Behzat Ç. RTÜK’ü nasıl atlatır

Behzat ve arkadaşları toplumun genel ahlak kurallarına uyum sağlamak ve polislik mesleğine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmak için arada bir yoldan geçen vatandaşları darp edebilirler. Sonra da darp ettikleri kişiye dava açarak ondan şikayetçi olabilirler.

 Özgür Gürbüz-Birgün/8 Temmuz 2012

Son yıllardaki yerli dizi salgını Behzat Ç. 'yi saymazsak beni teyet geçti. Bu yüzden yaz gelince dizilere ara verildiğini Behzat Ç. sayesinde öğrendim. Sezon finali denen bir şey varmış.  Sezon finali olunca oyuncular ve peşlerinde koşturan magazin muhabirleri, cümbür cemaat tatile çıkıyormuş. Milletin ayılıp bayıldığı dizi oyuncularını bu süre boyunca ekranlardan değil magazin haberlerinden takip ederek hasret gidriyorsunuz. Bizim komiser ve arkadaşlarının böyle bir lüksü yok, hepsi devlet memuru olduğu için tahminen magazin muhabirlerinin ana vatanı Bodrum’a pek gidemiyorlar. O yüzden içimdeki hasret büyüdükçe büyüdü ve kalemime vurdu.

Star TV'nin sitesinden alınmıştır.
Zaten para olsa bile Behzat Ç. ve arkadaşlarının tatile gidecek durumları yok. Duyduğuma göre peşlerine RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu) takılmış. Daha bir hafta önce dizinin yayınlandığı televizyona 1 Nisan’daki bölümde çok içki içildi diye para cezası kesmişler. Söz konusu dizide Komiser Behzat ile Savcı Esra evleneceklerini açıklıyorlar bunu da arkadaşlarıyla kutlamak için içiyorlar. Kutlamayı sıkma portakal suyu yanında güllü lokumla yapmamaları RTÜK'ü rahatsız etmiş olmalı ama evlilik kararı alanlarda bu gibi yan etkiler görülüyor. Bazıları, “ben nasıl böyle saçma bir işe giriştim” diyerek kederden, bazıları da etraftaki akraba ve arkadaşların dolduruşuna gelip, iyi bir halt ettiklerini düşünerek mutluluktan içiyor. RTÜK’ün toplumun gelenek ve göreneklerine daha saygılı olması lazım. Hem, söz konusu bölümde sadece 17 dakika içmişler. Evlendikten sonra o imzayı unutmak için hayat boyu içen birçok kişi tanıyorum; bence 17 dakika az.

RTÜK bununla da yetinmemiş, “Dizide ana karakterler birbirine ‘Lan’ diye hitap etmekte, argo ve küfürlerden bazıları biplenmekte geç kalındığı için açık olarak anlaşılmaktadır. Toplumda belli bir saygınlığı olan komiserlik, savcılık ve polislik görevindeki ana karakterlerin alkol kullanma, kaba ve küfürlü konuşma gibi çocuklar ve gençler açısından olumsuz örnek oluşturabilecek nitelikteki davranışları, özensizce ekrana taşınmaktadır” demiş. Söz konusu kanalın Mart ayı gelirinin yüzde 1’i oranında ceza kesilmiş. Bu ilk ceza değil…

Vallahi ben Behzat Ç.’yi seviyorum. Bunda yazar Emrah Serbes'in payı çok büyük. Behzat'ın dili Ahmet'in, Hüseyin'in dili. Serbes, Bant Dergisi'nde yayımlanan söyleşisinde Barış Kaya'nın “iyi diyalogların sırrı nedir” sorusuna, “Beş sene boyunca çeşitli gazete ve dergilere röportajlar yaptım. O süreçte Türkçenin yazıldığı gibi konuşulan bir dil olmadığını öğrendim. Yani konuşma dili diye bir şey var. Bu da insanların insan gibi konuştuğu, dertlerini en pratik şekilde anlattıkları, edebiyat paralamadıkları bir dildir” yanıtını veriyor. Gerçeğe bu kadar yakın bir dile RTÜK kızıyor, uygun bulmuyorsa bence cezayı Milli Eğitim'e kesmeli. Bu dili öğreten onlar. Bu saçma durum canımı sıktığı için Behzat ve arkadaşlarına RTÜK’ten kurtulmaları için yardım etmeye, bazı önerilerde bulunmaya karar verdim. Dizinin toplumda kabul gören gelenek ve göreneklere biraz uyum sağlaması halinde RTÜK peşlerini bırakacaktır.

Öncelikle şu “lan” kelimesinden kurtulmak lazım, belli ki RTÜK bu kelimeyi sevmiyor. Türkçe’de alternatif çok. “Lan” kelimesi yerine, “Oğlum bak git” denilebilir; “bi takla at” veya “ananı da al git” kullanılabilir. Bunlar toplumun saygın kişileri tarafından da telaffuz edilen kelimeler olduğu için RTÜK Behzat’a ceza kesemez.

Behzat ve arkadaşları toplumun genel ahlak kurallarına uyum sağlamak ve polislik mesleğine gölge düşürecek hareketlerden kaçınmak için arada bir yoldan geçen vatandaşları darp edebilirler. Sonra da darp ettikleri kişiye dava açarak ondan şikayetçi olabilirler. Böylece dizi gerçek hayata daha fazla yaklaşmış olur.

Behzat Ç.’de malum bazı arkadaşlar evlilik öncesi flört ederek toplumun ahlakını derinden etkileyebilecek davranışlarda bulunuyorlar. RTÜK de haliyle kızıyor. Dizideki arkadaşlar muhtemel hayat arkadaşlarını tanımak için fört etmek yerine en sevdikleri kişiyi resmi nikahla kendilerine eş alabilir, uygun başlık parasını faizsiz kar payı veren bir kuruma yatırarak gelinin babasına günahsız yüksek kazanç ylu açabilirler. Daha az sevdiklerini ise imam nikahı yoluyla hayatlarına katabilirler. Hoş bir şey değil ama 'RTÜK baskısından' kurtulmak için işe yarayabilir. Ne de olsa memlekette böyle örnekler var ve kimse bir şey demiyor. Halkın kızmadığına RTÜK kızacak değil ya!

Behzat Ç. ve arakadaşlarını hep işte görüyoruz. Ercüment’in peşinde, mafyanın izinde ve derin devletin karşısında. Dolayısıyla RTÜK sıkılıyor. Biraz hayır işi hem diziye iyi gelir hem de RTÜK’ün gözüne girmenizi sağlar. Behzat ve arkadaşları Pakistan ve müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu diğer ülkelerdeki insanlara yardım etmek amacıyla emniyette bir bağış kampanyası düzenleyebilir. Hatta bunun için Almanya gibi ülkelerde şubeleri olan bir dernek kurabilirler. Gelen paranın bir bölümünü de kırışırlar; Harun'un kredi kartı borcu ödenir. İçimden bir ses, bu tip bağış kampanyalarının televizyon aracılığıyla desteklenmesine RTÜK'ün sıcak bakacağını söylüyor. Behzat Ç. ye bakış açıları değişir, kim bilir belki kendisine iş bile verirler.

RTÜK’ü rahatsız eden bir başka nokta ise Behzat ve arkadaşlarının sık sık Ankara havası çalan, pavyon gibi yerlere gitmesi. Bunun da kolayı var. Televizyonlarda çok sayıda pavyon tadı veren program var. Ankara havası ve daha birçok hava eşliğinde göbek atanlar, dansözler, izleyicilerden piste inenler her akşam televizyonlarda boy gösteriyor. Pavyonda her gece kavga çıkmaz, televizyonlardaki tartışma programlarında, Meclis'te çıkıyor. Behzat ve arkadaşları dışarı çıkmasın zaten kışın Ankara soğuk. Evde televizyon başında aynı ortam yakalanabilir. Çalan hava aynı, mekân ev ortamı olduğu sürece de RTÜK Behzat’a kızmaz, ceza yağdırmaz. Türkiye'de işin sırrı budur. Ne yaparsan yap ama kapalı kapılar ardında yap.

İçki meselesi ise en kolayı. İçki reklamı zaten yasak, RTÜK’ün ekrandan koku alma becerisi yoksa içilenin alkol olduğunu aslında tahmin ediyor olmalı. Yapılması gereken her içki sahnesine kısa bir diyalog yazmak. Örnek vereyim: Behzat ile Harun parkta otururlar. Behzat bira şişesine benzeyen şişeden bir yudum alır. Harun sorar, “Amirim nedir o?” Behzat yanıtlar: “Portakal suyu”. Harun, “haa” der ve iş biter. Artık içilen portakal suyudur. Bütün ülke öyle yapmıyor mu, kime sorsan içkiyi ağzına koymuyor ama üfleyince iki promil alkollü çıkıyor.

Uzun lafın kısası Behzat Ç.'nin biraz takiye yapması, oportünizmi esas alması şart. Memleketin karakteri böyle. Karakter kolay kolay değişmez Behzat komiserim, daha çok sezon lazım.     

Bazı çarpıtmalar

Bu metin vermek zorunda olduğum bir yanıtın olabilecek en kısa hali. Kurucusu olduğum Yeşiller Partisi'nin bu hale gelmesinde mutlaka benim de bir payım vardır, herkesten özür dilerim.

Özgür Gürbüz/8 Temmuz 2012

Gazetecilikte çok sık rastladığımız bir durum var. Ne zaman biri yazısına, “hakkımdaki doğruları yazıyorum, falanca yerde çıkan çarpıtmalara inanmayın” diye başlasa bilin ki büyük bir olasılıkla çarpıtmanın Allah'ını o yapacaktır. Çok sık karşılaşırız bu durumla. Yeşiller Partisi'nden(YP) Ümit Şahin de Yeşil Gazete de yazdığı “Bazı Gerçekler” yazısında aynen böyle yapmış. (http://www.yesilgazete.org/blog/2012/07/06/bazi-gercekler/) Ümit Şahin gibi çok uzun bir yazı yazıp kafanızı karıştırmaya çalışmayacağım. Belge ve bilgilerle Şahin ve bazı partili arkadaşların bana yönelik iftiraya varan iddialarına yanıt vereceğim. Gördüğüm kadarıyla ekoloji/çevre hareketindekiler zaten olan bitenin farkında.

Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi nasıl delindi?

Yazısında iktidar heveslisi olmadığını söyleyen Ümit Şahin'in Yeşiller Partisi'nin dört yıllık (48 aylık) tarihinde 33 ay eş sözcü olarak görev yaptığını belirtsem herhalde oynanan komedi çok açık bir şekilde görülebilir. Daha da neşelenmeniz için Ümit Şahin'in partinin sorunlarını tartışmak yerine, beni hedef alan yazısında yazdığı şu cümleyi de ekleyeyim: “Eş sözcülerden biri olarak anılan kişi her seferinde benim”.

Şahin, belge olarak koyduğu 2010 yılında değiştirilen tüzükte yazanları okumuyor sanırım. Yazısında da yer alan ilgili tüzük maddesini son halini aynen yazıyorum:
2010 değişikliğinden önceki YP tüzüğü
(Madde 19-d): Eş sözcü görev süresi, rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı geçemez. 2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin bitiminin üzerinden 2 yıl geçmeden tekrar aynı göreve aday olamaz. 1 yıldan az görev yapma hakkı kalmış bir üye eş sözcülük için tekrar aday olamaz.

Bu maddeyle YP açıkça diyor ki, 2 yıl eş sözcülük yapan 2 yıl bekleyecek. Bu ne demektir? 48 aylık bir dönemde aynı kişi iki kez eş sözcü olamayacak demektir. Yeşiller, aynı kişinin partide sürekli eşsözcü olmasını sakıncalı gördüğü için bu maddeyi koymuş olmalı.Peki ya sonuç? Ümit Şahin 4 yıllık sürenin 2 yıl 9 ayı boyunca eş sözcü olmuş. Yazısında var, okuyun. Ve hâlâ, hiç çekinmeden, Yeşiller Partisi'nde rotasyon ilkesi ihlal edilmemiştir diyor. Alın size bir Ümit Şahin yöntemi: Eş sözcü ol, iki yılı doldurmadan istifa et, arada birileri göreve talip olsun ve onlar istifa edince tekrar eş sözcü ol!

Bu maddenin ilk tüzükteki hali ise şöyleydi: 19.d Eş sözcü görev süresi rotasyon ilkesi gereği aralıksız 2 yılı geçemez. 2 yıl aralıksız görev yapmış bir eş sözcü görev süresinin bitiminin üzerinden 4 yl geçmeden tekrar aynı göreve aday olamaz.
Çıkarılan maddenin olduğu YP'nin ilk tüzüğü

Süre iki değil dört yıldı. Bir de parti kuruluşu öncesi ilgili maddeye eklenmesi için yaptığım öneri ve Ümit Şahin ile arkadaşları tarafından kabul edilmeyip tüzükten çıkarılan, “Görev süresi bitmeden istifa eden bir eşsözcü, istifa ettiği tarihin üzerinden dört yıl geçmeden tekrar aday olamaz” maddesi var. Bu maddeyi ben, tam da bu tip “uyanıklıkların” önüne geçilmesi için önermiştim. Altıncı his olsa gerek. Ekte orijinal belgede “silinmiş” bu değişikliği görebilirsiniz.

Daha bitmedi. Ümit Şahin, yazısında yine o “imrendiğim” cesaretiyle şunları yazmış:

Ben Yeşiller Partisi’nin 30 Haziran 2008’deki kuruluşu sırasında 40 kişilik Kurucular Kurulu tarafından Bilge Contepe ile birlikte eş sözcü seçildim. O zaman aday olmak durumunda kalmam 40 kişilik kurucular kurulundaki arkadaşlarımızın çoğunluğunun Bilge Contepe ile ikimizin kuruluş döneminde toparlayıcı olacağımızı düşünmeleriydi. Ancak ben o günlerde, özel ve mesleki nedenlerle, 2 yıl boyunca bu görevi üstlenebilecek durumda değildim. Benim adaylığım söz konusu olunca, kurucu arkadaşlarıma ancak şartlı olarak aday olabileceğimi, bu görevi ancak kuruluşta, parti kurulduktan sonraki 6 ay boyunca yapabileceğimi, 6 ay sonra başka bir arkadaşımın kalan 1,5 yıl için tekrar seçilmesi gerekeceğini söyledim (ilk Büyük Kongre kuruluştan 2 yıl sonra yapılır). Kurucu eşsözcüler olarak Bilge Contepe ve ben en uygun ikili olarak görüldüğümüz için (tabii herkes tarafından değil, ama çoğunluk tarafından), arkadaşlarımız bu biraz sıkıntılı şartımı kabul etmek zorunda kaldılar.

Daha sonra da şunu: “Üstelik partinin kurulmasından hemen önce partili arkadaşlarımla (ve kendisiyle de) MYK’ya kimler girecek, kim eşsözcü olacak gibi konularda yaptığım konuşmaları ve görüş alışverişlerini “kulis faaliyeti” sayıyor.

Şimdi daha iyi anlıyorum ki, biz partinin kuruluşunda eş sözcü ve yönetimle ilgili seçimleri boşuna yapmışız. Gizli oylama, adaylar vs hepsi birer yalanmış... Meğer Ümit Şahin arkadaşımız diğer arkadaşların isteğiyle seçimden önce eş sözcülüğe razı edilmiş. Ben de figüran gibi gidip oy kullanmışım! Şahin kulis yapmamış ama arkadaşlarıyla yaptığı sohbetlerde ben eşsözcü olurum, beni seçin ama 6 ay sonra bırakırım demiş. Pes!

Şahin'in beni “kurgulamakla” itham ettiği “iktidar hevesini” umarım görebiliyorsunuz. Partinin EDP ile birleşme kararını aldığı zamanın Şahin'in eşsözcülük süresinin sonuna gelmesi, artık herhalde kaçamayacağı rotasyona denk düşmesi de sanırım takdir-i ilahidir. Amaç anlatıldığı gibi partiyi büyütmek değil, kontrolde olmayan hantal yapının devridir. Şimdi birleşip, büyüyoruz diyenler biz daha önce partinin iktidar hedeflemesi gerekir dediğimizde karşımıza çıkarlardı. Parti içindeki yazışmaları okuyabilseniz durumu daha iyi göreceksiniz tabi. YP tüm bu yazışmaları halka açsa ya, “zombi” lakaplı solcuları, Suriye meselesinde olan biteni, partiyi yetmez ama evetçilerin ele geçirip geçirmediğini herkes görsün. Ben bu kararı desteklerim. Cesaretleri varsa yahoo group'taki tüm yazışmaları halka açsınlar.

Ümit Şahin "sitemlerini" kadın örgütlerine de yazsın

Ümit Şahin Nişanyan meselesinde savunacak bir tek argümanı kalmamış olacak ki, beni Agos düşmanı olarak göstermeye çalışmış. Bunu yaparken o zaman Mahçupyan'a karşı kampanya yapan kadın örgütlerini de aynı kefeye koyduğunun farkında değil tabi. İktidarın taktiklerini aynen kullanıyor Şahin, belden aşağı vurmalar, iftiralar. Bakalım evimden sahte CD de çıkacak mı? Bu kadar düşeceklerini açıkçası ummazdım. Üç hafta önce blogumda Alper Akyüz'e yanıt verirken aynen şunları yazmıştım, Şahin bunları okumasına rağmen iftiraya devam etmiş:

Bütün kadın örgütleri karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Nişanyan'ın Agos'ta yazmaması için kampanya yaparken Yeşiller neredeydi? Tam o esnada hiçbir şey olammaş gibi Agos'tan konuk çağırmakta ısrar etmek ne kadar anlamlı? Kadın örgütlerine direnen ve Agos gibi Hrant Dink'in imzasını taşıyan çok değerli bir gazeteyi lekelediğini düşündüğüm bu kişiye sahip çıkan Etyen Mahçupyan'ın Yeşil Gazete'de sürekli yazılarının yayımlanması bir tesadüf müdür? Gazeteci arkadaşlarımız içerdeyken onlar hakkında korkunç yazılar yazan (bkz. Koray Çalışkan ne diyor: http://www.medyaradar.com/haber/medyagunlugu-75732/gazeteciler-iceri-atilirken-etyen-mahcupyan-iftira-atiyor.html ) Mahçupyan'ın yazılarını Yeşil Gazete'de yayımlamaktan neden çekinmediniz? Partinin bir çizgisi yok mu? Örneğin birisi bireysel silahlanmayı savunsa, ona da farklı görüş diye yer verecek misiniz? Bu konudaki itirazları neden görmezden geldiniz? Onlarca farklı örnekte olduğu gibi, yetmez ama evetçi herkesi korumayı kendinize neden misyon edindiniz?

Agos için ne düşündüğümü bütün gazeteci arkadaşlarım zaten bilir, üç hafta önce de, yukarıdaki yazıda yazmışım. Şahin bana kadın örgütleriyle aynı tavrı aldığım için mi kızgın yoksa AKP yanlısı bir liberalle aynı düşüncüleri paylaşmadığım için mi pek anlamadım? Bence ikisi de suç değil. Kendisi Mahçupyan'a sempati duyuyorsa, bu onun problemi. Bunu yaparsam ben yazdıkları için içeri düşmüş gazeteci arkadaşlarımın yüzüne bakamam.

Kyoto meselesi

Önce Ümit Şahin'in yazdıkları:“Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması talebinin ortaya atılmasına Özgür Gürbüz’ün en baştan karşı olmasına dayanıyor. Çünkü Türkiye’nin Kyoto’yu imzalaması için kampanya yapılması fikrini 2005 yılında ilk ortaya atan (en azından bizim çevrelerde) bendim”.

Ne yazsam bilemiyorum. 2004 Ocak ayında Greenpeace'te küresel ısınmayla ilgili kampanya yapmaya başladık. Ben de Greenpeace'te enerji kampanyası sorumlusuydum. Bu Türkiye'de Küresel Isınma'yla ilgili ilk kampanyaydı ve KEG daha ortada bile yoktu. Benim Türkiye'nin Kyoto'ya imza atmasına karşı çıktığım ise külliyen yalan. Her televizyon programında, onlarca makalemde bu talebi hep dillendirdim. İşte bir tane örnek, yazının sonuna doğru, göreceksiniz:


Kyoto Protokolü'nün imzalanması için yıllarca çeşitli kampanyalarda görev aldım. Sadece Türkiye'de değil, 2000'lerin başlarında İngiltere'de okurken de iklim değişikliği ve Exxon Mobil'e karşı kampanyalarda gönüllü görev aldım. Benim kaygım, KEG'in kitleleri sokağa çkarma temelinde yürüttüğü iklim kampanyasının Kyoto imzalansın hedefine kilitlenmesiydi. Türkiye Kyoto'yu imzalasa dahi, aynı bugün olduğu gibi, gelişmiş ülkelerin ortada olmaması nedeniyle iklim değişikliği sorunu çözülemeyebilir ve biz harekete kattığımız tüm kitleyi bir yılgınlığa iteriz demiştim. Farklı düşünmeme rağmen kampanya boyunca çalıştım, kimseyi yarıda bırakmadım. Eylemcilere defalarca enerji ve iklim değişikliği eğitimleri düzenlendi, onlarca sunum yaptım. Ne yazık ki korkulan oldu. KEG, Yeşiller ve Greenpeace'in düzenlediği son iklim mitingine gelen 100 civarı kişi herhalde bu kaygılarımın haksız olmadığını gösteriyor. Benim o zamanki önerim, bir termik santralin hedef alınmasıydı. İnsanlar bir termik santral projesini engellediklerini görürlerse motivasyonları artar, kampanya hız kazanır diyordum. Bugün Gerze'de sonra Amasra'da da termik santrale karşı elde edilen başarı tam da bu zincirleme etkiye işaret ediyor. Kampanyayı doğru kurgulasaydık çok daha önce bu süreci başlatmış olabilirdik. 170 bin imza topladık ama boşa gitti.

Çünkü Türkiye Kyoto'yu imzalasa da, Ümit Şahin tarafındam yazılan şu talihsiz yazıda aksi iddia edildiği gibi (bkz: http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=881723&CategoryID=99 ) bir yükümlülük ve sınırlamalarla karşılaşmayacaktı. Teknik bir bilgiden bahsediyordum, çok net ve açık. Hatta durum ortada. Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve aynı zamanda onlarca köprü, termik santral ve otoyola da imza attı.

Bakınız, Kyoto Protokolü'nün 2.1 maddesi, Ek-I taraflarının 3. maddede belirtilen yükümlülüklerini yerine getirmek için yapabilecekleri çalışmaları özetlemektedir ve Ülkelere yardımcı olmak amacıyla hazırlanmıştır. Kyoto Protokolü'nün yaptırımları sadece Ek-B listesinde belirtilen hedeflere varılıp varılmaması halinde geçerlidir ve 2.1 maddede belirtilen önlemlerin birinin ya da bir kısmının uygulanmasını değil, ülkenin 2008-2012 toplam salımların 1990 yılına göre Ek-BDe belirtilen oranda azaltılıp azaltılmamasıyla ilgilidir. hedefe ulaşılamaması halinde en büyük yaptırım, ilgili ülkenin bir eylem planı belirlemesi ve 2012 sonrası dönemdeki yükümlülüklerinin %30 artırılmasına yöneliktir. Türkiye EK-B listesinde yer al-mı-yor! 10 yılda, bunu sözde iklim kampanyası yapanlara anlatamadıysak kime anlatacağız açıkçası ben de bilmiyorum.

Bu vesileyle Kyoto Protokolü'nün maddelerini de ileteyim. Bu kadar yazışma en azından bir işe yarasın:


Yukarıda yazdığı gibi, “Türkiye Koyoto'yu imzalarsa otoyol yapamaz” gibi demeçlerin doğru olmadığını (Türkiye'de hatırı sayılır, köprü ve otoyol yapımı sürmektedir), Protokol'ün ilgili maddesini de parti içinde paylaşarak gösterdiğimde partiden kimsenin Ümit'e hatalısın dememesi manidardı. O zaman bazı şeylerin ters olduğunu iyice anladım. Bugün beni mertçe bir eleştirim yüzünden eleştiren yeşil arkadaşların hiç sesi çıkmadı. Son olarak Ümit Şahin'in söz konusu düzeltmeme yanıtını da burada paylaşayım:

Ben İstanbul Universitesi Iletisim Fakültesi’nde son siniflara cevre haberciligi dersi veriyorum. Bazilari stajyer olarak calisan, bazilari yakinda muhabir olacak olan gazetecilere cevre konularina, enerjiye, iklim degisikligine vb. nasil yaklasmalari, gercegi nasilaramalari gerektigini ögretmeye calisiyorum. Bu konuda kimsenin verecegi derse ihtiyacim yok.

Senin deyiminle Allah selamet versin.

Umit”

Halk oylaması meselesi

Bu konuyu daha önce açıklamıştım ama Ümit'in tarzıdır, yanıtlar hoşuna gitmeyince yanıt verilmemiş gibi yapar. Aslında tüm tartışmaların altında bu referandum meselesi yatıyor. Ben hayır denmesi taraftarıydım ve bunu var gücümle parti içinde dile getirdim. Partinin liberal kanadınca bu tavrım hiç hoş karşılanmadı ve süreç bugünkü karalama kampanyalarına kadar geldi. O tarihte yazdıklarım için bugün parti içinden bazı arkadaşlar bana teşekkür ediyorlar.

Bu konuyla ilgili açıklamam aşağıda ama daha önemli bir noktaya dikkat çekmem gerekiyor. Şahin'in yazısında bahsettiği ancak kim olduğunu açıklamadığı Noyan Özkan, elbette ki sözlerini dikkatle incelediğim bir hukukçudur. Evet, Ümit Şahin belirtmemiş(?), Özkan eski İzmir Baro Başkanı ve Türkiye çevre hareketi avukatlarının en kıdemlilerindendir. Bu görüş sadece ona ait de değildi. Ümit okumak istememiş olabilir ancak parti listesine birçok hukukçu tarafından kaleme alınmış uyarı niteliğindeki benzer yazılar gönderildi. Çevre mücadelelerinde yıllardır avukatlık yapan arkadaşlar birçok defa halk oylaması sonrası süreçle ilgili sitemlerini ilettiler. Cihangirli Yeşiller farklı düşünüyor olabilir ama Anadolu'da HES'lerin, termik santrallerin peşinde koşan avukatlar çok dertli. Şahin'in “Referandumdan sonra da çok sayıda yürütmeyi durdurma ve iptal kararı verildi” diyerek hükümete bir anlamda destek verdiği bu yorum anlamlı. Geçiştirmeye çalıştığı sorun birkaç mahkemeyi değil yargının üst kademelerini ilgilendiriyor. O yüzden Danıştay Başkanı'nın demecine dikkat çektim. Kimse bu laf oyunlarına kanmaz, yapmayın.

Yeşiller Partisi'nin birçok çevre tahribatına yol çacağı belli olan bu değişikliklere hayır diyememesi kocaman bir ayıp, karar verememesi ise bir başka ayıp tabii. Bu tahribata neden olacağını bilmiyor da değildiler çünkü ben ve birçok kişi parti listesinde defalarca bu uyarıları yaptık. Karşımıza yetmez ama evetçilerin neferliğine soyunmuş, bugün yönetimi hemen hemen ele geçirmiş durumdaki militan kadro çıktı. Biz müdahaleyi yapmasak ibrenin evetçilerin lehine döneceği ortadaydı. Sözde düzeltme metninde haliyle bu ayrıntılar yok. Asıl görülmesi gereken ise şu. Ortada bir soru ve iki yanıt var. Size “evet ya da hayır mı” diye sorulan politik bir soru. Hadi diyelim üçüncü seçenek de var ve onun adı da boykot. Politika yapmak için kurulmuş parti bu soruya ne evet ne de hayır diyebiliyorsa, bu yanıtın boykot anlamına geldiği apaçık ortadadır. Üstelik her değişiklik maddesine açık açık karşı çıkılırken. Yani, maddeler doğru değil diyorsunuz ama yanıtınız bir türlü hayır olamıyor. Benim eleştirim aslında bu noktaya. Hayır demeniz gereken bir soruya, parti yönetiminin yetmez ama evetçi cepheye yakınlığı nedeniyle hayır diyemiyorsa ortada bir sorun vardır. Yeşiller'in malum cepheye yakınlığını anlamak için yaptıkları eylemlerde kimlerle hareket ettiğine bakmanız yeterli. İş sadece referandum işi değil. Bence, yeşiller adını kullanarak başka bir oluşum örgütlenmeye çalışılıyor ancak bu tezimin doğru olup olmadığını görmek için biraz daha beklemek lazım.

Ben evet demediğim halde...”

Ümit Şahin Yeşil gazetedeki yazısında aynen böyle yazmış: “Peki ben evet demediğim halde neden yetmez ama evetçilerin toplantısında boy gösterdim?” Bu da bir köşe yazısı: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=32664

Algıda yanlışlık bulaşıcı olsa gerek. Herhalde Ümit Şahin bu yazıyı zamanında tekzip etmiştir. Bu liste internette aylardır dolaşıyor. Yazı Cumhuriyet'te çıktı. Ben yetmez ama evetçi değilim diye yaptığı tekzip metnini şimdi ortaya çıkarmasını bekliyorum. Zamanında sokaklarda sattığımız Yeşil Gazete'yle ilgisi alakası olmayan ama adını kullanmasına izin verilen bugünkü Yeşil Gazete de tekzibi manşet yapsın.

Son sözüm de bu olsun, hiç kimseden öğrenecek bir şeyi olmadığını söyleyenlerle daha fazla vakit kaybetmemeli.

Küresel ısınmanın kırılma noktası

“Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”.

Özgür Gürbüz-Birgün/1 Temmuz 2012

Evet, itiraf ediyorum bu yazının başlığını bir kitaptan, Ayrıntı Yayınları'ndan 2009 yılında çıkmış James Hansen'in kitabından arakladım. Bu kitap, küresel iklim değişikliği konusunda okunması gereken kitaplar listesi yapılsa hiç kuşkusuz ilk sıralarda yer alır. James Hansen, 23 Haziran 1988 yılında, bundan 24 yıl önce, atmosferde insan kaynaklı seragazı etkisi oluştuğunu ve dünyanın ikliminin değiştiğini söylemişti. Kitapta hem küresel ısınmanın bilimsel gerekçeleri açıklanıyor hem de durumun ne kadar acil olduğuna dikkat çekiliyor. Kitabın üstlendiği ve gözden kaçırılmaması gereken bir diğer misyonu ise iklim değişikliği konusunun politikacılar tarafından nasıl hasıraltı edilmeye çalışıldığını anlatması. Politika yapanlar ve onun arkasındaki güçlerin bilimsel gerçekleri halktan gizlemek için her şeyi göze aldıklarını bilmek ve ABD’de olan biteni Hansen'in kendi kaleminden okumak gerçekten tüyler ürpertici bir deneyim.

James Hansen, ‘NASA Goddard Yerbilimleri Enstitüsü’ Başkanı iken, 1984-1988 yılları arasında tam üç kez ABD Senatosu'nda iklim değişikliğine ilişkin tanıklık yapmış. Amerika'daki sistem gereği, Beyaz Saray İdare ve Bütçe Ofisi'nin (White House Office of Management and Budget) bu tanıklıklara onay vermesi gerekiyormuş. Hansen'ın anlattığına göre NASA Hukuk Bürosu, Bütçe Ofisi ve tanıklık yapan bilim insanı arasında arabuluculuk görevini üstleniyormuş. Yaptıkları sadece arabuluculuk değil tabi, aslında tanığın ne söyleyeceğine de müdahale ediyorlar. Hansen bir defasında Bütçe Ofisi'nin konuşma metninde yaptığı değişikliklere itiraz ettiğini yazıyor. Nedeni çok ilginç. Bütçe Ofisi Hansen'dan araştırmasının sonuçlarını büyük oranda değiştirmesini ve insan kaynaklı iklim değişikliğinden duyulan kaygının azaltılmasına hizmet etmesini istemiş. Ünlü bilim adamı aksi halde tanıklık yapamayacağını anlayınca ısrar edilen üç noktada değişiklik yapmayı kabul etmiş ama pes etmemiş. Daha sonra ABD Başkan Yardımcılığı görevini de yapan dönemin senatörü Al Gore'dan değişiklik yapılan üç konuda kendisine soru sormasını istemiş. Böylece yazılı metinde olmayanları sözlü anlatarak sansürü delmeyi başarmış.

Kolombiya Üniversitesi öğretim üyesi Dr. James Hansen, küresel iklim değişikliğinin durdurulması için kolay okunur bir reçete de sunuyor[1]. Özeti şu: Başta kömür olmak üzere fosil yakıtların (petrol, doğalgaz, katran kumları vb.) kullanımını en aza indirmek.

Kitap hem dönen dolapları hem de işin bilimsel yönünü anlama konusunda bir başucu kitabı. Benim bu kitaptan bahsetmemin nedeni ise başka. Exxon Mobil'in başındaki Rex Tillerson birkaç gün önce iklim değişikliği konusunda çözüm önerilerini açıkladı. Mobil, Fortune dergisinin dünyanın en büyük firmaları listesinde üçüncü sırada yer alıyor. Yılda 354 milyar doları bulan geliri ve 30 milyar dolarlık kârıyla Shell'in hemen arkasında, BP'nin ise önünde yer alıyor. Dünyanın en büyük şirketleri listesi görüldüğü gibi petrolcülerle dolu. Mobil’in ticari faaliyetleri de başta petrol ve gaz olmak üzere enerji alanına odaklanmış. Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Tillerson'a göre fosil yakıtların kullanımını azaltarak iklim değişikliğini durdurmaya çalışmak yerine, değişen hava modellerine uyum sağlamalı ve yükselen deniz seviyesine karşı dev barikatlar kurmakla uğraşmalıymışız. “Hava modellerinin değişimi sonucu tarım ürünlerinin üretim yerlerinin değişmesine uyum sağlayabiliriz” diyen Tillerson, bunun bir mühendislik sorunu olduğunu ve öyle de çözüleceğini buyurmuş. Mobil'in Yönetim Kurulu Başkanı, küresel yoksulluğun iklim değişikliğinden daha önemli bir sorun olduğunu söyleyerek, elektriğe erişimi olmayan milyonlarca insanın fosil yakıt kullanarak hayat kalitesini arttırabileceğini de sözlerine eklemiş.

Tillerson Exxon Mobil’in eski başkanlarına göre farklı bir yol izliyor. Ondan öncekiler iklim değişikliğinin insan kaynaklı olduğunu tümden reddediyorlardı. İklim değişikliğini inkâr politikasını destekliyorlardı. Tillerson ise, durdurmaya çalışmayın, kurtarabildiğinizi kurtarın diyor. Yeter ki petrol, kömür ve doğalgaz tüketimi azalmasın; tüm derdi bu. Durumu o kadar hafife alıyor ki, kızmamak elde değil. Bangladeş'te, tarım ve yaşam arazileri sular altında kalacak milyonlarca insanın nereye ve nasıl göçeceği sizce bir mühendislik sorunu mu? Sular altında kalacak ada devletlerini suyun üstünde tutacak bir mühendislik mucizesi var da ben mi duymadım? Milyonlarca insanın temiz su ihtiyacını karşılayan dağ buzullarının 50 yıl içinde erimesini hangi mühendislik harikası araç durdurabilecek? Mobil'in otomobil yarışlarındaki mankenlere tanıtım amaçlı verdiği şemsiyeleri birleştirsek acaba tüm buzulları gölgede bırakacak dev bir şemsiye yapmamız mümkün olur mu?

Bir de yoksul insanlar üzerinden söylenen sözlerle yapılan çarpıtmalar var tabi. Elektriği olmayan insanlara elektrik götürmek onları mutlu edebilir ama bunu yaparken onları zehirlemek zorunda değilsiniz. Termik santrallerin kömür dağları, küresel ısınma sonucu ortaya çıkacak sel ve kuraklık felaketleri elektrikle gelen mutluluğu alıp götürecektir. Elektrik üretmenin temiz yolları da var ve herkese yeter. Yeter ki tüketim denen canavarı dizginleyebilelim.

Bu yazıya James Hansen ile başladık yine onunla bitirelim. Hansen diyor ki; “Fosil şirketlerinin üst düzey yöneticileri ne yaptıklarını biliyorlar ve işlerin şimdiki gibi sürmesinin uzun dönemli sonuçlarının da bilincindeler. Bana göre, bu yöneticiler insanlığa ve doğaya karşı ağır suçlar işlemekten yargılanabilirler”[2].

Bakalım o günleri görebilecek miyiz?



[1]    Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, James Hansen, Ayrıntı Yayınları. Sayfa: 172
[2]    Küresel Isınmanın Kırılma Noktası, James Hansen, Ayrıntı Yayınları. Sayfa: 6

Sosyal Medya Günü'nde Türkiye "nükleere hayır" dedi

Özgür Gürbüz/1 Temmuz 2012

Yaratıcı Fikirler Enstitüsü'nün sosyal medya günü nedeniyle Twitter üzerinden organize ettiği nükleer enerji tartışması dün gece (30 Haziran) saat 21:00'de başladı. Dün 23:00 sularında twitter'da en çok mesaj atılan konu başlığı #nukleerehayircunku oldu! 1 Temmuz Pazar günü öğleden sonraya kadar nukleere hayır diyenlerin mesajları Twitter'da hep ilk sıradaydı. Mesaj atan, konunun duyulmasını, gündeme gelmesini ve tartışılmasını sağlayan herkese şahsım adına teşekkür etmek istiyorum. Hükümetin açık platformlarda konuyu tartışmakan kaçınıp, kapalı kapılar altında işleri halletme çabalarının boşa gittiği ortada. Umarım hükümet yetkilileri birgün karşımıza çıkacak cesareti de bulurlar.

Dün geceki etkinlikte #nukleereevetcunku diyenler çok ama çok azınlıktaydı. 24:00'de etkinlik bittiğinde oylama şöyleydi:

Nükleer enerjiye hayır diyenler: %93
Evet diyenler: %7


Bence sanal dunya kesin bir yargıya varmak için doğru bir yer değil. Etkinliğin oylamaya kımına odaklanmak yanlış olur. Kamuoyu anketleri zaten Türkiye'de nükleer enerjiye hayır diyenlerin çoğunlukta olduğunu gösteriyor. Önemli olan büyük çoğunluğun duyduğu rahatsızlığı belli etmesi, konuyu tartışma isteğiydi. Nükler yanlılarının ellerinde bir tane ciddi, rakamsal veri olmaması da benim ayrıca dikkatimi çekti.

Galata Kulesi'nde söz alan dört nükleer fizikçi uzmannın açıklamaları da orada etkinliği izleyenlerden tepki aldı. Bilgileri eskiydi, Japonya'daki son durumdan, Fransa'nın aldiğı kararlardan habersiz konuşmalar yaptılar. Nükleer enerjiye karşı olan bizlerin ise moderator Ahu Özyurt'un sorularına net yanıtlar verdiğimizi düşünüyorum. Ben de orada söz aldığım için bu konuda yorum yapmam çok doğru olmaz ancak dinleyenlerin tepkisinden oylamaya benzer bir sonuç alındığı anlaşılıyordu.

Dilim döndüğünce dünkü etkinliği özetlemeye çalıştım. Desteğiniz için tekrar teşekkür ediyorum ve bu vesileyle hepinizi Nükleer Karşıtı Platform'a destek olmaya çağırıyorum. Birlikte mücadele edersek çok daha güçlüyüz, bunu bir kez daha gördük. 

Etkinlik hakkında daha detaylı bilgi için: http://yaraticifikirlerenstitusu.com/

Dünyayı yeşil ekonomi mi kurtaracak?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/29 Haziran 2012

Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi 20 yıl aradan sonra yeniden Brezilya'nın Rio kentinde yapıldı. 20 yıl önceki zirvede yepyeni bir kavramla tanışmıştık: 'Sürdürülebilir kalkınma'. 1992 yılındaki Rio Zirvesi sürdürülebilir kalkınmadan bahsediyordu ama sorunun çözümü için formül çok daha önce Roma Kulübü (Club of Rome) tarafından ortaya atılmıştı. Rio'dan tam 20 yıl önce, dünyaca ünlü üst düzey bürokrat ve bilim insanlarının kurduğu Roma Kulübü hastalığın adını doğru tarif etmişti. Büyüme denen hastalık gezegeni ve üzerinde yaşayan canlıları tehdit ediyordu. 1972 yılında Roma Kulübü'nün çok ses getiren raporunun adı, 'Büyümenin Sınırları'ydı (The Limits of Growth).

Bu rapordan 20 yıl sonra, Birleşmiş Milletler (BM) tarafından düzenlenen, onlarca sivil toplum örgütü ve hükümetler tarafından desteklenen 1992 Rio Zirvesi'nin, belki de bileşenlerinin bağımsız düşünürler kadar özgür olamamasından dolayı büyümeye sınır koymayı telaffüz etmek yerine sadece “sürdürülebilir büyüme” diyebilmesi manidardı. Özetlersek, bu söylem şu anlama geliyordu: “Büyüme kaçınılmaz ancak fabrikaları kurarken ağaç kesmemeye dikkat et, kesersen de yerine yenilerini dikmeyi unutma”. Kesilen ağaçların ormanın bir parçası olduğu, dikilen fidanlarınsa orman olması için yıllara ihtiyaç duyulduğu unutulmuştu. Sürdürülebilir kalkınma denen kavram yaşam pahasına da olsa büyümeyi sorgulamayadığı için bir süre sonra 'bildiğini okumayı sürdürmenin' ta kendisi oldu.

BALIKLARIN %32'SİNİN SOYU TÜKENMEK ÜZERE
1992 yılındaki korkaklığın bedeli ağır oldu. 20 yıl kaybedildi. Bu 20 yıl boyunca onlarca tür yok oldu; su, toprak ve hava kirletildi. 1996 yılında insan faaliyetleri tarafından tehdit edilen hayvan türü sayısı 5 bin 205'ti. Sadece sekiz yıl sonra bu rakam 7 bin 266'ya çıktı*. Bugün, kayıt altına alınmış memelilerin yüzde 21'i, kuşların yüzde 12'si, sürüngenlerin yüzde 28'i, amfibilerin yüzde 30'u ve balıkların yüzde 32'si soylarının tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya**. Tüm bu örneklerin aralarında insanın da dahil olduğu tüm canlıların yaşamını tehdit ettiğini herhalde ayrıca açıklamaya gerek yok.

ÖNCE YAŞAM SONRA KALKINMA
Bu yılki zirvenin yıldızı 'yeşil ekonomi'nin sonu da sürdürülebilir kalkınma gibi olabilir. Son yıllarda sıkça konuşulmaya başlanan yeşil ekonomi kavramı 'yanlış anlaşılma' ve 'yanlış anlatılmaya' açık. Yeşil ekonominin yaşamı, büyüme ve kalkınmanın önünde tutan özüne vurgu yapılmazsa, 2012 zirvesinin 1992'den bir farkı kalmayacak. 2012'deki Rio+20 zirvesinin sonuç metnine baktığınızda tam da bunu görüyorsunuz. Sonuç metni her şeyden önce yeşil ekonomiyi sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğu azaltma kavramlarıyla birlikte değerlendirerek kalkınmacı mantığa yeşil ışık yakıyor. Daha sonra sürdürülebilir kalkınmaya her ülkenin farklı yöntem, yaklaşım ve modellerden ulaşabileceğini belirterek binbir türlü bahaneye zemin hazırlıyor. Yani hem kalkınacaksınız, hem yoksulluğu azaltacaksınız hem de ekosistemi koruyacaksınız. Bu üç hedef gelişme yönündeki ülkeler için bir yol haritası çizebilir. Aynı zamanda gelişmiş ülkelerin refah seviyesinde küresel bir denge sağlanması için teknoloji ve sermaye transferine olabak sağlaması ve ekonomilerinde planlı bir daralmayı göze almaları gerekir. Dünyanın sınırlı kaynakları bugün herkesin bir Amerikalı gibi yaşamasına olanak vermiyor. Gelişmiş ve çok tüketen devletlerin bugünkü durumu sürdürmelerine karşı çıkmaz, bu konuda bir şey söylemezseniz dünyanın sınırlarını zorlamaya devam edersiniz. 40 yıl önce Roma Kulübü sınırsız büyümenin mümkün olmadığını söylemişti. Haklıydılar. O tarihte küresel ısınmadan bile bahsedilmiyordu. Bugün küresel ısınma yaşadığımız çevre sorunlarının sadece bir tanesi. Yapılacak en büyük hata bugünden sonra sürdürülebilir yaşam yerine sürdürülebilir kalkınmada ısrar etmek olur.

ÇOCUKLARINIZ MI CİPİNİZ Mİ DAHA ÖNEMLİ?
Sonuç metninde, yeşil ekonominin sınırlarının sert kurallarla çizilmemesini istediklerini açık açık yazmışlar. İtirazım yok. Bu esneklik zaten yeşil ekonomiyi farklı yapan yegane unsur. Sistem değişikliği öneriyor ama kısa sürede gerçekleşecek bir devrimden bahsetmiyor. Elektrik üretimini yenilenebilir enerji kaynaklarıyla sağlayarak hem talebi karşılıyor hem de istihdamı arttırabiliyor. Evlerin çatılarına kurulabilen güneş panelleriyle, enerji verimliliği ve küçük toplulukların sahip olabildiği mütevazi rüzgar türbinleriyle aslında enerji gibi büyük sermayeye sahip oyuncuların kontrolündeki bir sektöre daha az sermayeli yeni oyuncuların katılmasına fırsat veriyor. Doğanın sömürüsü üzerinden elde edilen karın karşısında olduğu için hem yokoluşu yavaşlatıyor hem de bu amaca hizmet eden kar odaklı teknoloji yerine daha emek yoğun seçenekleri ortaya atıyor. Bu, yeşil ekonominin istihdamı arttırma araçlarından biri. Bir başkası da çalışma saatlerinin düşürülmesi. Yeşil ekonominin temel prensipleri arasında refahı toplumun her kesimine yayma var. Haftalık çalışma saatlerini düşürerek iş paylaşımına ve istihdam artışına destek veriliyor. Çok iyi gelir getiren bir işe sahip kişinin gelirinin bölüşülmesi ancak bu yolla sağlanabilir. Bu kişi, 40 değil 30 saat çalışsa da temel ihtiyaçlarını sağlayacak geliri elde eder, kalan saatlerde çalışan diğer kişi de işsiz kalmadığı gibi onun gelir seviyesine yaklaşır veya yakalar. Mütevazi bir gelir lüks tüketim malları için değil, temel ihtiyaç ürünleri için tüketilir ve gereksiz üretim önlenerek doğal kaynakların korunması sağlanabilir. Çalışma saatinin düşürülmesi sosyal refahı ve bireysel mutluluğu da arttırır. Ailesine, çocuklarına ve sevdiklerine daha uzun zaman ayırabilen sosyal insan gezegene yeniden döner. Daha uzun tatiller ve yavaşlayan hayat beraberinde tüketimin dolayısıyla yokoluşun hızını düşürür. Tüm bunların yaşam kalitesini yükselttiğini de gözden kaçırmamak lazım. Son model bir cipe binmeyi, haftada altı gün çalışıp çocuğunuzun yüzünü görmemeye tercih ediyorsanız o başka tabi! Bu gibi tedbirlerden bahsetmeden yeşil ekonomiden bahsetmek mümkün değil.

Avrupa'da rüzgar enerjisi sektöründe çalışan işçi sayısı ve gelecek yıllara ait tahminler:
 

BİR MİLYAR İNSAN AÇ
Bu gibi örneklerin radikal olduğunu düşünenler varsa şu 'radikal gerçekleri bir kez daha hatırlasın. Gezegenin sınırlarını zorladığımız için her geçen karşımıza çıkan ekonomik krizler onlarca sosyal sorunu da beraberinde getiriyor. 2007 yılında 178 milyon insan dünyada işsizken, 2009'da bu rakam 205 milyona çıktı. Özellikle gelişme yönündeki ülkelerde milyonlarca insan sosyal korumların da eksikliğiyle zor duruma düştü. Son ekonomik kriz yüzünden aşırı derecede sefalet içine düşen insan sayısının 47 ile 84 milyon arasında olduğu tahmin ediliyor***. Dünya Tarım Teşkilatı (FAO) 2009'da aç yaşayan insanların sayısının tarihte ilk kez 1 milyarın üzerine çıktığını açıkladı.

Unutmayın, yeşil ekonomi zenginlerin satın alabildiği ürünleri yeşil paketlere koymak için değil, yoksulların yaşamlarını makul bir seviyede sürdürebilmeleri amacıyla o ürünleri paylaştırmak ve doğadaki tüm canlıların yaşam hakkına sahip çıkmak için var.

*The World Conservation Union-Species Survival Comission
**Vital Signs 2011, Worldwatch.

***The Global Social Crisis, UN, 2011.

Yeşil kapitalizm imkânsızdır

Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum. Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte.

Özgür Gürbüz-Birgün/24 Haziran 2012

Bu aralar yeşil ekonomi gündemde. Dört gün önce Birleşmiş Milletler, Rio de Janerio'da büyük bir zirve organize etti. 1992 yılındaki ilk yeryüzü zirvesinin üzerinden 20 yıl geçti ama gidişat hiç iyi değil. Bu nedenle de hükümetler ve sivil toplum örgütleri yeniden biraraya geldiler. Amaç, dünyayı kurtarmak. İlk zirvenin dünyaya hediyesi sürdürülebilir kalkınma kavramı olmuştu. Bu defa amaç yeşil bir ekonominin yol haritasını çizmek, dünyada yeşil ekonomiyi hâkim kılmak. Yıllardır yeşil ekonomi üzerine kafa yormama rağmen bu işe çok sevindiğim söylenemez. Dünya ülkelerinin liderleri, resmi sivil toplum örgütleri, bankalar falan filan bu işin içindeyse korkmak lazım. Korkmalı ama yeşil ekonomiden değil, onun dönüştürüleceği halinden...

Fikret Başkaya, 20 Haziran'da başlayan ve 22'sinde son bulan zirve öncesi yazdığı yazıda, 1992 zirvesi sonrası olanları çok güzel özetlemiş. Diyor ki, “Yeryüzünün egemenleri bundan böyle kalkınmayı gerçekleştirme, yoksulluğu ortadan kaldırma, doğayı ve insanlığın geleceğini koruma sözü veriyorlardı... Artık her kelimenin önüne ‘sürdürülebilir’ niteleme sıfatı eklenebilirdi... İşte, sürdürülebilir kalkınma, sürdürülebilir büyüme, sürdürülebilir tarım, sürdürülebilir turizm, sürdürülebilir enerji, sürdürülebilir su, vb... Bu amaçla ‘Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Komisyonu’ [SKK] kuruldu. Daha doğrusu bu iş ‘komisyona havale edildi’... Ve ondan sonra tüm benzer komisyonlar gibi adı pek duyulmadı... 2012 zirvesi de işte bu komisyon tarafından düzenleniyor...” Başkaya'nın yazısını bulup okumanızı öneririm. Yazı, bu zirveden sonra aynı şeyin bu defa da yeşil ekonomi konusunda yaşanacağına dikkat çekiyor. Kalkınma yeşil olacak, büyüme yeşil olacak ama her şey bildiğiniz gibi hatta daha da hızlanarak devam edecek diyor Fikret Başkaya. Aynı kaygıyı taşımadığımı söylesem yalan olur ancak farklı düşündüğüm noktalar da var. Başkaya'nın yazısı üzerinden değil, genel eleştiriler üzerinden giderek görüşlerimi belirtmeye çalışayım.

Bir fabrika çevreyi kirletiyorsa onu yeşile boyasanız da yine kirletir. Şirketler, bu zirveden sonra yeşile boyama faaliyetlerini hızlandıracak; orası kesin. Ancak, sırf bu yüzden yeşil ekonominin, kapitalizmin bir oyunu olduğunu söylemek bence doğru olmaz. Bu aslında sıkça yaşadığımız, kavramların içlerinin boşaltılması ve kapitalizmin birer oyuncağı haline getirilmesine bir örnek. Yeşil büyümeyi ben, doğal kaynakların geri gelmeyecek şekilde kullanılmasına olanak tanımayan ve bu tanım içerisinde kalabilme şartıyla izin verilen gelişme şeklinde tanımlıyorum. Birçok şirket ise muhtemelen, “kestiğim ağaç kadarını dikersem yeşil yeşil büyümüş olurum” diye düşünüyordur. İşte bu yüzden, bu kavramlara sahip çıkmaya ve içlerini doğru kelimelerle doldurmaya çalışmalı. Yoksa hayatımız yeni kavramlar üreterek geçecek.

NEDİR BU YEŞİL EKONOMİ?

Yeri gelmişken yeşil ekonomiden ne anladığımı da belirtmek isterim. Yeşil ekonomiyi kapitalizm limanından ayrılmış bir gemiye benzetiyorum. Varmak istediği liman, kapitalizm dışında bir yerde. Başka türlü doğanın korunamayacağı açık. Ancak geminin rotası yolda şekilleniyor, arada sistemin içindeki limanlara uğruyor. Mesele dümeni sağlam tutabilmekte. Bir günde devrim vaat etmiyor anlayacağınız ama başka bir denize ulaşmak istediği de açık. Ulaşamazsa zaten yeşil ekonomi de hayal olacak. Bunu ben böyle söylüyorum ama liberal bir ekonomist başka bir tanım da yapabiliyor. En çok eleştirilebilecek noktalardan biri de bu ve benzeri tanımlarda ortaklaşılmamış olmaması. O yüzden kavramlara sahip çıkılmasını önemsiyorum. Öyle bir tanım yapmalıyız ki, örneğin, toplumun temel ihtiyaçlarının mülkiyeti konusu netleşmeli. Su, enerji ve gıda alanlarının şirketlerin tam kontrolüne bırakılmasının doğru olmayacağı ortada. Sadece piyasa üzerinden yapılan müdahalelerin, yoksulların bu kaynaklara erişimini, çevresel tahribatı azaltacağını öne sürmek zor. Pratikte bunu gördük. Dev enerji şirketlerinin nükleerden çıkma kararı alan Almanya'da hükümeti tehdit ettiğine, ülkemizdeki HES yapımlarında özel sektörün kâr amacıyla çevresel yıkımlara yol açtığına hep birlikte şahit olduk.

Bir ideolojiyi, kavramı hayata geçirmek için önce duyulmasını sonra konuşulmasını sağlamak zorundasınız. Yeşil ekonomi bunları başardı, şimdi anlaşılması ve uygulanması gerekiyor. İşte bu noktada şirketler kavramın içini boşaltıp, bir anlamda yanlış anlaşılması için ellerinden geleni yapıyorlar. Rio'daki zirvede hükümetler de bu kampanyaya adeta el attı. (Örneğin Türkiye'yi temsil eden resmi heyetin başında Kalkınma Bakanlığı var. Kalkınma diye diye çevrenin nasıl katledildiğine, Türkiye iyi bir örnek halbuki). Yanlış anlaşılırsa yanlış uygulanacak, gemi bildiğimiz limanlarda turlamaya devam edecek.

Uzunca bir süredir tüketim toplumunun alışkanlıklarıyla beslenmiş, bireyselleştirilmiş ve yalnızlaştırılmış dünyamızı bir günde başka bir hayata geçirmenin oldukça zor olduğunu düşünüyorum. Tüketim ve seyahat alışkanlıkları, çalışma biçimleri, endüstriyel birikimin değişimi ve bunun gibi onlarca farklı alanda yeni bir dünya kurmaktan bahsediyoruz. Bir anda hepsini, insanların zihnini değiştirmek hiç kolay değil. Yeşil ekonomi bunu bir süreç içinde gerçekleştirmeyi öneriyor ve belki de reformist diyebileceğimiz bu yaklaşım nedeniyle eleştiriliyor. Yeşil ekonomiye yeşil kapitalizm diyenler bile var. Açıkçası bu iddia bana biraz kolaycılık gibi geliyor çünkü yeşil ekonomi her şeyden önce kalkınmacı anlayışı reddeder, onu önceliği yapmaz. Kalkınma öncelik olduğunda doğa koruma zaten hayal olur.

SİZİN DİLİNİZİ KONUŞMAYANLARIN EKONOMİSİ
Yeşil ekonominin diğer ekonomik sistemlerden bir farkı da, insanın dilini konuşamayanların ve henüz doğmamış olanların, üretim sürecinden çekilmiş emeklilerin haklarını savunuyor olması. Bitkiler, hayvanlar bu ekonomik sistemde varlar. Sosyal maliyet kavramı yaşamın değerini hesaplayamasa da kapitalizm içinde değersiz kabul edilen canlıların hayatlarını dikkate alır. Hava, su ve toprak bedelsiz üretim girdisi değildir. Gerçek sosyal ve çevresel maliyetler hesaplanmak zorundadır. Yaşam hakkına saygı nedeniyle de insan merkezli bakış açısı reddedilir. Kelaynakların tek bir yaşam alanı varsa, o bölgeye herhangi bir müdahale yeşil ekonomi açısından kârlı değildir ve reddedilmek zorundadır.

Kısacası, sıfır büyüme veya ekonomik daralmadan söz eden bir iktisadi anlayıştan bahsediyoruz; bu nasıl kapitalist olabilir ki? Kapitalizm için tüketmek ve büyümek olmazsa olmazdır. Çalışma saatlerinin düşürülmesi ve tembellik hakkı gibi kavramlar tüketim toplumunun tam tersi bir modele işaret eder. Zenginliğin eşit dağılımı, ülkeler arası ekonomik işbirliği sonucu az gelişmiş ülkelere teknoloji ve finans desteğinin sağlanması ve o ülkelerde de sürdürülebilir yaşamın desteklenmesi gibi kavramlar temel prensipler içerisinde yer alıyor. Toplumsal cinsiyet, kültürel eşitlik konuları önemsenirken, gezegenin ekolojik sınırlarını dikkate alan bir ekonomik model öneriliyor. Bilimde ihtiyatlılık ilkesini, yerel ekonomileri ve katılımcılığı ön plana çıkarıyor. Dört dörtlük bir model olmayabilir ama öyle hemen çöpe atılacak kadar da kötü değil.

Bıraksak nükleer santrali fay hattının üzerine kuracaklar!

Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın "Akkuyu'ya kurulacak nükleer santral fay hattı üzerinde değil" açıklamasına nükleer karşıtları basın açıklamasıyla yanıt verdi. Aşağıda bu açıklamanın tam metnini bulabilirsiniz.

***

KAMUOYUNA DUYURUMUZDUR.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız’ın dün fay hatlarıyla ilgili yaptığı açıklamayı şaşkınlıkla karşıladık. Taner Yıldız dün, “Akkuyu’da kurulacak nükleer santral herhangi bir fay hattı üzerinde bulunmuyor. Allah vermesin Türkiye’de 9 büyüklüğünde deprem olmamıştır ama Akkuyu, 9 büyüklüğünde bir deprem olacakmış gibi dizayn edilecektir” açıklamasını yapmıştı.

Bakan Yıldız’ın açıklaması hükümetin nükleer enerji konusundaki bilgisinin oldukça sınırlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Taner Yıldız nükleer santrallerde meydana gelen kaza ve sızıntıların sadece deprem kaynaklı olmadığını bilmiyor mu? Tarihin en büyük nükleer felaketlerinden birinin yaşandığı Fukuşima nükleer santralinin fay hattı üzerinde olamadığından haberi yok mu? Bir nükleer santralin depremden etkilenmesi için mutlaka fay hattı üzerine yapılmış olması gerektiğini mi düşünüyor? Bıraksak herhalde onu da yapacaklar.

Bu vesileyle, deprem ve nükleer enerji konusundaki kaygılarımızı kamuoyuyla tekrar paylaşmakta fayda görüyoruz:

* 1999 depreminde İstanbul'da da diri fay yoktu ama kentte çok sayıda ev yıkıldı ve insanlar öldü. Depremler sadece fay hattı üzerindeki yapılarda hasara neden olmaz.

* Zemin etütleri yeni başlamış bir yer için "fay hattı üzerinde değil" yorumunun yapılması işlerin aceleye getirildiğinin bir başka kanıtıdır.

* Kıbrıs dalma batma alanında oluşacak büyük bir depremin, buraya etkisi ve oluşturabileceği tsunaminin yol açacağı tehlikeler hakkında hükümetin bir çalışması var mı, merak ediyoruz.

* Bazı bilim insanların ölçümlerinde, Anadolu'nun hemen dibinde bir ters fayın varlığı saptanmıştı. Akkuyu'ya çok yakın olan bu hattan neden hiç söz edilmiyor?

* Bakan Yıldız’ın nükleer santrali 9 büyüklüğünde depreme dayanıklı yapacağız sözü hiçbir şey ifade etmiyor. Bu nasıl ispatlanacak, hangi bağımsız kuruluşlar inşaatı denetleyecek? Halk nükleer enerjiyi savunmayı kendine iş edinen bu hükümete nasıl güvenecek?

Türkiye’nin elektrik talebini karşılamak için nükleer santrallere ihtiyacı olmadığını defalarca hem de bilimsel verilerle kanıtladık. Enerji verimliğinden, doğaya zarar vermeyen enerji üretim biçimlerine kadar onlarca farklı üretim seçeneği olduğunu biliyoruz. Fukuşima kazası, nükleer santrallerin tehlikeleri konusunda yaptığımız uyarıların ne kadar yerinde olduğunu ne yazık ki acı bir örnekle herkese gösterdi. Nükleer enerjinin ucuz olduğunu artık hükümet bile iddia edemiyor. Güvenlik kültürünün yerleşmemesi nedeniyle metrobüslerin bile kaza yaptığı Türkiye’de, nükleer santralde ısrar etmek ateşle oynamaya benziyor.

Türkiye nükleer oyuna gelmemeli, dışa bağımlı ve tehlikeli bu girişimden bir an önce vazgeçmelidir.

Yeşiller Partisi neden başarısız oldu?

Özgür Gürbüz-Birgün/17 Haziran 2012

Türkiye'nin doğal ve kültürel çevresi büyük bir saldırı altında. Adalet ve Kalkınma Partisi'nin eski, insan merkezli kalkınma anlayışı cumhuriyet tarihinin en büyük yıkımını da beraberinde getiriyor. Sayıları binleri bulan tartışmalı hidroelektrik santral projeleri, sayıları onlarla ifade edilen iklim katili termik santraller, sucuğumuzdan hayvan yemine kadar uzanan, çokuluslu şirketlerin baskısıyla besin zincirine sokulan genetiği değiştirilmiş organizmalar, madencilik şirketleri kâr etsin diye delik deşik edilen dağ ve tepeler, bizleri hem sağlık hem de ekonomik açıdan felakete sürükleyecek nükleer santraller, rant için çarpık kentleşmeye feda edilen ucube kentler ve açgözlü şirketlerin ellerine teslim edilen kültürel varlıklarımız... Hepsi tehlike altında, hepimiz tehlikedeyiz. Hasankeyf, Allianoi, Sulukule, Bartın, Akkuyu, Gerze, Sinop, Pierre Loti, Kaz Dağları, Eşme, Tortum, Kütahya, Rize, Tozkoparan, Artvin, Munzur ve İstanbul... Liste uzayıp gidiyor.

Yazının başlığındaki soruyu yanıtlamak, yeşil politikayı yakından izlemeyenler için zor olabilir. Kültürel ve doğal çevre bu kadar büyük tehdit altındayken Yeşiller Partisi'nin büyümesi, önemli muhalif güçlerden birisi olması gerekmez miydi? Evet gerekirdi. Dünyada yeşil partiler oylarını arttırırken ya da politik yelpazedeki konumlarını pekiştirirken Türkiye'de neden tersi oldu? Siz bu satırları okuduğunuzda Türkiye'nin siyasi tarihindeki ikinci 'yeşil parti' de politik arenadan silinmiş olacak. Benim de kurucuları arasında bulunduğum ama şimdilerde tanımakta zorlandığım Yeşiller Partisi'nin mevcut yönetimi, Eşitlik ve Demokrasi Partisi'ne (EDP) katılma kararını resmen ilan edecek. Politika propagandasız olmaz. Partideki arkadaşlar bu 'katılma' işini birleşme adıyla anarak ve olayı Yeşiller ile Sosyalistlerin birleşmesi gibi lanse ederek propaganda çalışması yapıyorlar. Kazın ayağı öyle değil tabi, dost acı söylermiş; söyleyelim. İşin doğrusunu, neredelerde hata yapıldığını özetlemeye çalışayım. Bunları konuşalım ki, ileride bir başka yeşil siyasi hareket filizlendiğinde bu hataları tekrarlamayalım.

ROTASYON İLKESİ LAFTA KALDI

Dört yıl önce 50'ye yakın kişi tarafından kurulan Yeşiller Partisi, bu dört yıl boyunca üye sayısını ancak 300'lere getirebildi. Bu üyelerin çoğu aktif değil. Gözlemim, üyeliklerin birçoğunun partinin büyümesinden çok parti içi seçim aritmetiğinin istenildiği gibi çalışması için, arkadaş çevresinden gerçekleştirildiği yönünde. Partiye üye olan birinin partide hiç gözükmemesi, parti içi tartışmalara e-postayla bile katılmaması başka nasıl yorumlanabilir bilemiyorum. Öyle ki, partinin EDP'ye katılması konusunda yapılan kritik oylamaya bile sadece 63 kişi katıldı. Muhalifler oylamaya gelmedi çünkü yeşiller için olmazsa olmaz bir kural olan parti içi demokrasi çoktan rafa kaldırılmıştı. Partinin kendini feshedip başka bir partiye katılması konusunda konsensüs (uzlaşma) aranmadı. Bahsettiğimiz 1.000 kişi olsa bu iş zor ama 50-60 kişiden bahsediyoruz. Yeşiller, konsensüs ilkesini uygulamayı bile düşünmezse, dillerinden düşürmedikleri doğrudan demokrasi kavramına kim inanır, kim bu yüzden Yeşiller Partisi'ne oy verir? Aslında beni, kurucusu olduğum partiden soğutan ilk hadise, partinin kurulmasından birkaç gün önce bir eş sözcü adayı tarafından başlatılan kulis çalışmasıydı. 50 kişinin oy vereceği seçimler için kulis yapmak, rotasyon ve eş sözcü gibi 'tek adamcılığı' önleyecek kavramların politik hayata geçmesinde önemli bir rol üstlenen yeşil hareket için tehlike çanlarının çaldığı ilk andı. Rotasyon ilkesinin daha sonra bir tüzük değişikliğiyle delinmesi bu nedenle beni şaşırtmadı ama üzdü tabii.

GİZLİ "YETMEZ AMA EVET"ÇİLER

Bunlar Yeşiller Partisi'nin sonunu hazırlayan, kendi söylemleriyle çeliştiği ilkesel hatalarından birkaçı. Üzerine pratikte yapılan bazı hatalar da eklendi. Karısının başından aşağı dışkısını boşaltan Sevan Nişanyan'ın yazılarına son verilmesi için kadın örgütlerinin baskılarını yanıtsız bırakan Agos'tan bu olaydan hemen sonra partiye konuşmacı çağrılması ve 'yeşil kadınların' buna sessiz kalması korkunçtu. Kyoto Protokolü'nün imzalanması halinde Türkiye'nin otoyol dahi yapamayacağı savı (Türkiye Kyoto'yu imzaladı ve binlerce km. uzunluğunda otoyol yapıyor), nükleer enerji konusunda yapılan yanlış açıklamalar, pratikte yapılan hatalara iyi birer örnek. Bu hatalar Yeşiller Partisi'ni şekillendirecek kadın, çevre ve ekoloji hareketlerinin partiye mesafeli durmasına yol açtı. Halk oylaması (referandum) sürecinde partinin “hayır” diyememesi de bir başka kırılma noktası oldu. Halk oylamasında değiştirilmesi istenen tüm maddelere karşı çıkılmasına rağmen, parti içindeki yetmez ama evetçilerin hissedilir baskısıyla, “hepsine hayır ama boykot” gibi garip bir karar alan Yeşiller Partisi, bir yandan da eş sözcüleri vasıtasıyla evetçi kanadın etkinliklerinde boy gösterdi. Halk oylamasından önce, başta HES'ler olmak üzere, onlarca çevreyle ilgili davanın Danıştay'dan döndüğü, yargının çevre konusunda verdiği birçok kararın doğa lehine sonuçlandığı gerçeği Yeşiller tarafından görmezden gelindi. Halk oylaması sonrasında yaşanan değişikliklerden sonra, Anayasa Mahkemesi Başkanı, “Nükleer santral projesinin yürütmesi durdurulur mu” sorusuna, “Durdur, durdur nereye kadar. Durduruyorsun da ne oluyor” diye yanıt veriyorsa bunda halk oylamasında 'evet' tercihini kullananların payı büyüktür. O gün 'evet' deyip bugün pişman olmadıklarını söyleyenlerinse çok daha büyük. Yeşiller Partisi'nin hata yaptığını belirten bir basın açıklaması yapması gerekirdi. Yargıdaki bu değişimden etkilenen yüzlerce çevre davası olduğunu düşünürsek, bugün EDP'ye katılma kararı veren ve son dört yıl Yeşiller Partisi'nin yönetiminde görev almış bu ekibin; Türkiye'de deresine, dağına, ovasına ve ormanlarına sahip çıkmaya çalışan çevreciler tarafından pek sevilmeyeceğini tahmin etmek zor değil. O yüzden de kurulacak yeni partinin artık yeşil hareketi temsil etme şansının çok zor olduğunu düşünüyorum. En fazla adı ve logosu yeşil olabilir.

YÖNETİM BAŞARISIZLIĞINI GİZLİYOR

Yeşiller Partisi böylece ikinci kez Türkiye'de siyaset sahnesine veda ediyor. Bugün partiyi EDP'ye katılmaya iten nedenin bir büyüme isteği değil, yönetimin başarısızlığını örtme girişimi olarak algılanması çok daha doğru olur. Türkiye'nin dört bir yanında onlarca çevre mücadelesi sürerken Yeşiller Partisi'nin bu mücadelelerin neredeyse hiçbiriyle kalıcı bir bağ kuramaması üzücü. Bırakın itici güç olmayı, bir birleştiren rolü bile üstlenemedi. 1988 yılında kurulan ilk Yeşiller Partisi tam tersi bir örgütlenme süreci yürütmüştü. Hep üstten, bilen kişi edasıyla halka bu işin nasıl olacağını anlatmaya çalışmak yerine, Anadolu'nun dört bir köşesinde süren ekoloji mücadelelerini dinlemek, onlardan ve onlarla beraber bu işi öğrenmek lazım. Yedi yaşına kadar gördüğü doğayı bir ömür boyu anlatan Âşık Veysel'in hissettiği gibi hissetmek gerekiyor. Yaşam hakkını savunmak, mücadelesini vermek bir hobi ya da iş değil, hayatın ta kendisi. İşte biz buna yeşil politika diyoruz.

Çöpten eski parçaları toplayıp nükleer santrale yeniymiş gibi sattılar

Özgür Gürbüz-Birgün/10 Haziran 2011

Greenpeace Kori Nükleer Santrali'ndeki tehlikeyi işaret ediyor



Nükleer santralin tehlikeleri denince herkesin aklına büyük kazalar gelir. Aslında Çernobil, Üç Mil Adası ve Fukuşima kazaları nükleer tehlikeyi anlatmaya yetmez, asıl risk detaylarda gizlidir. Nükleer enerjinin kirli tarihine baktığınızda, onlarca minik 'kaza'yla ya da 'hadise'yle karşılaşırsınız. Nükleer lobi bu hadiseleri pek önemsemez ama dikkatli bakıldığında her biri, nükleer enerji santrallerinin iddia edildiği gibi dünyanın en ileri güvenlik önlemlerine sahip fabrikaları olmadığını bize anlatır. İşlerin anlatıldığı gibi tıkır tıkır yürümediğini görürsünüz. Karşılaşılan teknik sorunlar, insan hataları ve güvenlik zaafları hayatlarımız üzerine nasıl bir kumar oynandığını olanca çıplaklığıyla ortaya koyar.

Dünyada nükleer enerjide ısrar eden sayılı ülkelerden Güney Kore'de birkaç hafta önce yaşananlar atomspor taraftarlarının görmek istemediği, basında yer almaması için ellerinden geleni yaptığı hadiselerden biri. Olay, ülkenin en eski nükleer santrali Kori'de geçiyor. Skandal, kayıtlara adı “Hwang” diye geçen Güney Kore'li işadamının Kori nükleer santraline kusurlu parça satması. Üç yıl hapse mahkum edilen Hwang, 2008 yılından bugüne dek tam üç kez kullanılmış parçaları temizleyip boyadıktan sonra nükleer santrale yeniden satmış. Bu işten 2 milyon 600 bin ABD Doları kazanmış. İşin daha da ilginç tarafı, Hwang'ın bu parçaları nükleer santralin çöplüğünden, santral çalışanı bir işçi aracılığıyla alıyor olması. Santralde eskiyen parça çöpe gidiyor, çöpe giden parçaları işçi Hwang'a getiriyor ve Hwang o parçaları boyuyor, cilalıyor ve yeniymiş gibi santrale geri satıyor. Dört yılda üç kez nükleer santralin tüm güvenlik denetimlerini geçmeyi başarmış! Parçaları çalan kişi de bu işin ortaya çıkmasıyla yakayı ele vermiş, ona da üç yıl ceza vermişler. Hakim, bu olayın santralin güvenliği konusunda ciddi endişe duyulmasına neden olacağını söylemiş. Hatırlayın, benzer bir skandal Mersin'e nükleer santral kurmak isteyen Rosatom firması'nın alt şirketi Zio-Podolsk'ta da yaşanmıştı. 4 Mart 2012 tarihinde Birgün'de, “Mersin’e yapılmak istenen nükleer santral “dandik” olabilir mi?” başlığıyla onu da yazmıştık.

Tahmin edersiniz, bu Güney Kore'deki ilk 'hadise' değil. Yaklaşık bir buçuk ay önce yine Kori'de bir başka skandal ortaya çıktı. Santralde yapılan incelemede, bir Güney Kore firması tarafından üretilen parçaların, yasadışı yollardan elde edilmiş Fransız teknolojisi temel alınarak üretildiği ortaya çıktı. Merdiven altı üretim diyeceğim nükleerci dostlar kızacak. Bu defa kızdırmayalım 'atomsporu' sonra yazının devamını okumuyorlar. Halbuki yazının devamında Şubat ayında Kore'de meydana gelen bir başka 'hadise' var; bitmiyor yani.

GÜNEY KORE'DE TEHLİKE ÇANLARI
Tarih 9 Şubat, saat sabah 8:30. Kori'deki 1 numaralı reaktör bakım için kapatılmış. Çoğu kimse bilmez ama nükleer reaktörler dışarıdan aldıkları elektrikle çalıştırılır, bir anlamda dışa bağımlıdır. Kori-1 reaktörü de elektrik almak için üç ayrı noktadan şebekeye bağlıymış ancak beslendiği iki noktada bakım çalışmaları olduğundan kazanın olduğu sırada tek kaynaktan elektrik alıyormuş. Çalışanlardan birinin hatasıyla son şebeke bağlantısından alınan elektrik de kesilmiş. Reaktör, güvenlik fonksiyonları ve soğutma sistemini çalıştıracak elektrik olmadan tam 12 dakika boyunca öyle kalakalmış. Bu gibi acil durumlarda nükleer reaktörlerde dizel jeneratörlerin devreye girmesi beklenir. Kori santralinde de aynen öyle yapmışlar; beklemişler. Beklemişler ama dizel jeneratör de çalışmamış. İşçilerin gayretiyle 12 dakika sonra şebeke bağlantısı yeniden sağlanmış ve büyük bir kazanın ucundan dönülmüş. Soğutma suyu sıcaklığı bu süre içerisinde 36 dereceden 58'e çıkmış. Atık havuzunda ise 21 derecelik ısı artışı yaşanmış. Reaktör bakımda olmasaydı bu 12 dakika, bir başka nükleer felaketle sonuçlanabilirdi. Santralin yöneticisi olayı ülkedeki düzenleyici kuruluşa bir ay sonra, 12 Mart 2012'de bildirmiş. Zahmet etmiş tabi. O saatten sonra santrale giden denetçilerin bir şey bulamayacağı ortada. Santralin sahibi Kore Hidroelektrik ve Nükleer Enerji şirketi, KEPCO adlı Güney Kore'li nükleer devin bir alt kuruluşu. KEPCO mu kim? KEPCO da bizim hükümetin Sinop'a nükleer santral yapması için adeta yalvardığı firma!

DEMOKRASİ MESELESİ
Şu kısacık ömrümde duyduğum, okuduğum bu ve benzeri nükleer kazaları anlatmaya kalksam herhalde ömrüm yetmez. Anlat anlat bitmez. En iyisi ben size bu öykülerden çıkarılacak hisseyi, dersi anlatayım. Ders şu: Ne kadar çok demokrasiniz varsa o kadar az nükleer santraliniz olur. Bugün nükleer santral yapımında ciddi bir şekilde ısrar eden ülkelerin sayısı iki elin parmağını geçmez. Rusya, Çin, Hindistan, Pakistan, Ukrayna ve Güney Kore. Hepsinin ortak özelliği, şeffaflığın, halkın katılımının ve sivil toplumun hükümeti denetleyecek mekanizmalara erişiminin sınırlı olması. Nükleer enerji şirketlerinin devlet elinde olması, kontrolün de yine devlete bağlı kuruluşlarca yapılması halkın hiçbir şeyden haberi olmamasına neden oluyor. Bu ülkelerde halk kolay kolay sokağa çıkamaz, medya denetim altındadır. Nükleer endüstrinin medyayı Japonya'da nasıl kontrol altında tuttuğu Fukuşima sonrası ortaya çıktı. Eski başbakan Naoto Kan bile Fukuşima'daki santrali yöneten şirketi hükümetine bilgi vermemekle suçlamadı mı?

AYILANA NÜKLEER BAYILANA GAZOZ
Türkiye'de demokrasinin ne kadar geri olduğu AKP hükümetinin nükleer enerji konusundaki tutumundan anlaşılabilir. Dört yıllığına iktidara getirilen bir hükümetin halkın 240 bin yıllık geleceğine (nükleer atıklardan bazılarının radyoaktif kalma süresi) ipotek koyacak kararlar alıyor. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın son açıklaması ise müthiş. 2023'e kadar 23 nükleer reaktör yapmak istediklerini söylemiş. Kusura bakmayın ama 11 yılda 23 reaktör yapamazsınız. Yer lisanslarını, zemin etütlerini hesaba katmasanız bile bir reaktörün inşası en iyi ihtimalle 6-8 yıl sürer. Her birinin gücü 1000 MW olsa, ABD Enerji Enformasyon İdaresi'nin iyimser tahminiyle bile yine bir reaktör 5-6 milyar dolara mal olur. Peşin paranız varsa tabi. Bunun bir de faizi var. 200 milyar dolar civarı bir paradan bahsediyoruz. Ne o miktarda kredi, ne de aynı anda 23 reaktörü inşa edecek kapasiteye sahip firmaları bulabilirsiniz. Hükümet nükleer santral kurmayı gazoz fabrikası inşa etmek sanıyor herhalde. Ayılana bir tane, bayılana bir tane. Sinop'a üç tane, Mersin'e dört tane. Aman efendim Yozgat da gelmiş, bir de oraya kuralım...

***
Nükleer Karşıtı Platform 16 Haziran'da Mersin'de büyük bir kongre düzenliyor. Nükleere dur demek için herkesi kongreye katılmaya çağırıyor. Ayrıntılı bilgi: www.nukleerkarsitiplatform.org

Başbakanın gündeminden bize ne?

Özgür Gürbüz-Birgün/3 Haziran 2012 

Bir ülkede halkın gündemiyle o ülkeyi yönetenlerin gündemi birbirinden bu kadar farklı olur mu? Normalde olmaz ama burası normal bir ülke değil. Bu ülkede yaşayan herkes bu gerçeğin artık farkında. Poşu taktığı için 11 yıl hapis cezasına çarptırılan Cihan’dan, kitap yazdığı, haber yaptığı için hapse atılan gazetecilerden dolayı bu ülkenin normal olmadığını artık herkes biliyor. Bu nedenle birinci amacımız ülkenin 'normalleşmesini' sağlamak olmalı. Normalin tanımını yapmak zor. Kabaca ve kısaca söylersek, çoğunluğun azınlığı ezmediği, adil bir gelir dağılımının sağlandığı, doğrudan demokrasinin hakim kılındığı, bireysel özgürlüklerin ve ekolojik dengenin gözetildiği bir demokrasi benim için normal kabul edilebilir. Bunu kim yapacak? Hükümet, yani iktidar. Peki, ya o da 'normal' değilse ve buna yanaşmazsa ne olur?

Halk, ülkenin normalleşmesinin önündeki en büyük engelin mevcut hükümet olduğunun farkında. Referandum oyunuyla kandırıldığının, demokrasi söylemiyle otoriter bir rejimin her gün yerleştiğini görüyor. Seçim barajının yüksekliğinden, “kaldıracağız” deyip sahip çıkılan YÖK’ten, biber gazından ve özel yetkili mahkemelerinden bu memleketin 'özel' bir yer olduğu ortada. Özel ama normal değil. Bu anormalliğin sürdürülmesi için, elindeki siyasi gücü sonuna kadar kullanan bir iktidar, hükümet var. Bu politik taktiğin ve anormalleşme ideolojisinin sözcülüğünü de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yapıyor. Bir ülkenin normalleşmesinin, diğer birçok normal ülkede olduğu gibi geçim derdini, çevre sorunlarını, kadın sorunlarını, işsizliği, yolsuzluğu, trafiği, sağlık ve eğitim gibi konuları gündeme getireceğini bilen hükümet, gündemi değiştirmek için elinden geleni yapıyor. Bunu da Başbakan’ın eliyle gerçekleştiriyor.

Roboski (Uludere) diyorsun, kürtaj diyor.
HES istemiyoruz diyorsun, eşkıya oluyorsun.
Ekrana çık tartışalım diyecek olsan, usta çırak aynı yerde tartışmaz diyor.
Öğretmenler işsiz diyorsun, “ah o kredi kuruluşları yok mu” diye yanıtlıyor.
Çiftçinin hali ne olacak diye soruyorsun, ananı da alıp gitmen emrediliyor.
Nükleer, termik olmasın, hepimiz kanser olduk diyorsun, Başbakan bir şey demiyor çünkü o sıralarda Libya’yı ve Suriye’yi kurtarmakla(!) meşgul, muhtemelen yurt dışında.
Gezi dönüşü toptan söylüyor söyleyeceğini...

Durum bu. Durum bu ama çözüm ne? Çözüm basit, hükümeti ve sözcüsünü dinlememek. Bırakın istediği kadar konuşsun, yapacak bir şey yok. Benim artık Başbakan’ın normalleşeceğine dair bir inancım kalmadı. İlk iş “twitter”da kendisini izlemekten vazgeçtim, televizyon ve radyolarda da karşıma çıkarsa kanalı çeviriveriyorum. Hayatımdan çıktı mı, hayır çıkmadı tabi. Başında olduğu hükümet yaptığı yasalarla özgürlükleri kısıtlamaya devam ediyor ve edecek. Asıl sorun bu değil. Başbakan’ı dinlerseniz, ona ulaşmaya çalışır, mesajlarınızı iletmek için gayret gösterirseniz bir şeyin değişeceğine inanıyor musunuz? Değiştiğine dair elinizde kaç örnek var? Bir, sıfır?

Ortada bir diyalog yok, monolog var. Ben de bu monologu dinlemekten vazgeçtim artık. Sorunları Erdoğan ve onun etkisinden kurtulamadığı sürece AKP üzerinden çözme şansı kalmadı. Kürtler için de, dindarlar için de, memur ve öğretmenler, çevreciler ve kadınlar için de durum aynı. Başbakan artık başka bir gezegende yaşıyor, halktan uzaklaştı. Stadlarda ona sevgi gösterisinde bulunanlara aldanmayın, bu ülke Cem Uzan’ı, Menderes’i, Demirel’i ve Özal’ı da “ölümüne” sevmişti. Ayaklarına gelen otobüslere binip mitinglere gitmek hiçbir şeyin göstergesi değil. Menderes asılırken sokaklarda kimse yoktu, Cem Uzan sürgünde yaşıyor. Özal ve Demirel’i hatırlayanların sayısı gün geçtikçe azalıyor.

Anormalleşen bir ülkenin başbakanına normal ülkelerde kullandığınız iletişim kanallarıyla ulaşamazsınız. Onu güçsüzleştirmek istiyorsanız, onu dinlemeyi, konuşmayı ve eleştirmeyi bırakmanız gerekir. Bir politikacı için bu an ölümünün ilanıdır. Kontrolünde isterse tüm medya kanaları olsun, kanallar o konuşmaya başlayınca bir bir kapanıyorsa etki gücü de sıfıra iner. Onun haberlerini yapan gazeteler alınmazsa bütün nutuklar boşa gider. Ne zaman o sizin gündeminize, sorduğunuz sorulara yanıt verir, o zaman dinlersiniz. Ne zaman kaybettiği politik cesaretini kazanır, muhalefetin karşısına, açık oturumlara, televizyonlara, gerçek gazetecilerin karşısına çıkar, soruları yanıtlar; o zaman kendisine kulak verirsiniz. Karşıda rakip olmayınca kürsüden atıp tutmak kolay. Sizin, yani halkın gündemini kendi gündemi olarak kabul etmiyorsa, tek çözüm meclis aritmetiğini değiştirmektir. Sizin sorduğunuz sorulara hükümet yanıt verene, hükümet yetkilileri sizinle eşit şartlarda tartışmayı kabul edene kadar bu böyle sürmek zorunda.

Tarif ettiğim boykot hayata geçirilebilirse sonuç verir. Kontrolünde olmayan medya bunu hep birlikte yapabilir mi; emin değilim. Birçok yazarın kendi gündemi, ütopyası, hayal ettiği bir dünyası yok. Çoğu, hükümetten biri bir şey söylese de üzerine bir yazı yazsam diye bekliyor. Yazdıkları konular sınırlı ama her gün yazmak zorundalar. Böyle olunca tekrarlara ve polemiklere muhtaçlar. Bu medyanın sorunu. Okuyucu tarafı da kendini aşmak zorunda. Birçoğu iradesini alım gücüyle birleştiremiyor. Medyadan şikayet ediyor ama parasını yine gidip ana akım gazetelere veriyor, malum kanalları izliyor. Termik santral yapan şirkete kızıyor ama iki sokak ötede, o şirketin mallarını satmayan bakkala gitmeye üşeniyor. Konuşarak dünya değişseydi keşke ama olmuyor. Konformist yanımız ideallerimizin hep önüne geçiyor.

Organik kitaba buyrun!

Özgür Gürbüz/30 Mayıs 2012

Ekolojik bir pazardan daha iyisi ne olabilir? Organik domates, salatalık veya çileğin yanında en iyi ne gider? Tabi ki 'organik kitap'ların satıldığı bir pazar. Organik kitap kavramı da nereden çıktı demeyin, işimizin bir bölümü de yeni kavramlar yaratmak (uydurmak demeye dilim varmıyor) sayılır. Nasıl organik gıdaların içinde kirletici, sizi hasta eden hiçbir şeyin olmaması gerekiyorsa, organik kitapların içinde de sizi, düşüncelerinizi hasta eden hiçbir fikir bulunmamalı. 'Organik kitap', nefret söyleminden, ayrımcılıktan uzak, insan merkezli bakıştan kaçar olmalı. Ekolojiyle ilgili kitaplar bu sınıfa giriyor dersem, sanırım hata yapmış olmam.

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği ile Yeni İnsan Yayınevi, 2-3 Haziran tarihlerinde, Şişli ve Kartal %100 Ekolojik pazarlarında Ekoloji Kitap Günleri düzenliyor, sizleri "organik kitaplarla" tanıştırmaya hazırlanıyor. 

2 Haziran’da Şişli %100 Ekolojik Pazarı’nda, 3 Haziran’da Kartal %100 Ekolojik Pazarı’nda 9:00-16:00 saatleri arasında gerçekleşecek 'Ekoloji Kitap Günleri', ekolojiyle ilgili bilginin ve ekolojik yaşam alışkanlıklarının yaygınlaşmasını amaçlıyor. Etkinlik çerçevesinde ekolojiyle ilgili konularda yayınlar yapan yayınevleri kitaplarını sergileyecek, yazarlar okuyucularıyla buluşma ve kitaplarını imzalama fırsatı bulacaklar.

EkolojiKitap Günleri’nde Victor Ananias’ın 'Yaşam Dönüşümdür' kitabı ile Buğday dergisinin eski sayıları da set olarak satışa sunulacak. Buğday Derneği üyeleri, Ekoloji Kitap Günleri’nde yüzde 20 indirimle alışveriş yapabilecek.

Biz cam şişeyi unuttuk onlar bebek bezlerinin peşinde

Özgür Gürbüz-Birgün/27 Mayıs 2012

Geçen haftaki yazımda “Okul Sütü Zeka Küpü” projesinin nasıl çevre düşmanı bir proje olduğunu uzun uzadıya anlatmıştım. Okuyucularımızın bazıları bana ulaşıp görüşlerini belirtti. Karadeniz’deki yaylaların tetrapak kutularla dolu olduğundan, plastik torba kullanımının kontrolden çıktığından şikayet eden çok sayıda ileti aldım. Hepsi çok yerinde tespitler içeriyor ve şuna işaret ediyor: Geri dönüşüm, yeniden kullanım ve daha az atık üretme konusunda sınıfta kalmışız!

Tekrar yazıyorum, “Okul Sütü” kampanyası 10 ay sürecek olsa fazladan 1 milyar 440 milyon adet tetrapak kutu üretilmiş olacak. Bu kutuların geri dönüştürülmesi zor ve ne kadarı geri dönüştürülüyor bilinmiyor. Halbuki, sütler cam şişede dağıtılsa örnek bir geri dönüşüm kampanyası başlatılabilir, ilkokul çağındaki binlerce çocuk geri dönüşümü öğrenebilir demiştim. Sütünü içen çocuk boş cam şişeyi sınıftaki kasaya koyar, ertesi gün süt getiren araç boş kasayı alır, dolusunu bırakır. Araçlar zaten okula geldiği için fazladan enerji harcanmaz, çöp çıkmaz. UHT tartışmaları da cam şişedeki süt günlük tüketileceği için son bulur. Biz çocukluğumuzda cam şişeden süt içerdik, tek tük de olsa bazı bakkallarda hâlâ var. Şimdi neden yok? Zekamız ilerlesin diye süt içiyoruz ama pek işe yaramıyor galiba?

AVRUPA MERSİN’E TÜRKİYE TERSİNE
Ne yazık ki ülkemizde fikir üretme konusunda gazetecilere, yazarlara getirilen kısıtlamanın bir benzeri çöp üretenlere getirilmiyor. Her sabah aynı filmi izliyorum. Bir adet simit, sandviç için bile plastik torba isteyen insanlar var. Kağıt amabalajın üstüne bir de plastik torba isteyen bu kişiler, acaba 100-150 yıllık bir günaha imza attıklarının farkında mı? Madem o kadar çok seviyorsunuz bu plastik torbaları, atın çantanıza bir tane, aynıtorbayı kullanın. Çoğunun, alıp aynı gün çöpe attıkları o plastik torbanın yok olduğunu görmeye ömrü bile yetmez. Bunu her gün 2-3 defa yaptığınızı düşünün, dağ kadar plastik torbanın bilfiil sorumlusu olursunuz. Size ülkemizin halini anlatan bir rakam vereyim. 1990-2010 yılları arasında Türkiye'de atıklardan kaynaklanan seragazı emisyonları üç kattan daha fazla artarken Avrupa'da 1990-2010 arasında yüzde 20 civarında azalmış. Avrupa'nın tüketmekten vazgeçmediği düşünülürse sorunun daha ziyade atık yönetimiyle ilgili olduğu; kompost, depozito, geri dönüşüm ve benzeri uygulamaların yeterince hayata geçirilmediği ortada. Avrupalı bunu keyfinden yapmıyor, öğretiliyor ve kurallarla uygulatılıyor. Onlar daha az atık çıkarmaya çalışıyor biz ise adeta daha çok üretmek için yarışıyoruz. Sonra da soruyoruz, kanserli hasta sayısı neden bu kadar arttı diye?

YAPTIRIM OLMALI
Hayatımın bir bölümünü Oxford’ta geçirdim, izninizle orada bu iş nasıl yapılıyor anlatayım. İngiltere’nin hemen hemen her kentinde olduğu gibi Oxford’ta da, geri dönüşüm kurallarına uymak zorundasınız. Belediye size üç farklı geri dönüşüm kutusu ve bir de örülmüş plastikten yapılmış, çok uzun süre kullanabileceğiniz bir bahçe atıkları torbası verir. Bundan sonra sorumluluk sizde. Çöplerinizi ayrıştırmak zorundasınız. Yeşil kutuya en çevreci atıklar konur; gazeteler, kağıtlar, camşişe ve kavanozlar. Mavi kutuya ise kartonları, alüminyum, plastik ve metalden yapılmış ambalajları atarsınız. Bahçe torbası bitki atıkları ve çimler içindir. Evinizin bahçesi varsa kompost, yani bitki atıklarını çürüterek gübre yapmanıza da izin verilir. Ayaklı yeşil çöp kutusu ise geri dönüştürülmesi ekonomik olmayan ya da zor olan, çöp depolama alanlarına götürülecek atıkları içerir. Bugün okullarda çocuklara dağıtılan sütün ambalajlandığı tetrapak kutular, yoğurt kapları, plastik torbalar, deodrant kutuları ve mutfaklarda sıkça kullanmaya başladığımız folyolar bu gruba girer. Bırakın geri dönüştürülebilecek malzemeyi yanlış kutuya atmayı, bu kutuları temiz tutmaz, aşırı doldurursanız cezayı yersiniz; sanıyorum şimdilerde bu rakam 80 pound, yaklaşık 240 Türk Lirası. Yaptırım olmazsa kimse başlamaz ama başlarsa gerisi gelir.

NERDE O ESKİ BEBEK BEZLERİ?
Daha bitmedi, en çarpıcı örneği, bebek bezlerini en sona sakladım. Biliyorum bazılarınız “işin suyunu çıkarma” (argoda konuya uygun bir başka söz daha var) diyecek ama kalemimin kemiği yok, tutamıyorum. İngiltere’de her yıl 3 milyar bebek bezi çöpe atılıyor ve bunun için de 7 milyon ağaç kesiliyor. Oxford'ta bu rakam günde 100 bin. Evden çıkan çöplerin yüzde 4’ü bebek bezi. Çocuğu olanlar, bebeklerin bu konuda ne kadar sıkıçalıştıklarını iyi bilirler. Belediye hesap yapmış, tek çocuklu bir aile, 'kullan-at' bebek bezleri yerine bizim annelerimizin kullandığı klasik bezleri kullansa, bezleri evde yıkasa yılda 600 pound (1700 TL) tasarruf ediyormuş. Hayatında bebek bezi yıkamış olsan bunları yazmazdın” ya da bu iş hep kadınların başına kalıyor, erkekler için konuşması kolay” diyenleri duyar gibiyim. Demokrasilerde çare tükenmez. Oxford ve İngiltere’nin birçok yerinde evinize kadar gelip kullanılmışbebek bezlerini toplayan, yıkadıktan sonra da size getiren firmalar var. Haftada 8-10 pounda bu işi yapıyorlar. İster kendiniz yıkayın ister yıkatın, maddi açıdan tasarruf ettiğiniz gibi çevreyi de korumuş oluyorsunuz. İngiltere’de belediyeler gerçek bez kullanmaları için ailelere bedava örnek bile gönderiyor. İlerleme dediğimiz şeyin dönüp dolaşıp eski yaptıklarımızıhatırlamak olması çok manidar. Annemizin sözünden hiç çıkmamalıydık belki de.

Şimdi sormak lazım, başta Karadeniz olmak üzere, orman alanlarını,dere yataklarını çöp depolama alanı ilan eden belediyelerin kaç tanesi o bölgede yaşayan insanların daha az çöp çıkarmalarıiçin bu ve benzeri yöntemler geliştiriyor? Yerimiz yok” deyip doğaya çöpleri dökmek kolay ama yerimiz yok” deyip, daha az çöp üretin demek neden bu kadar zor? Oy kaygısı, şirketlerin baskısı, nedir elinizi kolunuzu bağlayan?