ihtiyatlılık ilkesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ihtiyatlılık ilkesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Baz istasyonları hem tehlikeli hem de yasadışı

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Eylül 2015

Baz istasyonları tehlikeli mi? Bu soruyu sadece biz değil dünyada herkes soruyor. Sorunun iki yanıtı var: Bilimsel ve ticari. Ticari yanıt size, “hayır” diyecek. Elimizde cep telefonları ve baz istasyonlarının zararlı olduğunu söyleyen rapor olmadığından bahsedecek.

Bilimsel yanıt ise size baz istasyonlarının tehlikeli olduğunu söyleyecek çünkü bilim insanlarının uymak zorunda olduğu bir ihtiyatlılık ilkesi var. Ne yapar ihtiyatlılık ilkesi? Araştırılan konuda bir bilimsel belirsizlik varsa, araştırmaların sonucu kesin sonuçlara varamıyorsa bilim insanına ihtiyatlı olmasını söyler. Araştırdığın ilaç, teknoloji kesin zararsızdır diyemiyorsan zararlı kabul et ve önerme der. Örneğin, genetiği değiştirilmiş organizmaların (GDO) insanlar üzerindeki zararlı etkisi kesin bir biçimde ispatlanamasa bile, yüzde 100 zararsız olduğunu ispatlayana kadar GDO’ya karşı çık der. Baz istasyonu ve cep telefonlarından yayılan elektromanyetik radyasyon için de ihtiyatlılık ilkesi gereği bilim, “tehlikeli” der, demek zorundadır. Çünkü uzun dönemde insan sağlığına etkilerinin ne olacağı henüz kesin olarak bilinmemektedir. Şirketler ise ihtiyatlı değil kârlı olmak zorundadır. Onlar size her şeyin yolunda olduğunu söyler. Bu durumda kördüğümü çözmek politikacılara, hukukçulara ve halka kalır.

Herkesin elinde bir cep telefonu olduğunu varsayarsak halkın ihtiyatlı davranmadığını söyleyebiliriz. Bu yüzden de toplu ölümler veya hastalıklar ortaya çıkana kadar topyekün bir itiraz görmek biraz hayal. Yine de ihtiyatlı davranıp, baz istasyonlarının sayısının, yaydıkları elektromanyetik radyasyonun sınırlandırılmasını isteyebiliriz. Eliniz de hiç olmadığı kadar güçlü çünkü Çevre Mühendisleri Odası (ÇMO) ve Tüketici Hakları Derneği’nin bu yönde yaptığı başvuru Danıştayca haklı bulundu. Danıştay 13. Daire Başkanlığı’nın kararına göre, insanların ikamet ettiği yaşam alanlarına, eğitim kurumları ve çocuk parklarının çevresine baz istasyonları ile televizyon ve radyo vericilerinin montajı yapılamayacak. Eğer okul, çocuk parkı gibi yerlerde baz istasyonu varsa hemen kaldırılması gerekiyor. Baz istasyonlarının tartışmalı limit değerleri de Danıştay kararıyla iptal edildi. ÇMO, baz istasyonlarının yeri kadar yaydıkları alan şiddetine de dikkat çekiyor. Türkiye’nin uyguladığı limit değerin 41 volt/metre olduğunu belirten ÇMO Avusturya-Salzburg‘da limit değerin 0,6 volt/metreye kadar indirildiğini söylüyor.

Avrupalılar cep telefonu kullanmıyor mu? Oralarda baz istasyonları yok mu? Kent içinde baz istasyonları var mı? Üç sorunun yanıtı da evet. Peki, neden orada daha az gürültü kopuyor? Birkaç nedeni var. Bizim yer seçimiyle ilgili bir sorunumuz var. Cep telefonu ve baz istasyonlarının özellikle hamile kadın ve çocuklardan uzak tutulması gerekiyor. Çocukların beyin dokularının daha emici, kafataslarının daha ince olduğu unutulmamalı. Bizde ise tersi oluyor, parklar, okul bahçeleri hatta hastane yakınlarında baz istasyonları var.

İkincisi çarpık kentleşmeyle ilgili. Baz istasyonları uzakta olamıyor çünkü radyo vericileri gibi sadece sinyal göndermiyor, alıyor da. Her baz istasyonunun yaklaşık 100 abone konuşturma kapasitesi olduğu düşünülürse, nüfus yoğunluğunun çok olduğu yerlerde daha çok baz istasyonu gerekiyor. Kent nüfusu dağılmış olsaydı, sokaklar düzgün planlansaydı baz tehlikesi azalacaktı. Kalabalık yerlerde baz baskısına bir de kablosuz internet ağları eklendi. Risk arttı. 4,5’tan 4 alan yeni şebeke(4,5G) için 30 bin yeni baz istasyonu da yolda. Yakında kentlerde ağaçtan çok baz istasyonu göreceğiz.

Üçüncü sorunumuz ise bağımsız bilimsel kuruluşların ve denetimlerin olmaması. Almanya’da 2010 yılında yayımlanan bir çalışma[1], düşük cep telefonu sinyallerinin bile farelerde tümöre neden olduğunu ortaya koydu. Bizde böyle araştırma yapan hocayı üniversiteden atar, fareyi de vatana millete ihanetten içeri tıkarlar.   

[1] Indication of cocarcinogenic potential of chronic UMTS-modulated radiofrequency exposure in an ethylnitrosourea mouse model

Genetiği değiştirilmiş medya ve yazarları

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Eylül 2012

Genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) konusu gündemde ancak sorun yeni değil. GDO’ları savunan cephe yıllardır Türkiye pazarına girmek için uğraşıyor. GDO’lu hayvan yemi ithalatına izin verilmesiyle kapıyı araladılar. Gıda amaçlı GDO ürünlerinin ithalatı gerçekleşseydi, GDO’lu tohum ekimine giden yolda engel kalmayacaktı. Neyse ki, hem Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker hem de bazı üreticiler sağduyulu davrandı ve Türkiye Gıda ve İçecek Sanayi Dernekleri Federasyonu 29 adet GDO’lu ürünün ithalatı için Biyogüvenlik Kurulu’na yapığı başvuruyu geri çekti.

GDO karşıtları ve sofrasındaki yiyeceğin güvenli olup olmadığından emin olmak isteyen halk bir nefes aldı ama bu fırtınadan önceki sessizlik. Türkiye gıda pazarı çok uluslu şirketlerin kolay kolay vazgeçemeyeceği kadar büyük kârlar vaat ediyor. Tartışma sürecek ve her iki taraf da kamuoyu yaratmak amacıyla medyayı kullanmaya çalışacak, oyunun kuralı bu. Türkiye pazarının peşindeki şirketlerin sermayeyi ellerinde tutmaları ve reklam veren konumunda olmaları nedeniyle avantajlı oldukları söylenebilir. Etik değil ama alıştırıldığımız bir durum. Halkın bu koşullarda tek güvencesi “düzenleyici” rolü biçilen devlet ve onun akıl hocası olması gereken bilim. Bu iki odağın (devlet ve bilimin), sermayenin parasal ve dolayısıyla politik gücünden etkilenmemesi gerekiyor. Tam da bu noktada hem bilimin hem de medyanın kendilerini nasıl tarif ettikleri, üzerlerine düşen rolü ne kadar iyi kavradıkları bir başka sorun.

Hürriyet Gazetesi yazarı İsmet Berkan’ın GDO’yu öven yazıları, işte yukarıda belirttiğim bu soruna işaret ediyor. Berkan, GDO’ların zararlı olduğu savının aynen cep telefonu veya evimizde kullandığımız kablosuz internet bağlantısının kansere yol açtığı inancı gibi henüz ispatlanmamış olduğunu söylüyor. Hem cep telefonlarının hem de GDO’ların insan sağlığına zarar verdiğini ispatlayan onlarca çalışma olduğunu belirteyim ama Berkan’ın asıl hatası bu değil. Berkan,“…bu telefonların hizmete girdiği son 20 yıl içinde beyin kanseri oranlarında anlamlı bir artış olmadığı da ortada. 20 yıl kısa bir süre değil ama bu dediğim bu kanıt hiçbir zaman bulunmayacak anlamına da gelmez; bakarsın bir gün elektro manyetik dalgaların bazı kanserlere yol açtığı gerçekten kanıtlanabilir” diyor. İşte asıl sorun bu yanlış düşünme tarzını doğruymuş gibi yazabilmekte.

Bu satırları, arada sırada da olsa bilimle ilgili yazılar yazan birinin yazması ise durumu daha da vahimleştiriyor. İhtiyatlılık ilkesini hiçe sayan bu duruş, tam da şirketlerin hayalini kurduğu bir gazeteci duruşu olmalı. Bu ülkede, gazetecilerin “haktan ve halktan yana olma tavrı” elbirliğiyle “tu kaka” ilan edileli çok oluyor. Şimdi aynı senaryo bilim insanları için devrede. Bu tehlikeye dikkat çekmek amacıyla 25 Eylül 2011 tarihinde BirGün’deki bu köşede bakın neler yazmıştık:

Bilimin en önemli ilkelerinden biri, “ihtiyatlılık ilkesi” hiçe sayılıyor ve unutturulmak isteniyor. İhtiyatlılık ilkesi şunu söyler. Bir eylem ya da politik karar çevre ve insanlar için şüpheli sonuçlar doğurma olasılığına sahipse ve bilim insanlarının bu konuda ortak bir kararı yoksa bilim tavrını eylemsizlikten yana koyar. Yani, risk almaz. Örnek olarak baz istasyonlarını ele alalım. Baz istasyonlarının nüfus yoğunluğunun çok olduğu bölgelerde kurulmasının kansere neden olduğuna dair ciddi araştırmalar varsa bir bilim insanı, “bu araştırmalar yeterli değil o yüzden kullanmaya devam edin” demez, diyemez. Der ise bilimsel kimliği tartışılır. Çünkü asıl ispatlanması gereken baz istasyonlarının insan sağlığına etkisinin olmadığıdır. Bu ispatlanana kadar baz istasyonlarına ihtiyatlılık prensibi gereği şüpheyle yaklaşılır. Kullanımı kısıtlanır.

İhtiyatlılık ilkesi çevrecilerin uydurduğu, görmezden gelinecek bir kural değildir. 1992 yılındaki Dünya Zirvesi'nin sonunda açıklanan Rio Bildirgesi'nin 15. maddesi bu ilkeye ayrılmıştır. 15. madde şöyle der: “Çevreyi korumak amacıyla, ihtiyatlılık ilkesi, devletlerce imkanları dahilinde geniş bir biçimde kullanılmalıdır. Nerede ciddi ve geri dönüştürülemez bir tehlike varsa, tam bilimsel kesinliğin olmaması, çevresel bozulmanın önüne geçecek ekonomik uygulamaların ertelenmesi için bahane edilmemelidir”.

Böylesine uzun bir hatırlatma için özür dilerim ama İsmet Berkan’ın bilerek ya da bilmeyerek düştüğü tuzak bu. 20 yıl sonra falanca şirketin, “ürettiğimiz cep telefonları kanser yapıyormuş, özür dileriz” demenin kaç hayata mal olacağını iyi düşünmek lazım. İnsan veya diğer canlıların hayatı, üzerine bahis koyup kumar oynayacağınız bir şey değil. Çok merak ediyorum, bu görüşü savunanlar insanların şirketler için kobay olarak kullanıldıklarının farkında mı? Açık ve net olan şu: GDO’ya karşı çıkanların, genetiği değiştirilmiş ürünlerin zararlı olduğunu kanıtlama yükümlülüğü yok tam tersine GDO’yu savunanların GDO’ların asırlar boyunca canlılar için bir tehlike içermediğini bilimsel olarak ispatlama zorunluluğu var. Doğada var olmayanı doğaya monte etmeye çalışan onlar. Bence, doktorlar için “Hipokrat yemini” neyse bilim insanları için “ihtiyatlılık ilkesi” de odur. Sadece ben böyle düşünmüyorum tabi. Avrupa Birliği 2000 yılında ihtiyatlılık ilkesini benimsemiş ve çevre korumasında izlenmesi gereken bir yol olarak kabul etmiştir. İlgilenenler Lizbon Antlaşması’nın 191. maddesine bakabilir.

Bilimin tersyüz edilmesi çabaları nedeniyle sorulması gereken asıl soru da gözden kaçıyor. GDO’lar olmazsa aç mı kalacağız? Tabi ki hayır. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek var. Bunu, kimi zaman GDO lehine açıklamalar yapan FAO ( Dünya Gıda Örgütü) bile söylüyor . Dünyada herkese yetecek gıda var ama herkesin o gıdaları alacak parası yok. Sorun burada. Şirketlerin derdi ise başka. Genetiğini değiştirdikleri her tohumu, fabrikadan çıkarılmış bir ürün gibi patentini alarak tüm haklarına sahip olmaya çalışıyorlar. Asıl mesele bu çünkü gıda tüketicilerin muhtaç olduğu bir ürün ve her gelir grubunun zorunlu tüketim ürünleri asında yer alıyor.

Ne gariptir ki, bugün doğal olanı savunanlar neden doğalı savunduklarını açıklamakla suçlanılıyor. Medya da bu garipliğe işaret edeceğine, kâr peşinde koşan şirketlerin yoluna ışık tutuyor. Genetiği değiştirilmiş organizmaların bir yan etkisi de genetiği değiştirilmiş gazeteciler yaratması olabilir mi acaba?