırlı. Bu da ton başına 0,55 dolar sente denk geliyor. 1 milyon ton üretim için Küba’nın kârı 39,5 milyon dolar. Kimyasal böcek ilacı yerine biyolojik yöntemler kullanılması da maliyetleri 2 milyon 800 bin dolardan 300 bin dolar seviyesine çekmiş.

Sovyetler’in dağılmasıyla tüm bu dışa bağımlı kimyasal ilaç ve gübreden mahrum kalan, bu yüzden de açlık ve yetersiz beslenme sorunları yaşayan 20 yıl öncesinin Küba’sından organik kent bahçeleriyle üretim yapan Küba’ya gelinmiş. Sürdürülebilir tarım hamleleri başta Havana olmak üzere ülkede sağlıklı ve yerel gıda üretimini arttırmış. Bugün, BM Gıda ve Tarım Örgütü’nden Worldwatch Enstitüsü gibi saygın çevre kuruluşlarına kadar birçok yerde, Havana’daki tarım devrimi (herhalde devrim demek daha doğru) anlatılıyor.

Yedikule’deki kent bostanlarını yıkan; kentleri rant uğruna büyüterek tarım alanlarını yok eden; organik ve yerel tarımı destekleyeceğine, çiftçiyi ithal gübre ve ilaca mahkum eden; halkına sağlıklı gıda yedirmek için önlem alacağına, gıda kartellerinin isteklerini kırmayarak GDO’lu hayvan yemlerini ülkeye sokan, doğal şeker yerine halkı nişasta bazlı şekere mahkum eden Türkiye’nin gençleri neden Che tişörtüyle dolaşıyor şimdi anlayabildiniz mi?  

Gelecek hafta Küba’nın enerji ve ekoloji alanındaki hamlelerini konuşacağız.

Türkiye’nin çöküşünün sorumlusu doğa değil eğitim

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2016 

“Uygarlıklar kurulmuş, refah ve bolluğa kavuşmuş ve çoğu kez zayıflayarak yok olup gitmişlerdir. Neden yok olup gittiklerini burada tartışacak değiliz ama şu kadarını söyleyebiliriz: Mutlaka bir kaynak tükenmesi meydana gelmiş olmalıdır. Birçok kez aynı alan üzerinde yeni uygarlıklar yükselmiştir; daha önceki uygarlığın yıkımına salt maddi kaynakların tükenmesi neden olsaydı buna olanak kalmazdı. Bu tür kaynaklar yenilerdi kendilerini.”

E.F. Schumacher[1], Küçük Güzeldir adlı başyapıtında en büyük kaynak dediği eğitimi, bu satırlarla tartışmaya açar. Bildiğimiz bir tarihten örnekle Schumacher’in ne demek istediğini biraz daha açıklayalım…

Osmanlının hüküm sürdüğü toprakların büyük bir bölümü dönemin en büyük imparatorluklarından Roma’ya aitti. Schumacher’in de dediği gibi, Roma’nın çöküşünün maddi kaynakların kaybıyla, o topraklardaki doğal zenginliklerin eksikliğiyle bir ilgisi olamaz çünkü aynı topraklarda yüzyıllarca ayakta kalacak başka bir imparatorluk, Osmanlı kurulabildi. Osmanlı’nın çöküşü de suyun azalmasından veya buğdayın bitişinden kaynaklanmadı. Neden kaynaklandı diye soracak olursanız yanıtını yine Schumacher’den alabilirsiniz:

“Tüm tarihimiz ve halen geçirmekte olduğumuz deneyimler göstermektedir ki, ana kaynağı sağlayan insandır, doğa değil: tüm ekonomik gelişmenin kilit etkeni insanoğlunun kafasında yatmaktadır. Birden bir gözü peklik, girişimcilik, buluşçuluk, yapıcılık seli boşanır, hem de birçok alanda birden. Bunun ilk nereden doğduğunu kimse söyleyemez ama kendini nasıl sürdürdüğünü ve güçlendirdiğini söyleyebiliriz… Çok gerçek bir anlamda, eğitimin tüm kaynakların en yaşamsalı olduğunu bu yüzden söyleyebiliyoruz.”  

Doğa her kaynağın/varlığın sağlayıcısıdır ancak bunları doğru kullanmak, tüketip tüketmemek insanın elinde. Kısaca özetlersek, aynı toprakta, aynı kaynaklardan faydalanarak batan bir uygarlığın yerine yenisi kurulabiliyorsa bunun nedeni insandadır diyor Schumacher. İnsanın aynı doğal varlığı farklı farklı kullanmasını sağlayan da eğitimden başka bir şey değil. Ve hepimiz biliyoruz ki yeni icat ve düşünceleri ancak farklı insanlar, farklı bilgiler ve kültürel değerlere sahip olanlar yaratabilir.

Türkiye’nin yaratıcılık anlamında yaşadığı yoksunluğun, ekonomiden edebiyata, bilimden tıbba kadar taklitçiliğe, üretmekten çok tüketmeye yönelmesinin ardında eğitim sisteminin dibe vurması yatıyor. Bugünkü terör, darbe ve kaotik ortamı hazırlayan da, Türkiye’nin yaşadığı çöküşün kaynağı da bu. Osmanlı sevdalılarının ülkeyi getirdiği yer Osmanlı’nın sonundan farklı değil çünkü kendilerini aynı dogmalara hapsettikleri için aynı hataları tekrar ettiler. Etmek de zorundaydılar çünkü savundukları devlet ve onu dayandırdıkları din merkezli sistem, biraz önce bahsettiğimiz gibi, ülkelerin ayakta kalmasına yarayan tek unsur olan insanı geliştirmeye değil, kontrol altında tutmayı öne çıkarıyor. Bu da tarihte yüzlerce defa tekrarlandığı gibi ülkelerin iflasını beraberinde getiriyor. Türkiye’de yaşadığımız da bu.

Okulların açıldığı şu günlerde, farklı düşünen eğitimcilerin, ortaokul, lise ve üniversitelerden atılması, zorunlu din dersleriyle, imam hatiplerle eğitimin insanda dönüşüm yaratma gücüne katkı sağlamaktan uzak bir hale getirilmesi bu günleri hazırladı. 1980 sonrası başlayan süreç mevcut hükümetin son hamleleriyle hızlandı. Mevcut eğitim sistemi acilen değiştirilmezse çöküş kaçınılmaz.

Türkiye’nin bu hazin sondan kurtulma şansı var mı? Elbette var ama bu, başta eğitim olmak üzere tüm yapılanların tersinin yapılmasıyla olabilir. Aldığımız eğitimin, doğanın bize sunduğu kaynakları/varlıkları sürdürülebilir ve en verimli bir şekilde kullanmamıza olanak tanımasıyla mümkün. Bu da zorunlu din dersleriyle, peygamberin hayatını öğrenmekle, bireysel özgürlükleri kısıtlayacak kıyafet dayatmalarıyla, her öğrenciden imam yaratmakla; yasak, mahalle baskısı ve tabularla iç içe yürüyen bir eğitim sitemiyle olmaz. Düşünce özgürlüğü bilimin gelişmesi için gereken ilk şartlardan biri. Düşüncesini kısıtladığını eğitimci, çöküşü durduracak öğrenci yetiştiremez.


[1] E.F. Schumacher, bir önceki yüzyıla damgasını vurmuş sosyalist-ekolojist ekonomistlerden biriydi. Küçük Güzeldir adlı kitabı bugün de doğaseverlerin başucu kitapları arasında yer alıyor.

İklim müzakerelerinin kayıp ülkesi Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2016

İklim müzakerelerinde Türkiye’nin yaptıkları, uluslararası ilişkiler derslerinde ‘bu iş nasıl yapılmazı’ anlatmak için kullanılabilir. Özeti şöyle…

COP14-Poznan'dan bir görüntü - Foto: O. Gurbuz
Dünya küresel iklim değişikliğinin insan etkisi nedeniyle gerçekleştiği konusunda şüpheler artınca ilk büyük adımı attı ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (UNFCCC) ortaya çıktı. Amaç, insan etkisiyle meydana gelen iklim değişikliğini anlamak ve çözümü için tüm ulusları kapsayan bir protokol hazırlamaktı. Çerçeve Anlaşması 21 Mart 1994 yılında yürürlüğe girdi. Türkiye kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu Ek-1 grubuna dahil ederek yanlış pozisyon aldı. Haliyle de, sonraki dönemde herkes iklim değişikliğini nasıl durdururum diye uğraşırken Türkiye, kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu gruptan nasıl çıkarırım diye uğraştı. Sonuçta anlaşmaya 10 yıl sonra, Mayıs 2004’te taraf oldu.

Çerçeve Anlaşması’nın önünü açtığı protokolün adı 1997’de kondu. Kyoto Protokolü tarihin seragazı indirimini şart koşan ilk uluslararası anlaşmasıydı. Uzun müzakerelerden sonra Şubat 2005’te yürürlüğe girdi. Türkiye yine ne yapacağını bilemedi. Müzakereleri iyi takip etmediği gibi, pozisyon da alamadı. Enerjide kömürcülerin ağırlığı hissediliyor, ülkenin her kesiminden bunun bir komplo teorisi olduğuna dair sesler yükseliyordu. Güneş, rüzgar ve jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkesi Türkiye, olmayan petrol ve doğalgazına, verimsiz yerli kömürüne rağmen, fosil yakıt taraftarlarının yolundan gitti. Yanlış takımı tuttu. Kyoto Protokolü’ne de iş işten geçtikten sonra 2009 yılında katıldı, 2020’ye kadar yükümlülük almadı ama süreçten de uzak kaldı.

2015 sonunda Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Toplantısı’nda 180 ülke Kyoto Protokolü sonrası yürürlüğe geçecek Paris Anlaşması’nı imzaladı. Türkiye’de 180 ülke arasındaydı ancak işin doğasına aykırı bir şekilde, seragazlarını azaltma değil arttırma hedefi koydu. Tek jesti, “arttıracağız ama daha az arttıracağız” oldu ve anlaşmayı bu taahhütle imzaladı. Müzakereler Çin ve ABD’ye odaklandığı için Türkiye’nin durumu fazla gündeme gelmedi.

Paris Anlaşması Kyoto’dan daha zayıf olsa da, en kötü anlaşma hiç olmamasından iyidir şiarıyla herkesçe alkışlandı. Şu ana kadar 27 ülke Paris’teki imzalarını bir adım daha ileri götürerek, ülkelerindeki yürütme organlarının onayını da alarak Paris Anlaşması’na taraf oldu. Anlaşmanın hayata geçebilmesi için iki kritik koşul var. 55 ülke anlaşmaya taraf olacak ve taraf ülkelerin seragazı emisyonlarının toplamı dünyadaki emisyonların en yüzde 55’ine denk gelecek. İlk şartın yerine getirileceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Emisyonların %55’ine ulaşmak ise biraz daha zor. ABD ve Çin’in süreci tamamlamasıyla bu oran yüzde 39’u geçse de, birkaç büyük ülkenin daha sürece katılmasına ihtiyaç duyulabilir. Küresel seragazı emisyonlarının yüzde 7,53’ünden sorumlu Rusya; 4,10’undan sorumlu Hindistan; 3,79’undan sorumlu Japonya ve AB’den gelecek onay ikinci koşul için yeterli olabilir. İki koşul yerine getirildikten sonra, taraf ülkelerin hepsi söz verdikleri gibi dünyanın ortalama sıcaklığındaki artışı 2, hatta 1,5 derecenin altında tutmaya çalışacaklar. Halihazırda 1 derece civarındayız.

Yaptırım konusu muğlak olsa da hedef bu. İyi, güzel ama ülkelerin anlaşmayı imzalarken verdikleri ulusal taahhütler (INDC), yani seragazı azaltım veya sınırlama sözlerinin toplamı 2 derece hedefi için yeterli değil. Peki, nasıl olacak bu iş? Büyük bir olasılıkla pazarlıkla. Taraf olma faslı bitince ülke taahhütlerinin iyileştirilmesi için müzakereler başlayacak. Bu bölümde Türkiye’nin taahhüdü de tartışmaya açılabilir. Tabii, Türkiye onay sürecini tamamlarsa!

Meclis’ten her gün olmadık yasalar, KHK’ler çıkıyor ama Paris Anlaşması gündemde bile değil. Şu andaki süreçte kim iklimle ilgilenir diyebilirsiniz ama istesek de istemesek de iklim sorununu çözmek zorundayız. Birileri bu işin ucundan tutmazsa, Türkiye’nin Kyoto gibi sürecin dışında kalma olasılığı yüksek. Sağlıkta, ticarette ve uluslararası ilişkilerde bunun bedeli ağır olabilir. Türkiye’nin küresel emisyonların yüzde 1’inden sorumlu bir ülke olduğunu da anımsatalım. Burada herkese iş düşüyor. Bu savaş ortamında, iktidar kavgalarının arasında kim ilgilenir demeden politikacılara ve bürokratlara bu çağrıyı yapmak zorundayım. Kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün ve müzakere sürecine sahip çıkın.

Madde 80 dünya düzdür diyor

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Eylül 2016

Etiyopya Anayasası, madde 44: Herkesin sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşama hakkı vardır (1994).

Portekiz Anayasası, madde 66: Herkesin, sağlıklı, dengeli bir beşeri çevrede yaşama hakkı vardır (1976).

Güney Afrika Anayasası, madde 24: Herkes sağlığa zarar vermeyen bir çevrede yaşama hakkına sahiptir (1997).

İspanya Anayasası, madde 45: Herkes çevreyi kişisel gelişimleri için kullanma hakkına sahiptir (1978).

Türkiye  Cumhuriyeti Anayasası, madde 56: Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir (1982).

Dünyanın hemen hemen her ülkesinde çevre hakkı Anayasa’da böyle tanımlanmıştır. İnsanın en yaşamsal hakları içerisinde yer alır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. maddesinde, bu hakka sahip çıkma görevinin devlet kadar vatandaşa da ait olduğuna vurgu yapılır. Yani, Gezi Parkı yıkılmaya çalışıldığında onu korumaya çalışmak, yanlış yere yapılan rüzgar santraline karşı çıkmak, derelerin üzerine halkın olurunu almadan HES yapıldığında o şirketi mahkemeye vermek hepimizin Anayasal ödevidir. Bu, Türkiye’ye mahsus bir durum da değil, başka anayasalarda da benzer maddeler var.

Güney Kore Anayasası, madde 35: Çevreyi korumak devlet ve bütün vatandaşlarının görevidir (1948).

Kenya Anayasası, madde 30: Çevreyi bugünkü ve gelecek kuşaklar için korumak herkesin görevidir (2005).

Bazı anayasalarda çevrenin nasıl korunacağı da yazar. Örneğin Arjantin Anayasası madde 41’de, çevre hakkının korunması için yetkililerin doğal kaynakların akla uygun kullanılması, doğal ve kültürel mirasla, biyolojik çeşitliliğin korunmasıyla, çevre konusunda bilgi ve eğitim verilmesi konusunda sorumlu tutulur. Bu madde 1853 yılında yazılan ilk Arjantin Anayasası’ndan beri değişmemiştir.

Ekvador Anayasası ise adeta geleceğin yasal altyapısına işaret eder. 14. maddesinde çevrenin ve ekosistemin korunması kamu yararı olarak tanımlanır. 12. maddesinde suyun vazgeçilmez bir insan hakkı olduğu belirtilir, toplumsal kullanıma ait, devredilemez stratejik bir miras olduğunun altı çizilir. Bu kadarla kalsa iyi, sıkı durun. Madde 71’de doğanın haklarından bahsedilir. 72’de doğanın yenilenme hakkına vurgu yapılır. Madde 73 ise, “devlet, canlı türlerinin yok olmasına, ekosistemin tahrip olmasına ve doğal döngünün zarar görmesine yol açacak faaliyetlere karşı önlem almak veya sınırlama getirmekle yükümlüdür” der. Diğer anayasalar daha çok insanın yaşamı için çevreyi korumaya çalışırken ve bu amaçla devlet ve vatandaşları sorumlu tutarken, Ekvador Anayasası, doğanın yaşam hakkını korumak için devleti sorumlu tutar[1].

Türkiye’de, 7 Eylül 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 6745 sayılı kanunun 80. maddesi ise özetle şunları söylüyor. Bakanlar Kurulu’nun onay verdiği projeler bir dizi teşvikten yararlanabilecek. Kamu malları ve araziler bu projeleri yürüten şirketlere bedelsiz devredilebilecek. Projeler çevreye zarar verecek nitelikte bile olsa, istenirse, kredi faizleri 10 yıl boyunca devlet tarafından karşılanabilecek, kurumlar vergisinden muaf tutulabilecek. Yüzde 50 indirimli fiyattan elektrik kullanabilecek.

Günlerdir kamuoyunu meşgul eden madde 80 (tasarıda madde 75’ti) işte bu. Doğru yere hastane, kreş vs. yapılacağını bilseniz, belki de ne güzel dersiniz. Ancak hepimiz biliyoruz ki bu teşvikler madenler, barajlar, termik santraller, üstünden araç geçmeyen, bedelini bizim ödediğimiz köprüler ve yollar için kullanılacak. Stratejik kabul edilen projeler denetimden uzak tutulacak.

Arjantin’in 1853 tarihli yasasına, 1980 darbesinin ürünü Anayasa’nın 56. maddesine bir bakın. Bir de, 2016 yılında çıkarılan 6745 sayılı kanunun 80. Maddesine... Bu yüzyılda böyle kanunlar çıkarmak, dünya düzdür demeye benziyor.



[1] http://www.karasaban.net/ekvador-anayasasi/

Eşkıya deryaya hükümdar olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ağustos 2016

Lüferi nasıl bilirsiniz? Bu soruyu sormaya hazırlanın çünkü bu balığın da cenaze namazını kılmak üzereyiz. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın yayımladığı balık avını düzenleyen son tebliğ ile lüferin avlanması için sınır kabul edilen alt boyu 20 cm’den 18 cm’ye düşürüldü. Halbuki lüferin üremesi için 27 cm’ye gelmesi gerek. Başka türlü söylersek, yeni düzenleme lüferin denize bir yavru daha bırakmasına izin vermeden avlanmasına olanak sağlıyor. Akıl ve mantık ise balığın neslini devam ettirilebilmesi için üremesine izin verilmesi gerektiğini söyler. Balıkçıların lüferi birkaç yıl değil tüm meslek hayatları boyunca avlayabilmeleri için de bu gerekli. Balıkçılık, birkaç yıl içinde köşeyi dönüp, gelecek nesilleri düşünmeyenlerin ellerine kalmadıysa durum böyle olmalı. Demek ki bu ülkede akıl da, mantık da, balıkçı gibi balıkçı da kalmamış. Ya da var ama sesleri çıkmıyor, çıkamıyor.

Görünen köy kılavuz istemez. Dürüst balıkçıların hepsi, lüferin böyle sorgulanmadan avlanması halinde denizlerimizde nadiren görünen bir tür olacağını zaten söylüyor. Sivil toplum örgütleri, başta Slow Food Fikir Sahibi Damaklar Hareketi olmak üzere herkes yıllardır uyarıyor. Rakamlar da ortada. Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) doğadaki türleri tek tek takip eden ve onların durumu hakkında bilgi veren en önemli kurum. 185 ülkeden 1300’ün üzerinde hükümet kuruluşu ve sivil toplum örgütünün ortak çalışmalarıyla hangi tür tehlikede, ne kadar tehlikede açıklarlar. Türkiye Cumhuriyeti de bu oluşumun bir parçası, işin içinde. Ne diyor IUCN? Diyor ki, lüfer bizim “Kırmızı Liste”mizde yer alan, tüm dünyada nesli tehdit altındaki türlerden biri diyor. Kırmızı Liste’deki durumunu da, nesli tükenmişten başlayan dokuz risk kategorisi içerisinde, tükenmişten dört sıra sonra, hassas olarak belirlemiş.

Sadece IUCN değil ki bu uyarıları yapan. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü de (FAO) sürdürülebilirlik adına türün en az bir kez üremesine fırsat verilmeli uyarısında bulunuyor. Bu işten ticari çıkarı olmayan herkes sorunu işaret ediyor.

Ortada yanıt bekleyen birçok soru var…

1. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, hal böyleyken lüferin avlanma boyunu artıracağına neden daha da kısalttı ve üreme yaşına gelmeden avlanmasına izin verdi açıklamak zorunda. Bunun bir bilimsel açıklaması var mı?

2. Aynı tebliğde orfoz avını yasaklayarak çok doğru bir işe imza atan bakanlık lüfer de neden bu hataya düştü? Orfoz da lüfer gibi avlanma baskısı altındaydı. Çift cinsiyetli ilginç bir balık. 12 yaşına kadar dişi ardından erkek oluyor. Bu nedenle orfozun üreme yaşına gelene kadar avlanmaması gerekiyor. Bakanlık 2020’ye kadar av yasağı getirerek önemli bir adım attı. Lüferi kurtarmak için benzer bir tedbiri almak neden bu kadar zor? Kim engelliyor? 

3. Bir açıklamayı da balıkçılar yapmalı. Fikir Sahibi Damaklar Hareketi’nden Defne Koryürek, tüm iyi niyetiyle hem türü hem de balıkçılıktan geçimini sağlayanları korumaya çalışırken, ona sosyal medya dahil her fırsatta saldıran “balıkçılar” kimler?

4. Koryürek’i FETÖ’cü ilan edip, bu tip çocuksu iftiralarla aradan çıkarmak gibi kimsenin yutmayacağı oyunlara bile başvuran bu balıkçılar gerçekten de İstanbul’daki kaptanları, ticari işletmeleri temsil ediyor mu? Ankara’daki devletimiz bu kişileri muhatap alıyor mu? İstanbul’daki dürüst, denizi seven, onu ekmek teknesi belleyen balıkçıların bu kişilere söyleyecek bir sözü yok mu?

Bu sorularımıza yanıt gelirse, bu köşede yayınlarız. Makul bir yanıtınız yoksa yapılacak tek iş lüferle ilgili kısmı acilen düzeltmek olmalı. Yanıtları beklerken de yapılacaklar var tabii. Eşkıyanın deryaya hakim olmaması için iradenizi, tüketicinin gücünü ortaya koymalısınız. Balık tezgahlarında gördüğünüz lüfere, yavrusu çinekop ve sarıkanata sırtınızı dönün. Bu kışı başka balıklarla geçirin. Eşe dosta haber salın. Lüfer alırsan ben yokum deyin. Yoksa sizin de denizin altını üstünü getirmek isteyen eşkıyadan bir farkınız olmaz.

Kirli enerjiye teşvik dönemi başladı

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ağustos 2016

Afşin-Elbistan Termik Santrali Foto: O.Gurbuz
Enerji ve çevre konusu bir elmanın iki yarısı gibi. Enerjide yanlış işler yapılınca çevre sorunları da artıyor. Türkiye yıllardır enerjide yapılan yanlışların bedelini sağlığıyla, doğasının zarar görmesiyle ödüyor. Termik ve nükleer santral yatırımları, yanlış HES projeleri doğaya ve canlıların sağlığına çok zarar verdi, vermeye de devam ediyor. İşin kötüsü yanlış enerji politikaları yerini artık “felaket enerji politikalarına” bırakıyor. Son birkaç haftada felaket tablosu daha net görülmeye başladı.

Özür dilendi Akkuyu göründü
Çin ile nükleer enerji alanında işbirliğinin kapılarını açan mutabakat zaptı Haziran sonunda imzalandı ve dün TBMM’de kabul edildi. Yandaş medyada üçüncü nükleerin Çin’e verileceği şeklinde yorumlanan bu gelişme Türkiye’nin nükleer enerji batağına kendisini daha fazla sokacağının sinyallerini veriyor. Ben Çin’e açılan bu kapının, zor durumdaki Akkuyu ve Sinop projeleriyle de ilgili olabileceğini düşünüyorum. Uçak krizinden sonra Rusya, Akkuyu’daki hisselerinin yüzde 49’unu satışa çıkarmıştı. Yüzde 49 çünkü Türkiye ile Rusya arasındaki anlaşma gereği çoğunluk hisse hep Rusya’da kalmak zorunda. Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesiyle proje yeniden gündeme geldi ama Rusya hem riski azaltmak hem de petrol ve doğalgaz gelirlerinin düşmesiyle zorlanan ekonomisine kaynak bulmak için satışta ısrar edebilir. Çinlilerin Ruslarla nükleer işbirliği var, Rus yapımı nükleer santraller 10 yıldır Çin’de çalışıyor ve yeni yapılanlar var. Bu hisselere Çin talip olabilir. Sinop’ta ise Çin-Japonya ortaklığı imkansız gibi. Japonya aradan çıkarsa Çin-Fransa gündeme gelebilir, benzer bir işbirliği İngiltere’de yapılmak istenen santral için var. Fransa’da para yok ama Çin’de var.

Bir ikinci seçenek de Rusya’nın yanına Cengiz İnşaat gibi hükümete yakın bir şirketi alarak projenin geleceğini sağlama almak istemesi olabilir. Bu ihtimal de kuvvetli çünkü nükleer santral için verilmiş bir alım garantisi de var. Akkuyu yapılırsa üretilen elektrik TETAŞ tarafından kilovatsaati 12,35 dolar sentten satın alınacak. İşi garantiye alma derdi olmasa kimse piyasa fiyatının yaklaşık üç kat üzerindeki bu alım garantisini başka birine bırakmak istemez. Rantı bölüştürmek üzerine bir anlaşma yapılmadıysa tabii. Üstelik, Akkuyu projesine stratejik yatırım statüsü verilmesi de gündemde. Gelsin vergi indirimleri, kredi destekleri…

Kömüre de alım garantisi
Yerli linyit kömürle çalışan ve özelleştirilen santrallerin sahipleri, elektrik piyasasındaki düşük fiyatlardan şikayetçiydi. İstedikleri kârı elde edemiyorlardı. Hükümete baskı yaptılar, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce iptal etmesine rağmen, özelleştirilen termik santrallerin çevre mevzuatından muaf tutulmasını sağlayan maddeyi yeni Elektrik Piyasası Kanunu’na tekrar eklettirdiler. Şimdi bu santraller 2020’ye kadar diledikleri gibi çevreyi kirletebilecek. Bu yetmedi, dünyanın en kirli elektrik üretme yöntemine, kömürlü santrallere bir de alım garantisi getirildi. Bu santrallerden üretilen elektriği devlet kilovatsaat başına yaklaşık 6,2 dolar sentten (megavatsaati 185 TL) satın alacak. Bu rakam, elektrik talebinin en yüksek olduğu Ağustos ayı için bu yıl belirlenen baz yük kontrat fiyatlarından (5,4 dolar sent) daha yüksek. Kömürcüler, bütün yıl boyunca talebin yüksek olduğu yaz aylarındaki fiyattan elektrik satacak. Böyle özelleştirmeye herkes talip olur. Ne risk var ne de uyulması gereken bir çevre kuralı. İklim değişikliği, hava kirliliği zaten bizim sözlüklerde yok.

İthal kömür üçkağıtları
Serbest piyasa, özelleştirme diye diye başımızın etini yiyenlerin yarattığı enerji piyasası, kömüre, nükleere verilen alım garantileriyle doldu. İlk bakışta iyi gibi görünen ithal kömüre getirilen ek vergiyle, alavere ve dalavereye davetiye çıkarıldığının farkındalar mı acaba? Belki inanmayacaksınız ama Platts gibi enerji piyasasının en önemli kurumlarında bile, Türkiye’nin Kolombiya gibi ülkelerden gelecek ithal kömüre koyduğu ton başına 15 dolarlık ek verginin nasıl aşılabileceği üzerine tartışmalar yapılıyor. AB ve bazı ülkeler bu vergiden muaf tutuldukları için, Kolombiya’dan gelen kömürün Avrupa’da bir limana indirilmesi ve oradan yeniden Türkiye’ye gönderilmesinin yasal-ekonomik koşulları konuşuluyor. Hesaplar bu işlemin ton başı maliyetinin 10 dolar olduğunu göstermiş yani vergiden daha düşük. Kömüre karbon vergisi getiremeyenlerin, özelleştirilen yerli linyit santrali sahiplerinin çıkarları için getirdiği kurallar, Türkiye’yi bu tip ticari üçkağıtların hedefi mi yapacak acaba?

Kayıp-kaçak bedeli tüketiciye yıkıldı. Kimsenin izlemediği TRT’nin masrafı elektrik faturalarına yansıtıldı. Bütün dünya, çevreyi kirletmeyen, insanları astım ve kanser hastası yapmayan güneş, rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının önünü açıp, kömür ve nükleere engel çıkarırken biz tersini yapar olduk. Yenilenebilir enerji gelişsin, daha rahat kredi bulsun diye çıkarılan alım garantisi formülü, daha ucuz oldukları öne sürülen kömür ve nükleere uygulanmaya başladı. Sonuçta elektrik üretiminde aşağıdaki tablo oluştu.

Kaynak
Alım garantisi (kWs-USD dolar sent)
Nükleer Akkuyu
12,35
Nükleer Sinop
11,80
Yerli linyit
6,2
Rüzgar
7,3
Hidroelektrik
7,3
Jeotermal
10,5
Güneş
13,3
Biyokütle
13,3
  
Dünyada güneş enerjisinin fiyatının 8 sentlere kadar indiğini, Türkiye’de 5-6 sente elektrik üreten rüzgar santralleri olduğunu hatırlatalım. Yukarıdaki tabloda da açıkça görüldüğü gibi, çevreyi kirletmeyen, iklim değişikliğine yol açmayan bu kaynaklar, sosyal maliyetleri hesaba katmasanız bile ülkemizde nükleer ve kömür santralleriyle baş edebilecek ekonomik güçte. Temiz bir dünya ve gelecek için önümüzdeki tek engel ise siyasi irade ve rant hesapları. Bunu bilmenizde fayda var.

İthal kömür vergisi neye yarayacak?

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ağustos 2016

Afşin Elbistan Termik Santrali - Foto: O. Gurbuz
İklim değişikliğinin ve hava kirliliğinin en önemli sorumlusu kömür. Buna rağmen mevcut hükümet kömüre karşı değil. İklim değişmiş, seller insanları, evleri almış götürmüş, hava kirliliği yüzünden her yıl binlerce insan Türkiye’de hayatını kaybetmiş umurlarında değil. Kömürle ilgili kaygı belirten bir tek cümle bile kurmadıkları için bunları rahat rahat yazıyorum. Kömürle ilgili tek dertleri yerli kömürle çalışan santrallerin sayısını artırmak. Karşı çıkanları da dış güç, ajan diye karalamak. ‘FETÖ’nün Bergama altın madenini ele geçirmek için icat ettiği taktikleri kullanmaya devam ediyorlar hâlâ.

Şimdilerde ise kömüre değil ithal kömüre karşılar. Şimdilerde diyorum çünkü ithal kömürle çalışan santraller yine AKP’nin iktidarında peydahlandı. 2002’de 15 milyon ton olan kömür ithalatı 2014 sonunda 30 milyon tonu buldu. Tahminen ithal kömür konusunda da kandırılan mevcut iktidar, birkaç gün önce çıkardığı Bakanlar Kurulu kararıyla elektrik üretiminde kullanılacak ithal kömürün tonuna 15 ABD Doları ek vergi getirdi. Böylece ithal kömürle çalışan termik santrallerin önünün kesileceği, yerli linyitle çalışacak termik santrallere ilginin artacağı öne sürülüyor. Yerli linyit ithal kömüre oranla çok daha kalitesiz. Kalorifik değeri düşük, yakması zor. Hepsinden öte, kömürü çıkarmak gerek. İthal kömür dediğinse bir santral kurmaya bakıyor. Sağ olsun mevcut iktidarın bu konuda çekincesi yok. Türkiye’nin en güzel sahili de olsa şirket santrali kurabiliyor, gemiyle gelen kömürü yakıp elektriği satıyor. Çanakkale, Zonguldak, Adana, İzmir ve Bartın illeri bu yüzden kömür santrali projeleriyle dolup taşıyor.

EPDK’den lisans almış kömür santrallerine baktığınızda, yerli kömürle çalışanların üç katı ithal kömürle çalışan santral olduğunu görüyorsunuz. Lisans sürecinde olanlara bakarsanız da tablo aynı. 15 ithal kömürlü santrale karşın üç adet yerli kömürlü santral sırada bekliyor. Türkiye Enerji Görünümü adlı raporun hazırlayıcılarından MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, vergi kararının olumlu olduğunu, bu vergiyle ithal kömür santrali kurmaya niyetlenen projelerin nasıl etkileneceğini görmek için de biraz beklenmesi gerektiğini söylüyor. Türkyılmaz, yerli kömüre destek vermekle beraber bazı çekinceleri olduğunu da belirtiyor: “Yerli kömürde de denetimsiz serbestlik, çok yüksek alım garantisi verilmesi doğru değil. Santraller filtresiz tek gün çalıştırılmamalı ve emisyon değerleri şeffaf olmalı. Ayrıca kümülatif ÇED raporları görmek istiyoruz, İskenderun, Çanakkale, Aliağa, Zonguldak bölgelerine kurulacak çok sayıda termik santral için tek tek ÇED raporu hazırlamak doğru değil” diyor. Hükümet ise termik santrallere getirilen çevre muafiyetini Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen yeniden yasaya koyup bu yanlışta ısrar edebiliyor.

Bakanlar Kurulu’nun aldığı, ‘Kömür İthalatına Ek Mali Yükümlülük Konulması Hakkındaki Karar’ın kapsamı da ilginç. Mali yükümlülük kapsamına alınmayan çok sayıda ülke var. Avrupa Birliği ve EFTA üyesi ülkelerle, İsrail, Makedonya, Bosna-Hersek, Fas, Batı Şeria ve Gazze Şeridi, Tunus, Mısır, Gürcistan, Arnavutluk, Ürdün, Şili, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Güney Kore, Morityus ve Malezya menşeli kömür ithalatlarında ek mali yükümlülük uygulanmayacak. Enerji Bakanlığı’nın (TKİ) Kömür Sektör Raporu’nda 2014 yılında kömür ithalatı yaptığımız ülkeler belirtilmiş. İthal kömürün aslan payı dört ülkeden sağlanıyor. Yüzde 31,6’sı Kolombiya’dan, yüzde 29,1’i Rusya’dan, yüzde 14,5’i ABD’den ve yüzde 13,4’ü Güney Afrika’dan geliyor. Ek vergi, bu ülkelerden santrallerde yakılmak için getirilen ithal kömürü daha pahalı yapacak. Ek verginin ithal kömür kullanımını azaltmaktan öte tedarikçi değiştirmeyle sonlanması da söz konusu olabilir. Bu da bir olasılık, belki de istenen budur. Kapsam dışında bırakılan ülkelerde kömür madenciliğine heveslenen firmalar var mı bakmakta fayda var. Belki tanıdık isimlere rastlarız.

Üçüncü olasılık ise aynı yerli linyit santrallerinin özelleştirilmesi sonrasında, serbest piyasadaki fiyatı düşük bulup alım garantisi talebiyle ortaya çıkan şirketlerin isyanına benzer bir isyanın ithal kömür santrali sahipleri tarafından başlatılması. Onun sonu hangi tavizle biter bilmiyorum ama kaybedenin yine tüketici olacağı ortada. Ucuz diye savundukları kömüre rüzgardan daha fazla alım garantisi isteyen yerli kömürcülerin belirlediği bir elektrik piyasasına doğru gidiyoruz. Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve iklim değişikliğinden bahsedenleri duymaktan hoşlanmayacak bir enerji politikasına yelken açtık. Yelkenleri kabartan esintide ise hepimizi zehirleyecek is kokusu var.