Nükleer aşağı yenilenebilir yukarı

Özgür Gürbüz/18 Ekim 2015

2000 yılında dünyadaki elektrik üretiminin %17'si nükleer santrallerden sağlanıyordu. 2014'te bu oran %11'in altına düştü. Nükleer enerjiyi savunanlar rakamları çarpıtarak tüm dünyada nükleer enerjinin yaygınlaştığını anlatsalar da gerçek bu değil. Onlara rakamlarla, bu iki grafiği göstererek yanıt verebilirsiniz.

Nükleer santrallerden üretilen elektrik miktarının da düştüğüne (2450 TWs'ten 2417 TWs) dikkat edin lütfen. Dünyada elektrik tüketimi yani talep artmasına rağmen nükleer enerji üretimi geriliyor. Artan talebi başka kaynaklar karşılıyor.

Grafiklerde dikkat etmeniz gereken ikinci bir konu da, hidroelektrik dışındaki yenilenebilir enerji kaynaklarının payındaki yükseliş. Rüzgar, güneş ve biyokütle gibi kaynaklar 2000 yılında küresel elektrik üretiminin sadece %2'sini karşılıyordu. 14 yılda bu oranı %7'ye çıkardılar ve paylarını arttırmaya da devam ediyorlar.

Üç milyar dolar nereye harcandı

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Ekim 2015

Akkuyu
İğneada’ya üçüncü nükleer santralden bahsetmek, ilkokulun birinci sınıfına gitmemiş çocuğu üçüncü sınıftan okula başlatmaya benziyor. Türkiye’nin ilk nükleer santralinin kurulması düşünülen Mersin-Akkuyu’daki proje suya düşmek üzereyken “biz üçüncüyü yapıyoruz” demek ciddiye alınacak bir durum değil. Hükümet uzun zamandır bunu yapıyor çünkü tüm dünyada nükleer enerji projelerini engelleyen en büyük gücün halk hareketleri olduğunu biliyorlar. 11 yıldır yerinde sayan Akkuyu projesini bitmiş gibi gösterip, nükleer karşıtlarını ve çevrecileri yıldırmak istiyorlar. Son 10 günde neler oldu bir hatırlayalım.

On gün önce, Rus uçaklarının hava sahasını ihlaliyle başlayan kriz Mersin’deki nükleer santral projesine uzanınca AKP tarafında panik başladı. Rusya ile ilişkilerin çatırdaması hemen akla doğalgazda bu ülkeye bağımlılığı hatırlattı. Türkiye doğalgazın neredeyse tamamını ithal ediyor ve 48 milyar metreküplük ithalatın yüzde 54’ü Rusya’dan temin ediliyor. Nükleer santral yapılırsa doğalgazda olduğu gibi elektrik piyasasında da Ruslar söz sahibi olacak. Rusya’nın Suriye’de resti çekmesi ileride benzer hamleleri enerji konusunda da yapabileceğinin işareti gibi algılandı. En çok da Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle algılamış olacak ki, “Mersin Akkuyu’yu onlar yapmazsa bir başkası gelir yapar. Oraya 3 milyar dolarlık bir yatırım yaptılar zaten. Dolayısıyla o konuda daha hassas olması gereken Rusya. Biz Rusya’nın bir numaralı doğalgaz tüketicisiyiz. Türkiye’yi kaybetmek, ciddi bir kayıp olur” açıklamasını yaptı.

Erdoğan’dan sonra ortamı yumuşatmayı amaçlayan konuşmayı nedense eski Enerji Bakanı Taner Yıldız yaptı. Projenin ticari bir proje olduğunu, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu sorunların üstesinden gelebilecek kadar derin olduğunu belirtti. En son da sahneye yeni Enerji Bakanı Ali Rıza Alaboyun çıktı ve üçüncü santralden bahsederek konuyu Akkuyu ve Rusya’dan uzaklaştırdı. Çinli ve ABD’li firmaların işin içinde olduğunu söyledi. Bu sayede Rusya’ya da bir mesaj vermeye çalışmış bile olabilir.

Tüm bunlar hükümetin halkla ilişkiler çabası. Biz bu süreçte neler öğrendik ona bakalım.

Akkuyu’daki santral projesinde işlerin yolunda gitmediğini öğrendik. Proje, Rusya olmazsa başkası yapacak durumdaysa zaten hiç başlanmamış. İş ilerlemiş olsaydı, yolun yarısında teknoloji değiştirmek mümkün olmazdı.

Akkuyu'nun çizimine 3 milyar dolar harcanmış olabilir mi?
Rus devlet şirketinin (Akkuyu Nükleer A.Ş.) şu ana kadar üç milyar dolar harcadığını bizzat Erdoğan’dan öğrendik. Ortada nükleer santral olmadığına göre bu üç milyar doların nereye harcandığını şirkete sormak da boynumuzun borcu oldu. Akkuyu Nükleer A.Ş. şimdi defterleri ortaya çıkarıp, bu harcamaların nereye yapıldığını kalem kalem göstermek zorunda.

Haziran seçimlerinden önce ortaya çıkan reklamlarda, milli forma ve bayraklarla pazarlanan, “güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi” sloganıyla satışa sunulan Akkuyu Nükleer Santrali’nin anlatıldığı gibi yerli enerji olmadığını öğrendik. Yerli kaynak olsa, Rusya kriziyle gündeme gelir miydi? Ruslar yapmazsa başkası yapar denir miydi? Bu nasıl yerli enerji anlamadık. Ruslar istemezse, işin içinde olmazsa yapılamayan yerli santral olur mu?

İşin daha da trajik tarafı; Türkiye, “1,2,3 nükleer; Rusya olmazsa Çin’den geliver” diye şarkılar söylerken, aynı gün İsveç’teki iki nükleer reaktörün (Oskarshamn 1-2) ve ABD’de bir reaktörün (Pilgrim) kapatılacağı haberinin ajanslara düşmesiydi. Türkiye’de ana akım medya bunları genelde yazmaz ama siz bilin. Bu üç reaktörün kapatılma nedeni de ekonomik. Söz konusu şirketlerin santralleri kapatma kararı, nükleer santralden elektrik üretmenin diğer kaynaklara göre daha pahalı olması.

Biz de de öyle. Nükleerden üretilen elektriğe bizim devlet 12,35 dolar sentlik alım garantisi verirken, örneğin rüzgardan üretilene 7,3 dolar sent veriyor. Aynı elektriği rüzgar nükleere göre neredeyse iki katı ucuza mal ediyor ama birileri bizi ucuz yenilenebilir enerji yerine pahalı nükleer kullanmamız için zorluyor. Kimbilir neden?

Beton ol çimentomu ye

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Ekim 2015

Çevre ve Şehircilik Bakanımız ne güzel söylemiş: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Bu beton makinası -ben inşaat mühendisiyim- çok keyif alırım onun sesinden böyle pat pat pat vurdukça” demiş. Herhalde bakanlığın adı bundan sonra değiştirilir, Beton ve Şehircilik Bakanlığı olur.

Beton sevgisi başka bir şey, biz anlayamayız. Beton severler toprakta, çimde yürümektense beton kaldırımda yürümeyi sever. Beton asfalt yolda araba sürüp, yandaki dağa, ormana değil apartmanlara bakıp stres atar. Oturduğu mahallenin betonla kaplı olmasını ister. Etrafında ağaç, dere, kuş, börtü böcek olmamalı. Ev dediğin, göl manzaralı değil gökdelen manzaralı olmalı. Hani, şu kentlerinin yarısı parklarla dolu dünyanın en zengin ülkeleri var ya, imrenmeyeceksin onlara. “Pat pat pat” eden beton makinasının sesiyle uyanmak varken, “cik cik” diye öten kuşların sesiyle kalkmayacaksın yataktan. Seveceksin şu betonu.

Her köşe başında çalışan ve ülkemizin kalkınmasına işaret eden beton makinalarını görünce sevineceksin. Hatta hiç çekinmeden daldıracaksın kafanı beton makinasına, kafan betona dönünceye kadar tutacaksın. Kafan beton gibi olacak ki, sana anlatılan hiçbir şeyi anlamayacaksın. Kalkınmanın beton sayesinde olduğuna kendini inandıracaksın. Ekonomide artı değer sağlayan ürünlerin organik gıda, elektronik eşya değil, beton ve çimento olduğuna hem kendini hem de halkı inandıracaksın.

Her şeyden önce ağacı, yeşili, kuşu, kurdu değil betonu seveceksin. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri neden park-bahçe yapıyor, neden orada dereler boşa akıyor diye sormayacaksın. Beton gibi olacak kafan; öyle bir kıvama gelecek ki, hiç soru sormayacaksın.

En önemlisi de vicdanını betonla kaplayacaksın. Ülkende bir ağaç fidanı kadar bile yaşayamadan ölen çocuklar için ağlamayacaksın. Yerde sürüklenen cesetlerle ilgilenmeyeceksin. Karakolda vurulan askere üzülmeyeceksin. Haftada 50-60 saat, nefes almadan çalışan işçinin rızkından çalıp ayakkabı kutusuna koyanları gördüğünde oralı olmayacaksın. Yalancı tanık ve sahte delillerle içeri tıkılanları gördüğünde “duvar” taklidi yapacaksın.

Gazeteci görünce “demirli beton” olacaksın. Vuracaksın soru soran, sorgulayan gazeteciye. Beton kafanla “uçan kafa” atacaksın. Kaburgalarını kıracaksın o gazetecilerin. Olur da yakalanırsan ve sana insan hakları, demokrasi diye sorarlarsa hemen “gaz beton” olacaksın, uçup buharlaşacaksın.

Yeşili, ormanı görünce “beton santrali”ne döneceksin. Talan edeceksin doğayı, dünyanın en güzel köşesi de olsa, gereği olmasa da dökeceksin oraya betonu. Halkın değil müteahhidin yanında olacaksın. Gerekirse sen de ihaleyi kapıp köşeyi döneceksin.

Olur da iş sarayı savunmaya gelirse “beton blok” gibi dimdik duracaksın. “Yetim hakkı, kul hakkı, senin vergin, benim vergim” dediklerinde yumuşamayacaksın. Ne zaman yumuşayacaksın biliyor musun kardeşim? Depremi görünce yumuşayacaksın. “Deniz kumu katılmış beton” gibi dağılacaksın, malzemeden çalıp para yapacaksın. Kaldırımda, otoyolda ise biraz yayılacaksın. İki sene sonra yaptığın kaldırım, yol yeniden çöksün, ihale sana kalsın diye yayılacaksın sevgili kardeşim.

Belediye otobüsünün ezdiği arkadaşının, dağda vurulan yeğeninin, askerdeki ağabeyinin cenazesini önüne getirdiklerinde “C100 beton” gibi olacaksın. Ağlamayacaksın, vatan sağ olsun, fıtratında varmış diyeceksin. Cenazeni vermezlerse ses çıkarmayacaksın. Büyüklerimize, saraydakilere, beton sultanlara laf etmeyeceksin. Öyle, beton gibi susacaksın. Göz kapakların, dudakların birbirine yapışacak.

Ha, sandığı görünce “hazır beton” olacaksın. Her şeyden önce, sana söylenen yere oy vereceksin kardeşim. Sağı solu dinlemeyeceksin. Öğrenmeyeceksin, araştırmayacaksın, okumayacaksın. Takım tutar gibi oy vereceksin ki, seni de aynı betondan sansınlar. Beton kafalı olacaksın ki, seni din imanla, vatan milletle 100 bin kere de uyutsalar, hiç uyanmayacaksın. Bu ülkede en makbulü bu kardeşim. Beton kafa olacaksın yaşayacaksın. “Pat pat pat” kardeşim, “pat pat pat.”

Türkiye yılın fosili ödülüne aday

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Ekim 2015

Yıl sonunda Paris’te çok önemli bir iklim konferansı var. Kyoto’nun yerini alacak anlaşmanın şartları belirlenecek, imzalar atılacak. Birleşmiş Milletler bu defa işi daha sıkı tutuyor. Bütün ülkelerden Paris’e gitmeden önce iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarını ne kadar azaltacaklarını ve bunu nasıl yapacaklarını açıklamalarını istiyor. Türkiye de iki gün önce hedefini açıkladı. Tarihinde ilk kez, iklim değişikliğini durdurmak için ne yapacağını söyledi; aslında ne yapmayacağını. “İşleri oluruna bırakırsak, 2030’a kadar 1175 milyon ton seragazı emisyonu (karbondioksit eşdeğeri) üretiyoruz ama merak etmeyin o kadar üretmeyeceğiz 929 milyon tonda sınırlayacağız” dedi. Yani, ‘arttıracağız ama daha az arttıracağız’. Bu neden iklim hedefi sayılmaz, madde madde anlatalım.

Yatağan Termik Santrali-Foto: O. Gurbuz
Türkiye 1990 yılından bu yana seragazı emisyonlarını yüzde 110 arttırdı. Ek-1 denilen gelişmiş ülkeler içinde bu Türkiye’yi listenin en başına koyuyor. Türkiye birçok ülkeye göre ekonomik büyümesine sonra başladığı için bu artış oranı biraz anlaşılabilir. Ancak bundan sonraki yıllarda da neredeyse aynı hızla arttıracağım demek kabul edilebilir bir şey değil. Önerilen plana göre, Türkiye iklim değişikliğini ‘durdurmak’ için 1990-2030 arasında emisyonlarını yüzde 426 oranında arttırmayı öneriyor. Bir süre daha arttıracağım ama daha sonra düşecek bile demiyor!

Ülkelerin sorumlulukları ve hedefleri belirlenirken sadece toplam emisyon rakamına bakılmıyor. Daha adil bir hesaplama için kişi başına düşen emisyon miktarına da bakılıyor. Dünyada en çok seragazını Çin üretiyor ama Katar’da kişi başına düşen emisyon miktarı Çin’den çok daha fazla. Türkiye’de kişi başına düşen yıllık seragazı emisyonu miktarı 2013 sonunda 6 tonu buldu. Yani, her birimiz uçağa binerek, kömürlü santrallerden elektrik satın alarak, petrol yakarak yılda 6 ton seragazı ürettik (kimimiz az kimimiz fazla). Türkiye’nin açıkladığı 2030 hedefi bu rakamı azaltmıyor. 2030’da Türkiye nüfusu tahmin edildiği gibi 86 milyon olursa, kişi başına düşen seragazı emisyonu 11 tona yaklaşacak. Bugünkü AB ortalamasının bile üstüne çıkacak. Açıklanan hedef sadece gelişmiş ülkelerin değil gelişen ülkelerin taahhütlerinin de gerisinde. Meksika’yı ele alalım. Ekonomisi bize benziyor, kişi başına düşen milli gelir hemen hemen aynı. Meksika’da kişi başına düşen emisyon miktarı ise yılda 5,9 ton. Meksika 2030 için şartsız öne sürdüğü hedefe ulaşırsa bu rakamı bizim gibi artmayacak aksine yaklaşık 5,6 tona düşürecek.  

Türkiye’nin seragazı emisyonlarını arttırma hedefine ulaşması için yapmayı taahhüt ettiği işler de ilginç. Ülkedeki tüm hidroelektrik potansiyelini kullanmak gibi bilimsellikten, çevresel kaygılardan uzak bir hedef var. Liste, 2030’a kadar nükleer santral kurmak, eldeki santralleri rehabilite etmek, enerji verimliliğini yükseltmek gibi bildik sloganlarla devam ediyor. Rakamsal veri ve yaptırım yok. Tüm bu maddelerin içinde sadece güneş ve rüzgar enerjisi için kurulu gücü 2030’a kadar sırasıyla 10 ve 16 gigawata çıkarmak gibi sayısal, ölçülebilir hedefler var.

Bir de elektrikte kayıp-kaçak oranını yüzde 15’e düşürme hedefi konmuş. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim çünkü 2014 yılı Bütçe Sunumu’nda eski Enerji Bakanı Taner Yıldız, kayıp-kaçak oranının ülke genelinde yüzde 15’e düşürüldüğünü zaten açıklamıştı (sayfa 24). Hedefi tutturmuşuz bile! Demek ki önümüzdeki 15 yıl yerimizde saymak için bir plan yapmışız. Gelişmiş ülkelerde bu oranın yüzde 3 ila 7 arasında değiştiğini ve yüzde 10’luk kaybın neredeyse Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin üreteceği elektriğe eşit olduğunu hatırlatalım. Görüldüğü gibi iklim hedefine yazılan rakamlar bile şaibeli.

Asıl komedi, bu göstermelik bile diyemeyeceğim hedefe ulaşmak için Yeşil İklim Fonu gibi mekanizmalardan yararlanarak finansal yardım talebinde bulunulması. Türkiye bu talebini 2011 yılında Güney Afrika’daki iklim konferansında da dile getirmiş, sivil toplum örgütleri Türkiye’ye günün fosili ödülünü vermişti. Paris’te bu hedefle masaya oturulursa yılın fosili ödülünü alıp eve dönebiliriz.

Türkiye’de emisyon testinin sahibi yok!

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Ekim 2015

Tüm dünyayı sarsan Volkswagen çevre skandalının Türkiye ayağındaki gelişmeler, ABD’de skandala yol açan emisyon ölçümlerini Türkiye’de yapan bir kurum olmadığını gösteriyor. Çevre Bakanlığı ve egzoz emisyonu yapan kuruluşların yaptığı açıklamalar ve gümrükteki uzmanlardan aldığımız bilgiler, Türkiye’ye getirilen ithal araçların üretici şirketlerin beyanlarındaki emisyon rakamlarıyla ülkeye kabul edildiğine ve ayrı bir ölçüm yapılmadığına işaret ediyor. İthal edilen araç AB kurallarına uygunsa, bu uygunluğu gösteren belgeleri Türk Standartlar Enstitüsü’ne göndermeniz yetiyor.  

BirGün’de gündeme getirdiğimiz sorulara verilen yanıtlar, başta azotoksit olmak üzere skandala neden olan söz konusu gazların ölçümünden kimsenin sorumlu olmadığını gösteriyor. Volkswagen grubunun Türkiye temsilcisi Doğuş Otomotiv yaptığı açıklamada emisyon ölçümünden bahsetmiyor. Grup, Türkiye’de bu skandaldan etkilenen araçların detaylarını Volkswagen’in merkezinden gelen bilgilere göre açıklayacağını belirtiyor. Şu ana kadar Almanya’dan gelen açıklamalar da, 5 milyonu Volkswagen olmak üzere toplamda 11 milyon aracın emisyon ölçümlerini yanıltan yazılıma sahip olduğuna işaret ediyor. Doğuş Otomotiv Türkiye’ye getirdiği araçların emisyon ölçümünü yapmıyor, Volkswagen ve ithal ettiği diğer araçların verilerini kullanıyor.

Türkiye’de 2 milyon 700 bin aracın egzoz emisyonunu ölçtüğünü belirten TüvTürk ise Volkswagen skandalına konu olan emisyonların ölçülmesinden kendilerinin sorumlu olmadığını belirtiyor. Yaptıkları egzoz emisyon testinin bu olayla bir bağlantısı olmadığını söyleyen kurum yetkilileri, BirGün’e yaptığı açıklamada, “Her ülke, kendi araç parkına, ülkede satılan yakıt cinsine göre farklı ve tavan sınırlar belirler. Tüm araçlar bu tavan sınırlarla test edilir. Ülkemizde de tavan değerler T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından satılan akaryakıtın niteliğine ve yaş ortalaması 13 olan toplam 19 milyon adetlik araç parkı göz önüne alınarak insan sağlığına zararlı olmayacak değerler göz önüne alınarak belirlenmektedir” diyor.

Gözler ister istemez konuyla ilgili bakanlıklardan Çevre ve Orman Bakanlığı’na yöneliyor. Çevre Bakanlığı’ndan ismini vermeyen bir yetkili Reuters’e yaptığı açıklamada, “Volkswagen olayı yeni bir süreçtir. Egzoz ölçümleri bizde genelde araç muayene istasyonlarında yapılıyor” diyor. Bakanlık yetkilisi, “Amerika'da seyir halinde ve rölantide emisyon ölçümü yapılmış ve bu ölçümler arasında kırk kat fazla değer ortaya çıkmış. Eğer hareket halindeki değerlerle sabit değerler arasında böyle farklılıklar varsa biz dahil bütün ülkeler egzoz ölçümünde yeni konsepte geçmek zorundayız” diye de ekliyor. Bu da gümrükten gelen haberleri doğruluyor. Konuştuğumuz uzmanlar, ithal araçların beyana dayalı bir sistemle ülkeye sokulduğunu, AB standartlarına uygunluğun yeterli olduğunu belirtiyor. Çevre Bakanlığı da periyodik egzoz ölçümlerinden farklı bir ölçüm yapıldığına dair bir açıklama yapmıyor. Tüm bu açıklamalar, hava kirliliğine yol açan ve akciğer kanseri gibi birçok hastalığa yol açan azot oksit emisyonlarının ölçümünün tamamen otomobil firmalarının eline bırakıldığını gösteriyor.   

Tüm bu tartışmalar, Türkiye’de egzoz ölçümlerinin ne kadar güvenli yapılıp yapılmadığını da gündeme getirdi. Araç muayenesi konusunda tek yetkili TüvTürk yaptığı açıklamada, egzoz emisyonlarının yüzde 35’ini kendilerini kalan yüzde 65’inin ise TSE 12047’ye sahip otomotiv servisleri tarafından yapıldığını açıklamıştı. Bunların içinde otomotiv bayileri de var. Tüm bu yetkili servisler otomotiv sektörüyle yakından ilgili ve zincirin bir parçası. Volkswagen skandalından sonra sektör oyuncularının bir parçası olduğu bu denetim sistemi de tartışılmaya başlandı. İşin ilginç tarafı, bağımsız ve hatta işi çevreyi, toplum sağlığını korumak olan kuruluşların denetim ayağında daha aktif rol almak için ortaya çıkmamaları. Türkiye’de üniversiteler ve meslek odaları neden sessiz, yeterli teknik kapasiteye mi sahip değiller; anlamak zor.

Akkuyu yenilenebilir enerjinin önünü tıkıyor

Avrupa Rüzgar Gücü 2014-EWEA
Bugün gazetelerde Akkuyu'da rötar haberleri var. Söz konusu rötar 1-2 yıl değil. Projenin yeniden gündeme gelmesi Mart 2004. Eski Enerji Bakanı Hilmi Güler İstanbul'da enerji forumunda açıklamıştı.

Nükleere harcanan kaynaklar yenilenebilir enerji kaynaklarına ve enerji verimliliğine harcansa Türkiye'de şirketlerin değil halkın üretici olduğu bir enerji sistemi kurulabilirdi. Enerji kooperatifleri, küçük ölçekli üretim sistemleri elektrik üretiminde pay sahibi olabilirdi. Hepsini geçtim, elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payı daha yüksek seviyelerde olabilirdi. Bir örnek vereceğim. 2004'te İspanya'da rüzgar kurulu gücü 8000 megavattı (MW). 2014 sonunda 23 bine çıktı. Avrupa'da 2. oldular. Nükleer konuşan Türkiye'de ise 2014 sonunda rüzgar kurulu gücü 3 bin 700 MW'de kaldı. Üstelik Türkiye'nin rüzgar enerjisi potansiyeli İspanya'dan daha fazla. 

Kim konuşuyor, kim çalışıyor siz karar verin.

Volkswagen skandalının Türkiye ayağı daha karışık

Türkiye’deki Volkswagen’lerden kaç tanesi emisyon ölçümlerini yanıltan yazılıma sahip belli değil. İthalatçı Doğuş Grubu hâlâ bir açıklama yapmadı. Egzoz emisyonlarının ölçümünde de aynı grubun adı geçiyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/26 Eylül 2015

Yalana son! Foto: Greenpeace
Volkswagen’in dünya çapında 11 milyon araca özel bir yazılım yükleyerek emisyon ölçümlerini olduğundan düşük göstermesinin yankıları sürüyor. Tüm dünyada tüketiciler, sadece Volkswagen değil diğer otomobil üreticilerine de şüpheyle bakmaya başladı. Spot ışıklarının tutulduğu bir başka alan da egzoz emisyonlarını ölçen kuruluşlar. İngiltere Hükümeti emisyon ölçümleri için kendi testlerini yapmaya ve bunları yoldaki araçlarla karşılaştırmaya hazırlanıyor. Türkiye’de ise sorun daha karışık çünkü yılda 2 milyon 700 bin aracın egzoz emisyonunu ölçen TüvTürk’ün ortakları arasında Volkswagen’in Türkiye temsilcisi Doğuş Otomotiv de yer alıyor. Doğuş Otomotiv, Volkswagen dışında Audi, Porsche, Bentley, Lamborghini, SEAT, Skoda, Scania, Krone ve Meiller gibi markaların satış ve bakımını da yapıyor.

Volkswagen skandalı iki bağımsız araştırmacının (Peter Mock ve John German) ABD Çevre Koruma Müdürlüğü’ne (EPA) yaptıkları araştırma sonuçlarını iletmeleriyle ortaya çıktı. Aslında dizel motorların da çevreci olabileceğini göstermek isteyen bu iki kişi, Volkswagen’in verdiği rakamlarla emisyon testlerinde elde ettikleri sonuçların örtüşmediğini gördü. EPA, Volkswagen’in üzerine gidince dünyanın en büyük otomobil üreticisi suçunu itiraf etti. Bu da tüm dünyada egzoz emisyon ölçümlerinin ne kadar güvenli olduğuna dair yeni soruları gündeme getirdi. Türkiye’deki durum daha da karışık. Türkiye’de egzoz ölçümü konusunda tek yetkili yok ama otomobil muayenesinde tek yetkili kuruluş TüvTürk. TüvTürk, aynı zamanda egzoz emisyonlarını da ölçüyor.

TüvTürk’ün üç ortağı var. Doğuş Otomotiv, Almanya menşeli Tüv Süd ve Londra merkezli özel bir sermaye fonu Bridgepoint. Doğuş Otomotiv, TüvTürk’teki hisselerin yüzde 33’üne sahip. Firma, 2008 yılında kazandıkları ihaleyle Türkiye’deki araç muayene istasyonlarının yapım, bakım ve işletme hakkını 20 yıllığına almıştı. Türkiye İstatistik Kurumu’na göre ülkedeki motorlu araç sayısı 19 milyon civarında. TüvTürk verilerine göre egzoz emisyonu ölçümü yaptıkları araç sayısı 2 milyon 700 bin. Bu da onları egzoz ölçümü konusunda en büyük oyunculardan biri yapıyor. TüvTürk ve Doğuş Otomotiv’e de konuyla ilgili sorularımız yönelttik ama henüz yanıt alamadık.

Yanıtlanması gereken 5 soru

1.     Türkiye’deki egzoz emisyonu denetimleri yeterli mi? Volkswagen skandalına yol açan yazılımları tespit etmek için gerekli teknolojik altyapıya sahip miyiz?
2.     ABD’de emisyon hilesinin bağımsız araştırmacılar tarafından ortaya çıkarıldığı düşünülürse, egzoz emisyonlarının Türkiye’de de bağımsız kuruluşlar tarafından yapılması veya denetlenmesi gerekmez mi?
3.     Ulaştırma ve Çevre Bakanlığı yetkilileri neden hiçbir açıklama yapmıyor? Türkiye’de İngiltere benzeri bir araştırma başlatılacak mı?
4.     Doğuş Holding Türkiye’de kaç Volkswagen’in emisyon rakamlarını değiştiren yazılıma sahip olduğunu biliyor mu? Bu rakamı açıklayacak mı? Türkiye’de söz konusu araçlardan varsa bu araçlar geri çağrılacak mı?
5.     Egzoz emisyonlarını ölçen şirketin ortakları arasında bir otomobil ithalatçısının bulunması ne kadar doğru?

10 maddede Volkswagen’in çevre skandalı

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Eylül 2015

1.     Dünya Volkswagen (VW) skandalını konuşuyor. Skandal, ABD Çevre Koruma Müdürlüğü’nün (EPA) VW’nin ürettiği dizel araçlarının emisyon testlerinin yanlış olduğunu açıklamasıyla başladı. Yaklaşık yarım milyon aracın piyasadan çekilmesi istendi. Teknik hata olsa durum farklı olurdu ama EPA, Volkswagen’in egzoz emisyon ölçümlerinde bilerek gerçek rakamları gizlediğini iddia ediyor.

2.     Firmanın hisseleri yaklaşık 25 milyar avroluk kayba uğradı. EPA’nın ise VW’ye 18 milyar doları bulabilecek bir ceza kesebileceğinden bahsediliyor. İtibar ve olası pazar kaybı da cabası. Herkes bu rakamları konuşuyor ama cezanın nedeni rakamlardan önemli. Volkswagen bu cezayı çevreyi hiçe saydığı için yedi.

3.     Sorun ABD’deki 482 bin dizel araçla sınırlı değil. Nitrojen oksit emisyonlarını olduğundan 40 kat daha düşük gösteren bir aleti ve yazılımı araçlara yerleştiren Volkswagen’in itirafına göre, tüm dünyada 11 milyon araçta bu düzenekten var. Tüm dünyada aynı yöntemle egzoz emisyon ölçümleri hiçe sayılmış olabilir.

4.     Türkiye’de Volkswagen araçların dağıtımını yapan Doğuş Grubu’ndan henüz bir açıklama gelmedi. Ana akımdaki gazeteler de bu büyük reklam verenin üzerine gidemiyor gibi. Halbuki, Türkiye’deki araçların durumunu biran önce öğrenmeli ve gerçek egzoz ölçüm sonuçlarını bilmeliyiz. Skandal BirGün gibi bağımsız gazetelerin değerini okuyucuya bir kez daha hatırlattı.  

5.     Dizel araçları son yıllarda popüler yapan faktörlerden biri iklim değişikliğine benzinli araçlar kadar katkıları olmamasıydı. Dizel motorların eksiği ise hava kirliliği. Dizel araçlar İngiltere’de hava kirliliği sonucu meydana gelen ölümlerin dörtte birinden sorumlu tutuluyor. VW’nin düşük gösterdiği nitrojen oksit (NOx) emisyonları da hava kirliliğine, beyin ve akciğerlerde ciddi sorunlara yol açıyor.

6.     Emisyon ölçümü önemli çünkü petrolle çalışan tüm taşıtların iklim değişikliği ve hava kirliliğine yol açan emisyonları azaltması isteniyor. İklim değişikliği sorunu son yıllarda daha öne çıktığı için benzinden dizele geçiş başlamıştı ancak bu defa da hava kirliliği sorun oldu. Dizel motorlar benzinlilere göre yüzde 15 daha az karbondioksit (CO2) çıkarıyor ancak 4 kat fazla Azot Oksit ile 22 kat daha fazla partikül üretiyor. Skandal, ikisinin de çözüm olmadığını gösterdi. Kısa vadede çözüm, toplu taşıma, bisiklet ve yenilenebilir enerjiyle şarj edilecek elektrik motorlu araçlar gibi gözüküyor.

7.     Avrupa Birliği otomobil emisyonları için sınır değerleri belirliyor. Mevcut sınır değerlere göre yeni benzinli otomobillerin yakıt tüketimi 100 kilometrede 5,6 litreyi geçemiyor. Dizel motorlarda bu rakam 4,9 litre. 2021’de ise yakıt tüketimi sınır değerleri benzinli motorlar için 4,1; dizeller içinse 3,6 litreye düşürülecek.

8.     Türkiye’deki mevcut otomobil filosunun yakıt ortalaması AB’den yüksek. Benzinli otomobillerin yakıt tüketimi ortalaması 100 kilometre için 6,2; dizel araçlar içinse 4,98 litre. AB hedefi sadece yeni araçlar için geçerli olsa da bu kıyaslama Türkiye’nin neler yapması gerektiği hakkında ipuçları veriyor.

9.     Volkswagen’in başına gelenler ve gelecekler kapitalizmin çevre sorunlarını önlemek adına bulduğu “kirleten öder” ilkesinin bir sonucu. Aynı ilke 2010’da BP’nin Meksika Körfezi’nde yol açtığı petrol sızıntısında da uygulanmış ve dev petrol şirketi 18,7 milyar dolarlık bir ceza ödemişti. Bu ilkenin caydırıcı olabilmesi cezaların şirketlerin bu bedeli ödemekten çekinmesine neden olacak derecede yüksek olmasına ve denetimin bağımsız kuruluşlar tarafından yapılmasına bağlı.

10.  Bütün bunlara rağmen “kirleten öder” ilkesinin çevreye verilen hasarı önlemedeki etkisi tartışılıyor. VW’nin aldığı ceza söz konusu araçların hava kirliliğine yaptığı katkıyı azaltmayacak; bundan sonrası için bir iyileştirmeye neden olacak. Kirleten öder ilkesi yüksek cezalarla desteklenirse belki caydırıcı olabilir. Bu ilkenin Türkiye’deki kullanımı çevreye bedel biçme esasına dayanıyor. Yani, cezayı öder, günahımı kapatırım deniyor. Yırca’yı hatırlayın. Yırca’da kesilen 6 bin zeytin ağacı nedeniyle firmaya 511 bin TL ceza kesildi. Zeytin ağacı başına sadece 85 TL! Hatırlarsanız firma ilk başta 1300 civarı ağaç kesmiş, ceza yemesine rağmen kalan ağaçları kesmeye de devam etmişti. Cezanız ödül gibi olursa caydırıcı değil, teşvik edici olabilir. “Kirleten öder” ilkesinin diğer sakıncası da, ödenen cezaların nerede kullanıldığını (hükümetin kasasına giren para çevreye zarar veren başka bir projede kullanılabilir) bilmemek. Henüz o ilkeyi tartışma aşamasına bile gelemedik; o başka!

Türkiye’de nüfusun yüzde 63’ü aşırı kilolu ya da obez

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Eylül 2015

Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) son raporuna göre Türkiye’de yaşayan nüfusun yüzde 63,8’i aşırı kilolu ya da obez. Macaristan’ın Budapeşte kentinde 22-23 Eylül’de düzenlenecek Avrupa Komisyonu’nun tarımla ilgili 39. oturumundan önce yayınlanan FAO raporu, Avrupa ve Orta Asya’daki nüfusun beslenme seviyesine dikkat çekiyor.

Rapora göre Avrupa ve Orta Asya’da yetişkin nüfusun yüzde 55’ten fazlası aşırı kilolu ya da obez. Milyonlarca kişi anemik ya da iyot, demir ve A vitamini yetersizliğine sahip. Çocuklarda dengesiz beslenme, büyüme durmasıyla birlikte daha birçok soruna yol açarak pek çok ülkede endişe verici boyutlara ulaşmış durumda. Türkiye’de bu sorunlardan nasibini alıyor.

Yetişkin erkeklerin %43’ü aşırı kilolu
Türkiye nüfusunun yüzde 63,8’i aşırı kilolu ya da obez. Bu istatistik Türkiye’yi Avrupa ve Orta Asya ülkeleri arasında en kötü durumdaki beşinci ülke yapıyor. 20 yaş üstü yetişkinlerde aşırı kilo ve obezite yaygınlığı sırasıyla Malta, İzlanda, Yunanistan, Litvanya, Türkiye, Birleşik Krallık (İngiltere), Macaristan, Portekiz, Slovenya, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Letonya, Almanya ve Gürcistan’da görülüyor. Türkiye’de yetişkin erkeklerin yüzde 43’ü, kadınlarınsa yüzde 31’i aşırı kilolu. Obezite verilerinde ise kadınların oranı erkeklerden fazla. Türkiye’deki yetişkin kadınların yüzde 33’ü, erkeklerin ise yüzde 20’ye yakını obez.

Kansızlık da sorun
Türkiye’nin bir başka sorunu da kansızlık. Beş yaşın altındaki çocuklarda anemi görülme oranında (prevalans) Türkiye 53 ülke arasında dokuzuncu sırada yer alıyor. Özbekistan, Kırgızistan ve Azerbeycan’ın ilk üç sırada yer aldığı bu sorunun beş yaş altı çocuklarda görülme oranı ise yüzde 30. Hamile kadınlarda bu oran yüzde 28,1’e gerilese de Türkiye’yi 53 Avrupa ve Orta Asya ülkesi arasında en kötü sekizinci ülke yapıyor.

Türkiye’de hem çocuklarda hem de yetişkinlerde iyot eksikliği sorunu görülürken, yetişkinlerde A vitamini eksikliği görülme oranı da yüzde 15’leri buluyor. İyot eksikliği görülme oranı yetişkinlerde yüzde 75’lere kadar çıkıyor ve Türkiye’yi en yüksek orana sahip ilk beş ülkeden biri yapıyor. Çinko yetersizliğinde de Türkiye 53 ülke arasında 11. sırada yer alıyor.

FAO Avrupa ve Orta Asya Bölgesel Ofisi gıda güvenilirliği uzmanı Eleonora Dupouy, raporun sonuçlarını, “Tarımsal üretimin birkaç temel gıda ürününde odaklanması tek çeşit beslenme düzenlerinin oluşmasına ve yaygın mikrobesin yetersizliklerine yol açıyor” sözleriyle yorumluyor.

***
Türkiye’de obezite ve aşırı kilo sorunu


Türkiye
Aşırı kilo + obezite (%)
Aşırı kilo (%)
Obezite (%)
Erkek
Kadın
Erkek
Kadın
Erkek
Kadın
62,7
64,9
43,3
31,7
19,4
33,2
Kaynak: FAO

***
Rapordan bazı başlıklar
  • Tüm yaş gruplarında A vitamini, D vitamini, folik asit, iyot ve kalsiyum yetersizlikleri bulunuyor.
  • 5 yaş altındaki çocuklarda aşırı kilo ve obezite yaygınlığı en çok Arnavutluk, Gürcistan, Bosna Hersek, Slovenya, Ermenistan, Malta, Azerbaycan, Portekiz, Bulgaristan, İsrail, İtalya, Rusya Federasyonu ve Karadağ’da görülüyor.
  • Çocuklarda iyot yetersizliği Orta Asya’da yüzde 39’dan Kuzey Avrupa’da yaklaşık yüzde 60’a çıkıyor.Kansızlık, hem çocuklarda hem de yetişkinlerde görülen bir sağlık problemi.
  • Kansızlığın en yüksek düzeyde görüldüğü yer ise Orta Asya ülkeleri.
  • Orta Asya’da yüzde 38’den fazla insan şiddetli A vitamini eksikliğinden etkileniyor. Aynı sorun Batı Balkanlar’da ve Doğu Avrupa’da da görülüyor.
  • Sağlıksız beslenme düzenleri, bölgede yüzde 30’un üzerinde hastalığa ve sakatlığa neden olarak bulaşıcı olmayan hastalıkların başlıca tetikleyicisi oluyor.

Almanya'da nükleer santralleri kapatmanın bedeli 65 milyar avro

Kaynak: http://bit.ly/1Ftb0bF
Almanya bildiğiniz gibi tüm nükleer santrallerini kapatıyor. Nükleer santralleri kapatmakla iş bitmiyor. Hepsi radyoaktif atık haline gelen reaktörlerin sökülmesi ve diğer radyoaktif atıklarla birlikte doğadan yalıtılarak depolanması gerekiyor. Bu işin yapılabileceği bile şüpheli. Yapılan hesaplar bu işin Almanya'ya maliyetinin 65 milyar avroyu (€) bulacağını gösteriyor.

Almanya'da nükleer santrallerin sökümü ve atıkların depolanması için gereken 65 milyar avronun 34 milyarı özel şirketlere ait. Türkiye'de ise yapılan anlaşmalara göre şirketler elektrik üretimi üzerinden belirli bir miktarı Türkiye'ye ödemekle yükümlü ancak söküm ve depolama işlerinin sorumlusu yok. Yani, Türkiye nükleerde ısrar ederse, santrallerin sökümü ve atıkların depolanması işleri devlete yüklenecek. Hem zor hem de çok pahalı. Çocuklarımız mevcut hükümetin yanlış kararı yüzünden bu borcu ödemek ve binlerce yıl radyoaktif kalan atıklarla uğraşmak zorunda kalacak. Nükleer santral planlarını durdurursak onlara bambaşka bir Türkiye bırakacağız. Her şey bizim elimizde.

Baz istasyonları hem tehlikeli hem de yasadışı

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Eylül 2015

Baz istasyonları tehlikeli mi? Bu soruyu sadece biz değil dünyada herkes soruyor. Sorunun iki yanıtı var: Bilimsel ve ticari. Ticari yanıt size, “hayır” diyecek. Elimizde cep telefonları ve baz istasyonlarının zararlı olduğunu söyleyen rapor olmadığından bahsedecek.

Bilimsel yanıt ise size baz istasyonlarının tehlikeli olduğunu söyleyecek çünkü bilim insanlarının uymak zorunda olduğu bir ihtiyatlılık ilkesi var. Ne yapar ihtiyatlılık ilkesi? Araştırılan konuda bir bilimsel belirsizlik varsa, araştırmaların sonucu kesin sonuçlara varamıyorsa bilim insanına ihtiyatlı olmasını söyler. Araştırdığın ilaç, teknoloji kesin zararsızdır diyemiyorsan zararlı kabul et ve önerme der. Örneğin, genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) insanlar üzerindeki zararlı etkisi kesin bir biçimde ispatlanamasa bile, yüzde 100 zararsız olduğunu ispatlayana kadar GDO’ya karşı çık der. Baz istasyonu ve cep telefonlarından yayılan elektromanyetik radyasyon için de ihtiyatlılık ilkesi gereği bilim, “tehlikeli” der, demek zorundadır. Çünkü uzun dönemde insan sağlığına etkilerinin ne olacağı henüz kesin olarak bilinmemektedir. Şirketler ise ihtiyatlı değil kârlı olmak zorundadır. Onlar size her şeyin yolunda olduğunu söyler. Bu durumda kördüğümü çözmek politikacılara, hukukçulara ve halka kalır.

Herkesin elinde bir cep telefonu olduğunu varsayarsak halkın ihtiyatlı davranmadığını söyleyebiliriz. Bu yüzden de toplu ölümler veya hastalıklar ortaya çıkana kadar topyekün bir itiraz görmek biraz hayal. Yine de ihtiyatlı davranıp, baz istasyonlarının sayısının, yaydıkları elektromanyetik radyasyonun sınırlandırılmasını isteyebiliriz. Eliniz de hiç olmadığı kadar güçlü çünkü Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) ve Tüketici Hakları Derneği’nin bu yönde yaptığı başvuru Danıştayca haklı bulundu. Danıştay 13. Daire Başkanlığı’nın kararına göre, insanların ikamet ettiği yaşam alanlarına, eğitim kurumları ve çocuk parklarının çevresine baz istasyonları ile televizyon ve radyo vericilerinin montajı yapılamayacak. Eğer okul, çocuk parkı gibi yerlerde baz istasyonu varsa hemen kaldırılması gerekiyor. Baz istasyonlarının tartışmalı limit değerleri de Danıştay kararıyla iptal edildi. ÇMO, baz istasyonlarının yeri kadar yaydıkları alan şiddetine de dikkat çekiyor. Türkiye’nin uyguladığı limit değerin 41 volt/metre olduğunu belirten ÇMO Avusturya-Salzburg‘da limit değerin 0,6 volt/metreye kadar indirildiğini söylüyor.

Avrupalılar cep telefonu kullanmıyor mu? Oralarda baz istasyonları yok mu? Kent içinde baz istasyonları var mı? Üç sorunun yanıtı da evet. Peki, neden orada daha az gürültü kopuyor? Birkaç nedeni var. Bizim yer seçimiyle ilgili bir sorunumuz var. Cep telefonu ve baz istasyonlarının özellikle hamile kadın ve çocuklardan uzak tutulması gerekiyor. Çocukların beyin dokularının daha emici, kafataslarının daha ince olduğu unutulmamalı. Bizde ise tersi oluyor, parklar, okul bahçeleri hatta hastane yakınlarında baz istasyonları var.

İkincisi çarpık kentleşmeyle ilgili. Baz istasyonları uzakta olamıyor çünkü radyo vericileri gibi sadece sinyal göndermiyor, alıyor da. Her baz istasyonunun yaklaşık 100 abone konuşturma kapasitesi olduğu düşünülürse, nüfus yoğunluğunun çok olduğu yerlerde daha çok baz istasyonu gerekiyor. Kent nüfusu dağılmış olsaydı, sokaklar düzgün planlansaydı baz tehlikesi azalacaktı. Kalabalık yerlerde baz baskısına bir de kablosuz internet ağları eklendi. Risk arttı. 4,5’tan 4 alan yeni şebeke(4,5G) için 30 bin yeni baz istasyonu da yolda. Yakında kentlerde ağaçtan çok baz istasyonu göreceğiz.

Üçüncü sorunumuz ise bağımsız bilimsel kuruluşların ve denetimlerin olmaması. Almanya’da 2010 yılında yayımlanan bir çalışma[1], düşük cep telefonu sinyallerinin bile farelerde tümöre neden olduğunu ortaya koydu. Bizde böyle araştırma yapan hocayı üniversiteden atar, fareyi de vatana millete ihanetten içeri tıkarlar.   

[1] Indication of cocarcinogenic potential of chronic UMTS-modulated radiofrequency exposure in an ethylnitrosourea mouse model

#pazarbilgeligi

Çanakkale'deki bir terzinin vitrininden:
"Dünya kirletilmeyecek kadar küçük, temizlenemeyecek kadar büyüktür."

Çivisi çakılmamış nükleer santrale %100 zam geldi!

11 Eylül 2015

Kimse farkında değil ama ‘ucuz’ olacağı iddia edilen Akkuyu’daki nükleer santralin üreteceği
elektriğin fiyatı şimdiden iki kat arttı.

Türkiye, Mersin’de nükleer santral yapılması için 12 Mayıs 2010 tarihinde Rusya Federasyonu ile bir anlaşma imzaladı. Türkiye, bu anlaşmayla Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’deki uzantısı Akkuyu Nükleer A.Ş.’ye üretilen elektriğin büyük bir bölümünü 15 yıl boyunca satın alacağını garanti etti. Böylece nükleer enerjiye devlet teşviği verilmiş oldu. 

İş bu kadarla kalsa iyi. Alım garantisi dolar üzerinden verildi; kilovatsaat başına 12,35 $ sent. Anlaşma imzalandığında Merkez Bankası dolar kuru 1,52 TL’yi gösteriyordu. Bugün itibariyle 1 doların karşılığı 3,05 TL’yi buldu. Yani alım garantisi için cebimizden çıkacak para iki katına çıktı. Çivisi çakılmadan, ucuz denen nükleere %100 zam geldi. O da, dolar bu fiyatta kalırsa. Dolar arttıkça zararımız daha da büyüyecek.

Merak edenler için son bir not daha. Bugün spot piyasada elektrik fiyatı 6 $ sent civarında. Rüzgar santrallerinden üretilen elektriğe ödenen para 7,5 $ sent. Ucuz nükleer mi? Güldürmeyin adamı...

Müdürüne bak nükleer santrali yaptırma

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Eylül 2015

Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin Mersin Bölge Kamu Diplomasisi ve Devlet İlişkileri Bölge Müdürü Faruk Uzel bir hafta önce görevinden istifa etti. İstifa ederken yaptığı açıklamalarla da hükümetin ve Rus devlet şirketinin nükleer santrali cici gösterme konusunda yaratmak istediği algıyı yerle bir etti. İşte eski müdür Uzel’in basın açıklamasında sorduğu sorular ve Türkçe meali.

“Rus şirketinin faaliyetlerini ve zihniyetinin inşa edeceği bir nükleer santrali ülkem ve milletim için çok ciddi bir risk unsuru olarak görüyorum” diyerek, reklam kampanyalarıyla yerli imajı verilmeye çalışan santralin ithal olduğunu üstüne basa basa söyledi. Nükleer enerjiye karşı olmadığını söyleyen Uzel, Mersin’deki projeyi deyim yerindeyse, ‘vatan haini’ ilan etti. Halbuki, seçimler öncesi tüm televizyon ve sokakları esir alan reklamlarla, nükleer santrali yerliymiş gibi gösterme çabalarına sahne olmuştuk. Takke düştü Ruslar göründü.

“Bu güne kadar taşeronunuz olan firmalardan mahkemelik olmadığınız şirket var mıdır? Sizin kiralama taahhüdü üzerinden inşa edilen otelle nasıl bir ilişkiye girdiniz ki mahkemelik oldunuz? Bu sorundan dolayı Atom Stroy Export’un müdürünü neden apar topar kovdunuz?” diye sorarak Rus şirketin yerli yatırımcıları işin içine çekme çağrılarına da taş koydu. Ruslar ilk günden beri yerli firmaları nükleer santral ihalesine girmeye çağırıyor, ticaret ve sanayi odalarında toplantılar düzenliyordu. Şimdi, aklı başında işadamları, Rus şirketiyle ticari ilişkiye girenlerin başlarına gelenleri merak ediyordur. Rusların yerli ortak bulmaları, yerli yatırımcıyı üretime teşvik etmeleri artık daha zor.

Bölge Müdürü’nün, “Projeyi maddi sıkıntılardan dolayı yürütemediğiniz doğru mudur? Dünya üzerinde size güvenip yatırıma katılacak ya da kredi sağlayacak bir tek finans kuruluşu var mıdır?” sorusu da projenin sürekli gecikmesinin ardındaki nedenlere ışık tutuyor. Rusya ekonomisinin darboğazda olduğu, 25 milyar dolarlık projeyi finanse etmekte zorlanacağını çok önce yazmıştık. Şimdi içeriden bir ses, bu söylediklerimizi doğruluyor.

Uzel, “Asıl maksadınız Türk hukukuna gol atıp, çevresinden dolaşıp nükleer santralin zemin tesviyesini yapmak mıdır?” diye sorarak, ‘milliyetçi nükleerciler’e bir gol daha attığı gibi, hukuk konusundaki sorunlara da işaret etti. Halkın katılımının önemsenmediğini biliyorduk. Böylece yasaların da firma lehine “es” geçilebileceği şüphesiyle karşı karşıya kaldık. Bu şüphe sürecin en başından beri vardı zaten. Avukat Arif Ali Cangı, kısa bir süre önce mevcut ÇED davaların Danıştay 14. Dairesinde birleştirilerek dava konusu yerden uzaklaştırıldığını, doğal yargıçlık ilkesine aykırı davranıldığını söylemişti.

Nükleer santralin eski Devlet İlişkileri Müdürü’nün bir başka sorusu da şuydu: “Kıyı kenar çizgisine dikkat etmeyi akıl edemeyip, 1 nolu reaktörü kıyı kenar çizgisi altına yerleştiren mühendislik rezaleti yüzünden projeyi uygulamadığınız, bunun için kanun değişikliği beklediğiniz doğru mu?” Bu da ister istemez akla, dünyanın en güvenilir nükleer santralini yapıyoruz diyen yetkilileri getiriyor. En ufak bir hataya tahammülü olmayan nükleer santral projesi, hatasını telafi etmek yerine kanun değişikliği bekliyorsa vay halimize.

Teknik ve hukuki hatalar bir yana, eski müdürün istifasını açıklamasının hemen ardından, ozelhaberturkiye@gmail.com adresinden Uzel’in cinsel tacizle suçlandığı ve yolsuzluğa bulaştığı iddialarının basına gönderilmesi ayrı bir uyarıydı. Uzel suçlu ya da değil, birileri onu tehditle susturmaya çalışıyor, istifa edene kadar yolsuzlukları ve taciz iddialarını gündeme getirmeyip, kendisi nükleer santralle ilgili bildiklerini açıkladığında şantaj yapar gibi bu iddiaları basına sızdırıyorsa o iş çoktan pisliğe bulaşmış demektir. Dünyanın en şeffaf olması gereken süreci pis kokular, yolsuzluk, hukuksuzluk ve şantaj iddialarıyla dolu.

Aklı başında kaç kişi kaldı bu ülkede bilmiyorum ama onlara sesleniyorum. Nükleer saatli bomba Akkuyu’da kuruluyor ve AKP hükümetinden, onun kontrolündeki idarecilerden, savcılardan bir kişi bile çıkıp iddiaları araştırmak dahi istemiyor. Türkiye’nin canına okumadan bu nükleer santral projesi durdurulmalı. Yoksa eski Enerji Bakanı Taner Yıldız muradına erecek. Şehitliği bilmem ama nükleerdeki bu ısrar hepimizi mezara götürecek.

Çevre sorunlarını nasıl çözeceğiz

Özgür Gürbüz-BirGün/4 Eylül 2015

Adana-Akyatan-Foto: O. Gurbuz
Çevre-ekoloji konularının, fidan dikmek ve dikilen fidanları korumanın ötesinde bir politik duruş, sistem talebi olduğunu kabul edenler şunu çok iyi bilir. Diktatörlükten ve savaşlardan doğa da nasibini alır. Afrika’daki diktatörlerin ve dostlarının, kıtanın tüm doğal varlıklarını yabancı şirketlere satarak servetlerine servet katması bunun en güzel örneklerinden biridir. Bugün Afrika’da 160 binden fazla dolar milyoneri var. Günde 1,25 dolardan daha az gelire sahip Afrikalıların sayısıysa 415 milyon.

Doğa paylaşımcıdır, kimi zaman zalim görünse de her türe yaşama şansı tanır. Ormanlar kralı aslanın biraz ilerisinde zıplayan antiloba baktığı, saldırmadığı zamanlar vardır. Aslan karnı toksa zevk için avlanmaz. Krallığını ormana ilan etmek için başka bir türün tümden yok olmasını istemez. Çevre sorunlarını çözmenin esası da doğanın bu bilgeliğinde yatar. Kendine yetme ve fazlasını istememe. Sorunları çözümde kullanacağımız ilk kural bu.

Türkiye’deki elektrik sorununu ele alalım. Birçoğumuz bugün HES’lerden nükleerden, termikten ve hatta rüzgar enerjisinden şikayetçi. Bu şikayetlerin çoğu haklı nedenlere dayanıyor ancak çözümü nasıl bulacağımız konusunda fazla kelam eden yok. Halbuki basit bir prensiple çözüme ulaşabiliriz. Önce gerçek talebimizi bulalım daha sonra bu talebi hangi kaynaklardan ve hangi koşullarda üretime izin vererek yapacağımızı belirleyelim. Petrolü bir treni yürütmek için mi üretiyoruz yoksa bir tank için mi? HES’ler bir okulun ışıklandırılması için mi çalışıyor yoksa bir alışveriş merkezi için mi? Uçağa bir hastanızı görmek için mi biniyorsunuz yoksa hafta sonu 1,5 günlük tatil yapıp gelmek için mi? Üç örnekte de gerçek talep cümlelerin ilk bölümünde yazılı.

Gerçek talebi belirledikten sonra ne yapacağız? Ufak bir zihin jimnastiği yapalım. Varsayalım ki bu dünyadaki tek kişi sizsiniz ve kendinize bir ev inşa ederek işe başlayacaksınız. Evinizi hangi malzemeyle yapacaksınız onu düşünün. Kerpiçten mi, taştan mı, ahşaptan mı yoksa betondan mı? Beton derseniz size çimento fabrikası lazım. Çimento fabrikası için de enerji. Gerekli enerjiyi hangi kaynaktan sağlayacaksınız? Kömürden mi, sudan mı yoksa rüzgar veya güneşten mi? Daha sonra ikinci soruyu sorabilirsiniz. Evinizde elektrik olacak mı? Bulaşık makinası istiyor musunuz ya da televizyon? Her birinin tükettiği elektrik belli. İstekleriniz sonucu oluşan toplam elektrik talebini hesaplayınca bir önceki soruyu tekrar sorabilirsiniz; gerekli enerjiyi hangi kaynaktan sağlayacaksınız?

Doğada elektriksiz, enerjisiz ya da fabrikadan çıkmış ürünler olmadan yaşamak da mümkün. Bu da bir seçenek ama unutmayın dünyada yalnız değiliz. 7 milyar insanı da sizin gibi yaşamaya ikna etmeniz gerekiyor. İmkansız olduğunu düşünmüyorum ama zor. İlk adımda çalışma saatlerinin düşürülmesini istemek mantıklı olabilir. İnsanı daha az çalıştırmak adına üretilen tüm makineler bugün insanı daha çok çalıştırıyor ve kar maksimizasyonunu öne çıkarıyor. Elinizdeki cep telefonunuzla plajda bile iş epostalarına bakıyor, telefonlara yanıt veriyorsunuz. Yeme, içme ve barınma gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılamak için haftada 5 gün çalışmamıza gerek yok. Ne kadar az çalışırsak o kadar az tüketiriz. Ne kadar az tüketirsek de o kadar az çevre sorununa neden oluruz.

Televizyon ve ütüyü hemen bırakırım ama bulaşık ve çamaşır makinama dokunmayın diyenlerdenseniz, muhtemelen eldeki en temiz elektrik üretim kaynaklarından bir ya da ikisine evet demek zorundasınız; her şeye karşı çıkamazsınız. O zaman da rüzgarın, güneşin nerelerde kurulacağını, nasıl denetleneceğini belirlemek için uğraşın. Kaynakları ve nasıl kullanılacağını belirlemek, çözümün ikinci kuralı da kabul edilebilir.

Üçüncü ve son kural mülkiyetin değişmesiyle ilgili. Dev şirketlerin, bireylerin doğal varlıklara tek başına sahip olmalarını önlersek, talep ve fiyat manipülasyonlarının da önüne geçeriz. Güneş santrallerinden, tarım üretim kooperatiflerine kadar her alanda üretimi sahiplenmeliyiz. Bu hem koyduğumuz çevreci kıstasları kontrol etmemizi sağlayacak hem de bizi kartellerden, devletlerden bağımsızlaştıracak, sermayenin tek elde toplanmasının da önüne geçecek. Üç kural işlerse bugün konuştuğumuz çevre sorunlarını ciddi ölçüde hafifletebiliriz.

İklim değişikliği ve Hopa

Özgür Gürbüz-BirGün/28 Ağustos 2015

Hopa’da insanlar öldü. Kader değil, şansızlık değil. Bu ülkeyi yönetenlerin ihmali yüzünden öldüler. Tırlar, evler hep bu ülkeyi yönettiğini iddia edenlerin basiretsizliği nedeniyle sular altında kaldı. Verdiğimiz vergilerle yapılan yollar, okullar ve hasar gören tüm altyapı yatırımları yine bu vurdumduymazlık, bilim tanımazlık ve para hırsı yüzünden sel altında kaldı.

Petrol, kömür ve doğalgaz kullanarak azdırdığımız küresel iklim değişikliği konusunda yapılan uyarılar bize şunu söylüyordu. Aşırı hava olayları (şiddetli fırtınalar, kuvvetli yağışlar gibi) ve bunların sonucunda meydana gelen sel ve taşkınların şiddeti ve sıklığı artacak. Kurak günler oluyorsa daha uzun sürecek, kuraklığın şiddeti artacak. Yağmur yağıyorsa, bildiğin gibi yağmayacak, hemen yağıp durmayacak. Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, “500 yılda vuku bulacak büyük bir taşkın meydana geldiğini” söylüyor. Bu bahane değil elbette. Olabilecek en büyük felakete hazır kentler yapmak zorundayız. İkinci yapacağımız iş de iklim değişikliğini durdurmak. Durdurmazsanız 500 yılda bir olacağını düşündüğümüz felaketler karşımıza daha sık ve daha da şiddetlenerek çıkacak.

Yazılanlar çizilenler doğruysa, Hopa’ya metrekare başına 255 kilogram yağış düşmüş. Meteoroloji Genel Müdürlüğü verilerine göre, bugüne kadar Artvin’e düşen, günlük toplam en yüksek yağış miktarı 93 kg. O da 1989’da olmuş.

Beşi TOKİ konutlarında olmak üzere, 13 kişinin öldüğü Samsun’da 13 kişinin canını alan sel felaketini hatırlayın. 7 Ağustos 2012’de Samsun’da metrekareye 116 kg yağış düşmüştü[1]. 9 Ağustos 2013’te Samsun’u yine sel bastı. Can kaybı olmadı ama yağış miktarı bu defa çok daha fazla, 205 kg’dı[2]. 1967’deki 238 kg’lık rekora yaklaşan bir rakam. Gördüğünüz gibi 100 yılda, 500 yılda bir olur dediğiniz felaketler arka arkaya gelmeye başlıyor. Tüm bu veriler, Hopa ve Samsun’daki felaketlerin sorumlusu iklim değişikliğidir demek için elimizi güçlendiriyor. Bilimsellik sınırlarında kalmak isterseniz, daha uzun süreli verilere bakmadan kesin konuşmak istemeyebilirsiniz ama görünen köy kılavuz istemez.

Sel suları altında kalmayı, sıcak hava dalgalarına kurban gitmeyi, ürünlerini kuraklık yüzünden yakmayı fıtrat, kader kabul etmeyenler için yapılacak tek bir şey var. İklim değişikliğini durdurmak. Bunun için de her dökülen betonu icraat, her açılış törenini marifet kabul eden şakşakçılığı bırakmak gerekiyor.

Açılan her kömür santralinin yeni sellere neden olacağını bilmeliyiz.

TOKİ’nin, inşaat şirketlerinin yaptığı her yalıtımsız, plansız, kendi enerjisini üretmeyi hesaba katmamış konut projesinin, kurak yazlara davetiye çıkaracağını görmeliyiz.

Sizi toplu taşıma yerine otomobile, uçağa yönlendiren her köprü, havalimanı ve otoyol projesinin, annemizin, babamızın kalbini durduracak, beyin kanaması geçirmesine yol açacak sıcak hava dalgalarına yol açacağını bilmeliyiz. 

Topluma ve çevreye verdiği zararlar hesap edilmediği için “ucuz” diye adlandırılan, enerjiyi adeta içer gibi tüketen sanayi yatırımlarını baş tacı ettiğimizde, tarlalarımızı doluya, susuzluğa mahkum ettiğimizi anlamalıyız.

Köprülü kavşaklarla, beton duvarlar ve parkların üzerine kondurulan alışveriş merkezleriyle gelecek nesilleri açlığa ve göçe mahkum ettiğimizi kabul etmeliyiz. 

İklim değişikliğini durdurmaya çalışırken bir yandan da şimdiye kadar vermiş olduğumuz destek nedeniyle karşımıza çıkacak aşırı hava olaylarına karşı da hazırlanmalıyız. Derelerin önüne Karadeniz Sahil Yolu gibi setler çekmemeliyiz hatta cesaretimizi toplayıp o yolu yıkmalı, doğru yere yenisini yapmalıyız. HES’leri ciddi denetim altına almalı, kentlerdeki yapılaşma izinlerini bir rant aracı olmaktan kurtulmalıyız.

 “Yapar” gibi yaparak, haklı eleştirilere “onlar konuşur” diyerek kulak tıkayanlar, kaybedilen canların, mal kaybının ve acıların bir numaralı sorumlusudur. Tüm dünyanın gördüğü, bildiği ve durdurmaya çalıştığı iklim değişikliği sorununu görmezden gelenler de iki numaralı sorumlu olmaya adaylar.

[1] http://bit.ly/1Jq06ar
[2] http://bit.ly/1NY66II

İklim ve İslam

İklim değişikliğini durdurmak için çağrı yapan din insanlarına Müslümanlar da eklendi. İyi niyetli bu çağrıya kulak vermeli ama etkisi hakkında çok umutlanmamalı.

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ağustos 2015

İstanbul bu hafta iklim değişikliğine karşı mücadele çağrısı yapan Müslüman din adamlarına ev sahipliği yaptı. İki günlük sempozyumun başında da bir bildirge yayımlandı. Kur’an’dan hadislere de yer veren bildirge, Müslümanlara iklim değişikliğine karşı mücadele etmenin dinen uygun ve hatta gerekli olduğunu söylüyor. İyi niyetli bir girişimden bahsediyoruz ancak yer, zamanlama ve kapsayıcılık açısından ciddi sorunları var.

Bildiri bilime, hatta yüzde 100 yenilenebilir enerji gibi iddialı hedeflere bile gönderme yapacak kadar açık fikirli. Yine de, yer yer fetva havasıyla bizim bu ülkede alışık olmadığımız bir kültürün temsilcisi. Türkiye gibi laik bir devletin bu bildiriyi açıklamak için doğru yer olduğunu düşünmüyorum. Bu toplantıyı düzenleyen çevreciler ilk kırık notu “yer seçiminden” aldı. Aynı şekilde, katılımcıların kapsayıcılığı konusunda da ciddi soru işaretleri taşıyorum. Diyanet’in çağrılmasına rağmen katılmadığı toplantıda Anadolu Alevileri de temsil edilmedi. Türkiye’deki Müslümanların iki büyük temsilcisi toplantıda yoktu. O zaman toplantı neden Türkiye’de yapıldı? O sorunun yanıtı yok, mecburen buradan da biraz “not kıracağız”. İstanbul dinlerin ve kültürlerin buluşması noktasında önemli bir kent ama tek bir dinin, tek bir kültürün fikrini yansıtacaksanız başka yerlere bakmalısınız. Başka dinlerin temsilcileri benzer çağrılar yaptı diye aynı eylemi İslam dünyası için tekrarlamak anlamsız. Türkiye’de tüm dinlerin temsilcilerinin bir araya gelip, iklim değişikliğini durdurma çağrısı yapması daha anlamlı olurdu.

İklim için herkese ihtiyaç var
Olumsuzluklar var ama bir gerçek de şu ki, iklim değişikliğini durdurmak için herkese ihtiyacımız var. Asıl sorun aslında İslam’ın içinde bulunduğu durumla ilgili. 1 milyar 600 milyon Müslümanı eyleme davet edenler, Müslümanların yaşadığı devletlerin içinde bulunduğu çatışma ve kaotik durumun farkında mı acaba? Müslüman nüfusun çok olduğu ülkelerin birçoğunda kan gövdeyi götürüyor. Kuzey Afrika ülkelerinde darbeler, iç hesaplaşmalar ve terör saldırıları var. Suudi Arabistan komşusu Yemen’i bombalıyor, Suriye ve Irak’ın durumu belli. Afganistan’da bombasız gün geçmiyor. Liste uzayıp gidiyor. İslamın iklim değişikliği konusunda insanları ve hükümetleri harekete geçirmek için bir birleştiriciliği olmalı. Yukarıdaki kısa özette bu birleştiriciliğe dair sinyaller yer almıyor.

Bu birleştiricilik dünyaya karşı sorumluluğunu bilerek, bencilleşmeyerek, yeni bir “yeşil ahlak” çevresinde olabilir. Kendini doğaya karşı sorumlu hisseden insanların bireysel yaşam tarzlarını değiştirmesi, az tüketmesi ve yine benzer kararları siyasete yansıtmalarıyla gerçekleşebilir. İslamın kapitalizme yenik düşmesi (hemen hemen her din ve bireyin olduğu gibi) sözünü ettiğimiz “yeşil ahlak”tan uzaklaşmasına neden oluyor. Başta Orta Doğu olmak üzere yaşanan savaşların ardındaki iktidar hırsı, inşa edilen kentlerdeki zenginlik tutkusu, gücü paylaşmamayı savunan otokratik yönetim biçimleri çelişkiyi güçlendiriyor.  İslamın çevreci bir anlayışla örtüşebilmesine fırsat tanıyacak dini ve felsefi akımlar da unutuldu. Azla yetinme, paylaşma, tüketmeme gibi değerler unutulunca da şu tablo ortaya çıkıyor: Kişi başına düşen karbondioksit emisyonlarına baktığınızda ilk onda yedi İslam ülkesi var. (Katar, Kuveyt, Brunei, Umman, BAE, Suudi Arabistan ve Bahreyn) yer alıyor. ABD’nin bile önündeler. İslam ülkelerinde tüketim toplumunun ciddi çevre sorunları yarattığı ortada.
  

Kişi başına düşen karbondioksit emisyonlarında 
 ilk 10 ülke (2011)

Ton(yıllık)
1.Katar                                                  
43,9
2.Trinidad Tobago                                
37,2
3.Kuveyt                                                
29,1
4.Brunei                                                
24
5.Auraba                                               
23,9
6.Umman                                               
21,4
7.Lüksemburg                                        
20,9
8.BAE                                                   
20
9.Suudi Arabistan                                  
18,7
10.Bahreyn       
18,1
60.Türkiye                                          
4,4*
Kaynak: Dünya Bankası, TÜİK
*Türkiye’nin 2013 verisi 6,04 ton.