Kent etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kent etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Kentlerin nüfusu kendi kendine artmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/20 Haziran 2019

Son yıllarda artış hızı yavaşlasa da İstanbul’un nüfusu sürekli artıyor. TÜİK’in 2019 verisi kentte 15 milyon 67 bin kişinin yaşadığını söylüyor. 10 yıl öncesine göre yaklaşık 2,5 milyon daha fazla. Ülkenin beşte birini bir kente doldurmayı başarmışız. Hep aynı örneği veriyorum. Nüfusu 1 milyar 400 milyona gelmiş Çin’in en kalabalık kenti Şanghay’da toplam nüfusun sadece yüzde 2’si yaşıyor; İstanbul’da yüzde 19’u.

İstanbul, Türkiye’de yaşayan her beş kişiden birinin evi. Eğitim, turizm ve ticaret merkezi olması nedeniyle de ayrı bir baskı altında. Bu yüzden de yaşanmaz bir kent haline gelen ve çirkinleşen İstanbul’u kurtarmanın yolu kentin nüfus artışını durdurmaktan ve Türkiye’de başka cazibe merkezleri yaratmaktan geçiyor. Sorumluluğun birazı belediyede birazı da merkezi hükümette. 17 yıldır ülkeyi, 25 yıldır İstanbul’u yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi’nin en büyük başarısızlığı da işte burada. Türkiye’nin kaderini uzunca bir süredir planlama değil şirketler ve rant tercihleri belirliyor.

İstanbul’da yaşayanlar biliyor. Boğaz’da şu anda üç köprü ve iki tüp geçit var ama bir yakadan bir yakaya geçmek isteyenlerin yaşadığı trafik çilesi sürüyor. Bu kadar köprü ve yola rağmen trafik sıkışıklığı ciddi oranlarda azalmıyor. Çünkü nüfus artmaya ve karayolu taşımacılığı teşvik edilmeye devam ediliyor. Nasıl teşvik edildiğini de Boğaz geçişlerine bakarak anlayabilirsiniz. İstanbul’un iki yakasını birleştiren beş geçitten sadece bir tanesi raylı taşımayı teşvik ediyor. Diğer dördü karayolunu destekliyor. Şehri etkileyen diğer yatırımlar da aynı amaca hizmet diyor. Örneğin, İstanbul’u Bursa ve İzmir’e raylı ulaşımla bağlayabilecek Osmangazi Köprüsü’ne demiryolu döşenmiyor. Adı “yüksek hızlı” olan tren neredeyse otobüslerle aynı saatte İstanbul’dan Ankara’ya varıyor. Şehre giriş çıkış yapan araç sayısı bu yüzden azalmıyor. Araçsız yaşamayı tercih eden insanlar için ülke içinde kesintisiz raylı ulaşımı sağlayacak teşvik edici bir sistem de İstanbul işin içine dahil edilemediği için hayata geçirilemiyor.

Peki, nüfusun İstanbul'a yığılması kendiliğinden mi oluyor? Çoğu insan bunun kontrol edilemez, insanların tercihiyle ilgili bir sonuç olduğunu düşünüyor. Çin örneğinde de görüleceği üzere elbette böyle değil. Kenti ve hatta ülkeyi yönetenlerin icraatları İstanbul’u bu hale getirdi. İstanbul tarihsel nedenlerle bir turizm merkezi. Bunu değiştiremeyiz ama burayı aynı zamanda kongre turizminin, finans dünyasının merkezi yapmak zorunda değiliz. Yeni eğitim kurumlarının büyük çoğunluğu, fuar alanları ve kaybetmesek İstanbul’a bir yük daha getirecek olimpiyatlar Türkiye’nin başka kentlerinde de hayat bulabilir. Cumhurbaşkanı başta olmak üzere tüm bürokratlar her gününü burada geçirmeye başlarsa, toplantılarını burada düzenlerse Ankara’nın bürokrasi yükü de İstanbul’un omuzlarına çöker. İstanbul’da ne ararsanız var. Sanayi, ticaret, eğitim, turizm, politika, kültür sanat…

Kent artık bu yükün altında eziliyor, diğer kentlerin gelişme araçlarını ellerinden aldığı için ülkenin dengeli gelişmesine de zarar veriyor. Pazar günü tekrarlanacak seçim öncesi iktidar partilerinin adayı Binali Yıldırım bu yanlışları anlamış ve değişecekmiş gibi görünmüyor. Yıldırım, kentin nüfusunu daha da artıracak ve kalan son doğal alanları da yok edecek üçüncü köprü ve İstanbul Havalimanı projelerini reklamlarında kullanıyor. Bu hatalara sahip çıkıyor. Ekrem İmamoğlu ise Kuzey Ormanları’nı korumayı vaat ediyor ve yeşil kuşak projesiyle buraların yapılaşmaya açılmasının önüne geçeceklerini söylüyor. Adayların vaatlerinin ne kadarını gerçekleştireceğini elbette bugünden söylemek zor ancak sadece bu bakış açısından dolayı bile İmamoğlu’nun İstanbul’un sorunlarını çözmede bir adım önde olduğunu söyleyebiliriz. İmamoğlu’nun konuşulabilir ve erişilebilir olması da bir başka avantaj. İstanbullular umarım sandığa gittiklerinde kentin sorununun internet paketi değil, planlama ve rantı durdurmak olduğunu unutmaz.

Hangi kentlerde su pahalı

Özgür Gürbüz-BirGün / 13 Haziran 2019

Su hayatımızın temel taşı. İklim kriziyle birlikte suyun önemi daha da artıyor. Suyu hem akıllıca kullanmak hem de kirletmemek zorundayız. Öyle mi yapıyoruz? Ne yazık ki hayır. Suyun kaynağını korumada sınıfta kaldığımız kesin. İstanbul Havalimanı örneğinde olduğu gibi su kaynaklarının etrafını yapılaşmaya açıyoruz. Ülkedeki her akan suyun üstüne HES yapıyoruz. Suyu kullanma konusunda da durum farklı değil. Türkiye OECD ülkeleri arasında kentsel atıksu yönetiminde son sırada yer alıyor. OECD’nin Türkiye’nin çevresel performansını değerlendirdiği son rapora göre, sanayi kaynaklı atıksuların yüzde 38’i, evsel atıksuların da yüzde 14’ü arıtılmadan deşarj ediliyor.

Suyu daha iyi değerlendirmek için yatırım yapılması gerektiği ortada; hem insana hem de altyapıya. Yapalım elbette ama son yıllarda hangi hizmet yapılsa faturası halka kesiliyor. Verdiğimiz vergiler nereye gidiyor belli değil, üstüne yapılan hizmetlerin parasını da ödüyoruz. Köprü yapılıyor, geçsek de geçmesek de ödüyoruz. Havalimanı yapılıyor, eksik kalan yolcunun parası cebimizden çıkıyor. Su işi zaten karışık. Son zamanda indirimler, fiyat ayarlamaları yapılıyor ama bakın seçim öncesindeki tablo bize neyi anlatıyor. Hangi kentte su pahalı, hangisinde ucuz? Hangisinde yapılan işler halka yüklenmiş hangisinde adil bir fiyat politikası var?

Bir metreküp su fiyatını alıp kentlere göre bakmak bize gerçek resmi göstermiyor. OECD raporunda, illere göre su fiyatları, dar gelirli hane halkının alım gücüne göre kıyaslanmış. O zaman karşımıza bambaşka bir tablo çıkıyor. Hane halkının gelirine oranla suyun en ucuz olduğu iller Erzurum, Aydın, Eskişehir, Tekirdağ, Trabzon ve Sakarya. Gelire göre adil bir fiyatın belirlendiği iller arasında ise İzmir, Muğla, Antalya, Konya ve Malatya sayılabilir. Su fiyatlarının geliri düşük aileleri zorladığı illerin başında ise büyük bir farkla Gaziantep geliyor. İstanbul, Bursa, Denizli, Kocaeli, Balıkesir, Kayseri, Mersin, Diyarbakır ve diğerleri kadar kötü olmasa da Ankara’yı sayabiliriz. Sadece suyun metreküp fiyatına baksaydık Diyarbakır ve Şanlıurfa’da suyun ucuz olduğunu düşünebilirdik. Hane halkının alım gücüyle baktığımızda tablo değişiyor. O yüzden de, su fiyatlarını indirdik diyen belediyeleri bir de bu gözle mercek altına almakta fayda var.

Birçok ilde su ve atıksu tarifeleri hanelerin karşılayabilirlik sınırını aşıyor

Üç büyük kente bakalım. İstanbul’da dar gelirli bir ailenin alım gücünün ödeyebileceği miktarın neredeyse iki katı olan su fiyatı yüzde 15’lik indirime rağmen hâlâ istenilen seviyede değil. Kilometrelerce öteden su getirmeyi icraat diye sunanlar bunun bedelini faturalar üzerinden halka yüklemişe benziyor. Halbuki şehri kuzeye doğru genişletmeseler, mevcut su kaynakları ve nüfus korunsa, İstanbullu daha az yatırımla daha uygun fiyata su alabilirdi. İzmir’de gelire göre zaten dengeli görülen fiyatlar, tasarrufu da özendirecek şekilde yaklaşık yüzde 10 indirilerek daha uygun bir seviyeye getirildi. Ankara’daki yüzde 30’luk indirim ise fiyatı dar gelirli bir ailenin karşılayabileceği seviyelere çekti. İstanbul’daki indirim kararının Ekrem İmamoğlu tarafından ortaya atıldığını hatırlarsak, Ankara ve İstanbul’da CHP’li belediyelerin etkisiyle su fiyatlarının daha makul bir çizgiye çekildiğini söyleyebiliriz. İzmir zaten iyi durumdaydı.   

Yapılacak daha çok iş var. Su kullanımında da tasarrufu, doğayı korumayı teşvik edecek radikal önlemler hayata geçirilmeli. Çocuklara evde su tasarrufuna dair yöntemleri anlatabiliriz ancak başta tarım ve sanayide suyu verimli kullanmak “kamu spotu”ndan fazlasını istiyor. Suyun bedelini tasarruf edeni, verimli kullananı ödüllendirecek; israf edeni cezalandıracak şekilde ayarlamalıyız. İklim krizinin sonuçlarını planlamalara dahil etmeliyiz. İstanbul gibi kentler kurmayıp, kilometrelerce öteden su taşımak için boru hatları yapmakla uğraşmamalıyız. Yağmur sularını depolamayan binalara imar izni vermemeliyiz. Her şeyden önce suyun kirlenmesini, azalmasını seyretmeyi bırakmalıyız.

En büyük en iyi demek değildir

Özgür Gürbüz-BirGün/11 Nisan 2019

İstanbul Havalimanı “dünyanın en büyük havalimanı” diye pazarlanıyor. Yeni havalimanının nesi "en büyük" bir bakalım.   

Foto: Sendika.org
İstanbul’a en büyük ihanet hangi projeyle olmuştur diye sorsak, İstanbul Havalimanı hiç kuşkusuz listenin ilk sıralarında yer alır. Havalimanı projesi aslında İstanbul’un 16 milyonu zorlayan nüfusuna 2-3 milyon nüfus daha ekleyecek bir kent projesi. Kentin şu ana kadar korunmuş kuzey bölgelerini yapılaşmaya açma ve dolayısıyla İstanbul’u daha da kalabalık ve karmaşık bir kente çevirmenin üçüncü köprüden sonraki ikinci adımı. Yani, sonun başlangıcı…  

Havalimanı projesi Türkiye tarihinin gördüğü en büyük doğa katliamlarından biri. Projenin resmi ÇED raporunda alanın yüzde 81’inin ormanlık, yüzde 8,6’sının da göl ve göletlerden oluştuğu açıkça belirtilmiş. Şimdi burası bir beton havuzu.  

Yeni havalimanı kentin temiz havasının en büyük düşmanı. İstanbul’un kuzeyinden esen rüzgarlar buradaki ormanların üzerindeki temiz havayı kente getirir ve kentin üzerindeki sıcak ve kirli havanın değişmesini sağlar. Şimdi burası yapılaşmaya açıldı.

Havalimanı dünyanın en büyük işçi mezarlıklarından biri. Resmi rakamlara göre inşat sırasında 60’a yakın işçi hayatını kaybetti. İşçilerin kötü çalışma koşulları defalarca gündeme geldi. Şimdi burası asgari ücretli bir işçinin maaşının 20’de biriyle sekiz yaprak dolması ve kısır alabildiği bir lokanta.

Projenin yarattığı en büyük tehditlerden biri de kuş göç yolları üzerinde olması. Hem uçaklar hem kuşlar için endişe veren bu durum, ÇED raporundaki riskler bölümünde de belirtilmişti. Şimdi burası metal kanatlı uçakların, hayatta kalmak için göç eden yüzlerce kuşu tehdit ettiği eski bir kuş cenneti.

İstanbul Havalimanı, Türkiye tarihinin gördüğü en büyük israf projelerinden biri. Kentin yerleşmiş 15 milyonluk nüfusuna (resmi rakam) en uzak noktaya yapılan bu havaalanına ulaşmak Atatürk Havalimanı’na ulaşmaktan iki kat daha zor. Atatürk Havalimanı ile Taksim arası 22 km iken İstanbul Havalimanı Taksim arası 40 km. Avcılar’dan 16 km yol yapıp havaalanına ulaşan bir kişi şimdi 50 km; Kadıköy’den 26 km yapan bir kişi ise yeni havalimanına ulaşmak için 63 km yol yapacak. Kabaca söylersek, İstanbul’un hemen hemen her yerinden havaalanına gitme mesafesi iki kat arttı. Petrolde yüzde 94 oranlarında dışa bağımlı Türkiye’de enerji faturasında ve iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarında en büyük artışa neden olan proje de İstanbul Havalimanı olacak. Şimdi burası kentin havasını temizleyen bir orman değil, mevsimleri değiştiren bir iklim canavarı.

İstanbul Havalimanı, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük kapanış projesi. Dünyanın sayılı havalimanları arasındaki Atatürk Havalimanı, bu yanlış proje nedeniyle ıskartaya çıkarıldı. Milyarlarca lira boşa gitti. Atatürk Havalimanı’nı işleten firmanın, 2021’e kadar süren anlaşması erkenden feshedildiği için tazminat ödenmesi de cabası. Şimdi burası her vatandaşın cebindeki deliğin sembolü.

Dünyada örnekleri olmasına rağmen dev havalimanında ısrar etmek en büyük planlama hatası olarak tarihe geçecek. Londra’da bir büyük havalimanı ve dört tane daha küçük havalimanı varken Türkiye’de bütün uçuşları bir havalimanına toplamak, olası bir sis ya da trafik koşullarında ortaya çıkacak sorunu krize dönüştürecek. Halbuki, mevcut havalimanlarına ek yapmak veya artan ihtiyacı karşılayacak daha küçük bir havalimanı yapmak yeterliydi. Şimdi burası kent plancılarının derslerinde anlatacağı kötü bir örnek.

Nanoteknoloji ve mikroçiplerin çağında büyük projelerle övünenler ya çok geride kalmıştır ya da bu çağa ayak uyduramamış. Bilen bilir; en büyük, en iyi demek değildir.

İstanbul’u bahçeyle kurtaramazsınız

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Kasım 2018

Dünyanın en garip ülkelerinden birinde yaşıyoruz. Ormanlarının ortasından yol geçiren, içlerine saray konduran sonra da “yeşilimiz az” deyip “bahçe” açılışı yapan bir ülke burası. Ormanlarını kaybettiğinde üzülmeyenler, beton bloklar arasında ufacık bir bahçesi olmasına seviniyor.

İstanbul’un artık taşı toprağı beton. Gözlemler kadar raporlara da yansıyan bir gerilemeden bahsediyoruz. Arcadis tarafından hazırlanan Sürdürülebilir Kentler Dizini 2018 (The Sustainable Cities Index 2018) adlı değerlendirmede İstanbul, dünyadaki 100 büyük kent içinde 82. sırada yer alıyor. Londra ilk sırada, onu Stockholm, Edinburgh, Singapur ve Viyana izliyor.

Bahane arayanlara peşin peşin söyleyelim. İstanbul’un sınıfta kalmasının tek nedeni çevre değil. İnsanlar, çevre ve kâr başlıkları altında; sosyal, çevresel ve ekonomik değerlendirmelere göre bu sıralama yapılıyor. İstanbul bu üç başlık altındaki değerlendirmelerin hepsinde de sonlarda yer alıyor.

Sosyal değerlendirme, fırsat ve yaşam kalitesine bakılarak yapılıyor. Sağlık, eğitim, suç oranı, gelir adaletsizliği ve ulaşım gibi kıstaslar değerlendiriliyor. İstanbul 75. sırada.

Çevresel değerlendirme, enerji kullanımı yönetimi ve kirliliğe bakılarak yapılıyor. Suya erişim, sağlık önlemleri, hava kirliliği, seragazı emisyonları, enerji tüketimi, geri dönüşüm, bisiklet yolları ve doğal afetlere direnme gibi kıstaslar değerlendiriliyor. İstanbul 88. sırada.

Ekonomik değerlendirme, iş ortamı ve ekonomik performansa bakılarak yapılıyor. Ulaşım altyapısının verimliliği, işsizlik oranı, küresel ekonomi içerisindeki yeri, turizm, iş yapma kolaylığı, işsizlik oranı, teknolojik altyapı ve üniversitelerdeki teknoloji araştırmaları gibi kıstaslara bakılıyor. İstanbul 80. sırada.

En çarpıcı olan da belki bu; İstanbul’un ekonomik değerlendirme notu. Parayı ve ticareti her şeyin önüne koyarak, yeşili ve insana ait değerleri (sağlıklı bir kentte yaşamak, eğitim, ulaşım) hiçe saymalarına rağmen İstanbul bu konuda bile 100 ülke içinde 80’inci olmuş. Nereden tutsanız elinizde kalıyor. Raporu dış güçler falan hazırlamıştır diye bahanelere hiç başlamayın. Arcadis adlı tasarım ve danışmanlık firması yeni havalimanından iş almış firmalardan biri. 

Kentin bu hale gelmesinin sorumlusu belli. Sorumlular da bu kente “ihanet ettiklerini” zaten itiraf etti. O yüzden suçlunun adını yazmak, İstanbul’u 1994’ten beri yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Önümüzdeki yerel seçimlerde yapılan yanlışları düzeltmeyi, kenti küçültmeyi, en azından genişletmemeyi düşünen bir yönetime şehrin anahtarını vermezsek, son sıraları görmemiz kaçınılmaz. İstanbul’un içine bahçe yaparak kentin sorunlarını çözemeyiz, kenti bir bahçeye çevirip, rantı, plansızlığı, yasadışılığı ve betonu bahçenin dışında bırakmalıyız. Birçok dev projeyi yıkmak pahasına bunu yapmalıyız. Bahçesinde insan yetiştiren bir kent kuramazsak, İstanbul hep beton kokacak.

***
Dünyayı kurtaran filmler
Hepimiz kentlerimizi değiştirmek, doğamıza sahip çıkmak istiyoruz ama nasıl yapacağımız konusunda kafamız biraz karışık. Kafa karışıklığını azaltan belgeseller bana hep yardımcı oldu, size de olabilir. Hem dünyanın karşı karşıya kaldığı çevre sorunlarını görmek hem de çözümlerden ilham almak için, 22-25 Kasım tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşecek Sürdürülebilir Yaşam Film Festivali’ne gitmenizi öneririm. Aralarında Türkiye’nin de olduğu 21 farklı ülkeden derlenen filmler sizi bekliyor. Orada görüşmek üzere. surdurulebiliryasamfilmfestivali.org

Baltalar elimizde

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Eylül 2013

Baltalar elimizde / Uzun ip belimizde
Biz gideriz ormana hey ormana…

Bu şarkıyı okul yıllarında öğrenmiştim. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da biliyordur. Hâlâ bu şarkının etkisinden kurtulamadığını düşünüyorum. Halbuki biz, sonra bir başka şarkı daha öğrendik.

Kestane, gürgen, palamut / Altı yaprak, üstü bulut
Gel sen burada derdi unut / Orman ne güzel, ne güzel.

Okullarda çocukların kafasını karıştırdığımız ortada ama bir ülkenin başbakanının doğrular konusunda kafası karışmışsa ve o kendisini her kentin belediye başkanı zannediyorsa vay halimize. Erdoğan’ın ODTÜ’den yol geçmesine karşı çıkanlara, ağaçların kesilmesini istemeyenlere yaptığı çıkışı hatırlayın: “Gidin ormanda yaşayın”.

Başbakan “ormanda yaşayın” derken kentlerin ağaçsız, gri, AVM ve viyadüklerden oluşan beton yığınları olması gerektiğini düşünüyor olmalı. Yanılıyor. Sık sık ziyarete gittiği, dünyanın en büyük ekonomisi Amerika’da bile bu böyle değil. ABD’nin en eski doğa koruma örgütü ‘American Forests’, 5 Şubat’ta ülkenin en iyi kent ormanlarına sahip 10 şehrini açıkladı. Bu kentler arasında gökdelenleriyle ünlü New York, Denver ve Seattle gibi kentler de var. Kent ormanlarının insanlara sosyal, çevresel ve ekonomik yararlar sağladığını söyleyen örgüt, bu alanların vahşi hayat için de önemli olduğuna dikkat çekiyor. Stressiz, sağlıklı insanların yaşadığı kentler göze hoş geldiği kadar ekonomiye de katkı sağlıyor. Üstelik bu kentlerdeki yeşil alanların yaratılmasında aynı bizdeki gibi sivil toplum rol oynamış.

New York’ta sekiz milyondan fazla insan yaşıyor. Ağaç sayısı 5 milyon 200 bin. Ağaçların hava kirliliğini önleme, seragazı emisyonlarını yutma ve enerji giderlerini azaltmaları sayesinde New York her yıl 47 milyon dolar kâr ediyor. Sağlık harcamalarındaki azalma bu hesaba dahil değil.

Denver kenti yeşil alanları sayesinde turizm kaynaklı 18 milyon dolar gelir elde ettiğini, daha sağlıklı bir ortamda yaşayan vatandaşları sayesinde de sağlık harcamalarının 65 milyon dolar azaldığını belirtiyor. Kentin yüzde 20’si ağaç gölgesinde kalıyor. Ağaçlar sayesinde her yıl soğutma harcamalarında 56 bin megavatsaate varan enerji tasarrufu yapılıyor. Böylece 6,7 milyon dolar Denver halkının cebinde kalıyor. Denver’da evlerin değeri de parklar sayesinde toplamda 30 milyon dolar artmış.

Charlotte kenti de ağaçları sayesinde enerji tasarrufu yapıyor ve 900 milyon doları kumbaraya atıyor. Doğru ağacı doğru yere dikmek, gölge yaratmaktan rüzgarı kesmeye kadar çeşitli etkilerle daha az enerji harcamanıza fırsat sağlıyor.

Milwaukee 3,5 milyon ağacıyla her yıl havasını 496 ton kirleticiden temizliyor. Bu işlemin ekonomik değeri 2,6 milyon dolar. Ağaçlar aynı zamanda 434 bin ton karbon yutuyor, bunun ekonomik değeri de 9 milyon dolar.

Bilimsel çalışmalar ve ekonomik veriler kentlerdeki yeşil alanların önemini ortaya koyuyor. Ormana herkes gider ama orman gibi kentlerde herkes yaşayamaz. Türkiye’de bırakın ormanda yaşamayı, gecelemek bile zor. Orman alanlarında konaklayabildiğiniz A sınıfı mesire yerlerin sayısında da son yıllarda ciddi bir düşüş var. Orman Genel Müdürlüğü verilerine göre, 2007’de 108 adet A tipi mesire yeri vardı, 2011’de bu sayı 46’ya düştü. Nereden tutsak elimizde kalıyor şu ormana gitme meselesi…

“Ormanda yaşayın” göndermesi insanların ‘yeşil kent’ talebinin yanıtı değil. ODTÜ sorununun mimarı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in ise bir yanıtı bile yok. Sadece ona buna iftira atıyor. Şimdi de ‘profesyonel eylemci’ diye bir şey uydurdu. Aynı isimlerin çevreyi korumak için oradan oraya koşturduğu doğrudur ama bunun tek sorumlusu siz ‘profesyonel yok ediciler’. Üstelik, siz bu yıkım işleri için tonla maaş alıyor, rant yaratıyorsunuz. Eylemcilerin ise hiçbir maddi çıkarı yok. Kim profesyonel, kim amatör acaba?

Arnavutköy'de şenlik var

İstanbul'un Arnavutköy semtinde bu pazar (26 Mayıs) şenlik var. Boğaziçi Arnavutköylüler
Derneği'nin düzenlediği şenliğin ana teması doğal ve kültürel kimliğimiz. Şenlik çağrısında Arnavutköylüler şöyle diyor: "16 yıl önce 3. Köprüye karşı verdiğimiz mücadelenin ifadesi olarak başlayan şenliğimiz ‘rezidans’lı, ‘AVM’li ve ’kule’li bir tüketmeye karşı varlığını sürdürmeye çalışan mahallemizde gerçekleşecek. Her geçen gün bir parçasını daha yitirdiğimiz doğal ve kültürel kimliğimizi korumakta ve kaybedilenleri geri almakta kararlı olan kentlilere bir kez daha ev sahipliği yapacağız. Bilim insanları, sivil toplum kuruluşları, sanatçılar, İstanbul’u sevenler aramızda olacaklar".

Arnavutköy'ün o güzel sokaklarında gezmek ve mücadeleye destek olmak için iyi bir fırsat.

Tarih : 26 Mayıs 2013 Pazar, 12:00
Yer : Satış Meydanı – Arnavutköy
Detaylı bilgi için : 212. 287 85 80 – 554. 305 99 35

Milli Çevre Muhabiri Andı

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Mart 2013

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önceki gün gazetecileri uyardı. “Gayri-milli medya” olmayın dedi. Bazı gazete ve siyasi partilerin “milli” olmadıklarını da sözlerine ekledi. Bildiğiniz gibi her şeyin başı eğitim. Gazeteciyi, politikacıyı yıllarca başıboş bırakmışsın. Gerekli eğitimi vermediğin gibi, zamanı gelince dinlendirmemişsin şimdi şikayet ediyorsun. Bu olmaz. Her şeyin başı eğitim.

Kendi alanımdan bir örnek vereyim. Milli çevre muhabiri yetiştirmek için işe iletişim fakültelerinden başlamak lazım. Öyle detaylı bir müfredata da gerek yok. Ne de olsa çevre haberleri kıyıdan, köşeden görülür. Gazetecilerin beyinlerine kazınacak bir andımız olsa yeter. Ben bir örnek hazırladım. İletişim fakültelerinde haftada bir okutulsa, ezberi zorunlu kılınsa sorun hallolur. İşte andımız…

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
Gazetecilik yaşamım boyunca doğanın sadece yerlisini koruyacağım.
Papatyanın sadece bu toprakta yetişenini,
Ayının sadece anladığım dilden böğürenini,
Derenin sadece başı sonu bu ülke sınırları içerisinde akanını haber yapacağım.

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
“Milli ekosistemimizi” istila eden yabancı türlerle hayatımın sonuna kadar mücadele edeceğim.
Nükleer, kimyasal atıklar komşu ülkelere gizlice veya alenen götürülürse sesimi çıkarmayacağım.
İnsanları kanser yapan etkiler milli sanayimizden geliyorsa görmezden geleceğim.
Başta küresel ısınma olmak üzere, içinde “küresel”, “global”, “evrensel” geçen hiçbir çevre haberine imza atmayacağım. 

Ben, milli çevre muhabiri olduğumda,
Tarihi eser yağması ecdadın eserleriyle ilgili değilse gözlerimi kapayacağım; gerekirse ecdadın eserleri olsa da aynısını yapacağım.
Madenler ve taş ocakları milli sermaye tarafından işletiliyorsa sökülen ağaçlar zaten yaşlıydı diye yazacağım.

Sel baskını ve deprem gibi afetlerde “takdir-i ilahi” manşeti atacağım.
Park, bahçe gibi “boş alanların” ekonomiye kazandırılması için çalışacağım.
Sokaktaki kedi ve köpekleri canavar gibi gösteren fotoğraflar çekeceğim.
Vejetaryenliği dış mihrakların halkımızı bir deri bir kemik bırakma oyunu olarak yazacağım.

Rantın önündeki engellerin aşılması için gerekirse çimenleri ellerimle yolacağım.
Termik santrallerin kül barajlarında, “külden kale” yapan çocukları fotoğraflayacağım.
Olmadık yerlere dikilen AVM’lerin, TOKİ binalarının fotoğraflarını montajlayıp, yeşil renkte basacağım. Etrafına ağaçlar ekleyip kolajlayacağım.

Bunlar da yetmezse,

Çevre denen illetin ve çevreci denen musibetin kökünün kazınması için her türlü gayreti göstereceğime ve ölümü bile göze alacağıma, milli çevre muhabiri olarak şerefim ve namusum üzerine and içerim.

En yaşanabilir kent Ankara mı?

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Şubat 2013 

Sizce Türkiye'nin “en yaşanabilir kenti” hangisi? İstanbul'da yaşadığım için yedi TOKİ üzerine kurulu bu diyarın en yaşanabilir kent olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Aklıma Eskişehir, İzmir, Gaziantep veya Antalya geliyor. Belki de daha küçük bir kent bu ödülü hak eder. Mesela Çanakkale, Bozcaada, Seferihisar veya Datça.

Kısa adı LivCom olan İngiltere'deki bir kuruluşa göre Ankara Büyükşehir Belediyesi en yaşanabilir kentler arasında yer alıyor. Başkan Melih Gökçek'in idaresindeki Ankara'nın “susuz ve ağaçsız” yaşama gayretlerini takdir etmekle birlikte, bu ödülün itibarı hakkındaki iddialar ister istemez dikkat çekiyor. Haftalık haber dergisi Bağımsız'dan İrfan Taştemur'un haberine göre Melih Gökçek bu ödülü para karşılığı satın almış. Habere göre LivCom bu ödülleri, kentlerin kredi almalarını kolaylaştırmak için ihtiyaç duyan belediyelere para karşılığı dağıtıyormuş. Gökçek bu haberi, beklenildiği üzere, pek hoş karşılamadı. Haberi yapanlar hakkında söylemediğini bırakmamış. Gökçek, jürinin kimlerden oluştuğu konusunda bir bilgi vermese de, ödülün yapılan sunumlar sonucunda alındığını söyledi. Ankara Büyükşehir Belediyesi Dubai'nin Al Ain kentinde üç günde dört sunum yapmış ve ödülü kapmış. Gökçek açıklamasında, “Gerçekten çok ciddi bir gurur tablosu yaşadık. Özellikle 400 katılımcının devamlı olarak bizim masanın fotoğrafını çekmesi Ankara olarak Türkiye olarak gerçekten bizlere gurur verdi” demiş. 400 kişinin fotoğrafını çektiği masayı merak ettim, evet. 

Hikayenin bir kısmı bu. LivCom'un internet sitesinde kim olduklarını anlatan en ufak bir bilgiye rastlamadım. Neyse, kentler konusunda araştırma yapan başka ve daha saygın kuruluşlar var; biz onlara bakalım. Belediye Başkanları Derneği (The City Mayors Foundation) onlardan biri. 2012 yılında dünyanın en iyi belediye başkanlarını seçtiler. Seçimi bir jüri yapmıyor, iki üç günlük bir iş de değil. Haksız rekabeti önlemek için önce bölge seçimleri yapılıyor. Asya, Avrupa, Kuzey Amerika ve Afrika kentlerinin belediye başkanları kendi aralarında yarışıyor. Gökçek  2012'de ilk 25'e girmiş ama Asya'dan aday gösterildiği için Avrupa kentleriyle yarışmak zorunda kalmamış. 2012'de en iyi 10 kent arasına girememiş. Asya kategorisinde beşinci sırada yer almış. Asya'da birinci sırada Endonezya'dan Surukarta, üçüncü sırada Filipinler'den Angeles City var. 

MODERN SANAT KENTİ ZENGİN ETTİ
2012 seçimlerinin ilk turu ocak ile mayıs ayları arasında yapılmış. 205 binden fazla kişi/kuruluş 912 belediye başkanını aday göstermiş. İkinci turda ise 463 bin kişi oy kullanmış. Oy kullananların üçte biri Asya'dan olmasına rağmen birincilik İspanya'dan Bilbao'ya gitmiş. Bask bölgesinin başkenti Bilbao Belediye Başkanı Inaki Azkuna'ya ödülü kazandıran ise endüstri kentini sanat şehrine dönüştüren projesi. Bu projenin merkezinde ise 230 milyon dolar harcandığı için zamanında büyük tepki toplayan Guggenheim Modern Sanat Müzesi var. Müze açılmadan önce Bilbao'ya 100 bin ziyaretçi geliyormuş şimdi ise bu sayı 700 bin. Müzenin 1997'den bu yana Bask Eyaletine getirdiği gelir 3 milyar 100 milyon dolar! Gel de tükür bakalım böyle sanatın içine! Şimdi düşünme sırası Ankaralılarda. Sanatın içine tüküren başkanı seçmek yerine, sanattan yana olanını seçselerdi belki bugün daha zengin bir kentte yaşıyor olacaklardı.

BAŞKAN YEMİNİ
İşin bir başka ilginç yanı ise bu yarışmaya katılan belediye başkanlarının imzalamak zorunda oldukları etik kurallarla ilgili. Gökçek'in de imza attığı 11 kuraldan bir tanesi şöyle diyor: “Başkanlar, ırkları, dinleri, fiziksel engelleri, cinsiyetleri ve cinsel tercihlerinden ötürü bireylere veya gruplara karşı ayrımcılık uygulayamaz”. Ankara'nın travestilerine, Alevilerine sormalı ya da birileri Belediye Başkanları Derneği'ne esaslı bir mektup yazmalı. Etik kurallar gereğince Gökçek'in o listede hiç olmaması gerekiyordu.

TÜRKİYE'DEN SADECE ALTI BELEDİYE
Ankara iyi bir örnek olmayabilir ama Türkiye'de dünyaya ayak uydurmaya çalışan kentler de yok değil. Belediye Başkanları Sözleşmesi'ne (Covenant of Mayors) imza atarak iklim değişikliğiyle mücadele etme, sakinlerini daha iyi çevre koşullarında yaşatma sözü veren altı “kahraman” belediyeyi de unutmamalı. İzmir'den Bornova, Seferihisar ve Karşıyaka, İstanbul'dan Kadıköy, Balıkesir-Erdek'ten Karşıyaka ve Eskişehir belediyelerini sırası gelmişken tebrik etmeyi de unutmayalım. Asfalt döşemenin icraat sayıldığı bu devirde küresel ısınmaya yol açan seragazlarını azaltmayı hem de hiç bir zorunlulukları yokken taahhüt etmek, o yola girmek kuvvetli bir alkışı hak ediyor.

Taksim Gezi Parkı Yaşıyor


Koruma Kurulu'nun kararına rağmen Taksim projesi devam ediyor. Taksim'de ağaçlar kesilmesine, yaşamın beton duvarlar arasına hapsedilmesine en baiından beri karşı çıkan ve Taksim Dayanışması adı altında buluşan onlarca kişi ise direnmeye devam ediyor. 
Bu defaki buluşma 16 Şubat 2013, Cumartesi 15:00-18:00 saatleri arasında metro çıkışında.

Kültür Bakanı Topçu Kışlası'nın içine ne koyacak?

Özgür Gürbüz-Birgün/12 Şubat 2012

Foto: www.kenthaber.com
Taksim'de Gezi Parkı yerle bir olacakmış. Hoşuma gitmedi bu plan ama anladım.

Gezi Parkı'ndaki ağaçlar kökünden sökülecekmiş. İstanbul'da iki tane çimen yan yana dursa milli park sayılır. Midem bulandı ama onu da anladım.

Taksim'deki bu son yeşil alanın yerine de, 1939'da yıkılan “Halil Paşa Topçu Kışlası”nın bir benzeri yapılacakmış. Vallahi, bırakın onaylayıp onaylamamayı, neden böyle bir şey yapacaklar onu anlamadım!

Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay, 8 Şubat akşamı Cüneyt Özdemir’in televizyon programına konuk oldu. Ertuğrul Günay diyor ki, İstanbul Taksim Meydanı'ndaki yeni düzenlemede alışveriş merkezi (AVM) olmayacak. Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu böyle bir plan önlerine gelirse reddedermiş. İyi de, o zaman neden yapıyorsunuz o koca kışlayı? Çatısı var, odası var; içi boş mu kalacak? Ne koyacaksınız içine? Top mu, uçaksavar mı?

Bakan Günay diyor ki, belki kafe olur, kitapçı olur ya da cd satan bir müzik dükkanı olur ama AVM olmaz. Gülsek mi ağlasak mı duruma. AVM dediğin şeyin içinde ne var ki? Kafe, kitapçı ya da müzik dükkanı, öyle değil mi? Sorun konfeksiyonsa, topçu kışlası büyük onu da bir yere sıkıştırırsınız, olur size Halil Paşa Alışveriş ve Kültür Merkezi. Alışveriş ve kültür merkezi olur mu demeyin, Ankara'daki meşhur Kocatepe Cami'nin altında var bir tane. Süpermarketlisinden. En makbulünden, hem dindar hem tüccar! Tinersavarı da mutlaka vardır.

Dert belli. Taksim'de kalan son yeşil alan bir ticaret merkezine dönüştürülecek.

Bana kimse gelip de eskiden yıkılmış tarihi bir binanın yeniden canlandırılmaya çalışıldığı masalını anlatmasın. Var olan eserleri korumayan hükümet mi yapacak bunu? Emek Sineması'nın yerine alışveriş merkezini ben mi yaptırıyorum? Bergama'daki Allionai Antik Kenti'nin sular altında kalmasına kim göz yumdu? Hasankeyf'i yok edecek barajın inşasına kim izin verdi? Baraj inşaatı aldı başını gidiyor, set Hasankeyf'i sular altında bırakacak kadar yükseldiğinde iş işten geçmiş olacak.
Bakan Günay'ın hükümetin yanlış icraatlarını aklamak için yapmak zorunda kaldığı açıklamalar sadece Taksim Meydanı'yla sınırlı değil. İnönü Stadı'nın yerine yapılması düşünülen yeni stada karşı çıkarken kullandığı argümanlar da beni ikna etmedi. Günay, “İstanbul ve Türkiye'nin tarihini korumaktan sorumlu bakansam bu projeye evet demem” diyor. Stadın bir metre altında içinden otomobil geçecek büyüklükte kanallarının olduğunu, yıkımda bu kanallar ortaya çıkarsa yerine hiçbir şey yapılamayacağını söylüyor. Yeni stad planında AVM, 2500 araçlık otopark ve otel projelerinin olduğunu, buna müsaade etmeyeceğini belirtiyor. Buraya kadar tamam. Tarihi ve kültürel değerlere zarar verecek bir projeye evet demektense ben eski statta, yağmur altında maç izlemeyi tercih ederim. Yalnız...

İnönü Stadı'nın hemen arkasında Gökkafes adında bir ucube durmuyor mu Sayın Günay? Duruyor. O ucubenin içinde mağaza da, otel de, otopark da var mı Sayın Bakan? Var. Gökkafes'i yıkacak mısınız Sayın Bakan? Hayır. İnönü Stadı'nın hemen yanındaki Dolmabahçe Sarayı'nın bahçesini Swissotel'den geri alıp, içinde mağaza, otel ve otopark olan o binaları da yerle bir edecek misiniz? Yine hayır. Beğenmediğiniz sosyal demokratların eski belediye başkanı Nurettin Sözen, Park Otel'i seçim kaybetme pahasına yıkmıştı. Siz de Gökkafes'i, Swiss Otel'i yıkacak mısınız? Hiç sanmıyorum. Beşiktaşlılara stadı başka bir yere taşımalarını önermeniz de dikkat çekici. Kim bilir o stad boşalınca yerine neler yapılacak. O kanalların içine butik alışveriş merkezleri olur mu acaba?
Yanlış anlamayın Sayın Günay, İstanbul'un üzerine titreyen hükümetin bir üyesiyim diyorsunuz ya, o yüzden soruyorum. Çatılarda kaçak bir şehir var dediğiniz için ucube binalardan bahsediyorum. Kaçak deyince benim aklıma nedense fakir fukaranın gecekondusu değil, sıra sıra gökdelenler geliyor.

Unutmadan, bir de Beyoğlu'nun yıkıntıya dönüşmüş, bir türlü onarılamayan kaldırımlarıyla ilgili soruya verdiğiniz, Beyoğlu'nda gezerken kaldırımlara değil başka yerlere bakıyorum yanıtınız vardı. Ben bunu da anlamadım. Uçabiliyorsanız başka ama Beyoğlu'nda kaldırımlara bakmadan yürümek mümkün değil. O kadar çok kırık, oynayan kaldırım taşı var ki; bakmazsanız sakatlanırsınız. Bileğiniz döner, ayağınız kırılır.

Allah korusun!

Deprem tehlikesi çılgın projelerin eseri

Özgür Gürbüz-Birgün / 30 Ekim 2011

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı dönemini anımsayın. Erdoğan ve arkadaşları İstanbul'un kronikleşmiş sorunlarını, kentin merkezini başka yerlere taşıyarak ve kente yeni merkezler kazandırarak çözeceklerini iddia ettiler. Plan buydu. İstanbul'un sağına ve soluna bir ucu gökte, bir ucu yerde yüzlerce bina diktiler. Bahçeşehir, Beylikdüzü, Altınşehir, Kurtköy, Başakşehir... Liste uzayıp gidiyor, şehre neredeyse bir o kadar şehir daha eklendi.

1997 yılında İstanbul'un nüfusu 9 milyondu. 2000'de 10’u, 2007'de 12,5 milyonu geçti. Bugün 14-15 milyonlardan bahsediliyor. Kentin merkezi hala aynı. Taksim, Eminönü, Kadıköy ve Bakırköy gibi merkezler boşalmadığı gibi bu merkezlerden yeni eklenen ilçelere ulaşmak için yapılan yolların içi araçlarla dışı da binalarla doldu taştı. İstanbul gibi tarihi bir kentin merkezinin taşınamayacağı aşikârdı aslında. Kent merkezini taşıyacağız, yeni merkezler yaratacağız sloganlarının Türkçesi, “yeni rant alanları yaratacağız”dan başka bir şey değildi. Bu rant hamlesi, müteahhitlere para kazandırmakla kalsa iyi, İstanbul ve diğer birçok büyük kentte depreme dayanıksız eski binaların yerine yenilerinin yapılmasını da engelledi. Nasıl mı? Anlatayım.

Bugün İstanbul'daki 3,5 milyon konutun 2 milyonunun yenilenmesi gerektiği söyleniyor. Yüzde 50’sinin kaçak olduğu belirtiliyor. İstanbul’da oturanların yarısından fazlası belki de depremde binalarının yıkılması riskiyle karşı karşıya. Bu binaların özellikle 1999’dan önce yapılanları dayanıklılık açısından çok tartışmalı. Nerede bu konutlar? Çoğu İstanbul’un eski semtlerinde; Beşiktaş’ta, Şişli’de, Kadıköy’de. Buralardaki binaların çoğu 30 yaşını doldurmuş. 1990’ların sonlarına doğru başlayan uydu kent projeleri olmasa, müteahhitler iş yapmak için bu eski yerleşim merkezlerine gitmek, oradaki eski binaları satın alıp yerine yenilerini yapmak zorunda kalacaktı. Kenti büyütme çabaları yüzünden bu mali imkânlar yeni uydu kentlerin yaratılması için kullanıldı. İstanbul’un göbeğindeki eski binayı 10’a alıp 20’ye satmak istemeyen müteahhit, İstanbul’un dışındaki arsalara yöneldi. Bire alıp yirmiye sattı. Belediye, merkezi hükümet bu ranta dönük yapılaşma hareketini durdurmayı veya sınırlamayı düşünmedi, aksine destek oldu; yol gösterdi. Hala da devam ediyor. 12 Haziran’daki genel seçimde açıklanan yeni uydu kent projeleriyle bu eski evler, içlerinde yaşayanların başına yıkılmak üzere kaderine terk edilmiş oldu. Peki, ne yapılmalıydı?

Kentlerin yeşil sınırları olmalı
Her şeyden önce İstanbul gibi büyük kentlerin sınırlarını çizmek gerekiyor. Ben buna ‘yeşil sınır’ diyorum. Sadece kâğıt üstünde değil, fiziksel olarak da kenti çevreleyen bir orman şeridinden bahsediyorum. Kentin etrafını saran bir orman şeridi. Bu sınır çizilince kentin büyümesinin önüne geçilecek. ‘Cazip’ yatırım fırsatları ortadan kalkacak. Kâr etmek isteyen inşaat firmaları ister istemez merkezde acilen yenilenmesi gereken binalara yönelecek. Teorisi böyle ama iş o kadar kolay değil, dikkat edilmesi gereken hassas bir nokta var. Eski bir binayı müteahhide verdiğinizde sizden yenisi için daha çok para ister. Oturanları mağdur etmemek için farkın devlet tarafından karşılanması veya vatandaşa çok düşük faizli kredi verilmesi gerekebilir. Deprem vergileri hükümetin cari açığını kapamak yerine bu projelere aktarılsaydı finansman sorunu çoktan hallolmuştu.

Tarihi binalar, kültürel mekanlar ve SİT alanları için farklı düşünmek lazım ama özelliği olmayan ve kumdan yapılmış dediğimiz birçok bina için bu formül hayata geçirilebilir. Geç kaldık ama zararın neresinden dönsek kâr. İstanbul’da yeni açıklanan çılgın projelerden, kanaldan ve üçüncü köprüden vazgeçip, yeşil sınırlarını çizdiğiniz bambaşka bir kent yaratabiliriz. Ankara, İzmir, Bursa da bundan farklı değil. Kentlerin yönetimi yerelin elinden alındığı için belediye başkanlarını göreve çağıramıyorum. Her şeyden önce Erdoğan’ın bu ‘ucube’ projelerden vazgeçmesi gerek. Başbakan’ın Van’daki depremden sonra yaptığı konuşma beni umutlandırmasa da bir kez daha çağrıda bulunmakta fayda var. Zaten konuşma ezberlediğimiz bir metin. İkitelli’deki sel felaketinden sonra da bunları duymamış mıydık? Kaçak yapılar yıkılacak, gecekondulara izin verilmeyecek falan filan. Sorun sadece kaçak olanlarla sınırlı değil ki! Ruhsatlı binalar çok mu sağlam?

Belki farkında değilsiniz ama uydu kentlere giden her kuruş, her yeni ‘modern hayat projesi’ sizin ölümü beklediğiniz binalardan kurtulup depreme dayanabilecek bina yapma şansınızı elinizden alıyor. Kentler büyütülüyor ve kontrol edilemez hale geliyor. Geçen hafta Yeşil Ekonomi Konferansı’da yeşil kentlerin sınırlarını tartıştık. Prof. Dr. Haluk Gerçek 2023’de 25 milyon nüfusa ulaşabilecek İstanbul’dan, Bursa’dan İkbal Polat ise kentin nüfusunu 2,5 milyondan 6,5 milyona çıkarabilecek planlardan bahsetti. Sağlam binalarda oturmak, yıkılan binalardan dostlarımızın, akrabalarımızın cesetlerini çıkarmak istemiyorsak bu çılgın projelere dur demek zorundayız. Sınırlı mali olanakları inşaat firmalarının daha az kar edeceği, hayat kurtaran, doğru kentsel dönüşüm projelerine yönlendirmeliyiz. Binalar birileri çok kâr etsin diye değil, insanlar içinde yaşasınlar diye yapılıyor. Yoksa olası bir depremde hayatta kalsak bile ömrümüz Kızılay’ın çadır kuyruklarında tükenebilir.

Türkiye'den Yeşil Bir Kent Çıkar Mı?

Özgür Gürbüz-Yeşil Ekonomi / 26 Ekim 2011

Geçen Cumartesi günü İstanbul'da 2. Yeşil Ekonomi Konferansı düzenlendi. 2009 yapında yapılan ilkinden daha farklı bir program vardı bu yıl. Teoriden çok örneklere yer verilmişti. Bazı örnekler, iş rakamlara vurulduğunda makro ekonomik göstergeler içinde küçük, bazıları ise hafife alınamayacak kadar büyüktü. Hepsinin ortak özelliği, son günlerde sıkça gördüğümüz aslında “çevreci” bile olmayan girişimleri veya ürünleri “yeşil” diye yutturma çabalarından uzaktı.

Yeşil Düşünce Derneği ile Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin düzenlediği konferansın ana konuşmacısı Hamburg Belediyesi'nden Dr. Dirka Griesshaber'di. Hamburg Kentsel Gelişim ve Çevre Bakanlığı'nda çalışan Griesshaber, Avrupa Yeşil Başkenti Hamburg 2011 ekibinin de üyesi. Avrupa Birliği'nin benzer ödüllerinden bir tanesini İstanbul'un Kültür Başkenti seçilmesiyle öğrenmiştik. Avrupa Yeşil Başkenti ise henüz yabancı olduğumuz bir kavram zaten çok da yeni. Avrupa Komisyonu, daha yeşil (belki de çevreci demeli) kentler yaratmak için bu ödülü 2010 yılından itibaren vermeye başlamış. Amaç diğer Avrupa kentlerine örnek olabilecek şehirleri ön plana çıkartmak, yaşam kalitesini yükseltmek. Ödüle heveslenen kentlerin iyi çevresel standartlara sahip olması yetmiyor bunu uzun yıllardır sürdürüyor olması şart. Basitçe söylemek gerekirse, trafik sorunu kötüleşmeyecek, hava kalitesi düşmeyecek. İyi özellikler korunacak, kötü özellikler ise düzeltilecek.

Bu yazımı özellikle “Avrupa Yeşil Başkenti” ödülüne ayırmak istedim çünkü 2014 yılı için Türkiye'den de iki kent ödüle talip. 2010'da İsveç'ten Stockholm, 2011'de Almanya'dan Hamburg, 2012'de İspanya'dan Vitoria-Gasteiz ve 2013'de Fransa'dan Nantes'ın aldığı bu ödüle 2014 yılı için Bursa ve Trabzon da göz dikmiş. Griesshaber'in Hamburg sunumunu dinledikten sonra Bursa ve Trabzon'un şansı konusunda kafamda birçok soru işareti oluşsa da, iki kentin "çıldırmak" yerine "yeşermeyi" amaçlayan idealler peşinde koşmasından mutluluk duydum. Gelelim Hamburg'a...

Su şebekesinde kayıp oranı sadece yüzde 4
Yeşil Başkent olmayı amaçlayan kentlerin öncelikle ciddi iklim hedefleri belirlemeleri şart. Hamburg'un 2020 yılında karbondioksit emisyonlarını 1990'a göre yüzde 40, 2050'de ise yüzde 80 oranında azaltma hedefi var. Dünya nüfusunun yarısından fazlası kentlerde yaşıyor ve dünyada seragazlarının yüzde 80'e yakını kent ve kentle ilişkili üretim çabaları sonucu ortaya çıkıyor. Sadece iklim değil tabi. Hamburg kişi başına düşen yeşil alan büyüklüğü, su tüketiminin azlığı gibi konularda da öne çıkıyor. Kentin yüzde 40'ı park, orman ve insanların tarım yapabildikleri kent bahçelerinden oluşuyor. Hamburg'ta BM Kültür Mirası kapsamında bir park bile var. Kentte kişi başına düşen su tüketimi günde 110 litre. 1997'de bu rakam 125 litreymiş; gelişmek için daha fazla tüketmek gerektiğini söyleyenler duysun! İstanbul içinse 150 ile 200 litre(1) gibi rakamlar veriliyor. İstanbul'da şebeke kaybı için yüzde 25'lerden, başka iller içinse yüzde 70'lere varan rakamlardan bahsediliyor. Hamburg'ta rakam net ve sadece yüzde 4! Helsinki de bile bu yüzde 40'ları buluyormuş.

Almanya'nın ikinci büyük kenti
Metro hatları, bisiklet yolları, yayalara ayrılmış kent merkezleri, pasif binaları, eko mimari örnekleriyle Hamburg bugünün büyük kentleri için örnek bir model. Yeşil Başkent için yapılan sıralamada belli kıstaslar var. Hamburg atık su, iklim ve çevre yönetimi konularında Avrupa'nın en iyisi. Ulaşımda Amsterdam, temiz havada Oslo, gürültü kirliliğiyle mücadelede Stockholm ilk sırada. Hamburg çok küçük bir yer de sayılmaz. 4 milyon 300 bin nüfus ve bunun 1 milyon 800 bini kent merkezinde yaşıyor. Endüstri ve ekonomi merkezi, Avrupa'nın üçüncü büyük limanı. 500 büyük endüstriyel şirkete ve artan bir nüfusa ev sahipliği yapıyor. Almanya'nın ikinci, Avrupa'nın 13. büyük kenti. Daha fazla yazmaya gerek yok sanırım.

Yavaş kent kadar yeşil kent de lazım
Türkiye'de Seferihisar'dan sonra Gökçeada, Taraklı, Akyaka ve Yenipazar “aheste şehir” (yavaş şehir) hareketine katıldı. Bazı tereddütler olmakla birlikte olumlu bir başlangıç ancak bizim sorunumuz büyük kent takıntısında ve dolayısıyla büyük kentlerde. Mevcut sorunlarını bile çözmekten aciz olduğumuz bu kentleri büyütmek yerine yeşertmeye ihtiyacımız var. Almanya ve Türkiye'nin ekonomik ve sosyal koşulları tabi ki farklı ama bugün başta İstanbul olmak üzere kentlerimizin yaşanılabilirlik açısından dünyadaki benzerlerinin çok gerisinde yer almasının bahanesi yok. Hamburg örneğini bu yüzden kaleme aldım. Önce fikir olacak ki, o fikri hayata geçirmek için eylem ardından gelsin.

Yeşil ekonomi konferansının enerjiden ekonomiye kadar başka çıktıları da var.
Onlar da bir başka yazıya artık.

http://www2.cevreorman.gov.tr/OtellerdeVerim.html

2. Yesil Ekonomi Konferansı yerel yönetimlere odaklanıyor

2008 yılında büyük bir çöküş yaşayan dünya ekonomisi toparlanma sürecini atlatamadan yeni bir krizle karşı karşıya kaldı. Ekonomik krizin ne kadar süreceği belli değil. Mevcut ekonomik sisteme alternatif arayışları içerisinde yeşil ekonomik model sık sık gündeme geliyor. Yerel yönetimler, kimi zaman unutulsa da, mevcut ekonomik sistemin önemli bir parçası. 22 Ekim 2011 tarihinde İstanbul’da düzenlenecek 2. Yeşil Ekonomi Konferansı bu kez yerel yönetimlere odaklanıyor. Konferansın ana teması “Yerel, Yeşil Seçenekler

Yeşil Düşünce Derneği ile Heinrich Böll Stiftung Derneği'nin birlikte düzenlediği bu toplantının bir özelliği de Türkiye’yi, Avrupa Komisyonu tarafından 2010 yılında hayata geçirilen “Avrupa Yeşil Başkenti” girişimiyle tanıştırması. Hamburg Kentsel Gelişim ve Çevre Bakanlığı’ndan Dr. Dirka Griesshaber konferansın ana konuşmacısı. Griesshaber aynı zamanda 2011 yılında Avrupa’nın Yeşil Başkenti seçilen Hamburg’un ilgili ekibinde yürütme kurulu üyesi.

Toplantıda yeşil belediyelerin unsurlarını oluşturan birçok konu ekonomik boyutuyla birlikte ele alınacak. Ulaşımdan enerjiye, mimariden kent ve bölge planlamasına, sorumlu turizmden kentsel dönüşüme, kent tarımından kırsal kalkınmaya kadar birçok başlık Türkiye’den örneklerle anlatılacak ve tartışılacak. Toplantının ilk günü “Ekümenopolis” filmi ile son bulacak. Toplantının ikinci gününde ise yeşil ekonomiyle ilgilenen akademisyenlerle STK temsilcileri bir araya gelecek. Konferans boyunca İngilizce-Türkçe eş-zamanlı çeviri yapılacak.

Toplantı programı için:
http://www.yesilekonomi.org/

Dünya Kupası'nda Çin de var!

Özgür Gürbüz - Yeşil Ekonomi / 6 Temmuz 2010

Futbol Dünya Kupası'nı yakından takip edenler Çin'in milli futbol takımının aynı Türkiye gibi elemelerde kupaya veda ettiğini ve bu başlığın hatalı olduğunu düşünebilir. Evet, Çin'in futbol takımı kupada mücadele etmiyor ama Çinli bir firma tüm dünyadaki futbolseverlere reklam panolarından sesleniyor. Tarihte ilk kez bir Çin firması, Yingli Solar, Dünya Kupası'nın resmi sponsoru oldu. Firmanın reklamları tüm turnuva boyunca hem Çince hem de İngilizce olarak her maçta toplam 8 dakika gösteriliyor. İlk defa Çince karakterler Dünya Kupası reklamlarında yer alıyor.

Kim bu Yingli Solar?
Güneş enerjisi alanında faaliyet gösteren Yingli Solar, Çin'in ve dünyanın en büyük fotovoltaik panel üreticilerinden biri. Altı bin çalışanı ve dünya çapında 10 ofisi bulunuyor. Faaliyet gösterdiği pazarlar arasında Almanya, İspanya, İtalya, Amerika, Fransa, Yunanistan, Güney Kore ve Çin önemli yer tutuyor. Şirketin hisseleri New York Borsası'nda işlem görüyor. Yıllık üretim kapasiteleri 600 MW. 2002 yılında üretime başlayan firma bugüne kadar 1 gigavatlık üretim gerçekleştirmiş. Polisikilondan panele kadar geniş bir üretim hattında faaliyet gösteriyorlar.

Çin'in en hızlılarından
Çin'de en dikkat çeken unsurlardan biri olan, “Çin Hızı”na Yingli de sahip. 1998'de kurulan firma 2002 yılında 3 MW'lık kapasiteyle üretime başlamış ve 8 yıl sonra bu rakamı 600 MW'a çıkarmış. Firmanın başarısının ardında sadece işçilik kaynaklı ucuz üretimi aramak doğru olmaz. Teknolojiye de sürekli yatırımj yaparak küresel rekabete ayak uydurmaya çalışıyorlar. 2007 ile 2009'da Deloitte tarafından Çin'in en hızlı teknolojik gelişmesini gösteren ilk 50 firma arasında gösterilmeleri de bunun bir kanıtı. 2009 yılında Euromoney ve Earnst & Young'dan aldıkları Küresel Yenilenebilir Enerji Ödülü ise bir başka dikkat çekici nokta. Görebildiğim kadarıyla uluslararası pazarları hedefleyen her Çinli firma, Batılı firmalarla aralarındaki teknoloji farkını kapatmayı hedefleri arasına almış. Çinli otomobil üreticisi Geely’in Saab’ı satın alması da teknoloji transferi amaçlı bir girişimdi örneğin. Çin’in merkezi hükümeti de bu yönde bir politika izliyor.

Kısacası, Yingli’deki gelişmeleri Çin'in hızlı gelişimine, düşük maliyet avantajına veya devlet desteklerine bağlamayıp geçiştirmek mümkün. Ama asıl görülmesi gereken, dünyanın en çok enerjiye ihtiyaç duyan ülkelerinden Çin'de gerek rüzgar gerek güneş olsun, yenilenebilir enerjiye verilen önem ve bu alanda çalışan firmaların gösterdiği hızlı gelişme. Çin’in 2020 yılı için kurulu fotovoltaik gücü hedefi 20 gigavat. 2009’da kurulu güç 160 megavata (MW) ulaştı, 2010’da ise 600 MW hedefleniyor.1 Bu büyük hedeflere ulaşılması için de onlarca küçük adım atılıyor. Ülkede hemen hemen her gün, yenilenebilir enerjiyle ilgili yeni bir gelişmeye rastlamak mümkün. Şangay EXPO’nun altı ana binası üzerine yerleştirilen fotofoltaik panellerin ilk iki ayda 1 milyon 200 bin kilovatsaat elektrik üretmesi, Tianjin’de, hatta Çin’in daha az gelişmiş bölgeleri olan Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde düşük karbonlu kentlerin ve yenilenebilir enerji destekli konut projelerinin hayata geçirilmeye çalışması gibi.

Yerli deyip nükleer peşinde koşuluyor
Türkiye'de yenilenebilir enerjiye hala bir süs bitkisi muamelesi yapılırken, diğer ülkeler bu teknolijeleri destekleyerek kendi ülkelerinden küresel markaların çıkmasına destek oluyor. İspanya'nın rüzgar enerjisinde başa oynayan firmaları, Brezilya'nın biyoyakıt teknolojileri gibi onlarca örnekten bahsedebiliriz. Bu ülkelerin birçoğu enerjide Türkiye kadar dışa bağımlı olmamalarına rağmen yerli ve yenilenebilir enerji teknolojilerine yatırım yapıyor, biz ise yerli deyip, ithal nükleer ve termikten medet umuyoruz. Yingli Solar'a, Gamesa'ya bakarken asıl çıkarılması gereken sonuç aslında bu.

Yingli Solar'ı Coca Cola, Adidas gibi dünya devi firmaların yanında Afrika'da görmek hem ilginç hem de yenilenebilir enerji firmalarının geldiği noktayı göstermesi açısından anlamlı. Bir güneş enerjisi firmasının, dünyada en çok izleyicisi olan futbola bu kadar çok ilgi duyması, güneş enerjisinin laboratuvarlardan ibaret olduğunu söyleyen bazı uzmanları düşündürecek cinsten. Yingli, potansiyel panel alıcılarının bu kadar geniş bir pazar içerisinde yer aldığını düşünüyor olmalı ki, Mc Donald’s ile aynı tüketici kitlesine hitap etmeyi seçmiş. Daha önceki pazarlama kampanyalarını da benzer hedef kitle üzerinde yapmış olmaları, aynı hedef kitlede ısrar etmeleri, firmanın pazarlama stratejisinde ciddi bir hata yapmamış olduğunu düşündürüyor. 2006 Dünya Kupası'nda Kaiserslautern Stadı'nda kullanılan güneş enerji ekipmanlarını sağlayan Yingli, 2007 yılında İspanyol Osasuna kulübüne sponsor olmuş ve logosu futbolcuların göğüs reklamlarında yer almıştı. İspanya'nın güneş enerjisi pazarındaki önemi göze alınırsa firmanın pazarlama takımının yine akıllı bir manevra yaptığı söylenebilir.

Dünya Kupası'yla güneş enerjisinin aşkı Dünya Kupası’yla sınırlı değil. Türkçe'ye “Gelecek için Futbol” olarak çevirmeyi daha uygun bulduğum FIFA'nın 2010 Dünya Kupası sloganı (Football for Hope) bir kampanyaya dönüşüyor. Afrika kıtasındaki 20 futbol eğitim merkezi güneş enerjisiyle tanışıyor. Antreman sahalarının ışıklandırılması, bilgisayar odalarının enerji ihtiyacı Yingli Solar tarafından kurulacak güneş enerjisi sitemlerinden sağlanacak. 20 merkezin beşi Güney Afrika'da, diğerleri ise kıtanın çeşitli ülkelerinde kurulacak. İlk altı ülke arasında Güney Afrika dışında Kenya, Ruanda, Mali, Gana, Namibya ve Kenya var.

Umutmadan söyleyelim, yeni kampanyanın sloganı da şöyle: Gelecek için futbol, gelecek için enerji (Fotball for Hope, Energy for Hope) İşin ucunda gelecek olunca, güneş enerjisinden başka ne olabilirdi ki zaten? Keşke Afrika'nın taşıdığı umudu Türkiye'nin yenilenebilir enerji sektörü için de taşıyabilseydik.

1 EPIA, 2014 Global Market Outlook for Photovoltaics, s.20

Ya trafiğe açık olsaydı!

Burası İstanbul'un parlayan yıldızı talimhane. Otellerin ve restoranların bulunduğu alan trafiğe kapalı. Açıkolsaydı herhalde daha az araç olurdu. Yasak tanımayıp park edenler, girip çıkmayan dev otobüsler ve taksiler yüzünden keşmekeş yaşanıyor.

Özgür Gürbüz-Habertürk İstanbul / 26 Temmuz 2009

Bundan beş yıl önce hayata geçirildiğinde, Talimhane’yi restoran ve otelleriyle çok özel bir turistik bölge yapmayı amaçlayan plan sınıfta kaldı. Günümüz parasıyla 15 milyon TL harcanan, tüm altyapı çalışmaları tamamlanan alana araç girişinin kontrol noktalarından belirlenen saatlerde yapılması planlanmıştı. Sadece sabah 06:00 ile 10:00 saatleri arasında taşıtlara açık olan alan gün boyunca birçok sivil aracın dolaştığı bir yer haline geldi. Belediye yetkililerinden aldığımız bilgiye göre, belirtilen saatler dışında Talimhane’ye giriş ancak belirli araçlara veriliyor ve kısa süre içerisinde çıkış yapmaları isteniyor. Pratikte ise bu kurallar denetimsizlik yüzünden pek uygulanmıyor.

İstiklal de böyle olmasın
Otellerin yanında gün boyu park eden araçlara rastlamak mümkün. Yaya yollarının da bölgedeki otel ve restoranların çiçek, saksı gibi engellemeleriyle kapanması nedeniyle Talimhane, araçlara değil yayalara kapalı bir hal almış durumda. Sorun bu kadarla da bitmiyor. Abdülhak Hamit caddesi’ne verilen trafik akışı da yaya yollarının bu caddeye açıldığı yerlerde park eden araçlar sayesinde sık sık sekteye uğruyor. Taksiler, özellikle yabancı turistleri yakalamak için bu caddenin hemen her yerine park ediyor.

Cadde boyunca park yasağının ihlal edildiğini de belirtmekte fayda var. Araç trafiğine kapanan Talimhane’ye bakanlar, dün araç trafiğine kapatılma kararı alan İstiklal Caddesi’nin de bu duruma düşmesinden korkuyor.

Kartal'ın müzesi yola gitti

Beşiktaş'ın sezon sonunda inşaatına başlamayı düşündüğü yeni stad projesinin bir bölümü, Dolmabahçe – Kağıthane tüneli inşaatı nedeniyle açılan yeni bağlantı yollarına gitti. Projede mecburi değişiklik yapılacak.

Özgür Gürbüz - Gazete Habertürk / 9 Mart 2009

Fenerbahçe ve Galatasaray’ın ardından mevcut 32 binlik İnönü Stadı’nın kapasitesini arttırmak ve modern bir stada kavuşmak isteyen Beşiktaş’a kötü haber var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin “Yedi Tepeye Yedi Tünel” başlığıyla kamuoyuna duyurduğu tünel projelerinden Dolmabahçe – Kasımpaşa tüneli, yeni stad projesinde müze için ayrılan kısmın yola gitmesine neden oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 19 Mart’a kadar açılışını yapacağı tünelin Dolmabahçe’deki yol bağlantıları, yeni stadın “kuyruk” olarak adlandırılan ve Maçka’ya doğru uzanan bölümüyle çakışıyor. Beşiktaş kulübü, projede 300 metrekarelik bir bölümün bağlantı yolları nedeniyle yapılamayacağını, bu bölümün “Beşiktaş Müzesi” için düşünülen yer olduğunu belirtiyor.

Projeye henüz onay çıkmadı
Beşiktaş’ın bu sezon inşaasına başlamayı planladığı ancak gerekli izinleri alamadığı için geciken 42 binlik stad projesi için gerekli izinler hala tamamlanamadı. Kulüp yetkililerinden alınan bilgilere göre izinlerin alınması için bazı yöneticiler İstanbul – Ankara arasında mekik dokuyor. İzin sorununun üstüne gelen bu değişiklik ise yeni projenin üstüne tuz-biber ekmiş gibi görünüyor. Beşiktaş Kulübü, yeni stad projesini İngiltere’nin meşhur stadı Wembley’i yenileyen, Arsenal'in Emirates ve Benfica’nın stadlarını yapan firmaya vermiş ve ünlü Avustralyalı mimar Damon Lavelle projeyi hazırlamıştı. Tamamlanması beklenen projenin kulübe katkısının yılda 13-14 milyon dolar olacağı tahmin ediliyor ve projenin içinde 5 bin kişilik Kültür ve Kongre Merkezi’nin de olması bekleniyor. Tünel inşaatıyla ilgili son gelişmeden sonra projenin Maçka’ya uzanan bölümünde yeniden bir değişiklik yapılması gerekiyor.

Moda Oteli'ne ikinci dava

İstanbul 2. İdare Mahkemesi, Kadıköy’ün Moda semtinde inşası süren 250 odalı, 12 katlı otel inşaatının ruhsatının iptali ve yürütmenin durdurulmasını isteyen bölge halkının dava talebini kabul etti.

Özgür Gürbüz -Gazete Habertürk / 2 Mart 2009

İstanbul'un Kadıköy İlçesi'nde inşaatı süren Corner (Köşe) Otel'e karşı açılan ruhsatın iptali ve yürütmeyi durdurma davası mahkemece esastan görüşülecek. Moda sahilinde inşa edilen 250 yataklı, 50 metre yüksekliğindeki otel, hem bölgede oturanlar hem de Mimarlar Odası gibi sivil toplum örgütleri tarafından Kadıköy'ün siluetini bozmakla suçlanıyor. “Corner Otel” inşaatı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nce yapılan imar değişikliğiyle, daha önceden ikisi konut alanı, birisi yol olan üç parselin birleştirilmesiyle oluşturulan 2 bin 632 metrekarelik alan üzerine yapılıyor. İmar değişikliğinde konut bölgesi olarak belirlenen parseller, Turizm ve Ticaret Bölgesi’ne çevrildi. Eski üç parselin, imar yüksekliği 18,50 metre (yaklaşık 6 kat) ve emsal değeri 2,07 olmasına rağmen, Büyükşehir Belediyesi’nce yapılan imar değişikliğiyle imar yüksekliği 45 metreye, emsal değeri ise 21 bin 233 metrekareye çıkarıldı. Modalıların itiraz ettiği bu değişiklik, Kadıköy Belediyesi tarafından da onaylandı ve inşaat başladı. Dev Otele Hayır Platformu sözcüsü Kerem Ateş, Kadıköy Belediyesi’nin projeyi en azından bir yıl geciktirme şansı olduğunu ve bu şansı kullanmadığından şikayetçi.

“Tünelin ucunda ışık göründü”
Davanın kabulüyle inşaatla ilgili davaların sayısı ikiye çıktı. İstanbul Mimarlar Odası Anadolu Yakası Şubesi’nin açtığı ruhsat iptaliyle ilgili dava ise yaklaşık iki yıldır sürüyor. Oda’nın imar değişikliğine yaptığı itiraz ise, hukuk biriminin başvuruyu bir gün geç kalması nedeniyle kabul edilmemişti. Sivil toplum örgütlerinin dava talebinin kabul edilmesiyle inşaata izin veren imar değişikliğini ve inşaat ruhsatının ikisinin birden iptal edilmesi gündeme geldi. Ateş, bu kararı “Tünelin ucunda ışık göründü” sözleriyle yorumluyor. Ateş, “Bilirkişi sürecine bu kadar çabuk gelinmesi sevindirici. İnşaat çok hızlı ilerliyor, davanın hızlı yürümesi çok önemli. Corner Otel davası artık kamuoyuna mal olmuş bir dava” sözleriyle değerlendiriyor.