Nükgöm

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Şubat 2013
 
Malumunuz, hükümetimiz Mersin'de nükleer santral kurulması için çabalıyor. Daha doğrusu, işi Rusya'ya havale etti, onlar çabalıyor bizimkiler de nükleer iyidir masalları anlatıp kamuoyunu yanıltıyor, pardon, bilgilendiriyor. Atom santrali yaparak muasır medeniyetler seviyesine çıkacağımız masalı da en çok başvurulan bilgilendirme yöntemlerinden. Toprağı bol olsun, eski bir nükleerci hocamız, “Nükleer santraller halkın kültür seviyesini yükseltir” bile demişti. Zaman kendisini haklı çıkardı. Nitekim, nükleer enerji alanındaki yoğun çaba ve isteğimiz bu yönde sonuç verdi. Nükleer santrallerin çalışmaya başladığı 1954 yılından bu yana tüm dünyada kimsenin çözemediği nükleer atık sorununu, hükümetimiz üstün gayretleri ve “el çabukluğu-marifet tekniğiyle” beş yıl içinde çözdü. Bu ileri düzeydeki tekniğin adı kısaca “nükgöm” olarak adlandırıldı. Uzun ismi ise “nükleer atıkları bulduğun yere göm”. Tekniğin uygulanmasında atalarımızın kullandığı araç ve gereçlerin, kazma ve küreğin kullanılması ise bu yeni buluşu daha da önemli ve yüzde 100 yerli yapıyor. Biliyorsunuz, biz otomobilden buzdolabına her şeyin ecnebisini, konuşmaya gelince ise her bir şeyin yerlisini severiz.
 
Nükleer atıkların bertaraf edilmesi işlemi nükgöm ilk kez İzmir Gaziemir'de uygulandı. 16 Nisan 2007'de varlığından haberdar olunan nükleer atıkların üzerine 10 bin 200 ton toprak döküldü. TOKİ inşaatında yeni kapı yapılsa açmaya giden bakanlarımız nedense gömme töreninde yoktular. Kurdele kesilmedi, besmele çekilmedi. Önemli olan netice tabi, böylece nükleer atık sorunu da halloldu. Allah vatana millete başka dert vermesin.
 
Hatırlatalım. Nükleer atıklar, İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne ait kurşun döküm fabrikasından İZAYDAŞ'a gönderilen üç kamyon cürufun birinde radyasyon tespit edilmesiyle ortaya çıkmıştı. Hemen ardından, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) olaya el koydu ve fabrikada incelemeler yaptı. TAEK'in ara ara gittiği fabrikadan 16 Nisan 2007 ile 24 Ekim 2008 tarihleri arasında 247 ton radyoaktif cüruf çıkarıldı. Bu atıklar Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne gönderildi. Söz konusu radyoaktif madde Europium-152. 135 yıl radyoaktif kalıyor, doğadan insandan uzak tutulması gerekiyor. Çekmece'deki tesislerde yer kalmamış olacak ki TAEK 24 Ekim 2008 tarihinden sonra atık taşımaktan vazgeçti. Gaziemir'deki nükleer atıklar bir anlamda kaderine terk edildi. Fabrika'nın Torbalı'ya taşınmasıyla da atıklar fabrika arazisinde başıboş bırakıldı. Çit çekiliyor, tabelalar asılıyor ama bir süre sonra orası çocukların oyun alanı oluyor.
 
2012 yılında Radikal gazetesinden Serkan Ocak konuyu yeniden gündeme taşıyana kadar kimse bir şey yapmıyor. Sonra ise mucizevi çözüm “nükgöm” hayata geçiriliyor. Kalan atıkların üstüne tonlarca toprak atılıyor ve doğadan yalıtılması gereken nükleer atıklar kaderine terk ediliyor. Aslında Gaziemir'de “resmi” bir nükleer atık deposunun temelleri atılıyor. Yarın ülkenin başka bir yerinde nükleer atık bulunursa ilk adres Gaziemir olabilir. O yüzden de İzmirliler ne yapıp edip, o atıkları geldiği yere göndermek zorunda. Söylemedi demeyin.
 
Europium-152, nükleer santraller çalışmaya başlayınca çıkacak nükleer atıkların yanında devede kulak kalır. Bu daha hiçbir şey değil. Nükleer santralden çıkacak atıkları ne yapacaksınız diye sorduğumuzda, “atacağız, satacağız” diyenlerin ne gibi cin fikirlerinin olduğunu artık herkes gördü. Uygun bir yere gömüp, arakalarına bile bakmadan kaçacaklar. 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıkları umarım biraz daha derine gömerler. İşte size nükleer enerjiye geçmeye çalışan Türkiye'nin acı gerçeği.
 
ELEKTRİĞİN YÜZDE 27'Sİ RÜZGARDAN
Enerji Bakanlığı nükleerle yatıp nükleerle kalka dursun, Avrupa'da her geçen gün yeni rüzgar santralleri kuruluyor. 2012 yılında 12 bin 416 megavat gücünde yeni rüzgar türbini elektrik üretmeye başladı. Avrupa'daki toplam rüzgar gücü 110 bin megavata yaklaştı. Bunun 2 bin 312 megavatı Türkiye'de kurulu. 2012'de Türkiye'nin inşa ettiği santrallerin kurulu gücü 506 megavat. Almanya'da 2 bin 440, İngiltere'de bin 897, İspanya ve İtalya'da da bin 200 megavat civarında yeni rüzgar kurulu gücü devreye girdi.
 
Avrupa Birliği'nde (AB) tüketilen elektriğin yüzde 7'si rüzgardan sağlanıyor. Danimarka'da bu oran yüzde 27, Portekiz'de yüzde 17, İspanya'da yüzde 16, İrlanda'da yüzde 13 ve Almanya'da yüzde 11. Yukarıda saydığımız ülkelerden daha iyi potansiyele sahip Türkiye'de ise elektriğin yüzde 2,3'ü rüzgardan elde ediliyor. AB'ye üye 27 ülkede yenilenebilir enerji yatırımlarında başı yüzde 54'lük payla güneş çekiyor. Yüzde 37'lik payla onu rüzgar izliyor. Yukarıdaki grafiktede görüldüğü gibi tüm enerji kaynaklarında da yine güneş önde. Bizde ise güneş enerjisi hâlâ bürokratik engelleri aşmayı bekliyor. Klasik olacak ama şöyle bitirelim: Güneş balçıkla sıvanmaz, radyoaktif atık yok olmaz!

Bir termik alana bir orman bedava

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Şubat 2013

Geçici her şey beni korkutur. Bir işe başlarsınız, size en düşük olanından bir “geçici” maaş verirler; daha sonra o para kalıcı maaşa dönüşür. Geçici işleriniz olur, tam alışıp hayatınızı yola koyacak gibi olursunuz; kovulursunuz. Diş hekiminin yaptığı geçici dolgu, bilin ki o koltuğa 3-4 hafta sonra tekrar oturmak demektir. Bir de geçici yasa maddeleri var. Onları da hiç sevmem. Genelde yangından mal kaçırmaya yarar.
 
Yatağan Termik Santrali Foto: O. Gurbuz
Elektrik Piyasası Kanunu Tasarısı şu sıralarda TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nda görüşülüyor. Komisyonun adını söylemek görüşmeden zor olsa gerek. İlk iki madde geçti bile. Tasarı, genel hatlarıyla elektrik piyasasında özel sektörün payını artıracak düzenlemeler içeriyor. Ayrıca çevre katliamına davetiye çıkaran geçici bir maddesi var. Geçici Madde 8. Bir kenera not alın, ileride bu maddenin adını sıkça duyacaksınız.
 
Bugün Türkiye'de elektrik üretme kapasitesinin yüzde 40'ından fazlası bir kamu kuruluşu olan Elektrik Üretim A.Ş.'nin (EÜAŞ) elinde. EÜAŞ'ın 27 hidroelektrik ve 18 termik santrali özeleştirme kapsamına alınmıştı. Seyitömer Termik Santrali geçtiğimiz günlerde özelleştirildi, diğerleri de sırada. Hükümet yıllardır bu santralleri satmaya çalışıyor ancak satmakta zorlanıyor. Termik santrallerin çoğu eski. Aralarında Yatağan, Afşin-Elbistan gibi çevre karnesi kırıklarla dolu santraller de var. Böyle olunca alıcı bulmak ya da iyi paraya satmak zorlaşıyor. “Geçici Madde 8” bu sorunu çözebilir. Elektrik Piyasası Kanunu Tasarısı bu haliyle Meclis'ten geçerse, EÜAŞ'a bağlı santrallere, bunların özelleştirilmesi halinde ise onu alacak özel şirketlere 2019 yılına kadar çevresel yükümlülükler konusunda muafiyet getiriliyor. Sürenin uzatılması da Bakanlar Kurulu'nun elinde olacak. Geçici maddede, “çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımların gerçekleştirilmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinlerin tamamlanması amacıyla 31 Aralık 2018’e kadar süre tanınır” deniyor. Devamı da var. Bu santraller, ister kamuda kalsın ister özelleştirilsin, çevre mevzuatına uymadıkları takdirde idari para cezası almayacak, elektrik üretim faaliyetleri durdurulamayacak.
 
ASİT YAĞMURLARI GELİYOR
Kömürle çalışan termik santrallerden çıkan kükürt dioksit ve azot oksitler asit yağmurlarına neden olur. Bölgedeki bitki örtüsünü, tarım ürünlerini olumsuz etkiler. Bu yasa geçerse söz konusu işletmeler asit yağmurlarına neden olan kükürt dioksiti tutan baca gazı arıtma (desülfürizasyon) tesisini kurmayabilecekler. Varsa da çalıştırmayabilirler. Ceza yok, kızan yok.
 
Termik santraller havayı, suyu ve toprağı kirletir. Dolayısıyla kirlilik besin zincirine yani gıdalara kadar yayılabilir. Kül dağları kontrol edilmeye çalışılsa bile sorundur. Rüzgarda uçuşur, kilometrelerce toprak küllerle kaplanır. Termik santral atıkları bölgedeki yeraltı ve özellikle yerüstü sularının asitlenmesine, kimyasal açıdan kirlenmesine neden olabilir. Bu da insan sağlığını uzun erimde olumsuz yönde etkiler . Bu yasa geçerse suları kirletmek altı yıl boyunca serbest. İklimi değiştirmenin cezası yok.
 
TEŞVİKİN DANİSKASI
Geçici Madde 8, Meclis'te kabul edilirse Yatağan'da olduğu gibi havayı solunamaz hale getirmek, insanları astım hastası yapmak, akciğer kanseriyle tanıştırmak devlet eliyle desteklenmiş olacak. Kömürcülere sorsanız hiç teşvik almadıklarını, rüzgar, güneş ve jeotermal gibi temiz enerji kaynaklarının ise hep teşvik beklediğini söylerler. Bundan daha büyük teşvik mi olur? Sırf özelleştirmeler gerçekleşsin, işletmeler kısa sürede kâr etsin diye canımızı, doğamızı size feda ediyoruz. Bu teşvik değil, teşvikin daniskasıdır.
 
Enerji Bakanı Taner Yıldız, termik özelleştirmelerinde çevre yatırımı için yatırımcıya süre verilmesi gerekir, kömüre çevreyi kirleten bir enerji kaynağı olarak bakılmamalı diyor ve ekliyor: “Tabii ki çevreyle beraber yapacağımız yatırımlar olacak. Ama yeni başlayan yatırımcının çevre şartlarına uyması için de bir zaman var. Onu da vermiş olacağız”. Anlamak mümkün değil. Güneşe, rüzgara yatırım yapan, santralin çalışmaya başladığı ilk günden itibaren çevreye verdiği zararı en aza indirmiş oluyor çünkü bu santraller zaten bu özellikleriyle tasarlanıyor. Bu yüzden diğerlerine göre daha maliyetli de olabiliyorlar. Temiz enerjiye yatırım yapan bunu ilk günden yapıyor da kömüre yatırım yapan neden yapamıyor? Bu mu serbest piyasa, bu mu ucuz dediğiniz, teşviksiz olduğunu iddia ettiğiniz kömür?
 
Yatırımcının zamana ihtiyacı var kısmı da hiç inandırıcı değil. Yatağan Termik Santrali'nin ilk ünitesi 1982 yılında devreye girdi. Kül barajı 10 yıl sonra 1992'de bitirilebildi. Santral, kükürt tutucu baca gazı arıtma tesisine 2007 yılında kavuştu. Yatağan 25 yıl inim inim inledi. Zeytinlikler, tarlalar zarar gördü. 30 yıldır çalışan santrallere hâlâ hangi zamanı tanımaktan bahsediyorsunuz? Yatırımcıyı bilmem ama insanların ve doğanın sabrı kalmadı. Termik santralleri satacağım diye, santral alana “bonus” niyetine yanında “doğa” verilir mi? Böyle promosyon mu olur?

Erkeklere sıra ne zaman gelecek?

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2013 

Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı'nın tasarruf ve enerji verimliliği kavramlarını telaffuz etmeye başlamasından dolayı mutluyum. Ülkedeki her dereye HES (hidroelektrik santrali), her koya termik, denize bakan her kıyıya nükleer santral kurmaya çalışarak enerji sorununun çözülemeyeceğini artık anlamalıyız. Bakanlığın gecikmeli de olsa “tasarruf diye bir şey var” demesi hoş. İşin hoş olmayan tarafı ise erkek egemen bakanlığımızın işi yine başkalarına yıkmaya çalışması. Hatırlayacağınız gibi bundan önceki verimlilik kampanyasında idolümüz “EnVer” adlı bir çocuktu.

Eski bakan Hilmi Güler zamanında yıldızı parlayan EnVer çabuk unutuldu. Kafasında kırmızı renkte, tavaya benzer bir şapkası vardı ve bize enerji tasarrufunu anlatıyordu. EnVer'e, “SuVer” adında, su tasarrufu konusunda uzman bir kız kardeş gelmesi de planlanıyordu ama olmadı. O tarihlerde kürtaj konusu gündemde değildi. Hükümet çocuğu aldırmış olmalı ki SuVer'le hiç tanışmadık. Yapması mecburi üçüncü çocuğa da “Yeter” adı konunca bu başarısız tasarruf kampanyalarına ara verildi.

Hilmi Güler'in halefi Taner Yıldız, kafasında tencereyle gezen çocukların halka mesajı iletmekte zorlandığını anlamış olmalı. Onun hedefi ev kadınları ya da kampanyanın diliyle söyleyelim, ev hanımları oldu. Nedeni de basit; enerji tüketicileri arasında ailenin önemi büyük. Proje diyor ki, “Isınma, aydınlatma, temizlik, kişisel bakım gibi faaliyetlerin yürütülmesinde aileler büyük ölçüde enerji tüketmektedirler. Ailede günlük faaliyetlerin sürdürülmesinde ve tüketiminde karar verici kişi olarak ise kadınların önemli bir rolü bulunmaktadır”. Çok doğru. Yemeğin kaç dakika pişeceğine, pantolonun kaç dakikada ütüleneceğine, çamaşırların hangi ısıda yıkanacağına, hangi deterjanın alınacağına hep kadınlar karar veriyor. Çünkü evin bütün “ortak işlerini” kadınların üzerine yıkmakta erkeklerin üzerine yok. Reis beyler otururken “karar verici” hanımlar çalışıyor. Şu karar vericilikte ne çileli işmiş canım. Yetkin mi var, derdin var bu memlekette.

ERKEKLER ÜTÜLESİN
Projenin amacının iyi olması, yapılan bu hatayı örtmeye yetmiyor. Kadını evde temizlikten, çamaşırdan sorumlu tutuyor ve adeta bütün bu işler sadece onun sorumluluğuymuş gibi davranıyor. Ben size enerjiyi gerçekten verimli kullanmaya başlayacağımız zamanı söyleyeyim. Ne zaman erkekler ütü yapmaya başlar, o zaman. Erkekler, haftada 4-5 saati ütü başında geçirince atletlerinden donlarına kadar her şeyi ütülü istemeyi bırakırlar. Erkeklerin yapabileceği bir başka şey de futbol maçlarının gece oynanmasına karşı çıkmak olabilir. Futbolun beşiği İngiltere'de bile çoğu maç gündüz saatlerinde oynanıyor. Maçlar gündüz oynanırsa aydınlatmak için elektrik harcanmaz.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), iktidardaki 10 yılı boyunca sadece arzı yönetmeye çalıştı. Talebi, değiştirilemez veya kontrol edilemez bir etken kabul edip bu talebi karşılamak için onlarca santrale yeşil ışık yaktı. Halbuki, talebi kontrol etmezseniz ölüm fermanınızı da imzalamış olursunuz. Sınırsız bir talebi sınırlı enerji kaynaklarıyla karşılamanız mümkün değil. Olan doğaya ve bu enerji yatırımlarının faturasını ödemek zorunda bırakılan halka oluyor. Sanayi, ulaşım ve kentleşme politikalarınız talebi kontrol etmekte kullanacağınız araçlardır. Enerji kaynaklarınız sınırlıysa (öyle olduğu söyleniyor) çimento, kağıt, demir-çelik sektörlerinde aynı anda yer almaz, bilişim veya tekstil sektörüne ağırlık verirsiniz.

10 YILDIR YERİMİZDE SAYIYORUZ
Okullar cuma günü kapandı, karneler verildi. Gelin biz de hükümete son 10 yılın enerji verimliliği karnesini verelim. Karnenin en önemli dersi enerji yoğunluğu. Enerji yoğunluğu, üretilen hizmet veya ürünü ne kadar enerji kullanarak yaptığınızı gösteriyor. Avrupa İstatistik Bürosu (Eurostat) verileri, 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) yaratmak için ne kadar enerji tükettiğinizi gösteriyor. AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde Türkiye 1000 avro değerinde GSYH yaratmak için 240 kilogram eşdeğeri petrol (kgep) harcıyordu. 2010'da bu rakam sadece 233'e geriledi. Avrupa'nın sanayi devi Almanya'da bu rakam 2002'de 157 kgep'ti, 2012'de 141 oldu. İngiltere'de 134 kgep'ten 111'e geriledi. Avrupa'nın en iyisi İsviçre'de ise 92'den 80'e. Hırvatistan 2002'de bizden kötü durumdaydı şimdi 230'larda. Kabaca söylersek, aynı masayı İsviçre'de Türkiye'den üç kat daha az enerji harcayarak, İngiltere'de ise iki kat daha az enerji harcayarak üretebiliyorsunuz. Gelişmişlik, çokça duyduğumuz gibi kişi başına tükettiğimiz elektrik miktarını artırmaktan değil, az enerjiyle çok iş yapmaktan geçiyor.

Kalkınma Bakanlığı’nın 9. Kalkınma Planı’nda aynen şöyle diyor: “...binalar ve ulaştırma sektörlerinde yapılacak verimlilik uygulamalarıyla hem genel enerji hem de elektrik tüketimlerinin yüzde 20-25 oranında düşürülmesi mümkün görülmektedir”. Yüzde 20 daha az elektrik talep etmek, kurulmak istenen onlarca HES'in, nükleer santralin rafa kaldırılması demek. Erkeklerin çoğunlukta olduğu mecliste doğru politik kararlar alınmadıkça, sorumluluğu “hanımlara” ve çocuklara yüklemek biraz kolaya kaçmak gibi geliyor. Evde yapacağımız tasarruf çalışmaları, ulusal politikalarla da desteklenmek zorunda.

Hasankeyf'te ecdadın kemikleri sızlıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ocak 2012 

Memlekette bir “ecdat” merakıdır gidiyor. Kimi ecdadı gibi ata binmek istiyor kimi yedi cihanı fethetmek. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ecdat dediğiniz kişiler geçmişteki büyükleriniz, atalarınız. Böyle olunca benim hesabıma göre Neandertallere kadar yolumuz var. Yolumuz uzun ama hafızamız kısa ve seçici. Öyle olunca Kanuni'yi hatırlıyor, akıl hastası padişahları “es” geçiyoruz. Ne de olsa biz ecdadın da “aklı yerinde” olanını severiz. Halbuki, her şeyi olduğu gibi, doğrusu ve eğrisiyle kabul etmeyi bir öğrensek, yani iyileşsek ne güzel olacak şu memleket.

Son ecdat vurgusu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan geldi. Erdoğan, geçen perşembe günü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Ankara'daki bir törenine katıldı. Törende belediyelere temizlik araçları, çöp kamyonları dağıtıldı. Anahtarlar elde fotoğrafçılara poz verildi, Erdoğan çöp kamyonu kullandı. Kimse alınmasın ama bir başbakanın çöp kamyonu anahtarı dağıtmaktan daha önemli işleri olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bir ülke hayatında ilk kez çöp kamyonu görüyorsa o zaman başka. Çöp kamyonu dağıtmak zaten hükümetin, yerel yönetimlerin görevleri arasında. İnsan işini törenle yapar mı? O zaman herkes her gün işe giderken evinin kapısının önünde tören düzenlesin, bir de üzerine komşulara nutuk atsın. Tasarruf tedbirleri arasına bu temel atma, kapı açma ve benzeri törenlerin de alınmasını talep ediyorum. Ey Ankara duy sesimi, devir tasarruf devri.

BAŞBAKANA MÜJDE
Erdoğan törendeki konuşmasında, “Güçlü şehirleri sağlam taşlar inşa etmez. Güçlü şehirleri güçlü insanlar inşa eder. Biz işte böyle şehirlerin hayalini kuruyoruz. Selçuklu'da, Osmanlı'da inşa ettiğimiz böyle şehirlerin hayaliyle yaşıyoruz. Ecdadımızın inşa ettiği, ilham aldığı o güçlü şehirleri biz, bugün aynı şekilde imar etmek için mücadele ediyoruz” dedi. Sayın başbakanım müjde! Ben böyle bir kent biliyorum. Adı Hasankeyf. TÜBİTAK kızar korkusuyla ecdadı Neandertallerde arayamayanlar için Hasankeyf müthiş bir başlangıç noktası olabilir.

Ecdadınız Greklerse, Hasankeyf'in de içinde olduğu bu topraklara “iki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya diyen onlardır. Ecdadınız Araplarsa, o topraklara “ada” anlamına gelen El-Cezire diyen ecdadımız Araplardır.

2009-2011 yılları arasında Hasankeyf'teki höyük alanında yapılan kazılarda kentin bilinen tarihin 10 bin yıl öncesine uzandığı görüldü. Kanuni bugün yaşasaydı 518 yaşında olacaktı. Hasankeyf hâlâ hayatta ve 10 bin yaşında. Ecdadın en yaşlısı Hasankeyf'tir. Ecdadın kenti örnek alınacaksa Hasankeyf yaşatılmalı, baraj sularına bırakılmamalıdır.

Ecdadımız Artuklulara dayanıyor diyorsanız Artukluların ilk başkenti Hasankeyf'tir.
Ecdadımız Eyyubilerse, Hasankeyf Eyyubi hanedanına uzun süre ev sahipliği yapmıştır. Eyyubilere ait sayısız eser Hasankeyf'te korunmayı beklememktedir.

Başbakan Erdoğan gibi hayaliniz ecdadın yaptığı gibi köprüler, camiler ve kentler yapmaksa Hasankeyf sizin başkentinizdir. Artukluların zamanında yapılan köprü ortaçağın en güzel mimari örneklerinden biridir. Akkoyunlular ecdadınızsa onların kente armağan etiği Zeynel Bey Türbesi sizin en önemli ibadethanenizdir. Eyyubi Sultanı Süleyman'ın mezarına da ev sahipliği yapan Sultan Süleyman Cami ve külliyesi ecdadın eseri değil midir? İmam Abdullah Türbesi, Koç Cami, Roma dönemine ait eserler, Er-Rızk Cami ve daha onlarcası kimin ecdadının eserleri acaba? Robotik ilminin kurucusu kabul edilen İslam alimi ve mühendisi Cezeri Hasankeyf'te yaşamadı mı? Yoksa, otomatik sulama makinelerini geliştiren Cezeri'yi ecdat kabul etmiyor muyuz?

Başbakan'ın hayal ettiği şehir yaşıyor. Erdoğan henüz görmemiş olsa da, işaret ettiği Selçuklu ve Osmanlı gibi onlarca medeniyetin tarihini paylaşan Hasankeyf hâlâ neden sular altında bırakılmak istendiğini anlamaya çalışıyor?

Hasankeyf'te yaşayan 34 yaşındaki İzzet Yılmaz hayatını boyacılık yaparak kazanıyor. İzzet'e “burası sular altında kalırsa ne yaparsın” diye sordum. TOKİ'nin kentin kuzeyinde yaptığı evlere gitmeyeceğini, mecburen Batman'a göç edeceğini söyledi. TOKİ'nin evlerinin bedelini ödemek parayla. Hasankeyf su altında kalınca iş-güç olacak mı şüpheli. O yüzden herkes İzzet gibi göçe hazırlanıyor. “Batman'da tanıdığın var mı” sorusunun yanıtı ise “yok”. İki çocuğuna nasıl bakacağını da bilmiyor. Tek umudu, suların evinin olduğu yere kadar ulaşmaması.

Mehmet Ali Bulat'a çarşıda rastladım. 36 yaşında, şoför ve dört çocuk babası. “Göç edecek misin” diye sorduğumda, “Göç edip nereye gideceğiz” diye soruyor. İzzet kadar umutlu değil, daha kızgın. Bulat, “Evleri onarmamıza SİT alanı diye izin vermiyorlar. Arsam var, otel yapabilirim ama izin yok. Kazı İşleri binası yeni yapıldı, onlara izin verildi. Çifte standart var. Şu anda Hasankeyfliler olarak yoğun bakımdayız. Komadan çıkar mıyız belli değil. Hiç kimse bizi bilgilendirmiyor, kaymakam dahi ne olacağını bilmiyor” diyor.

Ilısu Barajı'nın dev baraj gövdesinde inşaat hukuka rağmen sürüyor.  Ecdatla konuşma, söyleşi yapma şansım yok ama onun yaşadığı yerleri görme şansım var; şimdilik. Baraj biterse o şansım da kalmayacak. Ecdadın yaşadığı kentlere övgüler dizilen ülkemde, o kentlerde yaşayan insanların gelecek umudu yok.

Afet kapıyı çalana kadar evde yokuz

Doğal afetlerin gölgesinde yaşayan yoksul devletler küresel ısınmayı durdurmak zorunda. Zengin ülkeler ise kendilerini koruyacak önlemlerin peşinde. 

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Aralık 2012

Afet dediysek heyecanlanmayın, doğal afetten ama selden, depremden ve su baskınından bahsediyorum. 2002-2011 yılları arasında dünyada kayda geçen doğal afet sayısı 4 bin 130. Bir milyondan fazla insan bu afetler sonucu hayatını yitirmiş. Bu doğal afetlerin maliyeti 1 trilyon 200 milyar dolar civarında. Sadece 2011'de 302 adet doğala afet meydana gelmiş, 200 milyon kişi bu afetlerden etkilenmiş ve ekonomik hasarın bedeli de 366 milyar doları bulmuş. Seller, kuraklıklar, deprem ve kasırgaların 10 yılda yol açtığı hasarın kısa özeti bu. Özet bir paragraf uzunluğunda ama milyonlarca hayata bedel.

Bu veriler Almanya'nın önde gelen sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu bir birliğin yayını olan Dünya Risk Dizini (World Risk Index-2012) adlı raporda yer alıyor. Rapor, ülkelerin doğal afetlere karşı ne kadar hazır olduğunu değerlendiriyor. Ülkeler arasında bir risk sıralaması yapıyor. Önce söz konusu ülkenin deprem, tayfun, sel baskını ve kuraklık gibi felaketlerle karşılaşma olasılığına bakılıyor. Sonra bu felaketlere karşı insanların ne kadar korumasız olduğu inceleniyor. Daha sonra ülkenin olası felaketlere karşı seferber edebildiği imkanlar değerlendiriliyor. Son olarak da uzun dönemde doğal afetlere karşı direnmek için yapılan yapısal değişiklikler ele alınıyor. Bu dört ana konuda yapılan değerlendirmeler ülkelerin risk oranını belirliyor. Bu formülün uygulanması sonucunda oransal bir büyüklük elde ediliyor.

Lafı uzatmayalım, dünyanın doğal afetlere karşı en hazırlıksız ya da sonuçlarıyla baş etmede en büyük riske sahip ülkesi Vanuatu. En az riske sahip ülkesi ise Katar; ne garip bir tesadüftür ki bu yılki iklim zirvesinin yapıldığı yer Katar'ın başkenti Doha'ydı. Türkiye ise 173 ülkenin olduğu listenin ortalarında, 106. sırada yer alıyor. Doğal felaketlere maruz kalma ve afetlerle baş etmek için hayata geçirilen uzun dönemli yapısal değişiklikler konusunda karnemiz zayıf. Afet karşısında hazırlığımız, mücadele kapasitemiz ise kıl payı sınıfı geçiyor. Doğal afet riski artarsa listenin daha gerisine düşmemiz kaçınılmaz. Kıstaslar çok detaylı. Okur yazarlıktan, gelir seviyesine kadar birçok etken hesaba katılmış. Örneğin, Yunanistan'ın mücadele kapasitesi, afetleri az hasarla atlatma potansiyeli bizden daha yüksek ama doğal afetlerle karşılaşma riskinin büyüklüğü onları daha riskli bir ülke yapıyor. Yunanistan 72. sırada yer alıyor.

ADA DEVLETLERİ ZOR DURUMDA
En riskli 15 ülkenin sekizi ada devleti. Okyanusta olmak, iklim değişikliği kaynaklı deniz seviyesi yükselişinden kasırgalara kadar birçok doğal felakete davetiye çıkarıyor. Fakat tehlikeye maruz kalmak her zaman riski yükselten bir etken değil. Hollanda'ya bakalım. Hollanda doğal afet tehlikesi sıralamasında 12. sırada ama genel risk sıralamasında 51. sıraya kadar geriliyor. Sosyal, ekonomik ve kurumsal yapı iyi olduğu için kendini koruma kapasitesi de daha yüksek. Liberya ise ters yönde bir örnek. Afetlere maruz kalma sıralamasında Liberya 113. sırada, “şanslı” bir ülke. Buna rağmen afet olduğunda karşı koyma kapasitesi çok düşük olduğu için genel sıralamadaki yeri 60. Bu dizinin ana fikri de aslında bu. Felaketlere maruz kalma ihtimalinizin yüksek olması, onlarla baş edemeyeceğiniz anlamına gelmiyor. Yeter ki hazırlığınız, paranız ve organizasyon kapasiteniz olsun. Japonya dışında bu söylediğim kuralı bozan bir ülke yok. Japonya'da risk o kadar yüksek ki, iyi hazırlık tedbirlerine rağmen genel listede 16. sıradalar. Fukuşima'da olanlar da bunun ispatı.

Bütün bunları hafızanızda tutun. Şimdi size geçen hafta Doha'da sona eren iklim zirvesinin sonuçlarından bahsedeceğim. Ülkelerin yanında, parantez içinde göreceğiniz rakamlar ise onların yukarıda bahsettiğim risk dizinindeki sıralaması. 1 numara en çok, 173 ise en az riskli ülke.

RİSK YOKSA SORUMLULUK DA YOK
Zirve'de, küresel ısınmaya yol açan seragazlarını azaltmayı amaçlayan Kyoto Protokolü'ne 2010 yılına kadar devam kararı çıktı. Çıktı ama devam eden ülke sayısı oldukça azaldı. Avrupa Birliği'ne üye 27 ülke(AB ülkelerinin hemen hemen hepsi düşük riske sahip), İsviçre(157), Avustralya(117), Norveç(162) ve şimdilik Ukrayna(149) ikinci yükümlülük dönemine evet dedi. Bu ülkelerin toplam emisyonları küresel emisyonların sadece %15'i. Büyük kirleticiler emisyonlarını indirme adına yükümlülük almadılar. Kim onlar? Kanada(150), Rusya(130), ABD(127) ve Japonya(16) Kyoto'nun ikinci döneminde yok. Çin(78) ve Hindistan(73) ise bu dönemde yükümlülük almadı ancak 2020 sonrası hayata geçmesi umulan yeni anlaşmada hedef alacaklarının sinyallerini verdi. Polonya (140) görüşmeleri baltalamaya çalışan ülkelerin başında gelirken, Dominik Cumhuriyeti(25), gelişme yönünde bir ülke olmasına rağmen 2030'a kadar seragazı emisyonlarını 2010 yılının yüzde 25 aşağısına çekmeyi taahhüt etti. Türkiye(106) ise bir indirim hedefi almadı. Aksine, emisyonları azaltmak için ekonomik yardım talebinde bulundu ama bu kabul edilmedi.

Filipinler'in(3) iklim baş müzakerecisi Naderev Sano, Doha'daki iklim zirvesinde bir konuşma yaptı ve ülkesinde yüzlerce kişinin ölümüne yol açan kasırgadan bahsederken gözyaşlarına boğuldu ve dünyaya şöyle seslendi: “Daha fazla bahane, daha fazla gecikmeye tahammülümüz yok”.

İKLİM ZİRVELERİ HÜKMÜNÜ YİTİRDİ
Parantezlerin içindeki rakamlar sanırım iklim görüşmelerini daha iyi anlamamızı sağlıyor. Küresel iklim değişikliği kaynaklı doğal felaketlerden zarar görenler yardım çağrıları yaparken, bu felaketlerden etkilenmeyenler ya da parası ve gücüne güvenerek afetlerle yüzleşmeyi tercih edenler sorumluluk almaktan kaçıyor. AB bu kuralı bozan tek grup, kim bilir belki de hâlâ vicdanlarının sesini dinliyorlar. Varsıl ülkeler iklim değişikliğini konuşuyor, yazıyor, çiziyor ama ölümler yoksul ülkelerde oluyor. Artık bu zirvelerin anlamı kalmadı. 2015'e kadar yeni bir anlaşmanın ortaya çıkacağı bile belli değil. 2020'de yürürlüğe girmesi beklenen bu yeni anlaşmanın ne kadar yeterli olacağı da belirsiz. Hep söylüyorum, dünyayı kirleten şirketler hükümetleri parmaklarının ucunda oynatıyorlar ama müzakere masasında onlar yok. Böyle devam ederse çözüm de olmayacak. Katar'daki (173) zirveden yoksulun hakkını koruyan bir karar çıkmadı. Müzakere masasında kalmanın artık yoksullara bir faydası yok. Ya birleşecekler ya da zalimlere boyun eğecekler.

Türkiye’nin son çılgın projesi: Nükleer atık çöplüğü!

Gaziemir'deki eski kurşun fabrikasından sadece 2007-2008 yılları arasında 247 ton radyoaktif cüruf çıkarıldı ve ÇNAEM'e götürüldü. Bu atıklara ne oldu, daha ne kadar atık fabrika sahasında gömülü, belli değil. 

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Aralık 2012

İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne ait kurşun döküm fabrikasında beş yıl aradan sonra yeniden radyasyon tespit edilmesi geçen haftanın aslında en önemli gündem maddesiydi. Hükümet korkusu mu, kapasite yetersizliği mi bilinmez, medyanın büyük bir kısmı olayı görmezden gelmeye çalıştı. Fabrikadaki son durumu ortaya çıkaran Radikal gazetesi bile 10 Aralık günü, radyasyonsuz bir atık haberi yaparak, konuyu nükleerden uzaklaştırmaya çalıştı. Eleştirdikleri Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) bile gerisinde kaldılar çünkü TAEK bile 7 Aralık Cuma günü yaptığı iki açıklamasında da fabrika sahasında radyoaktif kirlenme olduğunu açıkça belirtmişti.

Bu haberin gündemde daha fazla kalmasını hükümet birkaç nedenden dolayı istemez. Üç tanesini sayalım:

  • Beş buçuk yıl önce ortaya çıkan nükleer atık meselesinin sonuçlandırılmamış olması devletin bu konudaki zaafını gösterir ki bu da nükleer santral kurmaya hevesli bir hükümetin halkın hayatıyla nasıl kumar oynadığına dair bir işarettir.

  • Gündem nükleer atık olunca mesele döner dolaşır nükleer santrallere gelir. Sadece Akkuyu’da kurulacak 4 nükleer reaktörden her yıl 120 ton yüksek seviyede nükleer atık çıkacağı düşünülürse, bir fabrikanın bahçesine gömülü nükleer atıklarla baş edemeyenlerin bunlarla nasıl baş edeceği sorusunu herkes sormaya başlar.

  • Mersin’de nükleer santral kurmak için Türkiye ile Rusya arasında yapılan anlaşmanın yüzlerce eksiği olduğu biliniyor. Atık konusu ise tamamen “es” geçilmiş durumda. Nükleer santralden çıkacak atıkların ne olacağı belirsiz. Rus şirket bir demecinde atıklar Rusya’ya gidecek, bir sonrakinde ise Türkiye isterse atıkları satın alabilir diyor. İzmir’deki skandal dikkatleri Mersin’deki skandala çekiyor.

Bu işin Mersin boyutu. Bir de Gaziemir boyutu var. İzmir’deki atık meselesinde hâlâ yanıtlanmamış sorular var. TAEK’in 7 Aralık’ta açıkladığı raporu temel alarak tarihlere göre bir değerlendirme yaparsak bu soru(n)ları açıkça görebiliyoruz.

16 Nisan 2007
Gaziemir’deki fabrikadan İZAYDAŞ'a gönderilen üç kamyon cürufun birinde radyasyon tespit edilmesiyle sorun ortaya çıkıyor. Olayın üzerinden beş buçuk yıl geçmesine rağmen fabrikada hâlâ radyasyon olması sorunun çözülmediğini açıkça gösteriyor. Halk sağlığını 5,5 yıldır tehdit eden bu sorunu çözemeyen yöneticiler hakkında acilen işlem yapılması gerekir. Çevre Bakanlığı, Enerji Bakanlığı ve İzmir Valiliği birinci dereceden sorumludur.

TAEK Gaziemir’de Europium 152 (EU-152) bulunduğunu ve bu izotopun yarı ömrünün 13,5 yıl olduğunu söylüyor. Radyoaktivitenin tamamen yok olması için 10 yarı ömür gerektiğine göre 135 yıl boyunca doğadan, insandan yalıtılması gereken atıklardan söz ediyoruz.  Geri kalan 130 yıl için alınan tek önlem fabrikanın etrafına çit çekmek midir? Halk sağlığını bu kadar yakından ilgilendiren bu olayın güvenliği fabrika sahiplerine bırakılamaz.  

19-20 Nisan 2007
TAEK'ten bir ekip fabrika sahasında çalışıyor. Fırından çıkan malzemelerin döküldüğü potlarda, kurşun külçelerde, hurda akülerin ve diğer hurda hammaddenin bulunduğu bölümlerde radyoaktif bulaşma olmadığı tespit ediliyor. Cürufun bulunduğu depolama sahasında ise en yüksek 300 milirem/saat doz hızı ölçülmüştür. Doğada beklenen radyasyon miktarı 15milirem/saat. Fabrikada bir ize rastlanmadığına göre bu atıklar herhangi bir işleme tabi tutulmadan direkt depolama alanına gömülmüş olabilir. Nükleer atık ithalatı ihtimali niye araştırılmadı? Prof. Dr. Tolga Yarman, atıkların yurt dışından getirilme ihtimaline dikkat çekerek bir veya birden çok devletin sorumluluğu olabilir diyor. Yarman, “Bu fabrikaya yurt dışından atık getirildi mi? Gümrük kayıtları araştırıldı mı? O tarihlerde fabrikada çalışan işçilerle konuşuldu mu, işçiler sağlık kontrolünden geçirildi mi” diye soruyor.

30 Nisan 2007 – 01 Mayıs 2007
ÇNAEM uzmanları firma tesislerinde çalışıyor. Altı aydır atık depolarda bekletilen ve İZAYDAŞ atık tesisine gönderilecek yaklaşık 1100 ton cüruf üzerinde yapılan ölçümlerde doğal radyasyon seviyesinin üzerinde ciddi artışlar tespit ediyorlar.  Bu malzemenin yaklaşık 200 tonu kepçe vasıtasıyla geniş bir alana serilerek yapılan ölçümler sonucunda 15 ton malzeme ÇNAEM'e gönderilmek üzere ayrılıyor. Geri kalan 900 ton malzemenin firma tarafından aynı metotlarla ayrıştırılmasının yapılması/yaptırılması gerektiği ifade ediliyor. Fabrika söyleneni yapmış mı, belli değil.

Bu ziyaretten akılda kalan bir başka nokta ise şu. 200 tonda 15 ton tehlikeli seviyede radyasyona sahip atık tespit etmiş olmalılar ki bunu ÇNAEM'e göndermişler. Bu oran esas alınılırsa geri kalan 900 tonda 60 tondan fazla tehlikeli atık var ve orada bırakılmış, fabrikanın sorunu halletmesi istenmiş. 14-16 Mayıs 2008 tarihleri arasında yapılan bir sonraki ziyarette yine atık bulunmuş ve firma uyarılmış. Demek ki sorun firmaya bırakılınca hallolmuyor. Olayın daha ciddi bir şekilde ele alınması için nükleer atıktan başka ne bulunması lazım?

16-21 Haziran 2008
TAEK yine fabrikaya gitmiş ve 21 ton 300 kg atık ayrıştırmış.

21-26 Temmuz 2008
TAEK ekipleri yine fabrikada çalışmış. Bu tarih çok kritik çünkü kazı yapılmış ve 5 metre derinlikte atık bulunmuş. Bu da gösteriyor ki birileri burayı nükleer atık depolamak için kullanmış. Atıklar yine ÇNAEM'e gönderiliyor ama bu defa miktar 151 ton 900 kg. EU-152 ve EU-154 bulunuyor.

25-31 Ağustos 2008.
Bu defa 8 metre derinlikte kazı yapılıyor ve 73 ton 450 kg radyoaktif cüruf daha çıkıyor.

01 Eylül 2008 ve 03 Eylül 2008
TAEK ekipleri tarafından firmaya hurda hammadde temin eden Ankara’da yerleşik firma tesislerinde radyasyon ölçüm ve kontrolleri yapılmış, yapılan ölçüm ve kontrollerde herhangi bir radyoaktif bulaşma tespit edilmemiş. İstanbul, Kocaeli, İzmir ve Kırıkkkale’deki tedarikçilerde de radyasyon izine rastlanmıyor. Görüldüğü gibi atıkların hurdalarla geldiğine dair kanıt yok. İthal edilme olasılığı daha da artıyor.

22-24 Ekim 2008
TAEK, firmanın "Geçici Depolama Yeri" inşa ettiği ve "Karantina Sahası" oluşturduğunu belirtiyor. Gelen hammaddelerin radyasyon ölçümleri yapılıyor, kapalı istif sahasına personel ve insan geçişinin önlenmesi amacıyla ikinci bir tel örgü çekiliyor. Radyasyon uyarı ve işaretleri yerleştiriliyor. Bir anlamda Türkiye’nin ilk nükleer atık çöplüğü belgelenmiş oluyor. Bu tarihe kadar TAEK’in fabrikadan aldığı radyoaktif cürufun miktarı 247 ton 750 kg. Bu tarihten sonra fabrikadan atık çıkışı olmuyor.

Tüm bunlar gösteriyor ki Türkiye ne nükleer santral kurmaya, ne oradan çıkacak ve binlerce yıl radyoaktif kalacak atıklarla baş etmeye hazır. Yapılacak en akıllı iş bir an önce nükleer santral projelerini iptal etmek ve Gaziemir için ciddi bir çalışma başlatmak olmalı.

Nükleer atığın bol olsun Türkiye!

Gaziemir'de bulunan nükleer atığı beş yıl boyunca yazışarak imha etmeye çalışan Türkiye, nükleer santrallerden çıkacak tonlarca radyoaktif atığı ne yapacak? 

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Aralık 2012

İzmir'de, eski bir kurşun döküm fabrikasında beş yıl önce tespit edilen nükleer atıkların hâlâ orada durduğunun anlaşılmasıyla patlayan kriz devam ediyor. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu'nun (TAEK) 6 Aralık 2012 tarihli açıklamasında radyoaktivite bulaşmış cüruflardan bahsediyor ama ne yapılacağını söylemiyor. Önerilen tek önlem alana girişin kontrol altına alınması. Beş yıl önce ortaya çıkan atığı yazışarak imha etmeye çalışan TAEK, görmezsek bir şey olmaz demeye mi çalışıyor, pek anlamadım açıkçası. Bu yüzden, Gaziemir'deki atık meselesini TAEK ve nükleer santraller üzerinden konuşmak lazım.

ISPARTA VE KONYA'DA NÜKLEER ATIK
1997 yılında Yeni Yüzyıl gazetesinde çalışırken ben de bir nükleer atık haberine imza atmıştım. Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre, Açık Radyo'ya verdiği bir demeçte, “1150 ton nükleer atık Isparta'ya gömüldü, 800 ton nükleer atık da Konya'da yakıldı” demişti. Söyleyen Türkiye'nin sayılı nükleer fizikçilerinden. 1986 yılında, Çernobil kazası sırasında (TAEK) başkanlığını yapmış bir kişi olunca ortalık inledi. Haberi, 19 Şubat 1997 tarihinde “Cinayet” başlığıyla vermiştik. Radyoaktif atığın gramı sizi öldürebilir, biz binlerce tondan bahsediyorduk. Haberi yaptığımız akşam Özemre, Samanyolu Televizyonu'na çıkıp söylediklerini tekrarlayınca soluğu Isparta'da almıştım. Beş gün boyunca, köy köy dolaşıp nükleer atık aradık. Gömülü atık bulamayınca yakılma ihtimali üzerinde durduk. Belki de atıklar Konya'da gömülmüş, Isparta'da yakılmıştı. Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in kardeşi Şevket Demirel'e ait çimento fabrikasında, yurt dışından getirilen kimyasal atıkların bir kısmının deneme amaçlı yakıldığını ortaya çıkardık. Kayıtlarda o atıkların tamamının (halkın protestolarının da etkisiyle) geri gönderildiği yazıyordu. Yakan işçilerden zehirlenenler olmuştu. Aradığımız yüksek seviyeli nükleer atık olsa yakılması zordu ama bir nükleer santralde çalışan işçilerin önlükleri bile nükleer atık sınıfına girdiği için bunlar pekala yakılabilirdi. Kimyasal atıklarla birlikte bunlar Türkiye'ye getirilmiş olabilirdi. Tüm çabalarımıza rağmen kimyasal atık haberiyle yetinmek zorunda kaldık.

Isparta'da gömülü nükleer atık bulamadık ama kafamdaki soru işaretlerinden kurtulduğumu söyleyemem. O dönemde medya daha bağımsızdı. Tüm televizyonlar, gazeteler haberimizi konuşuyor, her yaptığımız yeni haber gündemi belirliyordu. Ahmed Yüksel Özemre hakkında istense, halkı paniğe sürüklemekten dava açılabilir, suç duyurusunda bulunulabilirdi ve belki de “birilerinden aldım” dediği bilginin kaynağını açıklamaya zorlanabilirdi. Yapılmadı. Belki de Özemre'yi kızdırmak Çernobil dönemine ait birçok bilginin açığa çıkmasına neden olacaktı, bu yüzden üstüne gidilmedi. Çayların yakılması, radyasyonlu olanlarla temiz olanların harmanlanması Özemre'nin bilgisi dahilinde yapılmıştı. Özemre'ye bu bilgiyi veren “birileri”nin kim olduğunu öğrenemedik. Olay kısa sürede örtbas edildi. Elektrik Mühendisi Arif Künar bir yazısında süreci şöyle özetler:

“...Çevre Bakanlığı acilen bir “araştırma(ma)-soruşturma(ma)” yaptırdı. Gazetede haberin çıktığı günün hemen ertesinde, “20.2.1997 tarihinde Isparta ve 21.2 1997 tarihinde Konya’da gerekli inceleme ve araştırmalar yapılarak” hazırlanan 24.2.1997 tarihli resmi bir raporla, bu iddia “çürütülmüş” ve konu hemen kapatılmıştı. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar hızlı (toplam iki gün içinde hem Konya, hem de Isparta’da, iki kimya ve bir çevre yüksek mühendisinden oluşan bir bilirkişi heyetiyle) inceleme-araştırma yapılamamış ve sadece yakıtı kullandıkları iddia edilen fabrika yetkililerine sorularak, onların beyanları, belgeleri esas alınarak resmi bir “Teknik İnceleme(me) Raporu” hazırlanmamıştır.”

SATILIK NÜKLEER ATIK
Konu böylece kapandı ama daha sonra Özemre'nin yaptığı açıklamalar dikkat çekiciydi. Aynen aktarıyorum:

“TAEK başkanı bulunduğum sıralarda bir Alman firması bana müracaat ederek ellerinde bulunan 4 bin ton düşük ve orta düzeyde radyoaktif atıkları TAEK olarak kabul edecek ve Türkiye'de gömecek olursak bunun karşılığında Kurum'a kilo başına 10 DM (Alman Markı), yani bütün operasyon için toplam 40 milyon Alman Markı ödeyebileceklerini ifade etmişti”.

Özemre bu teklifi, Türkiye'nin yabancı ülkelerin nükleer çöplüğü olmasına asla müsaade edilmeyeceğini belirterek reddettiğini belirtir. İzmir'de adı geçen radyoaktif atıklar, o fabrikaya Özemre'nin de açıkça belirttiği yoldan getirilmiş, “kurşunla beraber eritir, kaplar ve gömersiniz” denmiş olabilir. Bu yüzden bu iki haberin ortak noktası çok. İşin bir de TAEK boyutu var. TAEK Türkiye'de nükleer maddelerden sorumlu kurum. Bu maddelerin giriş-çıkışı TAEK'in kontrolünde olmak zorunda. TAEK bu sorumluluğu yerine getirebiliyor mu? Tartışılır. 1986'da radyasyonlu çayların (onlar da radyoaktif atık sayılırdı) TAEK'in bilgisi dahilinde gömüldüğünü, yakıldığını biliyoruz. 1999 yılında İkitelli'de hurdacılara satılan, normalde TAEK'in kontrolünde olması gereken nükleer atığı, Cobalt-60'ı da unutmadık. 13 kişilik Ilgaz Ailesi bir üyesini kanserde kaybetti, kadınlar erken menapoza girdi, erkekler üreme becerilerini kaybetti ve Murat Ilgaz'ın parmakları eridi.

Mesele sadece oraya buraya gömülen, ülkeye kaçak getirilen atıklarla da sınırlı değil. Bugün Mersin'de nükleer santral kurulmak isteniyor. Sinop ve İğneada'nın adları ikinci ve üçüncü santral için geçiyor. Bu santrallerden çıkacak nükleer atıkların ne olacağını ise hiç kimse bilmiyor. Hükümet, Rusya Federasyonu ile yaptığı anlaşmada atık yönetimi için Rus şirketini para ödemeye zorluyor. Bu demektir ki atıklar Türkiye'de kalacak ve onların doğadan yalıtımı için bir tesis kurulacak. Dünyada bunu garanti edebilecek bir tesis yok ama konumuz bu değil. Anlaşmanın üzerinden zaman geçiyor, Akkuyu NGS adlı Rus firması halkı bilgilendirme toplantısı düzenliyor ve orada dağıttığı broşürde nükleer atıklar Rusya'ya gidecek diyor. Hoppala! Madem atıklar Rusya'ya gidecek şirket neden Türkiye'ye atık yönetimi için para ödüyor diye merak ediyorsunuz. Fazla meraklanmanıza fırsat kalmadan Rusya tarafından bir açıklama daha geliyor. Atıklar Rusya'ya gidecek ama Türkiye isterse atıkları satın alabilir.

Türkiye, dünyadaki her aklı başında ülkenin kurtulmak istediği nükleer atıkları satın alır, üstüne bir de para verir mı bilmem ama bu gidişle her yer Gaziemir olur herkes de kanserden ölür. Az buz değil tonlarca nükleer atıktan bahsediyoruz. TAEK bu süreçte yok, hükümet oralı değil. Süreci denetleyecek bağımsız kuruluşlar var mı; yok! Denetleme kontrol işini yapabilecek personel desen, o da yok! Türkiye'deki milyonlarca insanın kaderi bir şirketin elinde, kimsenin haberi var mı? Bence yok.

Pedallı At

Ülkede saman olmasa eminim Kanuni ata binmez, yürürdü. Ülkede petrol yok. Nedir bu otomobil merakınız, köprü ve otoyol sevdanız?

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Aralık 2012

Avrupa Birliği'ne üye 27 ülkeye kıyasla Türkiye'nin ulaşımda kullandığı enerji miktarı artmış. Bu kadar da değil, Türkiye'nin demiryolu ulaşımı için kullandığı enerji miktarı Birlik'e üye 27 ülkeye göre kayda değer miktarda azalmış. Yolculuklarımızda artık otomobili daha fazla tercih ediyor, otobüs ve trene ise daha az rağbet ediyoruz. Avrupa Çevre Ajansı'nın, “Ulaşımın hava kalitesine etkisi” adlı raporu böyle söylüyor. Bu ne demek, daha çok petrol ithalatı, daha fazla borç. Şimdi, demesem olmaz. Kanuni işi biliyormuş, attan hiç inmeyecektik!

Demiryollarını daha az kullanmaya başlamamız sürpriz değil. Bizim çılgın projelerin hepsi ya köprüyle başlıyor ya otoyolla. Bitişi de genelde TOKİ'yle oluyor. Otomobillere yollar açılıyor, dağlar deliniyor sonra da yolun sonuna toplu konutlar dikiliyor.

DEMİRYLU TAŞIMACILIĞI AZALIYOR
Türkiye'de demir ağ dediğimiz şey aslında birkaç hattan ibaret. Demiryolu taşımacılığında önemli bir paya sahip Haydarpaşa'dan Anadolu'ya uzanan hat, yolcu kapasitesi bakımından en önemli güzergahlardan biri ve yaklaşık bir yıldır kapalı. Bir yıl daha da kapalı kalacak. Demiryolu hattımız o kadar kısa, demiryoluyla yaptığımız yük ve yolcu taşımacılığı o kadar az ki, bu hattın kapalı kalması bile ülke istatistiklerini altüst edebilir. Amma ve lakin kazın ayağı öyle değil. Memlekette yolcu taşımacılığında demiryolunun payı yıllardır azalıyor. Haydar Paşa'nın günahını almamak lazım. 1995 yılında yolcu taşımacılığının yüzde 4'ü demiryoluyla yapılırken, 2000'de bu rakam 3,4'e; 2005'te 2,5'e ve 2010'da ise yüzde 2'ye kadar geriledi. Milletin trenden inip, ecdadımız gibi ata bindiğini sanmayın sakın. Haşa! Memleketli hazretleri, demir attan inip, otomobile biniyor.

1995 yılında yolcu taşımacılığının yüzde 36,5'u otomobille yapılıyordu. 2010'da bu oran yüzde 52,5 oldu. 1995'te otobüslerin yolcu taşımacılığındaki payı yüzde 59,4 idi, 2010'da bu oran yüzde 45,2'ye geriledi. Otomobille beraber payı artan bir başka taşımacılık yöntemi de havayolu. Görüldüğü üzere, ne kadar çevreyi kirleten, ekonomik olmayan ve dışa bağımlı olduğumuz petrolü verimsiz kullanan ulaşım biçimi varsa rağbet görmüş. Millet ecdadın yolundan çıkalı hayli vakit olmuş anlayacağınız. Görüldüğü üzere meselenin Muhteşem Yüzyıl adlı diziyle yakından uzaktan ilgisi yok. Devir değişti kabul. Attan inmek de makul. Kanuni devrinde en ekonomik ve en çevreci taşıt attı, Muhteşem de ona bindi. Peki ya siz ecdadın saygıdeğer kulları, bugünün demir atı dururken neden otomobile, uçağa merak sardınız. Ülkede saman olmasa eminim Kanuni ata binmez, yürürdü. Ülkede petrol yok. Nedir bu otomobil merakınız, köprü ve otoyol sevdanız? Acaba hangi padişah, hangi başbakan sizi yoldan çıkardı merak ederim. Bildiğim o ki, mevcut yönetim bu konuya çözüm üretmekten aciz, bir elinde kumanda televizyon kanallarında gezinmektedir. Ecdadın fethettiği memleketlerde ise trenler uçak hızında seyretmekte, fezaya seferler düzenlenmektedir.

ATTAN İN BİSİKLETE BİN
Bir konuda da hataya düşmemekte fayda var. Trenin hızlısı uzak mesafeler için çekici olabilir ama asıl iyi olanı güvenlisidir. Ulaşımın da yavaşı makbuldür. İnsanın acele etmeye değil yavaşlamaya ve kendine vakit harcamaya ihtiyacı vardır. Ne kadar hızlı yaşarsanız o kadar hızlı ölürsünüz. Bugün garbın birçok ilinde insanlar otomobilden inip bisiklete binmekte, özellikle kent içinde ulaşım hızını düşürmeye çalışmaktadır. Bisiklete binmenin trafik kazalarını önlemek, çevre kirliliğini azaltmak ve insan vücudunu daha sağlıklı tutmak gibi sayısız faydası vardır. İnsan yaşadığını anlar, yanından geçtiği çiçeğin kokusunu alır, kurdu kuşu görür. Bisikletin pek sevildiği Hollanda ilinde 2009-2010 yılları arasında kişi başına düşen otomobil sayısı yüzde 2 oranında azalmış. Birçok Avrupa şehrinde de, özellikle kent merkezlerinde bisiklet kullanımını teşvik için sayısız yöntem uygulanıyor. Türkiye'de ise aynı dönemde kişi başına düşen otomobil sayısı yüzde 4,7 artmıştır. Sadece bir yılda! Oysa memleketin birçok yerinde iklim koşulları bisiklete binmek için Hollanda'dan daha uygun. Türkiye'de her 10 kişiden birinin otomobili var. Bu oran Avrupa'daki ülkelere göre çok düşük ama unutulmamalıdır ki sigaraya başlayıp bırakmaktansa, hiç başlamamak daha kolay. 

İklim değişikliğine yol açan seragazları konusunda da otomobiller hiç masum değil. Türkiye'nin toplam seragazı emisyonları 401 milyon ton. Bunun 40 milyona yakını karayolu kaynaklı. 3 milyon tonu havacılık, sadece yarım milyon tonu ise demiryolundan geliyor. Havacılık sektörü kaynaklı emisyon artışı 2009-2010 arası yüzde 231, karayolu kaynaklı artış ise yüzde 64'tür. Demiryolunda ise artış değil azalma yaşanmıştır.

Özetle söylersek, bu ülkenin ulaşım politikası insan ve çevre sağlığı açısından, muhteşem bir felakettir. Şehirlerarası ulaşımda demir atın ve şehir içinde pedallı atın tercih edilmesi memleket için bir zarurettir.

Bİ TUR VERSENE
Bir bisiklet sevdalısı, yazar ve tasarımcı Aydan Çelik'in, “Bi tur versene” adlı kitabı Optimist yayınlarından çıktı. Kitabın başında Bisiklet Manifestosu adlı bir bölüm var. İşte o manifestodan birkaç satır.

Bisiklet eşitliktir: Bazen o sizi taşır, bazen siz onu.
Bisiklet rüyadır: Üç yaşında başlar hayat boyu sürer.
Bisiklet Köroğlu'dur: Otomobil icat olur, metlik bozulur.
Bisiklet isyandır: Bush'u iki kere dehledi üzerinden.
Bisiklet hayal gücüdür: Durduğunda devrilir.