Yenilenebilir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yenilenebilir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Zizek ve hayal kırıklığı

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2017

Geçtiğimiz haftanın çevre gündeminin sürprizi Slavoj Zizek oldu. Sendika.org’da yayınlanan ‘Geri dönüşüm, organik gıda, bisiklet… Dünya böyle kurtarılmaz’ başlıklı makalesi, başlıktan da anlaşılabileceği gibi dünyanın geri dönüşüm, organik gıda veya yenilenebilir enerji kaynaklarıyla kurtulmayacağını söylüyordu. Hayal kırıklığıyla okuduğum makale bir sistem eleştirisini amaçlasa da, solun çevre konusundaki eski ezberlerini hatırlattı. Yeni bir şey söylemedi. Çeviride hata yoksa ‘Zizeksever’leri bile üzmüş olabilir. Katılmadığım noktaları yazmanın 'nasıl bir dünya istiyoruz' tartışmalarına yardımcı olacağını da umarak, eleştirinin kısa bir eleştirisini bu köşeye taşımaya karar verdim.

Zizek’in çevre sorunlarının sistemden (günümüzde kapitalizmden) kaynaklandığı giriş bölümüyle fazla sorunum yok. Elbette çevre sorunlarının giderek büyümesi, içinde bulduğumuz tüketim toplumundan, bireysel yaşam tarzlarımızdan, sosyal devletten uzaklaşıp, kârlarını artırmaktan başka bir şey düşünmeyen şirketlerin eline bırakılan doğal varlıkların fütursuzca kullanılmasından kaynaklanıyor. Zizek de buzulların erimesini fırsat gibi gören zihniyete işaret ederken aslında özetle bu durumdan bahsediyor. Sorun burada değil, saptama doğru ancak iş çözüme gelince sadece çözüm önerilerini eleştirmekle yetiniyor. Ekoloji konusundaki inkarcılara, “Kaybımıza neden olacak sürece karşı yapacağımız fazla bir şey olmadığını biliyorum. Ama bu düşünceye katlanamıyorum ve hiçbir işe yaramazsa bile deneyeceğim” diyenleri de ekliyor ve bu düşüncenin organik gıda almak gibi vicdanımızı rahatlatan bir eylemden başka bir şeyle sonuçlanmayacağını öne sürüyor. Çözüm önerisi ise komünizme doğru giden uluslararası bir dayanışma. Üretim ve tüketim süreçlerine dair bir öngörü yok. Sadece dayanışma… İş sadece dayanışmayla çözülseydi son 15 yılda 10’dan fazla toplantı yapan Dünya Sosyal Forumu bile sorunun çözümüne çare olabilirdi.

Zizek’le anlaştığımız noktalarla devam edeyim. Sorunların çözümünü sadece bireylerin tercihlerine bırakırsak yetersiz kalırız; evet. Makalede değindiği ve çevre sorunlarının çözümü için sıkça önerilen beş maddenin yetersizliği konusunda da Zizek’le anlaşabiliriz. Konuyu yakından takip eden herkes biliyor ki teknoloji bu sorunları çözemez ya da işi oluruna bırakırsak doğa sorunların bir şekilde üstesinden gelemez. Kişisel tedbirler veya piyasa mekanizmaları da tek başlarına çözüm olmayacak. Doğaya dönmek ise sadece sorunun kaynağından kaçarak yüzleşmeyi geciktirmeye yarıyor. Kapitalizm tüketmeye devam etikçe, sizin kurduğunuz küçük ekolojik çiftlikler, eşitlikçi toplumlar bir gün hedef alanına giriyor. En iyi örnek, kentte kalarak sorunları çözemezsiniz diyerek 20 yıl önce Kaz Dağları’na kaçan birçok doğa dostu arkadaşımızın bugün orada madenlere, termik santrallere karşı, bizim 20 yıl önce kentte, siyaset içinde verdiğimiz mücadelenin benzerini örgütlemeye çalışması herhalde.  

Zizek’le nerede anlaşamıyoruz o halde? Elbette çözümde. Zizek’in bahsettiği komünist toplum enerjisini hangi kaynaklardan üretecek belli değil? Vicdanı aklamaya yaradığı iddia edilen yenilenebilir enerji kaynaklarından başka bir yol var mı elektrik üretimi için? Kullandığımız kağıtları geri dönüştürmenin bizi devrime götürmeyeceğini kabul edelim ama şu soruya da yanıt verelim: Geri dönüştürmemek mi devrimin kapısını aralayacak? Zizek’in hayalini kurduğu toplum daha çok tüketenleri mi tercih ediyor yoksa daha az tüketenleri mi? Sevgili Zizek, tüm bu bireysel tedbirleri alanların, ekolojik ya da sosyalist devrime giden yolun sadece bu eylemlerden geçtiğini düşündüğüne kendisini inandırmış ama gerçekte durum bu mu? Böyle bir genelleme, Zizek gibi bir sosyoloğa yakışmıyor. Benim gibi geri dönüşüme inanan, plastik torba kullanmamaya çalışan, hayatına otomobil sokmayı reddetmiş birçok insan bunu sadece doğru olduğu için ve daha az tüketmek adına yapıyor. Bu bizim ekolojik devrime giden yolda yapısal değişiklikleri hiçe saydığımız anlamına gelmiyor. Aksine biz hazırız. Devrimden sonra kurulacak dünya toplu taşımanın öne çıktığı, bireysel tüketimin azaldığı, kaynak kullanımında verimin ön plana çıktığı bir dünya olmayacak mı? O günü bir mahşer günü gibi bekleyenlere kıyasla bizim uyum sorunu yaşamayacağımız ortada. Politik süreçte insanları ikna etme konusunda da avantajlıyız. Sizce, evlerimizin çatılarına koyacağımız ve kendi elektriğimizi üreteceğimiz güneş panellerini anlatan 40 seminer düzenlemek mi daha inandırıcı, bir evde bu sistemin çalıştığını göstermek mi? Vaatlerimizin yanına hayata geçirdiğimiz örnekleri koyuyoruz. Konforumuzdan ödün vererek samimiyetimizi gösteriyoruz. Bir yandan da politikada değişim için uğraşmayı sürdürüyoruz. Yapmamak mı daha iyi?

Zizek’in tavsiyesi ekolojik devrime kadar bir kapitalist gibi yaşamaksa, ben ona da kocaman bir “hayır” diyorum.

Almanya'dan yeni bir rekor

Almanya 2015 yılında elektrik tüketimin %32'sini yenilenebilir enerjiden sağladı. Rüzgar (%14,7), biyokütle (%8,3) ve güneş(%6,4).

Almanya'nın hedefi, 2050'ye kadar elektrik enerjisinin yüzde 80'ini yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlamak.

Yenilenebilir enerji dünyanın ilk tercihi

Bozcaada Santrali - Foto: O. Gurbuz
İzninizle birkaç basit rakamla dünyada yenilenebilir (temiz) enerjinin gelişimini anlatmak istiyorum. Kıyaslama yapmanız için de ufak bir ön bilgi vereceğim. Türkiye'nin elektrik üreten tüm santrallerinin kurulu gücü 73 bin megavat (MW). Bunu aklınızda tutun lütfen.

2015'te dünyada toplam 134 bin MW gücünde yenilenebilir enerji santrali kuruldu. Yani, Türkiye'nin kurulu gücünün iki katı kadar yeni yenilenebilir enerji santrali kuruldu. Bunların içinde hidroelektrik yok, ağırlık güneş ve rüzgarda. Yatırımın maddi tutarı 286 milyar doları buluyor. Buna karşılık aynı yıl 15 bin MW'lık nükleer, 42 bin MW'lık kömür, 40 bin MW'lık da yeni gaz santrali kuruldu. Bu oldukça önemli bir gelişme çünkü yenilenebilir enerjinin artık bir numaralı tercih olmaya başladığını gösteriyor. İlginç bir nokta da, genelde kömüre yönelen gelişen ülkelerde de yenilenebilir enerji yatırımlarının ilk defa gelişmiş ülkelerden fazla olması. 
 
Kaynak: UNEP

Elektrikli araçların sayısı artıyor

ABD'de elektrikli araç sayısı 300 bine yaklaşmış. Sadece 2014'te 120 bin elektrikli araç satılmış. Elektrikli araçlar çevreyi petrol ve gazla çalışan rakiplerine göre daha az kirletiyor ama bir şartla. O araçları mutlaka yenilenebilir enerji kaynaklarından (rüzgar, güneş, jeotermal, biyokütle vb.) sağladığımız elektrikle şarj etmeliyiz. Yoksa bir anlamı yok. Asıl çözümün de daha fazla yürümekte, bisiklette ve toplu taşımada olduğunu unutmayalım. Kısacası, aküsünü güneş enerjisiyle dolduran elektrikli otobüsleri yine otomobillere tercih etmeliyiz. Belediyeler de toplu taşıma filolarını buna göre organize etmeli.

Yenilenebilir enerji yeter hem de artar

Özgür Gürbüz-BirGün/13 Kasım 2015

Tarifa, İspanya. Foto: O. Gurbuz.
Nükleere, kömüre karşı çıkıp rüzgar dediğimizde, “fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz” dediler.

Daha sonra işin içine güneş girdi. Güneşle tekneleri yürütebilir, evlerinizi aydınlatabilirsiniz dedik, bize “güneşle ampul bile yakamıyoruz” dediler.

Dalga geçtikleri ‘dalga enerjisinin’ dünyadaki kurulu gücü 2012’de 530 MW’ı geçti. Yatağan termik santralinin verimini düşünürsek belki bir o kadar elektrik ‘dalga’dan üretiliyor.

Her söyledikleri yanlış çıktı. İşe yaramaz dedikleri güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynakları tüm dünyanın, başta iklim değişikliği olmak üzere çevre sorunlarından kurtulma ümidi oldu. Bizimkiler de dil değiştirdi. Önce fırıldak dedikleri rüzgar enerjisine sonraları, “canım, o da olsun ama az olsun” demeye başladılar. Şimdi son kozlarını oynuyorlar. Son haftalarda hem Enerji Bakanı Alaboyun’un ağzından hem de yandaş medyadaki haberlerden şu masalı dinliyoruz. Yenilenebilir yetmez!

Yeter beyefendiler yeter! Yetmeyi bir yana bırakın, artar bile! Şimdi size Enerji Bakanlığı’nın bile elinde olmayan bir teknikle Türkiye’nin elektrik talebini yenilenebilir enerjiyle nasıl karşılanabileceğini hesaplayacağım. Bu tekniğin adı ‘bakkal hesabı’.

Diyorlar ki, 2023’e kadar bu ülkenin 400-450 milyar kilovatsaat (kWs) elektriğe ihtiyacı var (Sabah Gazetesi, 21 Ekim). Bu zamana kadar abarttıkları bu talep tahminleri hep yanıldı. Ne dedilerse azı oldu ama biz yine de bu rakamı doğru kabul edelim. Sekiz yıl sonra 450 milyar kWs elektriğe ihtiyacımız olacakmış gibi yapalım. Türkiye’nin 2014 yılı elektrik üretimi 252 milyar kWs. Geriye 200 milyarlık bir açık kalıyor. Tutun bu rakamı aklınızda, şimdi bakkal hesabını yapmaya başlıyoruz.

Türkiye’nin güneşten elektrik üretme potansiyeli ne kadar? Enerji Bakanlığı’nın Güneş Enerjisi Potansiyeli Atlası’na göre 380 milyar kWs. Yetmeyi bırakın artıyor bile. Gelin iddia edilen açığı sadece güneşten karşılamayalım. Biraz da rüzgar yapalım.

Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü’ne göre Türkiye’de ekonomik  rüzgar enerjisi potansiyeli 48 bin megavata (kurulu güç) denk geliyor. Bu da yılda 150 milyar kWs elektrik üretmek demek. Bakkal hesabı jeotermale, biyokütleye, hükümetin potansiyelin tümünü kullanacağız dediği HES’lere gelmeden bitti. Türkiye’nin değil elektrik açığı fazlası var. Hem de bu hesabı ilk yapmamız gereken işi, enerji tasarrufunu ve verimliliği hiç konuşmadan yaptık. Türkiye’nin yüzde 20-25 oranında tasarruf/verimlilik potansiyeli olduğunu yine devletin kendi raporlarından biliyoruz. Bu potansiyeli değerlendirsek gerçek talep 350 milyar kWs’lere düşecek.

Uzatmayalım, Türkiye aklını kullanırsa ne bu kadar elektriğe ihtiyaç duyacak, ne de üretmek için kömür ve nükleer santrallere muhtaç kalacak. Hesap açık ve net. Buna rağmen, aymazlık mı, fosil yakıt ve nükleer lobilerinin etkisi mi yoksa çıkar meselesi mi bilinmez; hükümet bu ve benzeri sloganlarla kafaları karıştırmaya devam ediyor. Bugün kullandıkları “yenilenebilir yetmez” iddiası işe yaramayınca başkasını bulacaklar. Türkiye’nin kurulu gücünün yüzde 84’ü ‘baz santraliylen, yani günün hemen hemen her saatinde elektrik üretebilme kabiliyetine sahipken, “rüzgar, güneş kesintili, bize baz santral lazım” diyecekler. Bizi bu argümanlarla uğraştırırken, yeşil enerji devriminin Türkiye’ye gelmesini geciktirecek, yapabildikleri kadar kömür santralini, nükleeri, HES’i yapıp, gidecekler.

Hükümet de biliyor, kömürün, nükleerin, dev barajların, merkezi elektrik üretim santrallerinin, halka sormadan yapılan her yatırımın vadesi doldu. Tutarsızlıkları, demeçlerinden okunabiliyor. Hem dışa bağımlılığı azaltacağız diyorlar hem de dışa bağımlılığı azaltabilecek tek seçeneğimiz yenilenebilir enerji kaynaklarına “yetmez” diyorlar. Çelişkinin böylesi görülmedi. Ama olsun, istikrarlı çelişkiler bunlar. 13 yıldır böyle.

AB İlerleme Raporu’nda enerji karnemiz

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/11 Kasım 2015

Avrupa Birliği’nin (AB) bu yılki Türkiye İlerleme Raporu açıklandı. Siyasi değerlendirmelerin oldukça kötü olduğunu belirtelim. Öyle ki, raporun adı bu gidişle ‘ilerleme raporu’ değil, ‘gerileme raporu’ olacak. Biz işin enerji bölümüne bakalım. Enerji kısmında övgüler de var, yergiler de. Başlık başlık yazalım.

Enerji güvenliği konusunda Türkiye sınıfı geçmiş. AB’nin geçer notunun ardında, elektrik şebekesini komşu ülkelerle birleştiriyor olmamız, Türkmenistan gazını Avrupa’ya götürmek üzere yapılan anlaşmanın onaylanması ve Avrupa Elektrik İletim Sistemi İşleticileri Birliği’yle (ENTSO-E) kalıcı bağlantı anlaşmasının yapılması var. Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) projesindeki ilerlemenin de katkısı unutulmamalı. Enerji güvenliği konusunda olumsuz sayılabilecek tek değerlendirme, Rusya ile ilişkilerin Suriye meselesi yüzünden bozulmasıyla hayata geçirilip geçirilmeyeceği bile tartışılan Türk Akımı projesi. AB bu projenin geleceğini ‘belirsiz’ kabul ediyor. Enerji güvenliği konusunda AB müktesebatıyla uyumlu, adil ve şeffaf bir gaz nakil geçişi için uygun koşulların hazırlanması talep edilmiş. Bu bölüm bana enerji güvenliğinin bizim açımızdan değil daha çok AB açısından değerlendirildiği izlenimini çağrıştırmadı değil.

Enerji piyasasında ise üretim özelleştirmelerinin devamı, Enerji Piyasaları İşletme A.Ş.’nin (EPİAŞ) kurulması ve serbest tüketici sınırlarının düşürülmesi ‘önemli ilerleme’ kategorisinde değerlendirilmiş. Gaz piyasasında da serbest tüketici olma sınırının düşürülmesi olumlu not getirirken, Doğalgaz Piyasası Kanunu’nda değişikliğe gidilmemesi olumsuz not almamıza neden olmuş.

Yenilenebilir enerjide 2023’e kadar kurulu gücün 61 bin megawata (MW) çıkarılması hedefi AB’nin gönlünü kazanmamıza neden olmuş. Olur mu, gerek var mı; hiç sanmıyorum. AB, Türkiye’de başta HES olmak üzere yaşanan çevre sorunlarıyla çok ilgilenmemiş. Yine de yenilenebilir enerjinin gelişiminde AB müktesebatında belirtilen devlet sübvansiyonlarıyla ilgili kırmızı çizgilere dikkat edilmesini istemiş. İyi notlar aldığımız bölümler bunlar. Karnenin gerisi velilere gösterilemeyecek cinsten. Bisikleti unutun.

‘Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme yok’ diye yazmışlar. Oldukça net bir sıfır vermişler. Hep söylüyoruz, ölçülebilir, rakamsal hedef vermiyorsanız bir değeri yok diye. AB de aynı şeyi söylemiş. 2015-2019 yıllarını kapsayan stratejik planda belirgin bir hedefin olmadığına dikkat çekmiş. Enerji Verimliliği Kanunu’yla ilgili mevzuatın da uyuşmadığına dikkat çekilmiş.

Nükleer enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konularında AB müktesebatına uygun tek bir ilerlemenin dahi olmadığı vurgulanmış. Radyoaktif bir sıfır yazıyoruz karneye. Japonya ile Sinop’a yapılmak istenen nükleer santralle ilgili hükümetlerarası anlaşma imzalanması ve Mersin’de denizle ilgili inşaata başlanmasına rağmen notumuz zayıf. Çok önemli bir uluslararası anlaşmaya Türkiye’nin hâlâ taraf olmadığına dikkat çekilmiş. Bu anlaşma, ‘Kullanılmış Yakıt İdaresinin ve Radyoaktif Atık İdaresinin Güvenliği Üzerine Birleşik Sözleşme’ başlığını taşıyor. Dünyada 42 ülke taraf. Sözleşme, nükleer atık ve yakıt güvenliğiyle kullanılmış yakıtların kontrolünü sağlamayı amaçlıyor. Nükleer atıkların nasıl saklanacağı bu anlaşmayla bir anlamda uluslararası denetime açık hale getiriliyor. Nükleer tesislerden doğaya bırakılan radyoaktif maddeler, nükleer atıkların taşınması gibi konular da sözleşme kapsamında yer alıyor. Kanun tasarısı 2011’den beri Meclis gündeminde ama AB Uyum Komisyonu henüz raporunu vermedi. Nükleer enerji konusunda dikkat çekilen iki konu başlığı daha var. Nükleer Enerji ve Radyasyon Kanun Tasarısı taslağının akıbeti ile ortada bağımsız bir düzenleyici kurumun bulunmaması. Belli ki ne Rus şirket ne de hükümet nükleer enerji konusunda şeffaflık ve denetim istemiyor. AB ise özetle şu yorumu yapıyor: “Nükleer santral yapmak için inşaata başlamak istiyorsun ama ne kendi içinde yasal sürecin hazır ne de Avrupa ve dünyayla uyumlu yasaların var. Sıfırı basıyorum” diyor.

Türkiye geride kalmasın

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Ekim 2015

Önümüzdeki seçimlerde hükümetin icraatlarının, muhalefetin proje ve vaatlerinin ne kadar konuşulacağı belli değil. Toroslarla, sıkıyönetimle, bombalarla, yargısız infazlarla, sansür ve tehditlerle korkutulmaya, sindirilmeye çalışılan insanların özgürlük mücadelesine tanıklık edeceğiz. Bu ülkenin geleceğini düşünenler, cumhuriyete sahip çıkmak için tüm hile hurdaya, haksız rekabete, aşağılık suçlamalara rağmen sandık başına gidecek. Sadece oy vermeyecek sandığına da sahip çıkacak. 7 Haziran seçiminden sonra geçen süre gösterdi ki çocuklarımızın demokrasi içinde yaşayabilmesi için tek adam fantezilerinden uzak durmamız şart.

Rakiplerinin karşısına çıkıp fikirlerini savunamayacak kadar aciz durumdaki bir iktidarın tek güvencesi yarattığı korku imparatorluğu ve başta medya olmak üzere tek yanlı bilgilendirme araçları. Bu seçim aynı zamanda yalan makinalarıyla halka bambaşka bir dünya çizenlere, bu ülkenin geliştiğini, güzel bir ülke olduğunu sananlara hepimizi üzen acı gerçekleri anlatma seçimi.

Bir köşe yazısına hepsini sığdırmak zor. Çevre ve enerji alanından, rakamlarla birkaç örnek vermekle yetineceğim. AKP’nin kentleşme politikaları nedeniyle nüfus yoğunluğu arttı. Koca ülkede insanlar birkaç kente sıkıştırıldı. Kentlerdeki hava kirlendi, trafik sıkıştı, yeşil alan sayısı azaldı, sahiller ve güzelim kıyılar halkın değil, birkaç zenginin erişebileceği alanlara dönüştürüldü. Sadece hava kirliliği nedeniyle 2010 yılında 28 bin 924 kişinin öldüğü bir ülke haline geldik (Heal Raporu). 

Su fakiri olma yolunda ilerleyen Türkiye’de neredeyse musluktan su içilebilen kent kalmadı. Halbuki dünyanın gelişmiş kentlerinde insanlar su tekellerine esir edilmeden musluk suyu içiyor, dev parklarında boş zamanlarını değerlendirebiliyor.

Var olanı koruyamadığımız gibi geleceğe yatırım da yapamıyoruz. Yerli otomobil üretmekten bahsedenler, ne bu yatırımın nasıl geri döneceğinden ne de tüm dünyada örneklerini görmeye başladığımız elektrikli araçların çağının geldiğinden bahsetmiyor. Hidrojenle çalışan araçlar Japonya’da sokaklara inerken (2018’de Japonya’da 4 bin 200 hidrojenli araç olması bekleniyor), burada, ülkemizde olmayan, tamamen dışa bağımlı olduğumuz petrolle çalışan araba tasarımlarıyla oy toplanmaya çalışılıyor. Tüm dünya elektrikli otomobilleri, bizler ise yerli otomobilin tasarımının nereden kopyalandığını konuşuyoruz.

Türkiye’de enerji üretimi deyince hükümetin aklına sadece kömür ve nükleer geliyor. Tüm dünyada kömürden kaçış planları yapılıyor. İskoçya’da kömür santralleri yıkılıyor. İklim değişikliği nedeniyle Çin ve ABD bile anlaşırken Türkiye ne sel baskınlarından ders alıyor ne kuraklıklardan. Nükleerde de durum farklı değil. AKP, eski teknoloji adına ne varsa onunla ilgileniyor. 2000’de dünyadaki elektrik tüketiminin yüzde 17’si nükleerden sağlanıyordu şimdi bu pay yüzde 11’in altına düştü. Nükleerin yerini güneş ve rüzgar alıyor ama hükümet bu ülkeye değil bu işten karlı çıkacak birkaç şirkete faydası dokunacak nükleeri tercih ediyor. Doğalgazda, petrolde dışa bağımlılıktan şikayet edenler, yerli kaynak rüzgara, güneşe, biyokütleye sırtını dönüyor. Hem de Avrupa’nın en iyi potansiyeline sahip Türkiye’de.

Enerji tasarrufunu, enerjiyi verimliliğini hiç sormayın. Bu konuda son 13 yıldır bir arpa boyu yol alamayan bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye aynı milli geliri üretmek için İspanya ve İtalya gibi ülkelerin iki katı enerji harcıyor. İşin daha da kötüsü, tüm dünya enerjiyi akıllı kullanma yolunda ilerlerken Türkiye’de 2003-2013 arası hiç ilerleme olmaması. 2003’te enerjiyi bizden daha kötü kullanan Hırvatistan, Finlandiya gibi ülkelerin artık gerisindeyiz.

Böyle onlarca örnek var. Pazar günü Türkiye’nin her anlamda geride kalmaması  için oy vermeliyiz.

Nükleer aşağı yenilenebilir yukarı

Özgür Gürbüz/18 Ekim 2015

2000 yılında dünyadaki elektrik üretiminin %17'si nükleer santrallerden sağlanıyordu. 2014'te bu oran %11'in altına düştü. Nükleer enerjiyi savunanlar rakamları çarpıtarak tüm dünyada nükleer enerjinin yaygınlaştığını anlatsalar da gerçek bu değil. Onlara rakamlarla, bu iki grafiği göstererek yanıt verebilirsiniz.

Nükleer santrallerden üretilen elektrik miktarının da düştüğüne (2450 TWs'ten 2417 TWs) dikkat edin lütfen. Dünyada elektrik tüketimi yani talep artmasına rağmen nükleer enerji üretimi geriliyor. Artan talebi başka kaynaklar karşılıyor.

Grafiklerde dikkat etmeniz gereken ikinci bir konu da, hidroelektrik dışındaki yenilenebilir enerji kaynaklarının payındaki yükseliş. Rüzgar, güneş ve biyokütle gibi kaynaklar 2000 yılında küresel elektrik üretiminin sadece %2'sini karşılıyordu. 14 yılda bu oranı %7'ye çıkardılar ve paylarını arttırmaya da devam ediyorlar.

Akkuyu yenilenebilir enerjinin önünü tıkıyor

Avrupa Rüzgar Gücü 2014-EWEA
Bugün gazetelerde Akkuyu'da rötar haberleri var. Söz konusu rötar 1-2 yıl değil. Projenin yeniden gündeme gelmesi Mart 2004. Eski Enerji Bakanı Hilmi Güler İstanbul'da enerji forumunda açıklamıştı.

Nükleere harcanan kaynaklar yenilenebilir enerji kaynaklarına ve enerji verimliliğine harcansa Türkiye'de şirketlerin değil halkın üretici olduğu bir enerji sistemi kurulabilirdi. Enerji kooperatifleri, küçük ölçekli üretim sistemleri elektrik üretiminde pay sahibi olabilirdi. Hepsini geçtim, elektrik üretiminde yenilenebilir enerjinin payı daha yüksek seviyelerde olabilirdi. Bir örnek vereceğim. 2004'te İspanya'da rüzgar kurulu gücü 8000 megavattı (MW). 2014 sonunda 23 bine çıktı. Avrupa'da 2. oldular. Nükleer konuşan Türkiye'de ise 2014 sonunda rüzgar kurulu gücü 3 bin 700 MW'de kaldı. Üstelik Türkiye'nin rüzgar enerjisi potansiyeli İspanya'dan daha fazla. 

Kim konuşuyor, kim çalışıyor siz karar verin.

Kömürsüz olur

Bu ülkede kara gözlü çocuklar doğar,
Beyaz zıbınlara sarılır pembe etleri.
Elleri tutup, ayakları basınca yere,
Kömür karasına bulanır yüzleri. *


Özgür Gürbüz-BirGün/17 Mayıs 2015

Soma’da kömürün gerçek yüzünü göreli bir yıl oldu. Biz gördük ama bazıları bakar da görmez misali… Yerli yakıt diyorlar, dışa bağımlılık diyorlar, iki gün aynı gömleği giydik diyorlar…

Oğlu madende kalan anneye, babaya sormak lazım yerli yakıtı. Dışa bağımlı mı olmak istersin yoksa oğlunu madende bırakmak mı diye sormalı. Kömür dediğin su değil ki, vazgeçemeyesin! Elektrik üretmekse derdin onun on tane başka yolu var. Elektriği daha az tüketip madene inen işçi sayısını azaltmaksa derdin, onun bin tane yolu var. Evlerde ısınmaksa amacımız jeotermali var, biyogazı var, yalıtımı var. Ben çevreci değilim diyorsan doğalgazı var. Böyle saçma sapan kentler kuranların, ülke nüfusunun beşte birini bir kente tıkanların hava kirliliği yaşamamak için doğalgaza muhtaç olduğunu da hatırlatalım. Bizi doğalgaza mahkum edenler, doğalgazdan en çok yakınanlar.

Peki, kömürden tamamen vazgeçebilir miyiz? Vazgeçeriz diyenlere bakmalı. Danimarka 2012’de parlamentosunda yeni bir ‘yeşil ekonomi’ planı onayladı. 2050’ye kadar elektrik üretiminden ısınmaya hatta ulaşıma kadar her yerde yenilenebilir enerji kullanacaklar. Yüzde yüz! Türkçesi şu. Danimarka’da elektrik üretimini fırıldaklar, çatılardaki güneş panelleri yapacak. “Rüzgar, güneş bize yeter” deyince bize gülenler duysun. Tavuk gübresinden, çöpten elde edilen elektrik sanayide çarkları döndürecek. İlk hedef ülkenin elektrik ihtiyacının yarısını 2020’ye kadar rüzgardan elde etmek. Kalan yüzde 50’nin yarıya yakını da biyokütleden sağlanacak. Rüzgar azaldığında, gece güneş olmadığında depolanabildiği için biyokütle (orman ürünleri, biyogaz vb.) devreye girecek. 2050’de ise temiz enerjinin payı yüzde 100’e çıkacak.

Ulaşımda da petrolün bağımlılığı bitecek. Duble yol yaptık, yolları otomobille doldurduk diyenler yine çağın gerisinde kalacak. Danimarka’nın kentlerinde yollar bisikletle dolacak. Toplu taşıma artacak, otomobil kullanımı düşecek, tren keyfi sürülecek. Otomobiller biyogaz veya biyoyakıtla çalışacak. Bazıları da güneşten, rüzgardan aldığı elektrikle gidecek.

Tüm bunlar elektrik fiyatlarını arttıracak mı? Hayır. Danimarka hükümetine göre yüzde yüz yenilenebilir enerjiye geçişin hane başına maliyeti 2020’de en fazla ayda 29 lira olacak. Ayda 29 lira fazla verilecek ama kömür yüzünden ürün kaybı yaşanmayacak, çocuklar astım olmayacak, madende işçiler ölmeyecek. Bunlar duygusal hesaplamalar değil, basbayağı ekonomi. Yatağan’da, Elbistan’da, Soma ve diğer kömür diyarlarında yaşayanların devlet tarafından karşılanan sağlık harcamalarını, bölgelerdeki ürün kaybını, kentlerdeki hava kirliliğinin faturasını hesaplarsanız temiz enerjiye geçişin sanıldığı gibi pahalı olmadığını görürsünüz. Bir KOAH hastasının aylık ilaç faturası ne kadar? Akciğer kanserinden ölmek mi pahalı yoksa yılda hane başına 360 lira ödemek mi?

“Danimarka’nın nüfusu 5,5 milyon, demesi kolay” diyenlere de gülüyorum. Ankara da aynı nüfusta. Türkiye’yi geçtim, sadece Ankara’yı ithal petrol, doğalgaz ve kömür kullanılmayan bir şehir yapabiliyor musunuz? Bir milyonluk Denizli’yi, üç milyonluk ‘yeşil’ Bursa’yı temiz hava soluyan kentlere çevirin. Dünya bambaşka bir yönde ilerliyor. Bizimkiler ise hâlâ duble yolda gaza basıyor, kömürü, kötüyü savunuyor.

* Bir yıl önce Soma'da yitirdiğimiz 301 madencinin ardından yazmıştım. Işıklar içinde uyusunlar.

Nükleer enerji Türkiye’nin önünü tıkıyor

Bugün Akkuyu devrede olsaydı, olmayan elektrik talebi ve Rus şirkete verilen 15 yıllık alım garantisi yüzünden şu anda İstanbul’un ihtiyacı kadar elektriği diğer seçeneklerden aldığımız fiyatın neredeyse iki katına almış olacaktık.

Özgür Gürbüz-Evrensel/26 Nisan 2015

Nükleer santral pazarlamacıları ellerindeki bu belalı teknolojiyi satmak için yıllardır türlü masallar uyduruyor. Nükleer santral kurulunca ekonomik kalkınma yaşanacağını anlatıyorlar ama Arjantin, Brezilya ve Filipinler’deki nükleer maceraların o ülkeleri nasıl ekonomik felaketlere sürüklediklerinden bahsetmiyorlar. Bazen de hiç ilgisi olmayan işleri nükleer santralle ilişkilendiriyorlar. Uzaya gitmek veya ‘kalkınmak’ gibi. Bugüne kadar uzaya gönderilen tüm roket ve araçların katı veya sıvı yakıt kullandığını bilmiyor olamazlar. Uzay mekiğinin yörüngedeki görevi sırasında güneş panelleriyle elektrik ürettiğini eminim duymuşlardır.

‘Kalkınma’ için söylenenler de içi boş sloganlardan başka bir şey değil. Nükleer santraller sadece elektrik üretebilir. Elektrik tek başına gelişmenin aracı olmadığı gibi ucuz, temiz ve güvenli olmadığı zaman yarardan çok zarar getirir. Türkiye’nin kurulacak nükleer santralden üretilecek elektriği satın almayı taahhüt ettiği fiyat kilovatsaat (kWs) başına 12,35 dolar sent. Rüzgar, jeotermal gibi daha temiz kaynaklara ödediği fiyatın (rüzgar 7,3–jeotermal 10,5 dolar sent) çok üstünde. Hesap bu kadar basit, nükleer enerji ucuz değil. Nükleer enerji, olası bir kazada ise bırakın ülkenin gelişmesine katkıda bulunmayı, tarihi ekonomik krizlerin bizzat nedeni. Fukuşima’nın Japonya ekonomisine verdiği zararın 250 ile 500 milyar dolar arasında olacağı tahmin ediliyor. Doğaya ve yaşama verilen tahribatın yanında bu bir hiç tabii.

Tüm bu bilgilere rağmen nükleer lobi, pilot reklamında oynatmak için kandırdığı oyuncu gibi herkese yalan söylemeye devam ediyor. Zaten nükleer enerjiyi satmanın tek yolu yalan söylemek. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) başvurduğu yol da bu. “Elektrik ihtiyacı için nükleer lazım” söylenen en önemli yalanlardan biri. Ortada bizi nükleere mecbur edecek bir elektrik ihtiyacı olmadığı gibi aksine, elektriğin daha verimli ve tasarruflu kullanıldığı yeni bir enerji sistemiyle karşı karşıyayız. Peki, AKP’nin elektrik talebi varmış gibi gösteren rakamları nereden geliyor? Hükümetin elektrik talebiyle ilgili verileri TEİAŞ tarafından yapılan tahminlere dayanıyor. Bu tahminler ise hükümetin onlara verdiği büyüme rakamlarıyla nüfus gibi diğer etkenleri hesaba katıyor. Aslında yapılan gerçek bir tahmin bile değil. “Şu kadar büyümek istiyoruz, o halde ne kadar elektriğe ihtiyacımız olur” diye sorulup, sorunun yanıtına uygun bir senaryo yazılıyor. Böyle olunca da tahminler kabul edilemeyecek oranlarda yanlış çıkıyor.

Bir örnek verelim. Rusya ile Akkuyu’ya nükleer santral yapılması için anlaşma 2011’de imzalandı. Aynı yıl yapılan TEİAŞ’ın tahmini, nükleer santralin ilk reaktörünün devreye gireceği söylenen 2020’de Türkiye’nin elektrik talebinin 398 milyar kilovatsaati (kWs) bulacağını söylüyordu. Bu tahminin tutmayacağı belliydi. Türkiye’nin büyümesinin yüzde 8-9 oranlarında seyretmesinin sürdürülebilir olmayacağı ortadaydı. 2014 sonunda yapılan revizyonla TEİAŞ da tahminini değiştirdi. Şimdi, Türkiye’nin elektrik talebinin 2020 yılında 333 milyar kWs’te kalacağını söylüyorlar. Aradaki fark 60 milyar kilovatsaat. Bir başka deyişle, Türkiye’nin 2020 yılında 60 milyar kWs daha az elektriğe ihtiyacı var. İnanması güç gelebilir ama bu rakam hem Mersin hem de Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrallerin yıllık üretimine eş.

Enerji Bakanı Taner Yıldız, Akkuyu’daki göstermelik temel atma töreninde, “Bugün itibariyle eğer Akkuyu Nükleer Santralı devrede olmuş olsaydı, 15 milyon nüfuslu İstanbul’un elektriğini karşılayabilecekti” dedi. Sayın Yıldız’ın demeci yanlış! Asıl söylenmesi gereken şu cümleydi: Bugün Akkuyu devrede olsaydı, olmayan elektrik talebi ve Rus şirkete verilen 15 yıllık alım garantisi yüzünden şu anda İstanbul’un ihtiyacı kadar elektriği diğer seçeneklerden aldığımız fiyatın neredeyse iki katına almış olacaktık. Ruslara verilen alım garantisi TETAŞ’ı oradan üretilecek elektriği 15 yıl boyunca almaya zorluyor. Şu andaki kur üzerinden hesaplarsak, TETAŞ, Akkuyu Nükleer A.Ş.’den alacağı her kWs elektriğe 33 kuruş ödeyecek. Halbuki 2013 yılında TETAŞ’ın yaptığı alımlarda ortalama fiyat sadece 17 kuruş. Bakan Yıldız’ın hayalini kurduğu santral kazara hayata geçseydi, Türkiye tarihinin en büyük kazıklarından birini daha yiyecekti. Tabi ki bu acı fatura, ihaleleri verdikleri dost işadamlarına değil elektrik faturalarıyla yine bize çıkarılacaktı. Nükleer santral planları sonlandırılmadıkça bu tehlike sürecek.     

Elektrik ihtiyacını karşılamak için Türkiye’de ne yapılmaması gerektiği ortada. Bir şirkete para kazandıran, doğaya zarar veren, yaşamı tehdit eden ve halkın olurunu almayan projelerden vazgeçilmeli. İlk yapılması gerekense enerji verimliliği ve tasarruf yöntemlerini tüm sektörlere yayarak, enerji talebindeki artışı azaltmak hatta aşağıya çekmek olmalı. Elektrik talebini tahmin etmek yerine yönetmeliyiz. Kalkınma Bakanlığı’nın 9. Kalkınma Planı, 2012 Yılı Programı’nda da belirtildiği gibi, “…sanayi, binalar ve ulaştırma sektörlerinde yapılacak verimlilik uygulamalarıyla hem genel enerji hem de elektrik tüketimlerinin yüzde 20-25 oranında düşürülmesi mümkün”. Eşe dosta inşaat ihalesi vermek yerine, ithal ettiğimiz enerji kaynaklarını daha akıllı kullanmalı, talebin karşılanamadığı durumlarda da güneş, rüzgar ve biyokütle gibi enerji kaynaklarını, halkın sahibi olacağı ve yöneteceği modellerle hayata geçirmeliyiz. İstenirse, enerjideki bu dönüşüm tüm Türkiye’yi değiştirecek ekonomik, sosyal ve ekolojik bir dönüşümün öncüsü olur. Önümüzdeki tek engel, nükleer ihalelerle ceplerini doldurmak isteyen birkaç kişi ve onlara yol gösteren siyasi irade.

15 dakika 32 saniye

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Nisan 2015

2013 yılında Almanya’da toplam elektrik kesintisi süresi 15 dakika 32 saniye*. Bir başka deyişle, deprem gibi doğal afetler dışında, üç dakikadan uzun süren kesintilerin toplamı yılda 15 dakika. 31 Mart’taki yaklaşık 10 saatlik (bazı yerlerde daha fazla) kesintinin nedenlerini araştıran Ankara’daki hükümet için bir kez de yazıyla yazayım. On beş dakika otuz iki saniye.

2014 yılında Almanya’da üretilen elektriğin dörtte birinden fazlası yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edildi. Toplam elektrik üretimin yüzde 9’a yakını rüzgardan, yüzde 8’i biyokütleden, yüzde 6’sı güneşten ve yüzde 3’ü de hidroelektrik santrallerden sağlandı. Aniden kesilen rüzgardan, bulut arkasında kalınca sizi karanlıkta bırakan güneşten, ottan çöpten, tavuk dışkısından elektrik üreten biyokütleden. Ben söylemiyorum, memleketin üniversitelerinde, sokakta ve sosyal medyada yenilenebilir enerji hakkında anlatılanlar bunlar. 31 Mart bu palavraların da sonu oldu.

Almanya’nın en güneşli yeri Karadeniz kadar güneş alıyor. Rüzgar enerjisinde de bizim kadar şanslı değiller. Ege ve Marmara’daki rüzgar türbinleri verimlilik açısından dünyanın en iyileri arasında. Buna rağmen Almanya’da güneş ve rüzgardan üretilen elektrik miktarı Türkiye’nin toplam tüketiminin dörtte birinden fazla. Her yıl payları artıyor. Hedefleri 2050’de elektrik tüketiminin yüzde 80’ini yenilenebilir enerjiden sağlamak. Dünyanın en büyük sanayi ülkelerinden Almanya güvenilemez denen rüzgar ve güneşe geçiyor.

Türkiye’de ise dünya tersine dönüyor. Rüzgar diyorsunuz, “rüzgar esmezse elektriksiz kalırsınız” diyorlar. Güneş diyorsunuz, “akşamları mum ışığında mı oturacaksınız” diyorlar. Nükleer termik gibi baz yük santraller olmazsa sistem çöker deyip eski düzeni sürdürmeye çalışıyorlar. Dağ taş termik santral dolu Türkiye’de durmadan elektrikler kesiliyor ama dağ taş rüzgar ve güneşle dolu Almanya elektrik kesintisi tarih derslerinde okutuluyor. Bizim bir günde yaşadığımız elektrik kesintisi Almanların 40 yılda yaşayacakları elektrik kesintilerinin toplamından daha fazla.

Mesele eldeki kaynakları yönetmek. Adana’da rüzgar yoksa, Bandırma’da var. Güneş battıysa büyokütle santralleri, jeotermal var. Koca koca barajlar yapmışsın. Rüzgar eserken kapakları kapat, suyu yani enerjiyi depola. Rüzgar kesilince aç. Çok mu zora düştün komşudaki rüzgar tarlasından elektrik al, ertesi gün sen ona güneş sat. Son çare de bizde onlarcası kurulmuş doğalgaz santralleri. Almanya işte bunu yapıyor. Yıl sonunda alacaklı bile çıkıyor. Net elektrik ihracatçısı. Büyük ve hantal iletim hattını terk ediyor, değişime çabuk ayak uydurabilen ‘akıllı şebekeleri’ kuruyor. Yeni depolama sistemleri geliştiriyor. Bir yandan da nükleer santralleri bir bir kapatıyor. Öyle yaşı geldiği için falan değil. Pahalı ve riskli oldukları için.

Kesinti konusunda nükleer de çözüm değil. Fransa elektriğinin yüzde 70’den fazlasını nükleerden sağlıyor ama yıllık kesinti süresi Almanya’nın dört katı. Nükleersiz Avusturya, İtalya ve Almanya, Fransa’dan çok daha iyi durumda. Zaten, 31 Mart’taki karanlığın temelinde nükleer gibi büyük santraller var. Bir büyük santral arıza yaptı mı, yerine o büyüklükte başka bir santral koymanız lazım. Koyamazsanız sistem çöküyor. Halbuki bir rüzgar türbini arızalansa kimsenin ruhu duymaz. Elektriği küçük ama çok sayıda santralden üretme dönemindeyiz. Merkezi, tek bir yerden değil.

Yenilenebilir enerji kaynaklarından, küçük santrallerle yapılan üretim merkezi sistemlerin yerini alıyor. Türkiye’yi yönetenler ise hâlâ 40 yıl öncesinin enerji sistemini savunuyor. İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin sembolü ampul. O ampulü Edison 1879’da bulmuştu. Avrupa’da üretimi yasaklandı çünkü verimsiz. Aynı elektriği harcayıp 8-10 kat daha fazla ışık vereni var. 31 Mart’taki kesinti bize ders olsun. Sizi karanlıkta bırakan ampulü verimlisiyle değiştirme vakti geldi. Türkiye’nin enerjisini boşa harcamayın. 

*SAIDI ortalama.

Enerjide üreten de biz olmalıyız


Özgür Gürbüz-BirGün/8 Haziran 2014

Enerji meselesinde ‘yeni bir dünya isteyen’ bizler sadece belli noktalarda söz söylüyoruz. Enerjinin hangi kaynaklardan sağlanması gerektiği konusunda fikirlerimiz var. “Ne kadar enerji” ve “kimin için enerji” diye sorarak işe başlamayı öğrendik. Hangi kaynakları istemediğimizi biliyoruz. Aslında en iyi neyi istemediğimizi biliyoruz ama ne istediğimiz konusunda kafamız karışık. Daha da önemlisi, henüz enerjide “üreten biziz, yöneten de biz olacağız” diyemiyoruz. Çoğumuz tüketiciyiz, üretim araçları elimizde değil. Hiç merak etmeyin bu kaderimiz değil ve değiştirebiliriz.

Yenilenebilir enerji dediğimiz güneş, rüzgar ve biyokütle gibi kaynakların yayılmasıyla, enerji alanında söz söyleyiciler de değişmeye başladı. Nükleer, kömür ve doğalgaz santralleri kurmak için büyük paralar gerekiyor. Oysa elektrik ihtiyacınızı 25 yıl boyunca karşılayacak bir güneş panelini evinizin çatısına kurmak bugün 10-12 bin liraya mümkün. Daha iyisi var. Eşi dostu bir araya getirip unuttuğumuz kooperatifleri hayata geçirerek bu enerji santrallerini birlikte kurmak. Büyük şirketlerin saltanatına son verip, hem elektriği istediğimiz kaynaktan üretebilir (dolayısıyla yönetebilir) hem de enerjide gerçek anlamda bağımsız olabiliriz. Türkiye’de mevzuat hazır, uygulamadaki engeller de yeni yeni aşılıyor. Kurulu gücü 1 megavatı aşmayan santrallerin üretim lisansı alma zorunluluğu yok. Lisansız elektrik üretimi için 2 binden fazla başvuru var. Enerji kooperatifleri veya çok ortaklı küçük şirketler kendi santrallerini kurmaya başladıkça kalan bürokratik engeller de aşılacak. Hükümetin üzerindeki baskı artacak ve süreç daha hızlı ilerleyecek.

Enerji kooperatiflerinin ya da “Halkın Enerjisi”nin en çarpıcı örnekleri Danimarka’da görüldü. 1990’larda yüzlerce insan kooperatif çatısı altında birleşerek ülkede rüzgar türbinleri kurmaya başladı. Benzer modeller şimdi dünyanın birçok ülkesinde hayata geçiriliyor. ABD’nin Wisconsin eyaletindeki St. Croix elektrik kooperatifi 88,5 kilovatlık bir güneş santrali kuruyor. İsteyen üyeler, 500 vat gücünde bir güneş paneline denk her hisse için 2 bin 800 lira ödeyerek projeye katılabiliyor. Proje tamamlandığında her 500 vatlık panelin yılda 740 kilovatsaat (kWs) elektrik üretmesi bekleniyor. Bu da bölgede oturan bir ailenin yıllık elektrik tüketiminin yüzde 75’ine denk düşüyor. İki hisse alan bir üye kendi elektrik ihtiyacını karşıladığı gibi fazlasını da satabilecek.

Tercihini daha büyük projelerden ve rüzgardan yana yapanlar da var. Hollanda’da 2 megavat kurulu güçteki bir rüzgar türbininin elektrik üretimi artık 1700 ortak arasında bölüştürülüyor. 6 bin 648 hissenin her biri 560 lira değerinde ve hisse başına düşen yıllık üretim 500 kWs. Yıllık bakım masrafı için ödenecek bedel de hisse başına 64 TL. Hadi bir hesap yapın. Elektrik faturanıza bakarak yılda kaç kWs harcadığınız bulabilir ve kaç hissenin size yeteceğini hesaplayabilirsiniz. Bir rüzgar türbinin ömrünün 25 yıl civarında olduğunu unutmayın.

Almanya’daki yenilenebilir enerji santrallerinin yüzde 35’i bireylerin elinde. Yüzde 11’ine çiftçiler sahip; tohum ekip tarlalarındaki türbinlerden rüzgar biçiyorlar. Belediyelerin payı ise yüzde 7. Kömür ve petrolden tanıdığımız Almanya’da “dört dev” diye bilinen dev enerji şirketlerinin (E.ON, EnBW, RWE ve Vattenfall) ise yenilebilir enerjideki payı sadece yüzde 5. Görüldüğü gibi tekel kırılıyor, güç el değiştiriyor. Zaten en çok bu yüzden temiz enerjiden rahatsızlar.

Temiz enerji üretebilir, tüketebilir ve fazlasını satarak elde ettiğimiz gelirle yine halkın yararına başka projeleri hayata geçirebiliriz. Enerjide üretimi yenilenebilir enerjiyle yapmak yetmez, üretim araçlarının mülkiyetinin de çoğunluğun eline geçmesi gerekir. Dayanışarak enerjide ve üretimin diğer kollarında bağımsızlığımızı ilan edebiliriz. Enerji devrimini gerçekleştirebiliriz. Artık halkın kendi enerjisini üretme vakti geldi.

AB-28’de nükleer ve yenilenebilir enerji

Basında yer alan haberler nedeniyle bu tabloyu hazırlamak zorunda kaldım. Başta Anadolu Ajansı olmak üzere, birçok yayın kuruluşunda enerji konusunda yapılan haberlerde veri hatalarına rastlıyorum. Özellikle de nükleer enerji konusunda... Nükleer enerjiyi güçlü gösteren haberlerde bu hataların sayısı artıyor. Güncel bir örnek. Anadolu Ajansı'nın geçtiği bu haber, "AB devleri elektriği nükleerden üretiyor başlığı" taşıyor. Bu haber Sabah ve Hürriyet gibi çok satan gazetelerin sayfalarında yayımlandı. Yukarıdaki tablodan da göreceğiniz gibi nükleerin elektrik üretimindeki payı, AB ülkelerinin ana kaynağı olmaktan çok uzak. Doğalgaz ve kömüre yaklaşmayı bir yana bırakın, yenilenebilir enerji kaynaklarıyla hemen hemen aynı seviyedeler. Bu da 50 yıllık nükleer enerji için bir başarı kabul edilemez. Eskiyan santrallerin devreden çıkmasıyla, on yıl içerisinde bu tablo daha da gerileyecek. Nükleer endüstrinin asıl kaygısı bu. O yüzden, medyayı da kullanarak pazar paylarını biran önce arttırmaya çalışıyorlar. Sipariş alamadıkları her yıl işleri daha da zorlaşıyor. Türkiye gibi kendini bunca yıl nükleer enerjiden korumuş bir ülkeye girmek de bu yüzden çok önemli.

Enerji sektöründe muhafazakarlık

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/8 Nisan 2014 

Türkiye’nin muhafazakar yapısı enerji sektörünü de etkiliyor. Yeniliklere pek açık olduğumuz söylenemez. Enerji konusu diplomalar üzerinden tartışıldığından olsa gerek, önerilen çözümler de çoğu zaman o diplomaların alınış tarihi kadar eski olabiliyor. Rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları ortaya çıktığında, “onlar bir şey üretemez, çalışmaz” denmesi de kanımıza işlemiş muhafazakarlığın bir eseriydi. İklim değişikliğini öğrenmek yerine inkâr etmek, sosyal maliyetleri hesaplamak yerine yok saymak da yine aynı zihniyetin meyveleri… “Bildik olan doğru, bilinmeyen ise yanlıştır” adeta bizim şiarımız olmuş. Ne yazık ki...

Yenilenebilir enerjinin rüştünü ispat edip birçok ülkede şebekeye ciddi katkılarda bulunduğu ilk yıllarda rüzgarı, güneşi yok sayanlar şimdi de yenilenebilir enerjinin sınırlarını tartışmaya başladı. Bir parça yenilenebilir olsun ama bizim bildiğimiz enerji kaynaklarının da yerini almasın dendi. Zaten yüzde 100 yenilenebilir enerji onlar için teknik açıdan hiç mümkün olmadı. Rüzgar enerjisindeki lisans sürecini hatırlayın. Yapılan açıklamalara bakarak, bırakın yüzde 100’ü, yüzde 5-10 seviyelerinin bile sorunlu olduğunu düşünürdünüz. Danimarka’nın yüzde 100, Almanya’nın yüzde 80 yenilenebilir enerji hedeflerini bu nedenle şimdilik bir kenara bırakalım. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (UEA) birkaç hafta önce açıkladığı, yenilenebilir enerji kaynaklarının şebekeye eklenmesinin maliyeti ve teknik yönlerinin incelendiği raporunun* sonuçlarına bir bakalım.

UEA, rüzgar, güneş gibi değişken ve sürekli üretim yapmayan kaynakların, o ülkenin yıllık üretimin yarıya yakınını karşılamasının mümkün olduğunu söylüyor. Hatta bu oranların üzerine de çıkabileceğini söylüyor ama bazı fosil ve nükleer sever dostlarımızın kalp sağlığı için biz şimdilik yüzde 45’lik örnek üzerinden gidelim. UEA’na göre yenilenebilirin toplam elektrik üretimindeki payının yüzde 45’leri bulması, uzun dönemde değişken üretim kaynakları olmayan bir sistemle kıyasla, az bir ek maliyet getiriyor. Teknik açıdan da sorun yok. Şebekenin iyi yönetildiği, esnek, değişken üretim yapan santrallerin, bildiğimiz baz yüklerin yerini aldığı bir ortamda söz konusu ek maliyet megavatsaat başına sadece 11 dolar. Değişken yenilenebilir enerji kaynaklarını yüzde 30’da tutarsanız, ek maliyet de megavatsaat başına 6 dolara kadar geriliyor. Uzun dönemli projeksiyonlarda bu maliyetleri bile konuşmuyoruz çünkü karbondioksit ve alternatif yakıtların (fosil, nükleer vs) maliyeti artıyor.

Raporun dikkat çektiği bir başka konu ise bizim için çok daha önemli. Elektrik talebi hızla artan Çin, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerde, yenilenebilir enerjinin payının yüksek olduğu sistemler çok daha düşük mali yüklerle gerçekleştirilebiliyor. Batı Avrupa gibi talebin daha yavaş arttığı, üretim santrallerinin halihazırda kurulmuş olduğu ülkelerde ise maliyet haliyle artıyor. Çünkü yapılan iş, bir anlamda eskisini söküp yenisini kurmaya benziyor. Tükiye’de kurulu güce her yıl eklenen rakamlara baktığınızda, bizim Brezilya ve Çin gibi avantajlı kategoride olduğumuz ortada.

UEA, yenilenebilirin payının yüksek oranlarda olduğu bir sistem kurulması için endüstri ile politikacıların birlikte hareket etmesi gerektiğini söylüyor. Adeta tam 12’den vurmuşlar. Dönüp memlekete bakıyorum. Un (yenilenebilir) var, şeker (yatırımcı) var ama ortada helva yok. Ah, o muhafazakar aşçı yok mu o aşçı!

 *The Power of Transformatio, IEA

Temiz Enerjiye Nükleer Saldırı

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 20 Ekim 2012

Türkiye'de nükleer enerjinin kabul görmesi için yürütülen ana akım medya ve devlet destekli kampanya sınır tanımıyor. Gazetelerde nükleer enerjiyi aklamaya yönelik, nükleer karşıtı argümanlara tek satır yer vermeyen onlarca haber çıkıyor. Çoğu aynı kalemden çıkmış gibi. Mersin'e nükleer santral kurmaya çalışan Rus şirketinin temsilcileri teknik bilgilerden uzak, doğruluğu şüpheli demeçler veriyor, gazetelerimiz de nedense(!) bunları sorgusuz sualsiz yazıyor. Bazı gazetelerin haberleri açıkçası “reklam” kokuyor.

Mersin'in Akkuyu mevkine nükleer santral kurmaya çalışan Akkuyu NGS adlı şirketin internet sayfası ise gazetelerden de beter. Sayfa yalan yanlış bilgilerle dolu. Yenilenebilir enerji kaynakları hakkında verilen bilgiler evlere şenlik. Bu bilgilerin temiz enerji sektörü tarafından fark edilmesi ve itirazların yükselmesiyle çoğu yayından kaldırıldı. Şirketin halkı “bilgilendirmek” amacıyla açtığı bu sayfada rüzgar, güneş ve hidroelektrik enerji yerden yere vuruluyor, kaynağı belirsiz bilgilerle kötüleniyordu. Birkaç örneği tarihe not düşme adına buraya taşıyalım:

Rüzgar santralleri doğaya ciddi zarar verirler. Hava akımlarının doğal dolaşımı bozması nedeniyle, iklim değişikliğine sebeb olur. Buna ek olarak, rüzgar santralleri hayvanlar için büyük bir tehlike oluşturur. Her gün binlerce kuş ve yarasa pervane kanatlarına çarparak ölürler”.

Sanırım metinler Rusça'dan çevrilmiş. Dil ve yanlış yazılan “Sebep” kelimesi gibi örnekler bende o izlenimi doğurdu. Bir devlet şirketi olan Rosatom Rusya'da yaşayanlara da bu bilgileri veriyorsa koskoca Rusya'da kurulu rüzgar gücünün 9 megavat civarında seyretmesine ve 2010 yılında bir tek rüzgar türbini bile dikilmemiş olmasına şaşırmamak lazım. Rüzgar türbinleri nedeniyle her gün binlerce kuş ve yarasa ölüyor olsaydı herhalde şu anda kuş görmek için müzelere gidiyor olurduk. İklim değişikliğinden kasıt küresel ısınma olmasa gerek zira nükleer santrallerin rüzgardan daha fazla küresel ısınmaya neden olduklarını herkes biliyor.

Yazılanları görmemiş olanlar için bir örnek daha aktarayım. "Bir rüzgar santrali, bir üniteli nükleer güç santralına göre 3000 misli daha az elektrik üretir" diye buyurmuş Atomspor. Hangi santral, kurulu gücü ne; bilinmiyor! Hiçbir şey belli değil. Kapasite faktörü diye bir şey var, nükleerde yüzde 80 ise rüzgarda yüzde 30. Nükleerle aynı kurulu güce sahip bir rüzgar santrali üç kat daha az elektrik üretir deseler tamam ama 3 bin diyorlar. Herhalde evin bir odasına koydukları rüzgar türbiniyle nükleeri kıyaslamışlar. Bu rakamı elde etmek için camları da kapatmış olmaları lazım.

Nükleere destek temiz enerjiye köstek
Akkuyu NGS A.Ş.'nin internet sayfasında yazılanlara kötü bir propaganda demek olayı hafife almak olur. Yıllardır söylüyorum, nükleer enerjiyle yenilenebilir enerji kaynakları aynı ipte yürüyemez. Temiz enerji liberal, doğru fiyatlandırılmış bir piyasada kendi ayakları üzerinde durabilir ama nükleer enerji devlet desteğine mecburdur. Bugün dünyada devlet desteği almadan yapılmış tek bir nükleer reaktör bulamazsınız. Hükümet, nükleer atık, kaza gibi ciddi risklere sahip nükleer enerjiye 15 yıl alım garantisi veriyor. Hem de kilovatsaat başına 12,35 dolar sent. Rüzgar enerjisinden elektrik üretseniz alım garantisi 10 yıl boyunca kilovatsaat başına 7,3 sent. Güneşe yine nükleerden beş yıl daha az süreyle bir alım garantisi veriliyor ve fiyat 13,3 sent. Bu tablo bile kimin desteklendiğini kimin kösteklendiğini gösteriyor. Çevreyi kirletmeyeceksin, istihdam yaratacaksın, dışa bağımlılığı azaltacaksın ama alım garantisine gelince nükleer kaza ve atık gibi maddi karşılığı hesaplanamayacak risklere sahip nükleerden daha düşük bir rakama talim edeceksin. Yenilenebilir enerji bu ülkede üvey evlat mı?

İş bununla da bitmiyor. Varsayalım Türkiye'de güneş enerjisi hatırı sayılır bir kurulu güce ulaştı ve aynı Alamnya'da olduğu gibi öğle saatlerinde ciddi miktarda elektrik üretiyor. Güneş enerjisi talebin yüksek olduğu bu zamanda fiyatları aşağı çekeceği için nükleer gibi baz yük santraller “işin kaymağı” diyebileceğimiz bu zamanlarda yüksek fiyattan elektrik satamayacaklar. Temiz enerjinin çok üretim yaptığı anlarda üretimi kısmak veya şalter indirmek istemeyecekler. Zaten nükleer enerji teknik olarak da bunu yapamaz. Devreden çıkarılması ve yeniden alınması hem zaman ister hem de güvenlik nedeniyle teferruatlıdır. Halbuki yeni dünyanın elektrik sistemi, küçük üretim güçlerinden ve akıllı şebekelerden oluşacak. Esneklik, yerinde üretim ön planda. Bu da nükleerin yenilenebilir enerji kaynaklarını sevmemesi için bir başka neden. O yüzden, nükleer santral kurmak isteyen firmanın internet sitesine kadar taşan bu propagandaya şaşırmamalı. Türkiye'de yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarının gelişmesi her nükleer şirketi rahatsız eder.

Türkiye seçimini yapmalı
Mesele sadece internet sayfası olsa iyi. Büyükeceli'de bir "bilgilendirme merkezi” var. Oraya gelen öğrencilere, sivil toplum temsilcilerine rüzgar ve güneş hakkında aynı yanlış bilgileri anlatmadıkları ne malum? Nükleer enerji şirketinin yetkilileri Enerji Bakanlığı bürokratlarına farklı şeyler mi söylüyor sanıyorsunuz? İnternet sayfasına bu bilgileri yazanlar mutlaka her yerde de anlatıyordur. Bu bilgiler sitede aylardır duruyordu. Yanış bilgilendirmeyi bugüne kadar açıktan yapıyorlardı, yarından sonra gizli gizli yapmayacakları ne malum? Büyükeceli'deki o merkez kapatılmak zorunda. Türkiye'de yenilenebilir enerjiye yatırım yapan firmalar, yatırımcılar bu tehlikenin farkında olup, hükümete rahatsızlıklarını uygun bir dille iletmeliler. Türkiye 2023 için seçimini yapmak zorunda. Ya geleceğin enerji kaynaklarını seçecek ya da bu eski oyunlardan medet uman, geçmişin enerji kaynağı nükleeri.