ABD'de elektrikli araç sayısı 300 bine yaklaşmış. Sadece 2014'te 120 bin
elektrikli araç satılmış. Elektrikli araçlar çevreyi petrol ve gazla
çalışan rakiplerine göre daha az kirletiyor ama bir şartla. O araçları
mutlaka yenilenebilir enerji kaynaklarından (rüzgar, güneş, jeotermal,
biyokütle vb.) sağladığımız elektrikle şarj etmeliyiz. Yoksa bir anlamı
yok. Asıl çözümün de daha fazla yürümekte, bisiklette ve toplu taşımada
olduğunu unutmayalım. Kısacası, aküsünü güneş enerjisiyle dolduran
elektrikli otobüsleri yine otomobillere tercih etmeliyiz. Belediyeler de toplu taşıma filolarını buna göre organize etmeli.
Özgür Gürbüz tarafından kaleme alınan makale, analiz ve haberlere bu adresten ulaşabilirsiniz. Yazıları başka bir yerde yayımlamak için izin almalısınız. E-posta: ozgurgurbuzblog(at)gmail.com
Yaşasın tekbir
İngiltere hükümeti iklim değişikliğine yol
açan kömür santrallerini 2025’e kadar kapatacağını açıkladı. Bizim Enerji
Bakanlığı duyuyor mu olan biteni bilmiyorum. Tek bildiğimiz onlarca kömür
santrali kurmayı planladıkları. Adana, Zonguldak, Aliağa ve Çanakkale civarında
beşer onar termik santral planları var. Ne halka soruluyor ne de doğru dürüst
çevre etkileri araştırılıyor. Oradaki insanlar ne yapacak, nerede yaşayacak,
nasıl bir hava soluyacak belli değil. Türkiye’nin iklim değişikliğine katkısı da
ortada. Dünyanın en çok elektrik üreten
20. ülkesiyiz. Ürettiğimiz elektriğin yüzde 70’ten fazlasını termik
santrallerden (doğalgaz ve kömür) sağlıyoruz. Her yıl sellerde insanlarımız
ölüyor, kuraklık yüzünden tarlalarda ürünler kavruluyor ama tek yaptığımız iş
olan biteni seyretmek. Ha, bir de aklımıza geldikçe tekbir getiriyoruz. Statta,
okulda, sokakta tekbir. Maşallah!
İngiltere’de sanayi devrimini
gerçekleştiren iki hammadde vardı; kömür
ve demir. İngiltere işte bu iki hammaddenin birinden vazgeçiyor. Sadece
İngiltere değil, gelişmiş ülkelerin hemen hemen hepsi aynı yönde ilerliyor.
İsveç, Danimarka gibi ülkeler çoktan petrolsüz, kömürsüz bir gelecek için planlarını
yaptı. Ekonomisi bize yakın ülkeler de boş durmuyor. Örneğin Portekiz; elektrik
üretiminin yüzde 60’dan fazlası yenilenebilir enerjiden sağlanıyor.
OECD
bile kömür santrallerinin verimsizlerine ihracat kredilerini kesme konusunda
anlaşmaya vardı. Yakında detaylar ortaya çıkacak.
Kısacası dünyada yeni bir çağ başlıyor, adına güneş çağı diyelim. Türkiye bu
çağın neresinde? Biz devre tekbir getirerek başlamıştık, tekbir getirerek devam
ediyoruz. Arada da kayda değer bir şey yok. Ya Allah yola devam ama gittiğimiz
yolun sonu yok farkında değiliz.
Filmler bize yol gösteriyor
Yalnız değiliz. İş mücadeleye gelince bu
dünya çok küçük. Yeni otoyollara, havaalanlarına, sofranıza kadar uzanan
genetiği değişmiş organizmalara (GDO), kentleşmeye karşı direnen çiftçilere
sadece Türkiye’de rastlanmıyor. Dünyanın dört bir yanında insanlar benzer
kavgaları veriyor. Amaçları aynı, yaşam hakkını savunmak, yaşamı sürdürülebilir
kılmak. Farkları ise buldukları çözüm yolları.
Yenilenebilir enerji yeter hem de artar
Özgür
Gürbüz-BirGün/13 Kasım 2015
Tarifa, İspanya. Foto: O. Gurbuz. |
Nükleere, kömüre karşı çıkıp rüzgar
dediğimizde, “fırıldaktan elektrik mi
üreteceksiniz” dediler.
Daha sonra işin içine güneş girdi. Güneşle
tekneleri yürütebilir, evlerinizi aydınlatabilirsiniz dedik, bize “güneşle ampul bile yakamıyoruz”
dediler.
Dalga geçtikleri ‘dalga enerjisinin’
dünyadaki kurulu gücü 2012’de 530 MW’ı geçti. Yatağan termik santralinin
verimini düşünürsek belki bir o kadar elektrik ‘dalga’dan üretiliyor.
Her söyledikleri yanlış çıktı. İşe yaramaz
dedikleri güneş, rüzgar, jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynakları tüm
dünyanın, başta iklim değişikliği olmak üzere çevre sorunlarından kurtulma
ümidi oldu. Bizimkiler de dil değiştirdi. Önce fırıldak dedikleri rüzgar
enerjisine sonraları, “canım, o da olsun
ama az olsun” demeye başladılar. Şimdi son kozlarını oynuyorlar. Son
haftalarda hem Enerji Bakanı Alaboyun’un ağzından hem de yandaş medyadaki
haberlerden şu masalı dinliyoruz. Yenilenebilir yetmez!
Yeter beyefendiler yeter! Yetmeyi bir yana
bırakın, artar bile! Şimdi size Enerji Bakanlığı’nın bile elinde olmayan bir
teknikle Türkiye’nin elektrik talebini yenilenebilir enerjiyle nasıl
karşılanabileceğini hesaplayacağım. Bu tekniğin adı ‘bakkal hesabı’.
Diyorlar ki, 2023’e kadar bu ülkenin
400-450 milyar kilovatsaat (kWs) elektriğe ihtiyacı var (Sabah Gazetesi, 21
Ekim). Bu zamana kadar abarttıkları bu talep tahminleri hep yanıldı. Ne
dedilerse azı oldu ama biz yine de bu rakamı doğru kabul edelim. Sekiz yıl
sonra 450 milyar kWs elektriğe ihtiyacımız olacakmış gibi yapalım. Türkiye’nin
2014 yılı elektrik üretimi 252 milyar kWs. Geriye 200 milyarlık bir açık
kalıyor. Tutun bu rakamı aklınızda, şimdi bakkal hesabını yapmaya başlıyoruz.
Türkiye’nin güneşten elektrik üretme potansiyeli ne kadar? Enerji Bakanlığı’nın Güneş Enerjisi Potansiyeli Atlası’na göre 380 milyar kWs. Yetmeyi bırakın artıyor bile. Gelin iddia edilen açığı sadece güneşten karşılamayalım. Biraz da rüzgar yapalım.
Türkiye’nin güneşten elektrik üretme potansiyeli ne kadar? Enerji Bakanlığı’nın Güneş Enerjisi Potansiyeli Atlası’na göre 380 milyar kWs. Yetmeyi bırakın artıyor bile. Gelin iddia edilen açığı sadece güneşten karşılamayalım. Biraz da rüzgar yapalım.
Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü’ne
göre Türkiye’de ekonomik rüzgar enerjisi
potansiyeli 48 bin megavata (kurulu güç) denk geliyor. Bu da yılda 150 milyar kWs elektrik üretmek demek. Bakkal
hesabı jeotermale, biyokütleye, hükümetin potansiyelin tümünü kullanacağız
dediği HES’lere gelmeden bitti. Türkiye’nin değil elektrik açığı fazlası var.
Hem de bu hesabı ilk yapmamız gereken işi, enerji tasarrufunu ve verimliliği
hiç konuşmadan yaptık. Türkiye’nin yüzde 20-25 oranında tasarruf/verimlilik
potansiyeli olduğunu yine devletin kendi raporlarından biliyoruz. Bu
potansiyeli değerlendirsek gerçek talep 350 milyar kWs’lere düşecek.
Uzatmayalım, Türkiye aklını kullanırsa ne bu
kadar elektriğe ihtiyaç duyacak, ne de üretmek için kömür ve nükleer santrallere
muhtaç kalacak. Hesap açık ve net. Buna rağmen, aymazlık mı, fosil yakıt ve
nükleer lobilerinin etkisi mi yoksa çıkar meselesi mi bilinmez; hükümet bu ve
benzeri sloganlarla kafaları karıştırmaya devam ediyor. Bugün kullandıkları
“yenilenebilir yetmez” iddiası işe yaramayınca başkasını bulacaklar. Türkiye’nin
kurulu gücünün yüzde 84’ü ‘baz santraliylen, yani günün hemen hemen her
saatinde elektrik üretebilme kabiliyetine sahipken, “rüzgar, güneş kesintili, bize baz santral lazım” diyecekler. Bizi
bu argümanlarla uğraştırırken, yeşil enerji devriminin Türkiye’ye gelmesini
geciktirecek, yapabildikleri kadar kömür santralini, nükleeri, HES’i yapıp,
gidecekler.
Hükümet de biliyor, kömürün, nükleerin, dev
barajların, merkezi elektrik üretim santrallerinin, halka sormadan yapılan her
yatırımın vadesi doldu. Tutarsızlıkları, demeçlerinden okunabiliyor. Hem dışa
bağımlılığı azaltacağız diyorlar hem de dışa bağımlılığı azaltabilecek tek
seçeneğimiz yenilenebilir enerji kaynaklarına “yetmez” diyorlar. Çelişkinin böylesi
görülmedi. Ama olsun, istikrarlı çelişkiler bunlar. 13 yıldır böyle.
AB İlerleme Raporu’nda enerji karnemiz
Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/11 Kasım 2015
Avrupa
Birliği’nin (AB) bu yılki Türkiye İlerleme Raporu açıklandı. Siyasi
değerlendirmelerin oldukça kötü olduğunu belirtelim. Öyle ki, raporun adı bu
gidişle ‘ilerleme raporu’ değil, ‘gerileme raporu’ olacak. Biz işin
enerji bölümüne bakalım. Enerji kısmında övgüler de var, yergiler de. Başlık
başlık yazalım.
Enerji
güvenliği konusunda Türkiye sınıfı geçmiş. AB’nin geçer notunun ardında,
elektrik şebekesini komşu ülkelerle birleştiriyor olmamız, Türkmenistan gazını
Avrupa’ya götürmek üzere yapılan anlaşmanın onaylanması ve Avrupa Elektrik
İletim Sistemi İşleticileri Birliği’yle (ENTSO-E) kalıcı bağlantı anlaşmasının
yapılması var. Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) projesindeki
ilerlemenin de katkısı unutulmamalı. Enerji güvenliği konusunda olumsuz
sayılabilecek tek değerlendirme, Rusya ile ilişkilerin Suriye meselesi yüzünden
bozulmasıyla hayata geçirilip geçirilmeyeceği bile tartışılan Türk Akımı
projesi. AB bu projenin geleceğini ‘belirsiz’ kabul ediyor. Enerji güvenliği
konusunda AB müktesebatıyla uyumlu, adil ve şeffaf bir gaz nakil geçişi için
uygun koşulların hazırlanması talep edilmiş. Bu bölüm bana enerji güvenliğinin
bizim açımızdan değil daha çok AB açısından değerlendirildiği izlenimini
çağrıştırmadı değil.
Enerji
piyasasında ise üretim özelleştirmelerinin devamı, Enerji Piyasaları İşletme
A.Ş.’nin (EPİAŞ) kurulması ve serbest tüketici sınırlarının düşürülmesi ‘önemli ilerleme’ kategorisinde
değerlendirilmiş. Gaz piyasasında da serbest tüketici olma sınırının
düşürülmesi olumlu not getirirken, Doğalgaz Piyasası Kanunu’nda değişikliğe
gidilmemesi olumsuz not almamıza neden olmuş.
Yenilenebilir
enerjide 2023’e kadar kurulu gücün 61 bin megawata (MW) çıkarılması hedefi AB’nin
gönlünü kazanmamıza neden olmuş. Olur mu, gerek var mı; hiç sanmıyorum. AB,
Türkiye’de başta HES olmak üzere yaşanan çevre sorunlarıyla çok ilgilenmemiş.
Yine de yenilenebilir enerjinin gelişiminde AB müktesebatında belirtilen devlet
sübvansiyonlarıyla ilgili kırmızı çizgilere dikkat edilmesini istemiş. İyi
notlar aldığımız bölümler bunlar. Karnenin gerisi velilere gösterilemeyecek
cinsten. Bisikleti unutun.
‘Enerji verimliliği konusunda hiçbir ilerleme yok’ diye yazmışlar. Oldukça net bir sıfır vermişler.
Hep söylüyoruz, ölçülebilir, rakamsal hedef vermiyorsanız bir değeri yok diye.
AB de aynı şeyi söylemiş. 2015-2019 yıllarını kapsayan stratejik planda
belirgin bir hedefin olmadığına dikkat çekmiş. Enerji Verimliliği Kanunu’yla
ilgili mevzuatın da uyuşmadığına dikkat çekilmiş.
Nükleer
enerji, nükleer güvenlik ve radyasyondan korunma konularında AB müktesebatına
uygun tek bir ilerlemenin dahi olmadığı vurgulanmış. Radyoaktif bir sıfır
yazıyoruz karneye. Japonya ile Sinop’a yapılmak istenen nükleer santralle
ilgili hükümetlerarası anlaşma imzalanması ve Mersin’de denizle ilgili inşaata
başlanmasına rağmen notumuz zayıf. Çok önemli bir uluslararası anlaşmaya
Türkiye’nin hâlâ taraf olmadığına dikkat çekilmiş. Bu anlaşma, ‘Kullanılmış Yakıt İdaresinin ve Radyoaktif
Atık İdaresinin Güvenliği Üzerine Birleşik Sözleşme’ başlığını taşıyor.
Dünyada 42 ülke taraf. Sözleşme, nükleer atık ve yakıt güvenliğiyle kullanılmış
yakıtların kontrolünü sağlamayı amaçlıyor. Nükleer atıkların nasıl saklanacağı
bu anlaşmayla bir anlamda uluslararası denetime açık hale getiriliyor. Nükleer
tesislerden doğaya bırakılan radyoaktif maddeler, nükleer atıkların taşınması
gibi konular da sözleşme kapsamında yer alıyor. Kanun tasarısı 2011’den beri Meclis
gündeminde ama AB Uyum Komisyonu henüz raporunu vermedi. Nükleer enerji
konusunda dikkat çekilen iki konu başlığı daha var. Nükleer Enerji ve Radyasyon
Kanun Tasarısı taslağının akıbeti ile ortada bağımsız bir düzenleyici kurumun
bulunmaması. Belli ki ne Rus şirket ne de hükümet nükleer enerji konusunda
şeffaflık ve denetim istemiyor. AB ise özetle şu yorumu yapıyor: “Nükleer santral yapmak için inşaata
başlamak istiyorsun ama ne kendi içinde yasal sürecin hazır ne de Avrupa ve
dünyayla uyumlu yasaların var. Sıfırı basıyorum” diyor.
Seçimin kaybedeni bu ülkenin hayalleri
Özgür Gürbüz-BirGün/6 Kasım 2015
1 Kasım
seçimlerinin analizini yaparken normal bir seçim yaşamış gibi davranmak eblehlik.
Plakasız araçlardan, sandık başındaki baskılara kadar Türkiye’nin gördüğü en
antidemokratik seçimlerden birini yaşadık. Yüzde 10 barajı oradaydı. Medya
hükümetin elindeydi. İktidar partisi televizyonlarda, radyolarda istediği gibi
cirit atarken muhalefete göstermelik süreler verildi. Parti başkanlarını yan yana
tartışırken göremedik. İktidar hesap vermekten kaçtı, konuşacağı gazetecileri
bile kendi belirledi. Bitmedi…
Bir süre
öncesine kadar kendilerinin yanında duran birkaç medya kuruluşuna polis
eşliğinde el konuldu. Hocasını beğenmediler kayyum atadılar. Kapağını
beğenmediler dergiyi toplattılar. Medyada iktidarı eleştirmek fiilen
yasaklandı. Sokakta hükümeti eleştirmek isteyenler canından oldu. Suruç’ta,
Ankara’da bombalar patladı. Ölenler hep hükümete karşı sesini yükselten
muhaliflerdi. Cenazesini buzluklarda saklayan insanlar birkaç hafta sonra
panzer gölgesinde oy kullandı. Bu seçimin demokrasinin “d”siyle uzaktan
yakından ilgisi yok; kimse hikaye anlatmasın.
Yüzde 49’un
oyunu aldığı iddia edenler neden cesaret edip, adil bir seçime evet demezler
bilemiyorum. Herhalde küçümsedikleri o partilerden korkuyorlar. Bugün
Türkiye’de muhalefetin seçim çalışması, seçimi kazanmaktan çok Türkiye’nin hak
ettiği demokratik bir seçimin yapılması mücadelesidir. Oy toplamak için
çalışandan çok oyları korumak için çalışanların olduğu bir ülkeden
bahsediyoruz. Muhalefetin demokrasiye inancı ve inadı bu ülkeyi krizden
kurtaran yegâne güçtür. İktidarın bunun farkına varması ve ülkenin hayrı için
bundan sonra demokratik bir seçimde uzlaşması gerekir. Kimsenin bu tiyatroyu izlemeye
tahammülü kalmadı. AKP demokratik bir seçimden de galip çıkabilir mi? Belki. Hakkıyla
kazanırsa da ülkede demokrasi gelişir, gerilim ve kutuplaşma azalır.
Bu kadar
saptama, şikayet yeter. Şimdi ben de fabrika ayarlarıma döneyim.
Bu seçimin
asıl kaybedeni Kılıçdaroğlu, Demirtaş veya Bahçeli değil. Asıl kaybeden bu
ülkenin hayalleri… Son 13 yılın güzel bir özeti deyince aklıma gelen liste
uzun. Kalabalıklaşan kentler, kirlenen hava, bozulan gelir dağılımı, artan
polis şiddeti ve daha niceleri. Bu ülkenin insanları hayal etmeyi, daha güzel
yaşamayı unuttu. Artık kentlerin havasının temiz olabileceğine, bisikletle
işine gidebileceğine, enerjisini kömürden, nükleerden değil temiz enerjiden
elde edebileceğine inanmıyor. Hırsızlar bu ülkede ayakkabı kutularından önce gerçekleri,
umudu ve hayalleri çaldı.
Artık başka
ülkelerden örnekler verdiğinizde heyecanlanmayan, yeni fikirler, orijinal
çözümler üretmeyen, daha iyi yaşayabileceğine inanmayan, umudunu yitirmiş
insanlarla birlikte yaşıyoruz. İlk işimiz bu umudu yeniden canlandırmak olmalı.
“Yiyorlar ama
çalışıyorlar” diyenlere Uruguay eski Cumhurbaşkanı Mujica gibi yemeden çalışan
onlarca devlet adamını göstermeliyiz.
“Madende ölmek
fıtrat diyene”, Şili’de kurtarılan madencilerin öyküsünü anlatmalıyız.
Petrolsüz,
kömürsüz olmaz diyenlere, Danimarka, İsveç gibi ülkelerin neden “olur” dediğini
ve nasıl bu işi yaptıklarını herkese duyurmalıyız.
Ekonominin
büyümesi için daha çok enerji ve nükleer santral gerek diyenlere, Almanya gibi
dünyanın en büyük ekonomilerinden birinin nükleersiz ve daha az enerji
tüketerek büyümeye devam ettiğini göstermeliyiz.
Güzel bir
çevrede yaşamak zengin ülkelerin işi diyenlere, Çin’den, Hindistan’dan, Ekvador
ve Kosta Rika’dan başarı öyküleri paylaşmalıyız.
Dünyanın en
iyi sağlık sisteminin New York’ta değil Küba’da olduğunun altını yüz kere
çizmeliyiz. Duble yolların değil, iyi bir sağlık sisteminin kanserli
yakınlarımızı kurtarabileceğini anlatabilmeliyiz.
Bunları
defalarca tekrarlamalıyız ki, umudunu ve hayallerini yitirenlere umut ve
tutunacak bir dal olabilelim. Bugün AKP’ye oy verenlerin de aynı trafikte
bunaldığını, aynı havayı soluyarak hasta olduğunu unutmayalım. Şikayet ederek
onlardan biri olabiliriz ama çözümü göstererek ve üreterek, bu ülkenin makus kaderini
yıkan “umut” olabiliriz.
Türkiye geride kalmasın
Özgür Gürbüz-BirGün/30 Ekim 2015
Önümüzdeki seçimlerde hükümetin icraatlarının,
muhalefetin proje ve vaatlerinin ne kadar konuşulacağı belli değil. Toroslarla,
sıkıyönetimle, bombalarla, yargısız infazlarla, sansür ve tehditlerle
korkutulmaya, sindirilmeye çalışılan insanların özgürlük mücadelesine tanıklık
edeceğiz. Bu ülkenin geleceğini düşünenler, cumhuriyete sahip çıkmak için tüm
hile hurdaya, haksız rekabete, aşağılık suçlamalara rağmen sandık başına gidecek.
Sadece oy vermeyecek sandığına da sahip çıkacak. 7 Haziran seçiminden sonra
geçen süre gösterdi ki çocuklarımızın demokrasi içinde yaşayabilmesi için tek
adam fantezilerinden uzak durmamız şart.
Rakiplerinin karşısına çıkıp fikirlerini
savunamayacak kadar aciz durumdaki bir iktidarın tek güvencesi yarattığı korku
imparatorluğu ve başta medya olmak üzere tek yanlı bilgilendirme araçları. Bu
seçim aynı zamanda yalan makinalarıyla halka bambaşka bir dünya çizenlere, bu
ülkenin geliştiğini, güzel bir ülke olduğunu sananlara hepimizi üzen acı
gerçekleri anlatma seçimi.
Bir köşe yazısına hepsini sığdırmak zor.
Çevre ve enerji alanından, rakamlarla birkaç örnek vermekle yetineceğim. AKP’nin
kentleşme politikaları nedeniyle nüfus yoğunluğu arttı. Koca ülkede insanlar
birkaç kente sıkıştırıldı. Kentlerdeki hava kirlendi, trafik sıkıştı, yeşil
alan sayısı azaldı, sahiller ve güzelim kıyılar halkın değil, birkaç zenginin
erişebileceği alanlara dönüştürüldü. Sadece hava kirliliği nedeniyle 2010
yılında 28 bin 924 kişinin öldüğü bir ülke haline geldik (Heal Raporu).
Su fakiri olma yolunda ilerleyen Türkiye’de
neredeyse musluktan su içilebilen kent kalmadı. Halbuki dünyanın gelişmiş
kentlerinde insanlar su tekellerine esir edilmeden musluk suyu içiyor, dev parklarında
boş zamanlarını değerlendirebiliyor.
Var olanı koruyamadığımız gibi geleceğe
yatırım da yapamıyoruz. Yerli otomobil üretmekten bahsedenler, ne bu yatırımın
nasıl geri döneceğinden ne de tüm dünyada örneklerini görmeye başladığımız
elektrikli araçların çağının geldiğinden bahsetmiyor. Hidrojenle çalışan
araçlar Japonya’da sokaklara inerken (2018’de Japonya’da 4 bin 200 hidrojenli
araç olması bekleniyor), burada, ülkemizde olmayan, tamamen dışa bağımlı
olduğumuz petrolle çalışan araba tasarımlarıyla oy toplanmaya çalışılıyor. Tüm
dünya elektrikli otomobilleri, bizler ise yerli otomobilin tasarımının nereden
kopyalandığını konuşuyoruz.
Türkiye’de enerji üretimi deyince hükümetin
aklına sadece kömür ve nükleer geliyor. Tüm dünyada kömürden kaçış planları
yapılıyor. İskoçya’da kömür santralleri yıkılıyor. İklim değişikliği nedeniyle
Çin ve ABD bile anlaşırken Türkiye ne sel baskınlarından ders alıyor ne kuraklıklardan.
Nükleerde de durum farklı değil. AKP, eski teknoloji adına ne varsa onunla
ilgileniyor. 2000’de dünyadaki elektrik tüketiminin yüzde 17’si nükleerden
sağlanıyordu şimdi bu pay yüzde 11’in altına düştü. Nükleerin yerini güneş ve
rüzgar alıyor ama hükümet bu ülkeye değil bu işten karlı çıkacak birkaç şirkete
faydası dokunacak nükleeri tercih ediyor. Doğalgazda, petrolde dışa
bağımlılıktan şikayet edenler, yerli kaynak rüzgara, güneşe, biyokütleye
sırtını dönüyor. Hem de Avrupa’nın en iyi potansiyeline sahip Türkiye’de.
Enerji tasarrufunu, enerjiyi verimliliğini
hiç sormayın. Bu konuda son 13 yıldır bir arpa boyu yol alamayan bir ülkede
yaşıyoruz. Türkiye aynı milli geliri üretmek için İspanya ve İtalya gibi
ülkelerin iki katı enerji harcıyor. İşin daha da kötüsü, tüm dünya enerjiyi
akıllı kullanma yolunda ilerlerken Türkiye’de 2003-2013 arası hiç ilerleme olmaması.
2003’te enerjiyi bizden daha kötü kullanan Hırvatistan, Finlandiya gibi
ülkelerin artık gerisindeyiz.
Böyle onlarca örnek var. Pazar günü
Türkiye’nin her anlamda geride kalmaması
için oy vermeliyiz.
Politkanın etiketleri
Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2015
‘Onlar
Konuşur Ak Parti yapar’ sloganı 7 Haziran seçimlerinde iktidar partisinin
toplumu nasıl ötekileştirdiğinin bir göstergesiydi. AKP’ye oy verenler bir yana
oy vermeyen ‘onlar’ ise öteki yana.
1 Kasım seçiminde ise AKP dil değiştirdi, Sen,
ben yok; biz varız” diyor. İnandırıcı değil. Muhalefet liderlerini
meydanlarda Zaza, Alevi diye ayıran ve hatta yuhalatan bir liderin partisinin
“sen, ben yok” demesine kim inanır bilmiyorum.
İktidar
partisinin kendinden olmayanı sevmeme politikası artık Türkiye’nin gerçeği
haline geldi. ‘Onlar konuşur, Ak Parti yapar’ sloganı da işte bu ötekileştirme
anlayışı yüzünden ortaya çıktı. Kendinden olmayanı bırakın sevmemeyi, dinlemeye
bile tahammülü olmayan bir parti oldu AKP. Başkasını görmüyor. Bu kadar yanlış
bir sloganla seçime girmelerinin ardında da bu körlük yatıyordu.
Seçmenini
de öyle kodluyor. Ne zaman AKP’ye oy veren biriyle karşılaşsam, söz politikaya geldiğinde bir süre sonra karşımdakinin
konuyu değiştirmeye çalıştığını görüyorum. Ya da sizi dinliyor ama ‘onlar’dan
biri diye dinliyor. Doğruları söylediğinizi fark etse bile bu bahaneye
sığınarak, yanlış partiye oy vermenin, ülkeyi felakete sürüklemenin vicdan
azabından kendini kurtarmaya çalışıyor.
AKP
seçmenleri içinde önemli bir grup artık takım tutar gibi parti tutuyor. Yapılan
olumlu eleştirileri bile görmezden gelmeye çalışıyor. Takım tutanlar bilir, lig
sonuncusu da olsanız, iş slogana gelince hep en büyük sizsinizdir. Doğru,
yerinde bir eleştiriyi görmezden gelmenin de en sağlam yolu karşındakini hiç
dinlememek ve onu söyleyeni değersizleştirmek. ‘Onlar’ kelimesinin ardındaki
sır işte bu.
Muhalefetin
reflekslerinde de bir hata olduğu ortada. AKP’nin her icraatına kategorik karşı
çıkışlar sizi, AKP’nin iletişimcileri tarafından tasarlanan ‘onlar’ grubuna
daha da yaklaştırıyor. Marmaray’ın risklerinin eleştirildiği dönemi bir
düşünün. Güvenlikle ilgili eleştiriler öyle bir boyuta ulaştı ki, Marmaray gibi
olumlu bir projenin hepsine karşı çıkılıyormuş gibi bir hava yaratıldı.
Uzun
yıllardır bu ülkede politika etiketler üzerinden yapılıyor. Kemalist, ulusalcı,
çevreci, liberal, dinci vs. gibi etiketler ya da klişeler var. Politik bir
tartışmada tarafların ilk yaptığı iş karşısındakinin etiketini bulmaya çalışmak
oluyor. Laikse konuyu türbana, liberalse ‘yetmez ama evet’e getirerek o
tartışmadan galip çıkılmaya çalışılıyor. Etiketi bulduktan sonra ezberlenen
sorular, göndermeler arka arkaya sıralanıyor. Farklı etiketlere sahip politikacıların
meydanlarda veya medyada olmamasının bu ezberci polemikleri daha verimli kıldığını
da söyleyelim.
Etiket
oyunu en net Gezi zamanında bozuldu. Gezi’de
sokağı çıkanların mücadeleden galip gelmesinin ardında, sokaklara dökülenlerin belirgin
ya da bilenen bir etiketlerinin olmaması büyük rol oynadı. Ezber bozuldu. Bugün
o etiketlerden uzak durarak politika yapan siyasetçilerin şansı daha yüksek.
Demirtaş ve Yüksekdağ’ın partisinin renkliliği, Kılıçdaroğlu’nun ise çizilen
doğru strateji nedeniyle bu etiketlerden uzaklaştığı görülüyor. Bu onları
güçlendirirken, Davutoğlu ve Erdoğan’ın, farklılıklara tahammülsüzlükten de
gelen bu eski alışkanlık nedeniyle etiketler üzerinden siyaset yapmaya bağlı
kaldığı ve zayıfladığı ortada.
Bu
etiketler sadece üst düzey politikada geçerli değil. Sokakta da aynı sistem
çalışıyor. İstanbul’daki 3. Köprü örneğini ele alalım. Proje yanlış ama
Şehircilik Bakanı gibi birçok kişi bu ülkede çalışan beton makinası gördü mü
hayra yoruyor, bu yüzden de projeye olumlu bakıyor. Bu durumda işe sorundan
değil çözümden başlamalı. Neden ve neye karşı olduğumuzu değil ne istediğimizi
anlatmalı. Toplu taşımaya açık yeni bir tüp geçidin veya zaten eskimiş, talebe
yanıt vermeyen, sürekli bakım isteyen ilk köprünün yeni bir köprüyle
değiştirilmesini istemek bile (iki katlı yapılacak bu köprünün alt katı, raylı
ulaşıma dönüştürülmesi gereken metrobüs hattına hizmet edebilir) iletişim
şansınızı arttırabilir. Böylece, “bunlar, köprüye, yola karşı” argümanını çürütürsünüz.
Bu da sizin öğretilmiş etiketli gruplardan birine ait olmadığınızı gösterir,
karşınızdakinin savunması zayıflatır.
Yalnız,
burada anahtar kelime çözüm. Çözüm öneriniz yoksa ‘onlar’dan biri olmanız
kaçınılmaz.
Türkiye nükleer konusunda hem içe hem dışa kapalı
Özgür Gürbüz-BirGün/18 Ekim 2015
Rusya ile
Türkiye arasında Suriye yüzünden gerilen ilişkiler Akkuyu’daki nükleer santral
projesini tehlikeye soktu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ruslar olmazsa başkaları
yapar” diyerek bunu net bir dille ifade etti. Projeyi oldubittiye getirmeye
çalışanlar da dikkatleri başka bir yere çekmek için İğneada’yı yeniden gündeme taşıdı.
İğneada nükleere yabancı değil; 1970’den beri Türkiye’nin nükleer santral
kurulması düşünülen üç yerinden biri. Prof. Dr. Tolga Yarman’ın belirttiği
gibi, İğneada 1970’lerin başında gündeme geliyor fakat Genelkurmay Başkanlığı
Bulgaristan’a yakınlığı nedeniyle onay vermiyor. Yıllardır İğneada konuşulur
ama asıl durum şu: Türkiye’nin değil üçüncü, ilk nükleer santrali yapacağı bile
şüpheli. Seçim sonrası çok şey değişebilir.
Türkiye’nin
nükleer santral projeleri sadece ülkedeki büyük çoğunluk tarafından (kamuoyu
araştırmaları böyle söylüyor) tepkiyle karşılanmıyor. Yurt dışından da bu
projelere tepki var. Kıbrıs’ın hem Kuzey’inden hem de Güney’inden nükleere
hayır sesleri yükseliyor. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 90 kilometre
mesafedeki nükleer santrale karşı olduğunu “insanlık için ciddi bir tehdit”
sözleriyle, net bir şekilde ifade etti. Güney Kıbrıs Enerji Bakanı Yorgos
Lakkotripis, Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Eş Başkanı Rebecca Harms’a
yazdığı mektupta, santralin Kıbrıs’a yakınlığı ve bölgenin deprem tehlikesi
nedeniyle projeye karşı çıktıklarını söyledi. İğneada için de durum farklı
değil. Nükleer santraller karşı olduğunu uzun yıllardır dile getiren Yunanistan
da bu çağrıya katılabilir. Bulgaristan’ın, iş daha ciddileşirse, sınırına bu
kadar yakın bir nükleer santrale itiraz etmesi de mümkün. Bulgaristan’ın durumu
daha farklı çünkü yeni nükleer santral planını birkaç yıl önce rafa kaldırmış
olsa da ülkede çalışır durumda iki nükleer reaktör var. Yine de uluslararası
arenada Bulgaristan, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Ermenistan’ın eli Türkiye’ye
göre daha güçlü. Çünkü bu ülkelerin hepsi Espoo Sözleşmesi’ne (Sınır aşan
Çevresel Etki Değerlendirme Sözleşmesi) taraf.
Espoo
Sözleşmesi, ülke sınırlarının ötesine uzanacak boyutta bir çevre kirliliğine
yol açan faaliyetlerin, proje aşamasında taraf ülkelerce (o ülkelerdeki
bireyler, kamu ve sivil toplum kuruluşlarınca) değerlendirilmesini amaçlıyor. Nükleer
santraller de kaza ve sızıntı riskleri nedeniyle bu sözleşmenin kapsamında. Sözleşme
süreci şeffaflaştırıyor, denetimi arttırıyor. Aynı Türkiye’nin imzalamamakta
direndiği Aarhus Sözleşmesi gibi. O da bu tip projelere halkın katılımının
yolunu açıyor. Nükleer santral gibi projelerde şeffaflığı zorunlu kılıyor,
bilgi akışının düzenli olmasını sağlıyor. Ne nereye harcanmış, kim denetlemiş,
proje ne aşamada, çevreye verilen zararın boyutları sürekli raporlanmak zorunda
kalıyor. Bugün Türkiye’de kapalı kapılar ardında, istifa skandallarla yürüyen
sürecin tam tersinin oluşmasını sağlıyor.
Tahmin edin Espoo
Sözleşmesi’ne kim taraf değil? Elbette Türkiye. Türkiye’de gelmiş geçmiş
hükümetlerin hemen hemen hepsi, nükleer santralle ilgili eleştirileri
savuşturmak için, “bakın Ermenistan’da ve Bulgaristan’da da nükleer var”
bahanesini kullanır. Buna karşın, o ülkelerdeki yeni projelerin Türkiye
tarafından denetlenmesine de olanak verecek Espoo Sözleşmesi’ne imza atmaz
çünkü Türkiye’deki projeleri uluslararası denetime açmak istemezler. Neden mi?
Aklıma tek bir yanıt geliyor. Türkiye’deki projelerin uluslararası standartlara
uygun yapılmayacağını bilmeleri.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)