Pardon gaz çıkarttık

Özgür Gürbüz-BirGün/31 Mart 2013

Herkes “kaya gazı”nı konuşuyor. Nedir bu kaya gazı? Kilt taşı veya şist dediğimiz derinlerdeki kayalıklar arasında sıkışmış metandan bahsediyoruz. Çıkarabilirseniz doğalgaz gibi kullanabilirsiniz ancak çıkarmak daha zahmetli. Kimyasallar eklenmiş basınçlı suyla kayaları çatlatmanız ve gazı serbest bırakarak kuyular aracılığıyla yüzeye çıkarmanız gerekiyor. Yüzeye diyorum çünkü genelde bu işlemi gerçekleştirmek için 1500-1600 metre derinliğe inmek gerekiyor. Yüzeye çıkan sadece gaz değil tabi. Çatlatmada kullanılan kimyasallar, kayaların içinde bekleyen ağır metaller de atık sularla birlikte yüzeye çıkıyor. Bu devirde promosyonsuz hiçbir şey yok. Gaz alana zehir bedava.

Kaya gazı rezervi konusunda kesin rakamlar yok. Uluslararası Enerji Ajansı (UEA) dünyada 208 trilyon metreküp kaya gazı rezervi olduğunu tahmin ediyor. Bildiğimiz doğalgaz rezervlerinin 420 trilyon metreküp olduğunu düşünürseniz, fosil yakıt şirketlerinin ilgisini daha iyi anlarsınız. Bu rezervin 56 trilyon metreküpü ABD ve Kanada’da. Bu iki ülke üretim ve teknoloji konusunda da herkesin önünde. Avrupa ve Orta Doğu ise kaya gazı rezervlerinin sadece 16 trilyonuna (Avrupa 12, Orta Doğu 4) sahip. Türkiye’de ise Trakya ve Güney Doğu’da kaya gazı rezervlerinin olduğu biliniyor. Türkiye’de ne kadar rezerv bulunduğunu söylemek için erken ama bazı kaynaklar  400 milyar metreküp gaz olduğunu iddia ediyor. Bu da aşağı yukarı Türkiye’nin 10 yıllık gaz tüketimi demek. Gaz demek para demek, o yüzden aramalar sürüyor. İç Anadolu Bölgesi’nde de gaz peşinde koşulduğu gelen haberler arasında. Gaz, diğer kirli kaynaklara oranla gerek elektrik üretiminde, gerek ısınmada daha sorunsuz bir kaynak ama sütten çıkmış ak kaşık da değil. Bu yüzden kaya gazına karşı çıkan çok kişi var.

Gaz da kömür ve petrol gibi bir fosil yakıt. Kömür ve gaza kıyasla neredeyse yarı yarıya hatta daha az seragazı salsa da, o da iklim değişikliğine neden oluyor. Çoğu çevreci grup, yenilenebilir enerji kaynaklarına geçişte gazı bir geçiş teknolojisi olarak görmüştü. Kaya gazının bizim gibi gaz rezervi sıfıra yakın ülkelerde bile bulunması,  dışa bağımlılığı azaltır umuduyla ilgiyi artırıyor. Çevreciler, kömürden, nükleerden kaçarken doluya mı tutulduk diye kara kara düşünüyor.

MİLYONLARCA LİTRE SU
Kaya gazını çıkarmada suyun kullanılması en büyük dert. Dünya Dostları Derneği’nin (Friends of the Earth) yaptığı hesaba göre, bir kaya gazı kuyusunda yıl boyunca kullanılan su miktarı Avrupalı 10 bin ailenin yıllık su tüketimine bedel. Her çatlatma operasyonu için 15 milyon litre su gerekiyor. Kuyuların sağlamlığı da tartışmalı. Yanlış inşaat yüzünden yüzde 6’sı daha yapılır yapılmaz çalışamaz hale geliyor. Yüzde 50’si ise 30 yıl içinde sonra sorun çıkarıyor. Bizim gibi deprem riski altındaki ülkelerde durum daha da tehlikeli.

Suyla birlikte kullanılan kimyasalların oranı da az değil. Bu oran suyun yüzde 1’i kadar olsa da, ortalama bir kuyuda kullanılan kimyasalların 132 ton civarında olduğu belirtiliyor. Firmalar kesin rakamları açıklamıyor. Suyla kayaları çatlatmada kullanılan kimyasalların yüzde 80’i yeraltında kalıyor ve yeraltı sularına karışma tehlikesi yaratıyor. Kullanılan kimyasalların yüzde 60’ı beyin ve sinir sistemini etkileyecek nitelikte. Yüzde 10’undan biraz fazlası da kanserojen.

Petrol fiyatlarının yüksek seyretmesinin de etkisiyle kaya gazı enerji dünyasına o kadar hızlı girdi ki, kurallar, denetleme yöntemleri ve etkileri neredeyse tartışılmadı bile. İklim değişikliği milyonlarca insanı ve diğer canlıları tehdit ediyor. Ortalama sıcaklık artışı 1,5 ila 2,5 C arasında kalırsa dünyadaki hayvan ve bitkilerin yüzde 20 ila 30’unun soyları tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. Şu andaki artışın 0,8 C dereceyi bulduğu biliniyor. Biz hala gaz, kömür ve petrolün peşinde koşuyoruz. Taşın suyunu sıkma sevdasındayız. Sorun sadece iklim değişikliği de değil. Bundan 20-30 yıl sonra yer altı sularında ağır metallere rastlanması, gelecek nesillerde kanser vakalarının artması halinde bugün kârdan başka bir şey düşünmeyen şirketler gelecek nesillere ne diyecek acaba? “Pardon, biz biraz gaz çıkarttık” mı diyecekler? Ya biz ne diyeceğiz?

***
Dünyada durum
ABD ve Kanada dışında Arjantin’de kaya gazı çıkarma konusunda ciddi gelişmeler var. 
Ülkedeki 22 trilyon metreküplük rezerv için ExxonMobil’den Total’e birçok petrol devi ülkede faaliyette. 100 kadar kuyu var. Hükümet destekliyor ama çevreciler ayakta. Özellikle yerlilerin yaşadığı bölgelerde ciddi sorunlar var. Avrupa’da ise İngiltere, Portekiz, İspanya, Belçika, Almanya, Norveç, Polonya, Ukrayna, Romanya, Avusturya, Macaristan, Hırvatistan, Yunanistan, Sırbistan ve Türkiye kaya gazına yeşil ışık yakan ülkeler arasında. Fransa, Hollanda, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan ise şu an için kırmızıda duruyorlar.

Prix Pictet: Güç - İklim Değişikliği

28 Mart Perşembe günü İstanbul Modern'de saat 18:30'da düzenlenecek İklim Değişikliği Paneli'ne bekliyorum. Etkinlik ücretsiz. İstanbul Modern'i perşembe günleri ziyaret etmek de ücretsiz. Ayrıntılar için yandaki duyuruya tıklamanız yeterli.

Yüzde 100 dana

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Mart 2013

Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker iki gün önce yaptığı açıklamada, “Bundan sonra ekmeğin içerisinde maya, un, su, bir de az miktarda tuz bulunacak, başka hiçbir şey bulunmayacak” dedi. “Başka hiçbir şeye müsaade etmeyeceğiz" diye de ekledi. İnsanın aklına ister istemez şu soru geliyor. Ekmeğin içinde başka ne vardı ki?

Çok değil, 5 Aralık 2012’de, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı'nca hazırlanan ''Türk Gıda Kodeksi Et ve Et ürünleri Tebliği'' Resmi Gazete’de yayımlanmıştı. Tebliğe göre artık kırmızı et ürünleri içerisine beyaz et, nişasta, soya ve soya ürünleri ile et kaynaklı olmayan proteinler eklenemeyecek. 3 Mart 2013’te üreticilere tanınan süre de doldu. Bundan böyle aldığınız her sucuk, döner köfte ve benzerleri sadece kırmızı etten yapılacak. Beyaz ete kırmızı, kırmızıya beyaz et karıştırılmayacak. Bu et yiyenler için iyi haber, ne yediklerini bilecekler. Kötü haber ise durumun bugüne kadar biraz “karışık” olduğunun aslında bu icraat nedeniyle ortaya çıkmış olması.

Düzenlemeden önce ambalajında “yüzde 100 dana” yazan sucuklar vardı. Ama ben hiç, “bu sucuk tavuk, hindi ve dana eti karışımından yapılmıştır” diyen bir uyarı etiketi gördüğümü hatırlamıyorum. “Ürünümüz biraz karışıktır ama sizin de kafanız biraz karışık” diyerek satış yapılmıyor demek ki.

Bizim kafamız karışık, doğru ama suçlusu biz değiliz; karıştırdılar. Domatesin hormonsuzunu, mısırın genleriyle oynanmamışını satanlar ürünlerinin temiz olduğunu anlatmak için kırk dereden su getirirken, içinde bin bir türlü zehirli madde bulunan ürünleri bizlere yutturanlar ellerini kollarını sallaya sallaya pazara geliyor. Alın size bir örnek.

Organik ürün üretmeye karar veren bir çiftçi, öncelikle tarlasının yakınında endüstriyel tesis olmadığını belgeler. Toprağının kimyasallardan arınması ve ilk organik ürünü sertifikalandırması için en az 2 veya 3 yıl bekler. Komşu tarlalarda kimyasal ilaçların kullanılmadığından emin olur, bunu da ispatlamalıdır. Tüm bunlar için kendisine bir sertifikasyon firması bulur. Üretimin her aşamasında düzenli kontrollere tabi tutulur. Firmaya ücret öder, organik gübre kimyasaldan pahalıdır, ona da normalden fazla bir bedel öder. Bütün bunları yapıp organik bir sebze veya meyve üretmeyi başarırsa da dert bitmez. Analizi, kontrolü devam eder. Satacak yer bulmakta güçlük çeker. Büyük marketlere mal satmak için para gerekir, ucuz ürünlerle rekabet zordur. Marketlerde çok da sevilmez çünkü her organik ürün, yanındaki “bildiğimiz” ürünün yalanını ortaya çıkaran bir belgedir. Markete giden tüketici, organik salatayı görünce yanında duran “normal” salatanın içinde ne var diye merak eder. Oyun bozulur. Belki de bu yüzden organik ürünler Türkiye’de birkaç semt pazarına hapsedilmiş durumda.

Kısaca özetlersek, kimyasal gübreyle büyütülmüş elma, kirli olmadığını belgelemek zorunda değil ama organik elma zorunda. Sigara öldürür deyip paketlere yazılmasını zorunlu kılanlar, iş otomobile gelince sessiz. Çok benzin yakıp hem havayı kirleten hem de iklimi değiştiren araçların ön kapılarına “otomobil öldürür” yazılı trafik kazası fotoğrafları yapıştırmak neden zorunlu değil?

Termik santralde kömür yakmanın cezası yok. Alışveriş yaparken istediğiniz kadar plastik torba kullanmak serbest. Cam şişede ürün alan daha çok öderken karton kutu ya da plastikte satana kuruş ceza yok. Çocuk işçi çalıştıranlar ürünlerinin etiketlerine, “Bu kazağı yedi yaşında çocuklara yaptırdık, ucuza geldi” yazmaz ama çalıştırmayanlar bin tane sorgu suali geçtikten sonra, adil ticaret belgesi alır. Daha fazlaya mâl olan ürünlerini satmak için kapı kapı dolaşır. Görüldüğü gibi sistemin kendisi baştan aşağıya yanlış kurgulanmış. O yüzden sistemi değiştirmek şart. İsterseniz adım adım değiştirin isterseniz koşar adım ama bu iş başka türlü olur diye hayale kapılmayın.

BELGRAD İÇİN HAREKET
İstanbul’daki Belgrad Ormanı 1840’larda 12 bin hektardı. 1870’de 7 bin 500 hektara geriledi. Bugün ise sadece 5 bin 524 hektar. Belgrad Ormanı’nın üçte biri son 130 yılda yok olmuş. Şimdi bir başka tehlike daha var. ÇEKÜL Vakfı ve İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi, buranın “Muhafaza Ormanı” statüsünün koruması ve tabiat parkına dönüştürülmemesi için bir kampanya başlattı. Tabiat Parkı daha çok yapılaşma anlamına geliyor. “Belgrad İçin Hareket” adlı kampanyayla bu kötü gidişi durdurmaya çalışıyorlar, destek vermeliyiz.

28 Mart Perşembe günü saat 18:30’da İstanbul Modern’de Ömer Madra ile birlikte iklim değişikliğini konuşacağız. İstanbul Modern’deki “Prix Pictet: Güç” adlı fotoğraf sergisi de sosyal ve çevresel konulara odaklanmış. 

Marina, Ulay ve Barış

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Mart 2013

Marina Abramoviç bir sanatçı. Performans sanatçısı, Yugoslavya doğumlu. Sanatını var eden en önemli etken kendisi. Performans sanatının odak noktasında çoğu zaman sanatçının kendisi yer alır. Rol yapılmaz, izleyicinin önüne hayatın ta kendisi konur. Kimi zaman izleyici de bu sanatsal gösterinin bir parçası olur. Tıpkı Marina’nın 2010 yılındaki gösterisinde olduğu gibi.

2010 yılında New York Modern Sanatlar Müzesi’nde bir performans sergileyen Abramoviç, 736 saat 30 dakika boyunca bir masanın kenarında oturdu. Karşısındaki boş sandalye ise sanatseverlere ayrıldı. “Sanatçı burada” adını taşıyan gösteri boyunca isteyen herkes Abramoviç’in karşısına oturdu ve hiçbir şey konuşmadan bir süre sanatçıyla göz göze geldi. Bir yabancıyla karşı karşıya oturduğunuzu ve bir tek kelime bile konuşmadığınızı düşünün. Marina, günler boyunca yüzlerce yabancıyla karşı karşıya geldi. Kim olduklarını bilmeden, adlarını sormadan sadece bakıştılar. Gözleriyle konuştular. Marina herkese aynı şekilde baktı; sadece ve sadece bir kişiye aynı şekilde bakamadı.    

O kişi Ulay’dı. Ulay herkes gibi sırasını bekledi. Yavaşça Marina Abramoviç’in karşısına oturdu, başını, “ne haber” dercesine yana doğru hafifçe salladı. Bakıştılar. Marina Ulay’a herkese baktığı gibi bakmıyordu. Ulay başını bir kez daha hafifçe yana doğru attı. Bu defa, “işte böyle, hayat” der gibiydi. Marina’nın gözleri doldu. Ulay’ın içi titredi. Marina saatleri güne çevirdiğinizde 30 gün süren performansı boyunca hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Ellerini masanın üzerinde kaydırarak Ulay’a uzattı. Ulay Marina’nın ellerini tuttu. Gösteriyi izleyenler Marina’nın gözyaşlarının arasına alkışlarını fırlattılar. Ulay’ın yürek atışlarına tempo tuttular. Aşkı alkışladılar, gördüler…

Ulay’ın gerçek adı Frank Uwe Laysiepen. O da bir performans sanatçısı, 1943’te Solingen’de doğmuş, Almanyalı. Marina ve Ulay’ı bir araya getiren de aslında bir performans; aşk. Hissederek içinde var olursanız size bir masa, iki sandalye ve saatler yeter. Hissetmezseniz, bibirinizi görmediğiniz an yiter gider. İki sanatçı uzun yıllar, 1976 ile 1989 arasında birlikte yaşadı. Birlikte ürettiler ama 89 yılında ayrılmaya karar verdiler. Ayrılıkları da sanatsal üretimlerinin bir parçası oldu. İlişkilerini bitirmek için her biri Çin Seddi’nin bir ucuna gitti. Oradan birbirlerine doğru yürümeye başladılar. Her biri 2 bin 500 km yürüdü. Çin Seddi’nin üzerinde buluştuklarında son bir kez birbirlerine baktılar ve ayrıldılar. Ta ki 2010’da Ulay Modern Sanat Müzesi’nde Marina’nın karşısına çıkana kadar. 21 yıl sonra.

Barış için
Bu öyküyü belki çoğunuz biliyorsunuz, belgeselini izlemiş olabilirsiniz. Benim bu inanılmaz öyküden Barış sayesinde haberim oldu. Barış mı kim? Barış, Sevgili Sevin Okyay’ın tabiriyle bir “elf”, Yüzüklerin Efendisi’ndeki ruhları iyilik dolu insanlardan biri. Barış şimdi gurbet yolcusu. Barış gittiğinde yokluğunu daha iyi anlayacağımı biliyorum o yüzden gitmeden kendisine teşekkür etmek istedim. Mekanikleşen beni, kültür ve sanatla arada sırada da olsa kendine getirdiği için. Sizin de Barış gibi bir dostunuz varsa elinizden kaçırmayın. Müzakere mi edersiniz, çok bilen insanlara mı sorarsınız, bilemem. Müzakere notlarınız açığa çıkarsa çıksın, aldırmayın. Barış bir giderse onu çok arar(sın)ız. Bizim “Elf Barış” gidiyor ama umudum var, bir gün geri dönecek. Siz de hem “barışınıza” hem de umudunuza sahip çıkın. Herkese bir Barış, bir Marina veya Ulay lazım.

Not: Marina ile Ulay’ın Modern Sanatlar Müzesi’ndeki buluşmasını izlemek isterseniz Youtube’dan “Marina Abramović e Ulay - MoMA 2010” başlıklı videoyu izleyebilirsiniz.

Talebi tahmin etmek yerine yönet

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi/11 Mart 2011

Türkiye Elektrik İletim Anonim Şirketi (TEİAŞ), 2005 yılında yaptığı talep tahmininde 2011 yılında elektrik talebinin yüksek senaryoya göre 262 milyar kilovatsaat (kWs) olacağını tahmin etmişti. 2011'de Türkiye'nin elektrik talebi 230 milyar kWs'te kaldı. TEİAŞ, 2005 yılında yaptığı tahmininde yüzde 12'lik bir sapma oranıyla yanıldı. Böylesine hareketli bir elektrik piyasasında altı yıl sonrasını bilmek zor, yüzde 12 iyi bir sapma oranı diyenler çıkabilir.

Ekonomik krizin de etkisiyle elektrik talebi 2008 sonunda beklentilerin aksine 198 milyar kWs'te kaldı. Halbuki önceki iki yılın artış oranları yüzde 8'den fazlaydı. 2008'de ise artış hızı yarı yarıya yavaşladı. 2009'da ise eksiye düştü, yani elektrik talebi artmadı, azaldı. Talep tahminlerinin iki ana kıstas üzerinde (büyüme hızı ve nüfus artışı) şekillenmesinden olsa gerek, ekonomik krizin daha ciddiye alınmasından da etkisiyle; kurumun 2009 yılında yaptığı tahmin sonraki yıllar için daha alçakgönüllüydü. 2009 Haziran ayında yayımlanan raporun düşük talep senaryosuna göre brüt elektrik talebinin 2011 yılında 213 milyar, yüksek talep senaryosuna göre ise 215 milyar kWs olacağı belirtilmişti. Gerçekleşen rakam yukarıda da belirttiğimiz gibi 230 milyar kWs oldu. Bu sefer de tam tersi oldu. Gerçekleşen tahmin edilenden azdı.

Bir başka örnek. TEİAŞ'ın Ekim 2010 ayında yayımladığı kapasite tahmini raporunda ise 2011'de elektrik talebinin yüksek talep senaryosuna göre 220 milyar kWs'nin biraz altında kalması bekleniyordu. Yıllık artışın yüzde 5 olması hesaplanıyordu ama artış yüzde 9’u buldu. Görüldüğü gibi elektrik talep tahminlerinde tek sorun zaman aralığı değil. Bir yıl sonraki talebi tahmin etmek bile oldukça zor. Bu yazının amacı da bu, TEİAŞ'la uğraşmak değil. Talebi tahmin etmenin ne kadar zor olduğuna vurgu yapmak.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız'ın 2013 yılı bütçe konuşmasında da vurguladığı gibi, “...belirli bir anda talep edilen en yüksek elektrik enerjisi talebi (puant talep), 2012 Temmuz ayında rekor seviyede bir artışla 39 bin 45 MW'ı gördü. 2011'de en yüksek talep 36 bin 122 MW, 2010'da ise 33 bin 392 MW'tı. Elektrik piyasasını yakından takip eden herkes biliyor ki yaz aylarında artan bu ani talep yükselişlerinin bir numaralı sorumlusu klimalar. Bu da bize şu mesajı veriyor. Tüketim tarzındaki değişikliklerin hızı ve ekonominin seyrindeki belirsizlik, elektrik talebini tahmin etmeyi giderek güçleştiriyor. Türkiye'de giderek daha fazla eve klima kuruluyor. Bir sıcak hava dalgası, elektrik talebini deyim yerindeyse zıplatabilir. Talebi başı boş bırakırsanız tahmin etmek işte bu kadar zorlaşır. Neredeyse imkansızlaşır. Talebi yönetiyorsanız, yönetebiliyorsanız iş başka...

Anahtar kelime de bu; “yönetmek”. Sınırsız talebi karşılamak için hiç durmadan yeni santraller yapmak yerine, ne kadar enerji veya elektrik harcanacağına karar vermeniz gerekir. Peki, ama nasıl? Enerji harcanan her alanda, ulaşımdan sanayiye bir strateji oluşturacaksınız. Hangi sektörlerde olacaksınız, hangi tür ulaşım araçları kullanacaksınız bunları belirlemek zorundasınız. Ülke yönetiyorsanız verdiğiniz lisans ve izinlerle, şirket yönetiyorsanız aldığınız karar ve tedbirlerle talebi şekillendirebilirsiniz. Klima sayısının artmasını istemiyorsanız, konut yapımında standartları klimaya ihtiyaç duyulmayacak şekilde yeniden düzenleyeceksiniz. Petrol fiyatları arttıkça, enerji ithalatına verdiğiniz paradan yakınmayı marifet kabul etmiyorsanız, toplu ulaşımı destekleyeceksiniz. Bireysel araç kullanımını kısıtlayacak önlemleri beraberinde uygulayacaksınız. Hava kirliliği can alıyorsa Çin’in başkenti Pekin’de olduğu gibi her yıl trafiğe çıkacak araç sayısını kısıtlayabilir, kurayla plaka dağıtabilirsiniz. Çok enerji tüketen aletlerin kullanımını yasaklamak, vergilendirmek veya az tüketenleri desteklemek elinizde. Devlet bunun için var.

Sınırsız tüketimi sınırlı kaynaklarla karşılayamazsınız ama tüketimi sınırlayarak sorunu çözebilirsiniz.

Nükleer karşıtları Japonya'yı uyarmıştı

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Mart 2013

Arşiv bir gazetecinin her şeyidir. Yarın, Fukuşima Nükleer Santrali'nde meydana gelen kazanın ikinci yıldönümü. Fukuşima'yla ilgili elimde neler var diye arşivime baktım. 27 Ekim 2007'de Japonya'nın saygın gazetelerinden Asahi Şimbun'da çıkan uzun bir editoryal yazı gözüme ilişti. Yazı şöyle başlıyor: “Bilim insanlarına göre gelecek 30 yıl içinde Tokai bölgesinde büyük bir deprem olma olasılığı yüzde 87. Öngörülen depremin merkezinde yer alan Hamaoka Nükleer Santrali'nin yakınında oturanlar santralin böyle bir depreme dayanamayacağı gerekçesiyle mahkemeye başvurdu. Şizuoka Bölge Mahkemesi santralde deprem karşıtı tüm önlemler alınmış gerekçesiyle bu itirazı reddetti.
Fukuşima Daiçi Santrali-Foto: UAEA

Gazetedeki yazıya göre yerel halk, mahkemenin kararından memnun kalmamış. Santralin, sekiz şiddetinde bir depreme dayanacağı açıklamalarına güvenmiyorlar. 31 yaşındaki reaktörün korozyon gibi birçok nedenden dolayı eskimiş olacağını öne sürüyorlar. Mahkeme bu argümanlarını ciddiye almış ama düzenli kontrollerin nükleer santralin güvenilirliği için yeterli olacağını söyleyip, konuyu kapatmış. Nükleer santrallerin depreme dayanmayacağını iddia edenler iki noktaya dikkat çekiyor. Birincisi, depremin şiddeti çok büyük olmasa bile yüzeye yakın gerçekleştiğinde ciddi hasar verme olasılığı, ikincisi de Japonya'da henüz keşfedilmemiş aktif fay hatlarının bulunması.

Yazının sonunda ise okurken tüylerimi diken diken eden şu cümleler var. “Nükleer santrallerin depreme dayanıklılığı tartışması henüz bitmedi. Hükümet ve enerji şirketleri bu mahkeme kararına dayanarak rahatlayamazlar. Aksine, ülkedeki tüm nükleer santrallerin büyük bir depreme dayanacaklarını biran önce garanti etmeliler.

Görünen o ki, Fukuşima'dan 4,5 yıl önce Japonya'da nükleer santral karşıtları geliyorum diyen tehlikeye karşı hükümeti uyarmış. Büyük bir deprem olursa nükleer felaket kaçınılmaz demişler.  Uyarmış ama bugün de olduğu gibi, nükleer endüstrinin etkisi altındaki medya ve hükümet kılını kıpırdatmamış. Gazeteciler açık seçik yazmışlar, bilim insanları rakamlarla uyarmış, büyük bir deprem olursa sonucu nükleer felaket olur demişler. Üstüne, halk mahkemenin yolunu tutmuş. Hükümet dinlememiş, nükleer endüstri iplememiş, mahkeme es geçmiş. Belki de ülkedeki nükleer santralleri çok önceden kapatıp, Fukuşima'yı önleme şansını ellerinden kaçırmışlar.

Gelelim bizim memlekete. Bizde şu sıralar bir nükleer tiyatro oynanıyor. Oyunun metninden kısa bir alıntı sizlere:

Yaşamspor: Mersin Akkuyu'da nükleer santral olmaz. Burada fay hattı var. Akdeniz'de yeterli sismik araştırma da yapmadınız, geçmişte burada tsunami bile oldu. Fukuşima'yı unutmayın!
Atomspor (Rus aksanıyla): Dünyanın en güvenli nükleer santrallerinden biri olacak, 9 şiddetinde depreme dayanacak.
Yaşamspor: Rusya'da 9 şiddetinde deprem oldu mu, bu şiddette depreme dayanmış bir nükleer santraliniz var mı?
Atomspor: (Yutkunur  ve başını havaya kaldırır, başka yöne bakar).
Yaşamspor: Zemin etütlerini bitirdiniz, neden sonuçları açıklamıyorsunuz, bağımsız kuruluşların incelemesine neden izin vermiyorsunuz?
Atomspor: Iıım, bakın, santralin yanında insanlar yüzüyor.
Yaşamspor: Nükleer santral pahalı ve tehlikeli, Türkiye'nin elektrik üretmek için onlarca farklı seçeneği varken bu ısrar neden?
Atomspor: Tüpgaz da patlıyor...
Yaşamspor: Nükleer atıklar ne olacak?
Atomspor: Satarsınız, iyi para yapıyor.

Nükleer karşıtlarını ciddiye almamanın sonucunu yukarıda alıntı yaptığım yazı çok iyi anlatıyor. Bugün Fukuşima eyaletindeki çocuklar düzenli sağlık taramalarından geçiriliyor. 21 Ocak 2013 tarihinde açıklanan sağlık taraması sonuçları, 95 bin çocuğun yüzde 44'ünde tiroid anormallikleri olduğunu göstermiş. Mali hasarın ilk 10 yıl içinde 250 milyar doları bulacağı söyleniyor. Japon ekonomisi belki de en kötü günlerini yaşıyor. Ülkedeki 50 nükleer reaktörün 48'i kapalı. 160 bin kişi evlerini terk etmek zorunda kalmış. Nükleer enerjiye güvenmenin bedeli çok ağır oldu. Şirketler bir yolunu bulup paçayı kurtarıyor ama insanlar ve doğanın kaçacak yeri yok.

Bu yazı, nükleer karşıtlarını, “bunlar bir şeyden anlamayan çiçek-böcekçiler” diye hiçe sayanlara armağanım olsun.

Milli Çevre Muhabiri Andı

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Mart 2013

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önceki gün gazetecileri uyardı. “Gayri-milli medya” olmayın dedi. Bazı gazete ve siyasi partilerin “milli” olmadıklarını da sözlerine ekledi. Bildiğiniz gibi her şeyin başı eğitim. Gazeteciyi, politikacıyı yıllarca başıboş bırakmışsın. Gerekli eğitimi vermediğin gibi, zamanı gelince dinlendirmemişsin şimdi şikayet ediyorsun. Bu olmaz. Her şeyin başı eğitim.

Kendi alanımdan bir örnek vereyim. Milli çevre muhabiri yetiştirmek için işe iletişim fakültelerinden başlamak lazım. Öyle detaylı bir müfredata da gerek yok. Ne de olsa çevre haberleri kıyıdan, köşeden görülür. Gazetecilerin beyinlerine kazınacak bir andımız olsa yeter. Ben bir örnek hazırladım. İletişim fakültelerinde haftada bir okutulsa, ezberi zorunlu kılınsa sorun hallolur. İşte andımız…

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
Gazetecilik yaşamım boyunca doğanın sadece yerlisini koruyacağım.
Papatyanın sadece bu toprakta yetişenini,
Ayının sadece anladığım dilden böğürenini,
Derenin sadece başı sonu bu ülke sınırları içerisinde akanını haber yapacağım.

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
“Milli ekosistemimizi” istila eden yabancı türlerle hayatımın sonuna kadar mücadele edeceğim.
Nükleer, kimyasal atıklar komşu ülkelere gizlice veya alenen götürülürse sesimi çıkarmayacağım.
İnsanları kanser yapan etkiler milli sanayimizden geliyorsa görmezden geleceğim.
Başta küresel ısınma olmak üzere, içinde “küresel”, “global”, “evrensel” geçen hiçbir çevre haberine imza atmayacağım. 

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
Tarihi eser yağması ecdadın eserleriyle ilgili değilse gözlerimi kapayacağım; gerekirse ecdadın eserleri olsa da aynısını yapacağım.
Madenler ve taş ocakları milli sermaye tarafından işletiliyorsa sökülen ağaçlar zaten yaşlıydı diye yazacağım.

Sel baskını ve deprem gibi afetlerde “takdir-i ilahi” manşeti atacağım.
Park, bahçe gibi “boş alanların” ekonomiye kazandırılması için çalışacağım.
Sokaktaki kedi ve köpekleri canavar gibi gösteren fotoğraflar çekeceğim.
Vejetaryenliği dış mihrakların halkımızı bir deri bir kemik bırakma oyunu olarak yazacağım.

Rantın önündeki engellerin aşılması için gerekirse çimenleri ellerimle yolacağım.
Termik santrallerin kül barajlarında, “külden kale” yapan çocukları fotoğraflayacağım.
Olmadık yerlere dikilen AVM’lerin, TOKİ binalarının fotoğraflarını montajlayıp, yeşil renkte basacağım. Etrafına ağaçlar ekleyip kolajlayacağım.

Bunlar da yetmezse,

Çevre denen illetin ve çevreci denen musibetin kökünün kazınması için her türlü gayreti göstereceğime ve ölümü bile göze alacağıma, milli çevre muhabiri olarak şerefim ve namusum üzerine and içerim.

İstanbul Pekin'e benzer mi?

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Mart 2013 

Pekin'de otomobiller bisikletlerin yerini alıyor-Foto: O.Gurbuz
Pekin'de 20 milyon kişi yaşıyor. Yaşıyor ama nefes almakta zorlanıyor. Geçen hafta kenti ziyaret eden kum fırtınası işleri daha da zorlaştırdı.  Pekin'de yaşarken kum fırtınası görmüşlüğüm var. Gökyüzünün kaybolması nasıl tarif edilir bilemiyorum ama öyle bir şey bu fırtına. Kum fırtınaları Pekinlilerin yabancı olduğu bir konu değil, hava kirliliği de ancak bu yıl nefes almakta zorlanır oldular. Öyle ki, Komunist Parti'nin yayın organı “Halkın Günlüğü” bile duruma isyan etti.

1 Mart Cuma günü Pekin'de, PM 2,5 yoğunluğu (çapı 2,5 mikron veya daha küçük olan ve akciğerlere nüfuz edebilen havadaki parçacıklar) metreküp başına 469 mikrograma ulaştı. Dünya Sağlık Örgütü bir gün boyunca maruz kalınacak miktarın metreküp başına 25 mikrogramı geçmemesi gerektiğini söylüyor. 469 bir şey değil, Pekin'in bazı bölgelerinde 600 mikrogram görüldü. Kabaca söylersek sınır değerin 20-25 katı bir hava kirliliğinden bahsediyoruz.

Hava kirliliğin iki ana kaynağı var. Endüstri ve ulaşım. 20 milyon kişilik kentte belediye metro ağını her geçen gün genişletiyor ancak araç sahipliği uçak hızıyla artıyor. Kentte 5 milyon 200 binin üzerinde araç var. Sadece 2010 yılında başkentte yola çıkan yeni araç sayısı 750 bin civarındaydı. 2011'de yerel yönetim duruma el koydu ve plaka dağıtımını kurayla yapmaya başladı. Otomobil almak için paranız olabilir ama önce şansınız olacak. 2012'de yola çıkan yeni araç sayısı, kura çekimi nedeniyle 173 bine düştü. Kentte tek-çift plaka uygulaması olduğunu da hatırlatalım. Kurada şansınız yaver gidip otomobilinize plaka alsanız bile, her gün o otomobili sürme şansınız yok. Yerel yönetimin şimdiki hedefi ise araçların egzoz emisyonlarını düşürmek. Pekin'de Avro 5 standardına yakın Çin 5 standardına sahip olmayan araçların satışı Cuma gününden itibaren yasaklandı. 2016'dan itibaren de Çin 6 standardı mecburi olacak. Otomobil üreticileri ayakta, birçoğunun elinde bu standartlara uyan araç yok. Pekin gibi dev bir pazarı terk etmek zorunda kalabilirler. Ulaşımda petrolün, endüstride ise kömürün rolünü unutmamak lazım. Elektrik üretimi ve sanayi kaynaklı hava kirliliğinde kömür kullanımı ana neden.

Nereden nereye! Çin'in ihracata yönelik ekonomik modelinin sürdürülebilir olmadığını anlayan merkezi yönetim iç tüketimi artırmak ve ekonomik büyümeyi sürdürmek için bireysel tüketimi artırmayı planlamıştı. Formül buydu. Ekonomik krizde büyüme hızının düşmemesinin ardında yatan nedenlerden biri de bu. Aynı bizde olduğu gibi. Çin'de kapağı şehre atıp, düzenli maaş alan herkes şimdi ev ve araba almaya çalışıyor. Bu aynı zamanda bir statü göstergesi haline geldi. Bisikletle dolu Pekin caddeleri otomobillerle doldu. Doldu ama önce trafik tıkandı sonra hava karardı. Şimdi başta Pekin olmak üzere her büyük kent aynı sorunlarla boğuşuyor. Artan nüfus, trafik ve hava kirliliği gibi sorunlarla...

İSTANBUL'DA 3 MİLYON ARAÇ
Türkiye çoğu zaman Çin'le kıyaslanıyor. Büyüme modeli ve hızı benzerlikler taşısa da arada belirgin farklar var. İstanbul ve Pekin'i ele alalım. Pekin'de yeni kurulan mahallelerde çarpık kentleşme daha az. Parklar, geniş caddeler göze çarpıyor. Toplu ulaşım da daha iyi durumda. Pekin'de mevcut metro hattının uzunluğu 442 km. 16 hat, 261 istasyon var. İstanbul'da hafif metroyu da saysanız 50 km'lik bir metro hattından bahsediyoruz.

İstanbul çarpık kentleşme için okullarda örnek gösterilebilir. İstanbul'un merkezinde, mezarlıklar dışında yeşil alan kalmadı. Bir de otoyol kenarları var. Taksim için cennet sayılabilecek Gezi Parkı bile rantın izniyle katledilmek üzere. Park deyince belediyenin aklına ağaç değil 'otopark' geliyor. Nasıl gelmesin? İstanbul'da araç sayısı 2 milyon 906 bin. Pekin'dekine yakın. İstanbul'un nüfusu ise 13 milyon; 7 milyon daha az. İstanbul bugün Pekin gibi bir hava kirliliği kriziyle karşı karşıya kalmıyorsa bunu iklime, coğrafi konumuna borçlu. Ağır metal kirliliği gözle görülmediği için o konu da es geçiliyor. Bu daha ne kadar böyle sürer bilinmez. Şehrin iki yakasını bir araya getirecek raylı sistem, Marmaray bitmeden, otomobiller için bir başka tüp geçit planlayanlar Pekin'den ders çıkarmalı. Halkın tüketim tercihlerini belirlemek her zaman yöneticilerin elindedir. Yüksek vergiler, iyi bir toplu ulaşım ağı, düzgün kentler hava kirliliğini önleyebilir, otomobil sevdasının önüne geçebilir. Enerji ithalatında aslan payının doğalgazda değil petrolde olduğunu hatırlatalım. Bu saçma ekonomik büyüme modelinden vazgeçmenin zamanı geldi. O sizden vazgeçmeden.

NÜKLEER KARŞITLARI SOKAKTA
Bulgaristan'ın Belene nükleer santralini yapmaktan vazgeçmesi geçen haftanın haberiydi. Bizim medyamız pek oralı olmadı. Hükümet korkusu mu, gazetecilik bilmemek mi yoksa Rus şirketin reklam pastası mı kestirmek zor. Almanya, Japonya, İsviçre, İtalya derken komşu Bulgaristan da nükleere hayır dedi. Mersin'e nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi Rosatom da bir açıklama yaptı ve bu yıl başlayacak inşaatın 2015'e kaldığını söyledi. Nükleer enerji miladını doldurdu, boşa kürek çekmenin anlamı yok. Mersin projesi de öyle ya da böyle iptal olacak. Ekonomik gerekçeler ve siyasi konjonktür nükleerin aleyhine. Nükleer enerjiyi ülkeden şutlamak için şimdi tek gereken halkın sahaya inmesi. Tüm dünyada bu iş böyle oldu. İstanbul Nükleer Karşıtı Platform da bunu yapıyor. Fukuşima'nın ikinci yıldönümünde, Galata Köprüsü'nde el ele vererek nükleere karşı bir insan zinciri yapacaklar. 10 Mart Pazar günü saat 12:00'de. Ben zincirin bir ucundan tutmaya gidiyorum. Hormonlu domates gibi çocuklarınız olsun istemiyorsanız siz de gelin.

Karadenizliler doğa için biraraya geliyor

Karadeniz'de hidroelektrik santrallere karşı başlayan mücadele, termik ve nükleer santrallerle sürüyor. Karadeniz İsyandadır Platformu, 2-3 Mart 2013 tarihlerinde İstanbul'da bir forum düzenleyerek farklı mücadele alanlarındaki insanları biraraya getiriyor. Forumun amacı ortak sorunları tartışmak ve bu sorunların çözümü için fikir geliştirmek.

Beşiktaş'taki Yıldız Dış Karakol Binası'nda (TMMOB Mimarlar Odası) gerçekleşecek forum programına ulaşmak için aşağıdaki adrese tıklayabilirsiniz. 2 Mart günü saat 10:00'da başlayacak forumda Hukuk, Medya, Sanat ve Mücadele gibi çeşitli atölyeler var.

http://forumkaradeniz.wordpress.com/

Geri dönüştürmeyi öğretebildiklerimizden misiniz?

Özgür Gürbüz-BirGün/24 Şubat 2013

İşe giderken evden kahvaltı yapmadan çıktığımda soluğu yakındaki bir pastanede alıyorum. Her gün aynı sandviçi yemekten sıkılmayanlardanım ama mesele bu değil. Yüzlerce kişi her sabah benim gibi soluğu o pastanede alıyor. Açma, börek, sandviç ve plastik torba alıyorlar. Bir simide bir torba. Bir açmaya bir torba. İki çöreğe iki torba… Plastik torba yiyip, plastik torba içiyorlar sanki. Onlar hamur işi yediklerini sanıyorlar, aslında petrol türevi bir maddeyi mideye indiriyorlar.

Her sabah yüzlerce insanın, aldığı en ufak yiyeceği bile naylon torbanın içine koydurması beni çıldırtıyor. Saydığım tüm bu yiyeceklerin kağıt torbalar içinde sunulduğunu da belirtmeliyim. Kimse nasıl bir suça ortak olduğunun farkında değil. Çözüm kolay. Aldığım sandviçi sırt çantamın içine güzelce yerleştiriyorum, ne kırıntı oluyor ne de leke yapıyor. Bu yöntemi beğenmeyenler, yanlarında ufak bir bez torba taşıyabilir. Her gün bir plastik torba tüketmek yerine bir bez torbayla aynı işi görebilir. Çok mu zor? Hayır, gereksizce kullanılan petrol ürünleri nedeniyle, onlarca canlının hayatına kastetmekten zor olmasa gerek. Bu torbalar atılsa dert, yakılsa dert. Plastiklerin yakılması ve suya temas etmesi kanserojen maddelerin üretilmesine neden oluyor. Sizin ve diğer insanların kansere yakalanma riskini artırmak istemiyorsanız plastik torbalar gibi, benzeri “kullan-at” ürünleri tüketmekten kaçınmalısınız. İşte size altı basit öneri:

Su ve meşrubat içerken cam şişeleri tercih edin.

Alışverişe bez torbanızla gidin.

Ambalajı bol ürünleri almaktan kaçının.


Depozitoyu savunun.

Tüm bunları yaptıktan sonra da elde kalan atıkları mutlaka geri dönüştürün.

Toplu taşımayı kullanın, bisiklete binmeyi veya yürümeyi ihmal etmeyin.


Yukarıdaki altı madde, doğayla uyumlu yaşamak için ilk yapılacaklar listesi gibidir. Tüketim toplumunu değiştirmek için bireysel çabalar tek başına yeterli olmaz ancak tüketmeme konusundaki kararlılığınızı gösterir. Bir çeşit meydan okumadır. Karşı tarafta suçluluk duygusu uyandırır. Üzerlerinde bir “yeşil baskı” kurar. Yeşil devrim de diğerleri gibi gökten zembille inmeyecek; adım adım ilerleyek. Tüketim toplumuna karşı duruşumuzun en iyi göstergesi attığımız nutuklar değil, irademizdir.

KİŞİ BAŞINA YILDA 407 KİLO ÇÖP
İşin politikacıları ilgilendiren bir boyutu daha var. Bir örnekle açıklamaya çalışayım. Türkiye’de belediye sınırları içerisinde oturan her bir kişi yılda 407 kilogram atık üretiyor. Avrupa Birliği’ne (AB) üye 27 ülkenin ortalaması ise 507 kilogram. Bizden daha çok belediye atığı çıkaran ülkeler var. Danimarka’da kişi başına 673, Macaristan’da 413, Portekiz’de ise 514 kilogram belediye atığı üretiliyor. Daha çok atık üretiyorlar ama bu ülkelerin hepsinde atıkların tümü işleniyor, doğaya kontrolsüz biçimde atılmıyor. 27 ülkenin hemen hemen hepsinde durum böyle. Türkiye’de ise kişi başına üretilen 407 kilogram atığın sadece 343 kilogramı işleniyor. Dünya Dostları Derneği’nin “Az Aslında Daha Çok” adlı (Less is More, Friends of the Earth, 2010) raporuna bakılırsa Türkiye’de belediye atıklarında geri dönüşüm yok denecek kadar az. Halbuki kamunun ya da özel sektörün açıkladığı rakamlar geri dönüşüm rakamlarının bu kadar da kötü olmadığını söylüyor. Bunun açıklaması şu olabilir. Kağıt toplayıcısı dediğimiz, ekmeğini çöplerden kazanan insanlar tüm belediye çöplerini ayıklayarak, istatistiklere girecek hiçbir geri dönüşüm malzemesini belediye araçlarına bırakmıyor. Çünkü raporda Türkiye’deki belediye atıklarının geri dönüşüme giden oranının yüzde sıfır olduğu yazılı.

Yine aynı raporda, Türkiye’deki alüminyum kutularının yüzde 75’inin geri dönüştürüldüğü ve bu işin büyük bir kısmının kayıt altına alınmadan yapıldığı yazılı. Bu da tezimi kuvvetlendiriyor ancak bir başka soruna daha işaret ediyor; sigortasız ve güvencesiz çalışan atık işçilerinin durumuna.

ESKİ ELBİSELER AFRİKA’YA
Atık denince akla sadece plastik torbalar, kağıt, cam ve metaller gelmemeli. Geri dönüşüm denince akla sadece bireylerin gelmemesi gerektiği gibi. Eski binaların yıkılmasıyla ortaya çıkan molozların, eski elbiselerin ve otomobil aküleri gibi onlarca ürünün geri dönüştürülmesi gerekiyor . Bu konu belediyeleri, özel sektörü ve hükümetleri de ilgilendiriyor. Londra’daki ünlü Wembley Stadyumu yenilenirken, eski stadyumun molozlarından çıkan alüminyumun yüzde 96’sının geri dönüştürüldüğünü (400 tondan fazla) unutmamak lazım. Bunu bireyler yapamaz. AB’de her yıl 5 milyon 800 bin ton tekstil ürünü çöpe atılıyor ve bunun sadece dörtte biri geri dönüştürülüyor. İşin çok tartışılacak bir sosyal boyutu daha var. Sadece İngiltere’de çöpe atılan her üç tekstil ürününden biri yeniden giyilmek üzere başka ülkelere gönderiliyor. En çok da Afrika’ya.

En yaşanabilir kent Ankara mı?

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Şubat 2013 

Sizce Türkiye'nin “en yaşanabilir kenti” hangisi? İstanbul'da yaşadığım için yedi TOKİ üzerine kurulu bu diyarın en yaşanabilir kent olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Aklıma Eskişehir, İzmir, Gaziantep veya Antalya geliyor. Belki de daha küçük bir kent bu ödülü hak eder. Mesela Çanakkale, Bozcaada, Seferihisar veya Datça.

Kısa adı LivCom olan İngiltere'deki bir kuruluşa göre Ankara Büyükşehir Belediyesi en yaşanabilir kentler arasında yer alıyor. Başkan Melih Gökçek'in idaresindeki Ankara'nın “susuz ve ağaçsız” yaşama gayretlerini takdir etmekle birlikte, bu ödülün itibarı hakkındaki iddialar ister istemez dikkat çekiyor. Haftalık haber dergisi Bağımsız'dan İrfan Taştemur'un haberine göre Melih Gökçek bu ödülü para karşılığı satın almış. Habere göre LivCom bu ödülleri, kentlerin kredi almalarını kolaylaştırmak için ihtiyaç duyan belediyelere para karşılığı dağıtıyormuş. Gökçek bu haberi, beklenildiği üzere, pek hoş karşılamadı. Haberi yapanlar hakkında söylemediğini bırakmamış. Gökçek, jürinin kimlerden oluştuğu konusunda bir bilgi vermese de, ödülün yapılan sunumlar sonucunda alındığını söyledi. Ankara Büyükşehir Belediyesi Dubai'nin Al Ain kentinde üç günde dört sunum yapmış ve ödülü kapmış. Gökçek açıklamasında, “Gerçekten çok ciddi bir gurur tablosu yaşadık. Özellikle 400 katılımcının devamlı olarak bizim masanın fotoğrafını çekmesi Ankara olarak Türkiye olarak gerçekten bizlere gurur verdi” demiş. 400 kişinin fotoğrafını çektiği masayı merak ettim, evet. 

Hikayenin bir kısmı bu. LivCom'un internet sitesinde kim olduklarını anlatan en ufak bir bilgiye rastlamadım. Neyse, kentler konusunda araştırma yapan başka ve daha saygın kuruluşlar var; biz onlara bakalım. Belediye Başkanları Derneği (The City Mayors Foundation) onlardan biri. 2012 yılında dünyanın en iyi belediye başkanlarını seçtiler. Seçimi bir jüri yapmıyor, iki üç günlük bir iş de değil. Haksız rekabeti önlemek için önce bölge seçimleri yapılıyor. Asya, Avrupa, Kuzey Amerika ve Afrika kentlerinin belediye başkanları kendi aralarında yarışıyor. Gökçek  2012'de ilk 25'e girmiş ama Asya'dan aday gösterildiği için Avrupa kentleriyle yarışmak zorunda kalmamış. 2012'de en iyi 10 kent arasına girememiş. Asya kategorisinde beşinci sırada yer almış. Asya'da birinci sırada Endonezya'dan Surukarta, üçüncü sırada Filipinler'den Angeles City var. 

MODERN SANAT KENTİ ZENGİN ETTİ
2012 seçimlerinin ilk turu ocak ile mayıs ayları arasında yapılmış. 205 binden fazla kişi/kuruluş 912 belediye başkanını aday göstermiş. İkinci turda ise 463 bin kişi oy kullanmış. Oy kullananların üçte biri Asya'dan olmasına rağmen birincilik İspanya'dan Bilbao'ya gitmiş. Bask bölgesinin başkenti Bilbao Belediye Başkanı Inaki Azkuna'ya ödülü kazandıran ise endüstri kentini sanat şehrine dönüştüren projesi. Bu projenin merkezinde ise 230 milyon dolar harcandığı için zamanında büyük tepki toplayan Guggenheim Modern Sanat Müzesi var. Müze açılmadan önce Bilbao'ya 100 bin ziyaretçi geliyormuş şimdi ise bu sayı 700 bin. Müzenin 1997'den bu yana Bask Eyaletine getirdiği gelir 3 milyar 100 milyon dolar! Gel de tükür bakalım böyle sanatın içine! Şimdi düşünme sırası Ankaralılarda. Sanatın içine tüküren başkanı seçmek yerine, sanattan yana olanını seçselerdi belki bugün daha zengin bir kentte yaşıyor olacaklardı.

BAŞKAN YEMİNİ
İşin bir başka ilginç yanı ise bu yarışmaya katılan belediye başkanlarının imzalamak zorunda oldukları etik kurallarla ilgili. Gökçek'in de imza attığı 11 kuraldan bir tanesi şöyle diyor: “Başkanlar, ırkları, dinleri, fiziksel engelleri, cinsiyetleri ve cinsel tercihlerinden ötürü bireylere veya gruplara karşı ayrımcılık uygulayamaz”. Ankara'nın travestilerine, Alevilerine sormalı ya da birileri Belediye Başkanları Derneği'ne esaslı bir mektup yazmalı. Etik kurallar gereğince Gökçek'in o listede hiç olmaması gerekiyordu.

TÜRKİYE'DEN SADECE ALTI BELEDİYE
Ankara iyi bir örnek olmayabilir ama Türkiye'de dünyaya ayak uydurmaya çalışan kentler de yok değil. Belediye Başkanları Sözleşmesi'ne (Covenant of Mayors) imza atarak iklim değişikliğiyle mücadele etme, sakinlerini daha iyi çevre koşullarında yaşatma sözü veren altı “kahraman” belediyeyi de unutmamalı. İzmir'den Bornova, Seferihisar ve Karşıyaka, İstanbul'dan Kadıköy, Balıkesir-Erdek'ten Karşıyaka ve Eskişehir belediyelerini sırası gelmişken tebrik etmeyi de unutmayalım. Asfalt döşemenin icraat sayıldığı bu devirde küresel ısınmaya yol açan seragazlarını azaltmayı hem de hiç bir zorunlulukları yokken taahhüt etmek, o yola girmek kuvvetli bir alkışı hak ediyor.

Taksim Gezi Parkı Yaşıyor


Koruma Kurulu'nun kararına rağmen Taksim projesi devam ediyor. Taksim'de ağaçlar kesilmesine, yaşamın beton duvarlar arasına hapsedilmesine en baiından beri karşı çıkan ve Taksim Dayanışması adı altında buluşan onlarca kişi ise direnmeye devam ediyor. 
Bu defaki buluşma 16 Şubat 2013, Cumartesi 15:00-18:00 saatleri arasında metro çıkışında.

Nükgöm

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Şubat 2013
 
Malumunuz, hükümetimiz Mersin'de nükleer santral kurulması için çabalıyor. Daha doğrusu, işi Rusya'ya havale etti, onlar çabalıyor bizimkiler de nükleer iyidir masalları anlatıp kamuoyunu yanıltıyor, pardon, bilgilendiriyor. Atom santrali yaparak muasır medeniyetler seviyesine çıkacağımız masalı da en çok başvurulan bilgilendirme yöntemlerinden. Toprağı bol olsun, eski bir nükleerci hocamız, “Nükleer santraller halkın kültür seviyesini yükseltir” bile demişti. Zaman kendisini haklı çıkardı. Nitekim, nükleer enerji alanındaki yoğun çaba ve isteğimiz bu yönde sonuç verdi. Nükleer santrallerin çalışmaya başladığı 1954 yılından bu yana tüm dünyada kimsenin çözemediği nükleer atık sorununu, hükümetimiz üstün gayretleri ve “el çabukluğu-marifet tekniğiyle” beş yıl içinde çözdü. Bu ileri düzeydeki tekniğin adı kısaca “nükgöm” olarak adlandırıldı. Uzun ismi ise “nükleer atıkları bulduğun yere göm”. Tekniğin uygulanmasında atalarımızın kullandığı araç ve gereçlerin, kazma ve küreğin kullanılması ise bu yeni buluşu daha da önemli ve yüzde 100 yerli yapıyor. Biliyorsunuz, biz otomobilden buzdolabına her şeyin ecnebisini, konuşmaya gelince ise her bir şeyin yerlisini severiz.
 
Nükleer atıkların bertaraf edilmesi işlemi nükgöm ilk kez İzmir Gaziemir'de uygulandı. 16 Nisan 2007'de varlığından haberdar olunan nükleer atıkların üzerine 10 bin 200 ton toprak döküldü. TOKİ inşaatında yeni kapı yapılsa açmaya giden bakanlarımız nedense gömme töreninde yoktular. Kurdele kesilmedi, besmele çekilmedi. Önemli olan netice tabi, böylece nükleer atık sorunu da halloldu. Allah vatana millete başka dert vermesin.
 
Hatırlatalım. Nükleer atıklar, İzmir’in Gaziemir ilçesindeki Aslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ne ait kurşun döküm fabrikasından İZAYDAŞ'a gönderilen üç kamyon cürufun birinde radyasyon tespit edilmesiyle ortaya çıkmıştı. Hemen ardından, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) olaya el koydu ve fabrikada incelemeler yaptı. TAEK'in ara ara gittiği fabrikadan 16 Nisan 2007 ile 24 Ekim 2008 tarihleri arasında 247 ton radyoaktif cüruf çıkarıldı. Bu atıklar Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ne gönderildi. Söz konusu radyoaktif madde Europium-152. 135 yıl radyoaktif kalıyor, doğadan insandan uzak tutulması gerekiyor. Çekmece'deki tesislerde yer kalmamış olacak ki TAEK 24 Ekim 2008 tarihinden sonra atık taşımaktan vazgeçti. Gaziemir'deki nükleer atıklar bir anlamda kaderine terk edildi. Fabrika'nın Torbalı'ya taşınmasıyla da atıklar fabrika arazisinde başıboş bırakıldı. Çit çekiliyor, tabelalar asılıyor ama bir süre sonra orası çocukların oyun alanı oluyor.
 
2012 yılında Radikal gazetesinden Serkan Ocak konuyu yeniden gündeme taşıyana kadar kimse bir şey yapmıyor. Sonra ise mucizevi çözüm “nükgöm” hayata geçiriliyor. Kalan atıkların üstüne tonlarca toprak atılıyor ve doğadan yalıtılması gereken nükleer atıklar kaderine terk ediliyor. Aslında Gaziemir'de “resmi” bir nükleer atık deposunun temelleri atılıyor. Yarın ülkenin başka bir yerinde nükleer atık bulunursa ilk adres Gaziemir olabilir. O yüzden de İzmirliler ne yapıp edip, o atıkları geldiği yere göndermek zorunda. Söylemedi demeyin.
 
Europium-152, nükleer santraller çalışmaya başlayınca çıkacak nükleer atıkların yanında devede kulak kalır. Bu daha hiçbir şey değil. Nükleer santralden çıkacak atıkları ne yapacaksınız diye sorduğumuzda, “atacağız, satacağız” diyenlerin ne gibi cin fikirlerinin olduğunu artık herkes gördü. Uygun bir yere gömüp, arakalarına bile bakmadan kaçacaklar. 240 bin yıl radyoaktif kalacak atıkları umarım biraz daha derine gömerler. İşte size nükleer enerjiye geçmeye çalışan Türkiye'nin acı gerçeği.
 
ELEKTRİĞİN YÜZDE 27'Sİ RÜZGARDAN
Enerji Bakanlığı nükleerle yatıp nükleerle kalka dursun, Avrupa'da her geçen gün yeni rüzgar santralleri kuruluyor. 2012 yılında 12 bin 416 megavat gücünde yeni rüzgar türbini elektrik üretmeye başladı. Avrupa'daki toplam rüzgar gücü 110 bin megavata yaklaştı. Bunun 2 bin 312 megavatı Türkiye'de kurulu. 2012'de Türkiye'nin inşa ettiği santrallerin kurulu gücü 506 megavat. Almanya'da 2 bin 440, İngiltere'de bin 897, İspanya ve İtalya'da da bin 200 megavat civarında yeni rüzgar kurulu gücü devreye girdi.
 
Avrupa Birliği'nde (AB) tüketilen elektriğin yüzde 7'si rüzgardan sağlanıyor. Danimarka'da bu oran yüzde 27, Portekiz'de yüzde 17, İspanya'da yüzde 16, İrlanda'da yüzde 13 ve Almanya'da yüzde 11. Yukarıda saydığımız ülkelerden daha iyi potansiyele sahip Türkiye'de ise elektriğin yüzde 2,3'ü rüzgardan elde ediliyor. AB'ye üye 27 ülkede yenilenebilir enerji yatırımlarında başı yüzde 54'lük payla güneş çekiyor. Yüzde 37'lik payla onu rüzgar izliyor. Yukarıdaki grafiktede görüldüğü gibi tüm enerji kaynaklarında da yine güneş önde. Bizde ise güneş enerjisi hâlâ bürokratik engelleri aşmayı bekliyor. Klasik olacak ama şöyle bitirelim: Güneş balçıkla sıvanmaz, radyoaktif atık yok olmaz!

Bir termik alana bir orman bedava

Özgür Gürbüz-BirGün/3 Şubat 2013

Geçici her şey beni korkutur. Bir işe başlarsınız, size en düşük olanından bir “geçici” maaş verirler; daha sonra o para kalıcı maaşa dönüşür. Geçici işleriniz olur, tam alışıp hayatınızı yola koyacak gibi olursunuz; kovulursunuz. Diş hekiminin yaptığı geçici dolgu, bilin ki o koltuğa 3-4 hafta sonra tekrar oturmak demektir. Bir de geçici yasa maddeleri var. Onları da hiç sevmem. Genelde yangından mal kaçırmaya yarar.
 
Yatağan Termik Santrali Foto: O. Gurbuz
Elektrik Piyasası Kanunu Tasarısı şu sıralarda TBMM Sanayi, Ticaret, Enerji, Tabii Kaynaklar, Bilgi ve Teknoloji Komisyonu’nda görüşülüyor. Komisyonun adını söylemek görüşmeden zor olsa gerek. İlk iki madde geçti bile. Tasarı, genel hatlarıyla elektrik piyasasında özel sektörün payını artıracak düzenlemeler içeriyor. Ayrıca çevre katliamına davetiye çıkaran geçici bir maddesi var. Geçici Madde 8. Bir kenera not alın, ileride bu maddenin adını sıkça duyacaksınız.
 
Bugün Türkiye'de elektrik üretme kapasitesinin yüzde 40'ından fazlası bir kamu kuruluşu olan Elektrik Üretim A.Ş.'nin (EÜAŞ) elinde. EÜAŞ'ın 27 hidroelektrik ve 18 termik santrali özeleştirme kapsamına alınmıştı. Seyitömer Termik Santrali geçtiğimiz günlerde özelleştirildi, diğerleri de sırada. Hükümet yıllardır bu santralleri satmaya çalışıyor ancak satmakta zorlanıyor. Termik santrallerin çoğu eski. Aralarında Yatağan, Afşin-Elbistan gibi çevre karnesi kırıklarla dolu santraller de var. Böyle olunca alıcı bulmak ya da iyi paraya satmak zorlaşıyor. “Geçici Madde 8” bu sorunu çözebilir. Elektrik Piyasası Kanunu Tasarısı bu haliyle Meclis'ten geçerse, EÜAŞ'a bağlı santrallere, bunların özelleştirilmesi halinde ise onu alacak özel şirketlere 2019 yılına kadar çevresel yükümlülükler konusunda muafiyet getiriliyor. Sürenin uzatılması da Bakanlar Kurulu'nun elinde olacak. Geçici maddede, “çevre mevzuatına uyumuna yönelik yatırımların gerçekleştirilmesi ve çevre mevzuatı açısından gerekli izinlerin tamamlanması amacıyla 31 Aralık 2018’e kadar süre tanınır” deniyor. Devamı da var. Bu santraller, ister kamuda kalsın ister özelleştirilsin, çevre mevzuatına uymadıkları takdirde idari para cezası almayacak, elektrik üretim faaliyetleri durdurulamayacak.
 
ASİT YAĞMURLARI GELİYOR
Kömürle çalışan termik santrallerden çıkan kükürt dioksit ve azot oksitler asit yağmurlarına neden olur. Bölgedeki bitki örtüsünü, tarım ürünlerini olumsuz etkiler. Bu yasa geçerse söz konusu işletmeler asit yağmurlarına neden olan kükürt dioksiti tutan baca gazı arıtma (desülfürizasyon) tesisini kurmayabilecekler. Varsa da çalıştırmayabilirler. Ceza yok, kızan yok.
 
Termik santraller havayı, suyu ve toprağı kirletir. Dolayısıyla kirlilik besin zincirine yani gıdalara kadar yayılabilir. Kül dağları kontrol edilmeye çalışılsa bile sorundur. Rüzgarda uçuşur, kilometrelerce toprak küllerle kaplanır. Termik santral atıkları bölgedeki yeraltı ve özellikle yerüstü sularının asitlenmesine, kimyasal açıdan kirlenmesine neden olabilir. Bu da insan sağlığını uzun erimde olumsuz yönde etkiler . Bu yasa geçerse suları kirletmek altı yıl boyunca serbest. İklimi değiştirmenin cezası yok.
 
TEŞVİKİN DANİSKASI
Geçici Madde 8, Meclis'te kabul edilirse Yatağan'da olduğu gibi havayı solunamaz hale getirmek, insanları astım hastası yapmak, akciğer kanseriyle tanıştırmak devlet eliyle desteklenmiş olacak. Kömürcülere sorsanız hiç teşvik almadıklarını, rüzgar, güneş ve jeotermal gibi temiz enerji kaynaklarının ise hep teşvik beklediğini söylerler. Bundan daha büyük teşvik mi olur? Sırf özelleştirmeler gerçekleşsin, işletmeler kısa sürede kâr etsin diye canımızı, doğamızı size feda ediyoruz. Bu teşvik değil, teşvikin daniskasıdır.
 
Enerji Bakanı Taner Yıldız, termik özelleştirmelerinde çevre yatırımı için yatırımcıya süre verilmesi gerekir, kömüre çevreyi kirleten bir enerji kaynağı olarak bakılmamalı diyor ve ekliyor: “Tabii ki çevreyle beraber yapacağımız yatırımlar olacak. Ama yeni başlayan yatırımcının çevre şartlarına uyması için de bir zaman var. Onu da vermiş olacağız”. Anlamak mümkün değil. Güneşe, rüzgara yatırım yapan, santralin çalışmaya başladığı ilk günden itibaren çevreye verdiği zararı en aza indirmiş oluyor çünkü bu santraller zaten bu özellikleriyle tasarlanıyor. Bu yüzden diğerlerine göre daha maliyetli de olabiliyorlar. Temiz enerjiye yatırım yapan bunu ilk günden yapıyor da kömüre yatırım yapan neden yapamıyor? Bu mu serbest piyasa, bu mu ucuz dediğiniz, teşviksiz olduğunu iddia ettiğiniz kömür?
 
Yatırımcının zamana ihtiyacı var kısmı da hiç inandırıcı değil. Yatağan Termik Santrali'nin ilk ünitesi 1982 yılında devreye girdi. Kül barajı 10 yıl sonra 1992'de bitirilebildi. Santral, kükürt tutucu baca gazı arıtma tesisine 2007 yılında kavuştu. Yatağan 25 yıl inim inim inledi. Zeytinlikler, tarlalar zarar gördü. 30 yıldır çalışan santrallere hâlâ hangi zamanı tanımaktan bahsediyorsunuz? Yatırımcıyı bilmem ama insanların ve doğanın sabrı kalmadı. Termik santralleri satacağım diye, santral alana “bonus” niyetine yanında “doğa” verilir mi? Böyle promosyon mu olur?

Erkeklere sıra ne zaman gelecek?

Özgür Gürbüz-BirGün/27 Ocak 2013 

Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı'nın tasarruf ve enerji verimliliği kavramlarını telaffuz etmeye başlamasından dolayı mutluyum. Ülkedeki her dereye HES (hidroelektrik santrali), her koya termik, denize bakan her kıyıya nükleer santral kurmaya çalışarak enerji sorununun çözülemeyeceğini artık anlamalıyız. Bakanlığın gecikmeli de olsa “tasarruf diye bir şey var” demesi hoş. İşin hoş olmayan tarafı ise erkek egemen bakanlığımızın işi yine başkalarına yıkmaya çalışması. Hatırlayacağınız gibi bundan önceki verimlilik kampanyasında idolümüz “EnVer” adlı bir çocuktu.

Eski bakan Hilmi Güler zamanında yıldızı parlayan EnVer çabuk unutuldu. Kafasında kırmızı renkte, tavaya benzer bir şapkası vardı ve bize enerji tasarrufunu anlatıyordu. EnVer'e, “SuVer” adında, su tasarrufu konusunda uzman bir kız kardeş gelmesi de planlanıyordu ama olmadı. O tarihlerde kürtaj konusu gündemde değildi. Hükümet çocuğu aldırmış olmalı ki SuVer'le hiç tanışmadık. Yapması mecburi üçüncü çocuğa da “Yeter” adı konunca bu başarısız tasarruf kampanyalarına ara verildi.

Hilmi Güler'in halefi Taner Yıldız, kafasında tencereyle gezen çocukların halka mesajı iletmekte zorlandığını anlamış olmalı. Onun hedefi ev kadınları ya da kampanyanın diliyle söyleyelim, ev hanımları oldu. Nedeni de basit; enerji tüketicileri arasında ailenin önemi büyük. Proje diyor ki, “Isınma, aydınlatma, temizlik, kişisel bakım gibi faaliyetlerin yürütülmesinde aileler büyük ölçüde enerji tüketmektedirler. Ailede günlük faaliyetlerin sürdürülmesinde ve tüketiminde karar verici kişi olarak ise kadınların önemli bir rolü bulunmaktadır”. Çok doğru. Yemeğin kaç dakika pişeceğine, pantolonun kaç dakikada ütüleneceğine, çamaşırların hangi ısıda yıkanacağına, hangi deterjanın alınacağına hep kadınlar karar veriyor. Çünkü evin bütün “ortak işlerini” kadınların üzerine yıkmakta erkeklerin üzerine yok. Reis beyler otururken “karar verici” hanımlar çalışıyor. Şu karar vericilikte ne çileli işmiş canım. Yetkin mi var, derdin var bu memlekette.

ERKEKLER ÜTÜLESİN
Projenin amacının iyi olması, yapılan bu hatayı örtmeye yetmiyor. Kadını evde temizlikten, çamaşırdan sorumlu tutuyor ve adeta bütün bu işler sadece onun sorumluluğuymuş gibi davranıyor. Ben size enerjiyi gerçekten verimli kullanmaya başlayacağımız zamanı söyleyeyim. Ne zaman erkekler ütü yapmaya başlar, o zaman. Erkekler, haftada 4-5 saati ütü başında geçirince atletlerinden donlarına kadar her şeyi ütülü istemeyi bırakırlar. Erkeklerin yapabileceği bir başka şey de futbol maçlarının gece oynanmasına karşı çıkmak olabilir. Futbolun beşiği İngiltere'de bile çoğu maç gündüz saatlerinde oynanıyor. Maçlar gündüz oynanırsa aydınlatmak için elektrik harcanmaz.

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), iktidardaki 10 yılı boyunca sadece arzı yönetmeye çalıştı. Talebi, değiştirilemez veya kontrol edilemez bir etken kabul edip bu talebi karşılamak için onlarca santrale yeşil ışık yaktı. Halbuki, talebi kontrol etmezseniz ölüm fermanınızı da imzalamış olursunuz. Sınırsız bir talebi sınırlı enerji kaynaklarıyla karşılamanız mümkün değil. Olan doğaya ve bu enerji yatırımlarının faturasını ödemek zorunda bırakılan halka oluyor. Sanayi, ulaşım ve kentleşme politikalarınız talebi kontrol etmekte kullanacağınız araçlardır. Enerji kaynaklarınız sınırlıysa (öyle olduğu söyleniyor) çimento, kağıt, demir-çelik sektörlerinde aynı anda yer almaz, bilişim veya tekstil sektörüne ağırlık verirsiniz.

10 YILDIR YERİMİZDE SAYIYORUZ
Okullar cuma günü kapandı, karneler verildi. Gelin biz de hükümete son 10 yılın enerji verimliliği karnesini verelim. Karnenin en önemli dersi enerji yoğunluğu. Enerji yoğunluğu, üretilen hizmet veya ürünü ne kadar enerji kullanarak yaptığınızı gösteriyor. Avrupa İstatistik Bürosu (Eurostat) verileri, 1000 avro değerinde gayri safi yurt içi hasıla (GSYH) yaratmak için ne kadar enerji tükettiğinizi gösteriyor. AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde Türkiye 1000 avro değerinde GSYH yaratmak için 240 kilogram eşdeğeri petrol (kgep) harcıyordu. 2010'da bu rakam sadece 233'e geriledi. Avrupa'nın sanayi devi Almanya'da bu rakam 2002'de 157 kgep'ti, 2012'de 141 oldu. İngiltere'de 134 kgep'ten 111'e geriledi. Avrupa'nın en iyisi İsviçre'de ise 92'den 80'e. Hırvatistan 2002'de bizden kötü durumdaydı şimdi 230'larda. Kabaca söylersek, aynı masayı İsviçre'de Türkiye'den üç kat daha az enerji harcayarak, İngiltere'de ise iki kat daha az enerji harcayarak üretebiliyorsunuz. Gelişmişlik, çokça duyduğumuz gibi kişi başına tükettiğimiz elektrik miktarını artırmaktan değil, az enerjiyle çok iş yapmaktan geçiyor.

Kalkınma Bakanlığı’nın 9. Kalkınma Planı’nda aynen şöyle diyor: “...binalar ve ulaştırma sektörlerinde yapılacak verimlilik uygulamalarıyla hem genel enerji hem de elektrik tüketimlerinin yüzde 20-25 oranında düşürülmesi mümkün görülmektedir”. Yüzde 20 daha az elektrik talep etmek, kurulmak istenen onlarca HES'in, nükleer santralin rafa kaldırılması demek. Erkeklerin çoğunlukta olduğu mecliste doğru politik kararlar alınmadıkça, sorumluluğu “hanımlara” ve çocuklara yüklemek biraz kolaya kaçmak gibi geliyor. Evde yapacağımız tasarruf çalışmaları, ulusal politikalarla da desteklenmek zorunda.

Hasankeyf'te ecdadın kemikleri sızlıyor

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ocak 2012 

Memlekette bir “ecdat” merakıdır gidiyor. Kimi ecdadı gibi ata binmek istiyor kimi yedi cihanı fethetmek. Türk Dil Kurumu sözlüğüne göre ecdat dediğiniz kişiler geçmişteki büyükleriniz, atalarınız. Böyle olunca benim hesabıma göre Neandertallere kadar yolumuz var. Yolumuz uzun ama hafızamız kısa ve seçici. Öyle olunca Kanuni'yi hatırlıyor, akıl hastası padişahları “es” geçiyoruz. Ne de olsa biz ecdadın da “aklı yerinde” olanını severiz. Halbuki, her şeyi olduğu gibi, doğrusu ve eğrisiyle kabul etmeyi bir öğrensek, yani iyileşsek ne güzel olacak şu memleket.

Son ecdat vurgusu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'dan geldi. Erdoğan, geçen perşembe günü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın Ankara'daki bir törenine katıldı. Törende belediyelere temizlik araçları, çöp kamyonları dağıtıldı. Anahtarlar elde fotoğrafçılara poz verildi, Erdoğan çöp kamyonu kullandı. Kimse alınmasın ama bir başbakanın çöp kamyonu anahtarı dağıtmaktan daha önemli işleri olması gerektiğini düşünenlerdenim. Bir ülke hayatında ilk kez çöp kamyonu görüyorsa o zaman başka. Çöp kamyonu dağıtmak zaten hükümetin, yerel yönetimlerin görevleri arasında. İnsan işini törenle yapar mı? O zaman herkes her gün işe giderken evinin kapısının önünde tören düzenlesin, bir de üzerine komşulara nutuk atsın. Tasarruf tedbirleri arasına bu temel atma, kapı açma ve benzeri törenlerin de alınmasını talep ediyorum. Ey Ankara duy sesimi, devir tasarruf devri.

BAŞBAKANA MÜJDE
Erdoğan törendeki konuşmasında, “Güçlü şehirleri sağlam taşlar inşa etmez. Güçlü şehirleri güçlü insanlar inşa eder. Biz işte böyle şehirlerin hayalini kuruyoruz. Selçuklu'da, Osmanlı'da inşa ettiğimiz böyle şehirlerin hayaliyle yaşıyoruz. Ecdadımızın inşa ettiği, ilham aldığı o güçlü şehirleri biz, bugün aynı şekilde imar etmek için mücadele ediyoruz” dedi. Sayın başbakanım müjde! Ben böyle bir kent biliyorum. Adı Hasankeyf. TÜBİTAK kızar korkusuyla ecdadı Neandertallerde arayamayanlar için Hasankeyf müthiş bir başlangıç noktası olabilir.

Ecdadınız Greklerse, Hasankeyf'in de içinde olduğu bu topraklara “iki nehir arası” anlamına gelen Mezopotamya diyen onlardır. Ecdadınız Araplarsa, o topraklara “ada” anlamına gelen El-Cezire diyen ecdadımız Araplardır.

2009-2011 yılları arasında Hasankeyf'teki höyük alanında yapılan kazılarda kentin bilinen tarihin 10 bin yıl öncesine uzandığı görüldü. Kanuni bugün yaşasaydı 518 yaşında olacaktı. Hasankeyf hâlâ hayatta ve 10 bin yaşında. Ecdadın en yaşlısı Hasankeyf'tir. Ecdadın kenti örnek alınacaksa Hasankeyf yaşatılmalı, baraj sularına bırakılmamalıdır.

Ecdadımız Artuklulara dayanıyor diyorsanız Artukluların ilk başkenti Hasankeyf'tir.
Ecdadımız Eyyubilerse, Hasankeyf Eyyubi hanedanına uzun süre ev sahipliği yapmıştır. Eyyubilere ait sayısız eser Hasankeyf'te korunmayı beklememktedir.

Başbakan Erdoğan gibi hayaliniz ecdadın yaptığı gibi köprüler, camiler ve kentler yapmaksa Hasankeyf sizin başkentinizdir. Artukluların zamanında yapılan köprü ortaçağın en güzel mimari örneklerinden biridir. Akkoyunlular ecdadınızsa onların kente armağan etiği Zeynel Bey Türbesi sizin en önemli ibadethanenizdir. Eyyubi Sultanı Süleyman'ın mezarına da ev sahipliği yapan Sultan Süleyman Cami ve külliyesi ecdadın eseri değil midir? İmam Abdullah Türbesi, Koç Cami, Roma dönemine ait eserler, Er-Rızk Cami ve daha onlarcası kimin ecdadının eserleri acaba? Robotik ilminin kurucusu kabul edilen İslam alimi ve mühendisi Cezeri Hasankeyf'te yaşamadı mı? Yoksa, otomatik sulama makinelerini geliştiren Cezeri'yi ecdat kabul etmiyor muyuz?

Başbakan'ın hayal ettiği şehir yaşıyor. Erdoğan henüz görmemiş olsa da, işaret ettiği Selçuklu ve Osmanlı gibi onlarca medeniyetin tarihini paylaşan Hasankeyf hâlâ neden sular altında bırakılmak istendiğini anlamaya çalışıyor?

Hasankeyf'te yaşayan 34 yaşındaki İzzet Yılmaz hayatını boyacılık yaparak kazanıyor. İzzet'e “burası sular altında kalırsa ne yaparsın” diye sordum. TOKİ'nin kentin kuzeyinde yaptığı evlere gitmeyeceğini, mecburen Batman'a göç edeceğini söyledi. TOKİ'nin evlerinin bedelini ödemek parayla. Hasankeyf su altında kalınca iş-güç olacak mı şüpheli. O yüzden herkes İzzet gibi göçe hazırlanıyor. “Batman'da tanıdığın var mı” sorusunun yanıtı ise “yok”. İki çocuğuna nasıl bakacağını da bilmiyor. Tek umudu, suların evinin olduğu yere kadar ulaşmaması.

Mehmet Ali Bulat'a çarşıda rastladım. 36 yaşında, şoför ve dört çocuk babası. “Göç edecek misin” diye sorduğumda, “Göç edip nereye gideceğiz” diye soruyor. İzzet kadar umutlu değil, daha kızgın. Bulat, “Evleri onarmamıza SİT alanı diye izin vermiyorlar. Arsam var, otel yapabilirim ama izin yok. Kazı İşleri binası yeni yapıldı, onlara izin verildi. Çifte standart var. Şu anda Hasankeyfliler olarak yoğun bakımdayız. Komadan çıkar mıyız belli değil. Hiç kimse bizi bilgilendirmiyor, kaymakam dahi ne olacağını bilmiyor” diyor.

Ilısu Barajı'nın dev baraj gövdesinde inşaat hukuka rağmen sürüyor.  Ecdatla konuşma, söyleşi yapma şansım yok ama onun yaşadığı yerleri görme şansım var; şimdilik. Baraj biterse o şansım da kalmayacak. Ecdadın yaşadığı kentlere övgüler dizilen ülkemde, o kentlerde yaşayan insanların gelecek umudu yok.