Ütopyanız bol olsun

Özgür Gürbüz-BirGün / 30 Aralık 2023

2022’yi biliyoruz, yaşadık. Şimdi asıl sormamız gereken soru, “2023 nasıl geçecek” olmalı. Her şey güzel mi olacak, eskisinden daha iyi mi olacak ya da en iyisi şöyle soralım: “Biz bu fotoğrafın neresinde olacağız?”

Yılın nasıl geçeceğini vereceğimiz yanıt belirleyecek. Bugün İkizköy’de termik santralın yutmak istediği ormanlarını korumaya çalışanlar, Amasya Çambükü’nde meralarını korumak için jandarmayla karşı karşıya kalanlar, Kazdağları’ndan Erzincan’a madenlere, Akdeniz, Ege ve Karadeniz’de kıyı talanına, kentten kırsala orman alanlarının yapılaşmasına karşı duranlar 2023’ün yaşam savunucuları fotoğrafında çoktan yerini aldılar. Biz kentlilere ise bu mücadelelere destek vermenin yanı sıra bir başka rol daha düşüyor. Siyaseti doğayı koruyacak şekilde şekillendirmek. Yerelin taleplerini siyasetin merkezine iletmek.

Önümüzdeki seçimlerden herkesin büyük beklentileri var. Doğa talanına karşı duranlar, gördüğümüz en büyük doğa yıkımını gerçekleştiren AKP-MHP koalisyonunun sona ermesini istiyor. Ekonomik ve hukuki süreçlerde katılımcı ve doğa temelli karar alma süreçlerinin hayata geçirilmesini bekliyor. Mevcut hükümet yurttaşları dinlemiyor, dinlemek istemiyor. Öyle ki, Temmuz ayında ÇED yönetmeliğinde yapılan değişiklikle halkın katılımı toplantısına katılacak halkı belirleme hakkını bile şirketlere vermişlerdi. Olası bir iktidar değişikliğinde yeni hükümetin ne kadar “çevreci” olacağını kestirmek zor ama dertli halkı dinleyeceklerinin işaretlerini alıyoruz. Siyaseti saraydan yeniden meclise getirmenin pratikteki karşılığı bu olmalı. Sırf bu yüzden muhalefete oy verecek onlarca kişi tanıyorum.

Ama bir sorunumuz daha var. Seçim sürecine kadar olan süreçte yaşam savunucuları ne yapacak? 20 yıldan sonra mevcut iktidarın seçim dönemi dağıtacağı mavi boncuklara kanacaklar mı? Sanmıyorum. Yeni iktidarın bir geçiş dönemi iktidarı olacağını kabul etsek bile, seçim sonrası uygulayacağı politikalara nasıl etki edilecek? Seçim sonrasını beklemek yerine şimdiden talepleri, sorunlara çözüm önerilerini hazırlamak ve muhalefete yol göstermek daha akıllı bir yol gibi görünüyor. Doğa savunucuları, dayanışma içerisinde derleyeceği ortak taleplerini muhalefete iletmeli, onları sorunlara çözüm üreten konuşma ve programlara yöneltmeli. Böylece iktidarın işine gelen “ağız dalaşı” tarzındaki tartışmalardan da kurtulmuş oluruz. Muhalefet de bu talepleri sistemli bir şekilde almak için kanallar oluşturmalı. Sokağın taleplerini gören siyasilerin daha cesur adımlar atacağına da inanıyorum. Örneğin, Akkuyu Nükleer Santralı’nın kapatılması gerektiğini, kömürlü termik santrallardan kademeli çıkışı, kıyıların halka açılmasını korkmadan dillendirmeleri arkalarında halk desteği olduğunu gördüklerinde kolaylaşabilir.

Geçmişe baktığımızda hasarın üç ana nedenden kaynaklandığını görebiliyoruz. Üç nedeni kabaca; adalet eksikliği, rant ve eski kafalılık diye gruplayabiliriz. Hukuk sisteminin iyi işlememesi yüzünden Kazdağları’nda kesilen binlerce ağaçtan sonra maden şirketinin iptal edilen iznini düşünün. Rant için İstanbul ve Marmara’yı bitirecek Kanal İstanbul veya İzmir’deki benzeri Çeşme projelerini hatırlayın. Güneş enerjisinin egemenliğini ilan ettiği bir çağda, bir güneş ülkesine nükleer santral yapma çabasını unutmayın.

2023’e girerken sadece 2022’nin değil son 20 yılın verdiği hasarı bir kenera bırakıp adeta bir “sil baştan” yapmamız gerekecek. Ütopyalarımız, bize tanınan alanın dışına taşan taleplerimiz, yeni bir dünya isteğimizle sahaya çıkmalıyız. Biliyoruz ki başta adalet olmak üzere düzelmesini beklediğimiz mekanizmaların onarılması, yaşam savunucularının birçok haklı talebini daha kolay dile getirmesini sağlayacak. Birçok ülkede sıradan kabul edilen demokratik hak ve taleplere tekrar kavuşacağız. İki gün önce istinaf mahkemesince onaylanan kararla hapse mahkûm edilen Gezi’deki dostlarımız adil mahkemelerde tekrar yargılanacak ve serbest kalacak. Basın açıklaması yapmak isteyenler karşılarında polisi değil basını bulacak. Hukuk tanımayan inşaatlar, ihaleler, müşterek alan gaspları geri alınacak.

Sadece sorunları dile getirme hakkının kazanımı bile bugünkü yoksulluk, talan ve adaletsizlik gibi sorunları azaltmaya yetebilir. Yeni yıla düşlerimizle, hayalini kurduğumuz ülke ve dünyanın talepleriyle girmeliyiz. Küçük gördükleri, olmaz dedikleri hayallerimizin aslında yapılabilir olduğunu her gün görüyoruz. Daha az çalışmak, adilce bölüşmek ve doğayla barışık bir hayat kurmak mümkün. AKP’nin sınırlarını belirlediği ve yalan duvarlarıyla örerek bizi hapsettiği dünyadan çıkmak ve kaybettiğimiz 20 yılı kazanacağımız ilerici bir siyaset için yol haritası çizmek zorundayız. Bize reva gördüklerinden fazlasını hak ediyoruz ve yapabiliriz. Yeni yılda ütopyanız bol olsun!

Kazanmanın tek yolu direnmek

Özgür Gürbüz-BirGün / 16 Aralık 2022

7 Şubat 1939 tarihli, 4126 sayılı Resmi Gazete, “Zeytinciliğin ıslahı ve yabanilerinin aşılattırılması hakkında kanun”la başlar. Bu kanunun 20. maddesi, zeytinlik içinde fabrika yapımını izne bağlamıştır. Sonraki yıllarda 20. madde değişikliklere uğrasa da o günkü amacını korur. “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mâni olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez” der. Kömürlü termik santrallara maden sahası açmak için zeytinliklere göz dikenler yıllardır bu maddenin değiştirilmesini istiyor. 10. kez denediler ve 10. kez kaybettiler.

ADRESE TESLİM KANUN
Yapılmak istenen aslında adrese teslim bir kanun değişikliğiydi. Elektrik Piyasası Kanuna konacak geçici madde özetle şöyle diyordu: Ülkenin elektrik ihtiyacını karşılamak üzere yürütülen madencilik faaliyetlerinin tapuda zeytinliklere denk gelmesi durumunda zeytinlikler taşınır, zeytinlik maden sahası olur. Maden sahası ile zeytinliğin çakışma olasılığına karşı kanun düzenlemek müthiş bir öngörü olsa gerek.

NET KÖMÜR HÜKÜMETİ
Tesadüfün böylesine az rastlanır. Muğla’daki Yeniköy termik santralının maden sahası ile geçimini zeytinden sağlayan İkizköy’ü karşı karşıya getiren konu da bu. Maden sahasını genişletmek isteyen termik santral Akbelen Ormanı’nı maden sahasına çevirmek, bir anlamda köydeki yaşamı bitirmek istiyor. Santralın sahipleri Limak Enerji ve IC İçtaş Enerji. Özelleştirilmiş bu santralın ‘ülke için elektrik ürettiğini’ söylemek de ayrı bir tartışma konusu. Her özel şirket gibi onlar da kâr etmek için elektrik üretiyor; bunu da çevreci bir yöntemle değil dünyanın bir an önce terk edilmesi konusunda salık verdiği kömürü yakarak yapıyor. Elektrik üretmenin onlarca yolu var. Sadece enerjiyi akıllı kullanarak bile bu santralın kapatılması sağlanabilir. AKP – MHP “koalisyon hükümeti, bir yandan net sıfır emisyon yalanıyla bazı çevrecilerin ve kamuoyunun gözünü boyamaya çalışıyor, bir yandan da özel şirketlerin kömür yakmaya devam etmesini kolaylaştıracak kanun hazırlıyor. Net sıfır değil, net kömür hükümeti.

Zeytinine sahip çıkanlar imza kampanyaları, direniş çadırları ve Ankara’da Meclis kapısında yaptıkları eylemlerle zeytin talanını bir kez daha önlemeyi başardı. Kanun tasarısından ilgili madde çıkarıldı. Bu ülkenin insanları daha kaç defa hükümete gıdayı, sağlığı, çevreyi kömüre yeğlediklerini söylemek zorundalar bilmiyorum. Bildiğim tek şey direnmezsek kaybedeceğimiz. Direnirsek bir ihtimal var ve o ihtimal hepimize sağlıklı ve onurlu bir yaşam vadediyor.

DOĞANIN EKONOMİSİ KÖMÜRÜ YENER
Ekonomiyi dert edinenlere de birkaç not bırakalım. Türkiye’nin zeytin ve zeytin yağı ihracatı yarım milyar dolara yaklaşmış, İspanya ve İtalya örneklerine bakıldığında bu rakamın çok daha yukarılara çıkarılabileceği ortada. Kömüre verdiğiniz teşviğin sadece 240 milyon TL’sinin Milas’ta zeytin sektörüne aktarılmasıyla madende çalışan 800 kişiye iş sağlamak mümkün. Kömürden ürettiğimiz elektrik hem kirli hem de güneş gibi kaynaklardan daha pahalı. Bölgedeki Yeniköy ve Kemerköy santrallarının sağlık etkilerinin topluma maliyeti yılda 190 milyon avro. Şirket yılda 25 milyon avro kâr ediyor ama kirlettiği hava, değiştirdiği iklim yüzünden ülke hem sağlığıyla hem de kamu harcamasıyla bedel ödüyor.

Zor günlerden geçiyoruz, ileri gitmek için değil gerilememek için mücadele ediyoruz. Mücadele sandıkta kazanılacak elbette ama sandığa eşit şartlarda gitmek için bile direnmek gerekiyor. İstanbul’un iki kez seçilmiş Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen ceza bunu bir kez daha gösterdi. Direnenin kazandığını ise zeytinlikleri koruma mücadelesine bakarak görebilirsiniz.

Bütçe görüşmelerinde hamaset ön planda

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Aralık 2022

Çarşamba günü Meclis’te Enerji Bakanlığı’nın bütçesi konuşuldu. Bütçeyle beraber haliyle AKP-MHP hükümetinin enerji politikası masaya yatırıldı, muhalefet eleştirdi, hükümet övdü. Eller kalktı, bütçeler onaylandı.

Bütçe görüşmelerinden birkaç detay aktarayım. AKP Denizli Milletvekili Şahin Tin, konuşmasında 20 yıl önce elektrikte kurulu gücün 31 bin megavat olduğunu söyledi, 20 yılda 103 bin megavata ulaşmasıyla övündü. Övündü ama Şahin Tin’in Türkiye’nin elektrik talebinin en fazla olduğu anda puant güç talebinin 50 bin megavat civarında olduğunu herhalde bilmiyor. Yedek kapasite elbette olmalı ama talebin iki katı kurulu güç açık bir plansızlığa ya da yönetim sorununa işaret ediyor. Hükümet her zaman olduğu gibi talebi düşünmeden, şirketlere kâr sağlamak için attığı adımları en büyük, en fazla gibi sıfatlarla gizleyerek icraatmış gibi anlatmaya çalışıyor. Elektrik talebi ekonomik kriz nedeniyle istenildiği gibi artmayınca, bu boşa kurulmuş santralların vatandaşın vergisiyle sübvanse edildiğini ise anlatmıyor.

AKP İstanbul Milletvekili İffet Polat ile devam edelim. Polat, Akkuyu’daki nükleer santral bittiğinde 16 bin kişiye istihdam sağlayacak diyor. OECD’ye bağlı Nükleer Enerji Ajansı’nı baz alsak bile, bir reaktörde yaklaşık 600 kişinin çalışacağını, 4 reaktörlü Akkuyu’da toplam istihdamın 2 bin 500 civarında olacağını biz biliyoruz. Bu çalışanların önemli bir bölümü de Rusya’dan gelecek. 16 bin kişinin çalışacağı iddiası desteksiz atma rekoru kırabilir. Daha da ilginci AKP Düzce Milletvekili Fahri Çakır, şu anda Akkuyu’da “26 bin Türk’ün çalıştığını” da iddia etti. Bu sayı devamlı değişiyor, 12 bin oluyor, 14 bin oluyor. Bizim bildiğimiz ise işçilerin sık sık iş bıraktığı, maaşlarını almakta zorlandığı ve hepsinin Türk olmadığı.

Çakır belli ki tamamı Rusya’ya ait olan bu nükleer santralı icraatmış gibi anlatmakta zorlanıyor. Daha da eğlencelisi, konuşmasında, “yap-işlet-sahiplen politikasıyla birlikte bu nükleer santralin kurulduğunu” söyledi. Yerli ve milli nükleerden, Rusya’nın sahiplendiği nükleere geldik. Son 10 yıl boyunca, “yerli ve milli” diyerek kandırdığı yurttaşlardan özür dileyecek mi acaba hükümet? Rusya ile yapılan uluslararası anlaşmanın 5. maddesinin 4. fıkrası açık. Orada, “Rus Yetkili Kuruluşları'nın Proje Şirketi'ndeki toplam payları, hiçbir zaman yüzde 51’den (yüzde elli birden) az olamaz” yazar. Rusya isterse santralın yüzde 49’unu satacak, kontrol hep onların elinde olacak. Şu anda da santralın yüzde 100’ü Rus devlet şirketlerinin elinde. Rusya girmemize izin verirse, reaktörlere gidip sarılıp dönerek biz de sahiplenebiliriz elbette. Kaldı ki, şu devirde en son sahiplenilecek şeyin bir nükleer santral olduğunu biliyoruz. O santral kapatılmadıkça hem ekonomiyi hem de yaşamı tehdit edecek.

Yerimiz sınırlı olduğu için bütçe görüşmelerinden alıntı yapacağım son iktidar milletvekili ise Gaziantep Milletvekili Derya Bakbak. Bakbak, iklime ve Paris Anlaşması’nın hedeflerine ulaşmak için küresel emisyonların 2030’a kadar yüzde 45 oranında azaltılması gerekliliğine değindi ve anlaşmanın onaylanmasını başarılı bir icraatmış gibi anlattı. Ardından da “Yeşil kalkınma vizyonunu Türkiye'ye kazandırmak çok şükür bize nasip oldu” dedi. Bakbak, geçtiğimiz ay Türkiye’nin Paris kapsamında hedefini güncelleyerek emisyonları azaltma değil artırma hedefi verdiğinden hiç bahsetmedi. Bahsettiği yüzde 45 azaltım hedefine ulaşmak için Türkiye’nin kömür santrallarını kapatması gerektiğini de söylemedi.

Muhalefet çoğu zaman bu konuşmalara müdahale etti. “Yazıklar olsun” en çok aklımda kalan itiraz cümlesi oldu. Muhalefetin söz aldığı konuşmalarında ise enerji faturalarının getirdiği yük, madenlerde yaşanan kazalar, alım garantileri, özelleştirmeler konu edildi. İyi Parti Denizli Milletvekili Yasin Öztürk nükleere karşı olmadığını söyledi. Öte yandan yenilenebilir enerji politikalarında yapılan değişikliklerin üreticiyi mağdur ettiğini söyledi. Nükleer ve kömürün önceliklendirildiği bir elektrik piyasasında bunun normal olduğunun henüz farkına varamamış.

Bütçe görüşmeleri, Bakanlık ve bağlı kurumların bütçelerinin onaylanmasıyla son buldu. Yanlış veriler ve görüşlerden doğru icraat çıkmayacağı ortada. Harcanan paraya yazık.

Yaz saatini halka soralım

Özgür Gürbüz-BirGün / 2 Aralık 2022

Türkiye’nin yaz saati uygulamasını kalıcı hale getirilmesine 2016 yılında başlandı. Şimdi görevde
olmayan eski Enerji Bakanı Berat Albayrak düzenlemeyi, tasarruf edeceğiz gerekçesiyle savunmuştu. Danıştay’ın itirazı hükümetin inadı derken torba yasayla birlikte yaz saati uygulaması kalıcı hale getirildi. Kış aylarında ülkenin büyük bir bölümü karanlık sabahlara mahkum edildi.

Aradan geçen süre boyunca ülkenin batısında yaşayanlar güneş ışığı göremeden uyanmaktan, günün daha soğuk saatlerinde hazırlanmaktan, güvenlik korkusu yaşayarak yollara düşmekten şikayet etti. Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti ise Türkiye’nin ileri saat uygulamasını benimseyerek elektrik tasarrufu yaptığını öne sürdü. 2022 Mart ayında bir açıklama yapan Enerji Bakanı Fatih Dönmez, o zamana kadar yapılan tasarrufun 8,3 milyar kilovatsaat olduğunu söyledi. Yaklaşık beş buçuk yılda 8,3 milyar kilovatsaat tasarruf ettiysek, yılda 1,6 milyar kilovatsaat eder. Türkiye’nin 2021 yılı elektrik tüketimi 332 milyar kilovatsaatti. Geçmiş 5,5 yılın ortalamasını 300 alsak, tüketimin yüzde 1,6’sı kadar tasarruf ettiğimiz iddia ediliyor.

İddia diyorum çünkü konuyla ilgili hemen her kurumun talebine rağmen, Enerji Bakanlığı arkasında İTÜ’nün olduğunu söylediği bu çalışmayı kamuoyuyla paylaşmıyor. İleri saat uygulamasının gerçekten tasarrufa yol açıp açmadığını hesaplamak zor. Yıllık tüketim rakamlarını karşılaştırmak yetmiyor çünkü elektrik tüketimini etkileyen, nüfustan sanayiye onlarca faktör var.

2016 yılında yaz saati uygulamasının kalıcı hale getirilmesinden önceki ve sonraki haftadan iki gün seçerek karşılaştırma yapmıştım. 26 Kasım 2016 Çarşamba günü ile 3 Kasım Perşembe (ikisi de hafta içi ve İstanbul’da gece gündüz sıcaklıkları aynıydı) gününe ait elektrik tüketimine baktığımda saatlerin geri alınmadığı 26 Kasım’da elektrik tüketiminin yaklaşık 2 bin megavatsaat arttığını görmüştüm. Tüketim verilerine bakarak yapılacak bir karşılaştırma için kısa vadedeki değişimi göstermesi açısından önemli bir gösterge ama elbette bu bile bilimsel bir veri sayılmaz. İTÜ nasıl yapmış, hesaplamış merak ediyor insan.

Tasarruf edildiği öne sürülen rakamı da diğer tasarruf potansiyelleriyle karşılaştıralım. Türkiye’nin en yüksek elektrik tüketim miktarına sahip bölgesi İstanbul’un Avrupa yakasını kapsayan Boğaziçi Elektrik Dağıtım A.Ş. kontrolünde. 25 milyar kilovatsaat elektrik dağıtılan bölgede kayıp-kaçak oranı yüzde 7,23. Yıllık 2 milyar kilovatsaati bulan bu kaybı yarı yarıya azaltsanız altı yılda kalıcı yaz saatiyle tasarruf edildiği iddia edilen rakama ulaşmak mümkün. Sadece bir elektrik dağıtım bölgesinde, özelleştirmeyi savunurken kullanılan bahanelerden birinin hayata geçirilmesinden bahsediyorum. Ülke çapında reklam amaçlı tüm ışıkları gece yarısından sonra kapatmak da çok zor değil, derdimiz daha az elektrik tüketmekse.

Ortada ciddi bir tasarruf olmadığı gibi alınan kararın mantıklı bir açıklaması da yok. Elektrik Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Üyesi Mehmet Özdağ, Türkiye’deki 46 milyon elektrik abonesinin yüzde 87’sinin37,5 derece doğu boylamının batısında yaşadığına dikkat çekiyor. Kabaca söylersek, bir ülkenin yüzde 87’sini zora sokan, sabahları karanıkta ve soğukta uyanmalarına neden olan bir karardan bahsediyoruz. Benim önerim şu. Gelin o zaman halka soralım, sandıkları koyup bir halk oylaması (referandum) yapalım. Kalan yüzde 13’ü mutlu edemiyorsak da iki ayrı saat uygulayalım ülke genelinde. Dünyada örnekleri var, ABD, Rusya gibi…

Mehmet Özdağ, mesele tasarrufsa işe konutlardan başlayalım diyor. Ülkede 40 milyondan fazla mesken abonesi olduğunu belirten Özdağ, “Binalar için getirilen Enerji Performans Yönetmeliği 2010 yılından sonra binalara Enerji Kimlik Belgesi zorunluluğu getirmişti, bu tarih birkaç defa ertelenerek 2030’a kadar ötelendi. Yirmi yıl içerisinde eski binaların yalıtımı için ne uygun br kredi çıkarıldı, ne de KDV kolaylığı getirldi” diyor. 20 yıllık bu gecikmenin bedelini daha çok doğalgaz yakarak ödedik. Tasarruf mu demiştiniz? İnsanları karanlıkta bırakmadan, ruh sağlıklarını bozmadan, neşesini kaçırmadan tasarruf etmek mümkün. Yeter ki gerçekten istensin. Umarım hükümet bu inadından vazgeçer ve alınan bu ucube kararı tasarrufu bahane ederek savunmaya devam etmez. Ülkenin faiz politikasına benzeyen, amacı belli olmayan ileri saat uygulaması artık kaldırılmalı.

Kafessiz Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün / 26 Kasım 2022

Yumurtanın adedinin 2 TL’nin üzerinde olduğu bir ülkede “yumurta” deyince akla işin ekonomisi ve geçim derdi geliyor. Hayat pahalılığı, beslenme sorunları ve gıdaya erişim gibi konular arasında endüstriyel hayvancılık ve et yemenin çevreye verdiği zararlar gündem dışı, bir anlamda “lüks” konular gibi değerlendiriliyor. Halbuki, iklim krizi gibi hayati bir meseleyle bağı bile var konunun. En iyisi öncelik tartışması yerine meseleyi tartışalım.

Hayvan refahı konusunda yaklaşımlar farklı olabiliyor. Et yemeyen vejetaryenler ile etin yanı sıra süt, yumurta, bal gibi hayvansal ürünleri de tüketmeyen veganların insanların hayvanlara ettiği eziyeti önlemek için önerdiği çözüm elbette en net olanı. Onları öldürmemek. Bunun vicdani karşılığı kadar iklim krizini önleme anlamında da karşılığı var. BM Gıda ve Tarım Örgütü, hayvancılık kaynaklı seragazı emisyonların toplam emisyonların yüzde 14,5’ine denk düştüğünü belirtiyor. Et yemeyi tamamen bırakamıyorsanız azaltmanız bile iklim açısından faydalı. Sebze ve meyve de artık ucuz değil ama etteki proteini nereden alacağız diye endişeleniyorsanız, et dışı yeterince çözüm var.

Hayvan refahını savunan bazı gruplar ise öncelikle endüstriyel hayvancılıkla mücadele edilmesini öneriyor. İlk adımın bu olduğunu düşünüyorlar. Çiftlik Hayvanlarını Koruma Derneği’nin Kafessiz Türkiye kampanyası da bu konuda Türkiye’den örnek gösterilebilir. TÜİK’e göre Türkiye’de 121 milyon tavuk yumurtası için yetiştiriliyor. Kafessiz Türkiye bu tavukların yaklaşık 100 milyonunun kafeste yaşamak zorunda bırakıldığı tahmin ediyor. 270 milyon tavuk ise eti için yetiştiriliyor. Kafessiz Türkiye ekibi tavukları kafeslerinden kurtarmaya çalışıyor.

Kafeste yetiştirilmek ne demek? Tavuğun tüm hayatı boyunca bir A4 kâğıdı boyutunda bir alanda yaşamaya zorlanmasından bahsediyoruz. Kanatlarını açamayan, koşamayan, tüneyemeyen, toprağa dokunamayan, eşeleyemeyen tavuklar bir kafes içinde itiş tıkış yaşamaya ve yumurta vermeye zorlanıyor. Kesim için kafeslere hapsedilen tavukların durumu ise daha korkunç. 21 günde kesime hazır hale gelmeleri için semirtilen bu tavuklar bir süre sonra yürüyemez hale geliyor.

Kafessiz Türkiye, yumurtası için beslenen tavukların refahını artırmak için yapılan bir kampanya. Çağrıları bireysel tüketicilerden çok, şirketleri hedefliyor. Her yıl binlerce yumurta alan, satan şirketlerden kafes yumurtası almamaları için taahhüt vermeleri isteniyor. Şu ana kadar aralarında Metro, Aslı Börek, Ikea, Dedeman Hotel, Güllüoğlu Baklava, Pidem ve Beyaz Fırın gibi 70’ten fazla şirket 2025 yılına kadar kafes yumurtası kullanmaktan vazgeçme taahhüdü (kafessizturkiye.com/firma-taahhütleri) verdi. Bazı şirketlerin hedefleri ise 2030’lara kadar uzanıyor. Kafesten kümese veya gezen tavuğa geçmek için yıllarca beklemeye gerek yok. Bu tarihleri öne çektirmek için şirketlere daha fazla baskı yapmalıyız. Henüz taahhüt vermemiş şirketlerin ise birkaç kuruş daha fazla kâr elde etmek için hayvanlara eziyeti desteklemeleri kabul edilebilir değil.

Kampanya oteller, restoranlar gibi büyük firmaları hedeflese de marketten yumurta alırken ben ne yapabilirim diye soranlar Olabilir. Yumurtaların üzerindeki kodların ilk rakamı size her şeyi anlatıyor. İlk rakam “3” ise elinizde bir kafes yumurtası tutuyorsunuz demektir. “2” kümes, “1” gezen ve “0” ise organik tavuk yumurtası olduğunu gösteriyor.

Hayvan refahı konusu kafesten veya hayvanlara ne kadar eziyet edildiğinden ibaret değil. İşin içine alışkanlıklar, dinsel tercihler, farklı etik bakış açıları ve yanlış bilgiler de giriyor. Bir yerden başlamak gerek; kafesten, et tüketiminden, hayvanların alınıp satılmasından…

10 Maddede Türkiye’nin İklim Hedefi

Özgür Gürbüz-BirGün / 18 Kasım 2022 

Türkiye, Mısır’daki 27. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Toplantısı’nda (COP27) 2038’e kadar uzanan iklim hedefini açıkladı. Paris Anlaşması kapsamında güncellemesi gereken Ulusal Katkı Beyanı’nı 2 yıl gecikmeyle de olsa yeniledi. Ulusal Katkı Beyanı (UKB) nedir, Türkiye’nin iklim hedefi yeterli mi? 10 maddede değerlendirelim.

1. Ulusal Katkı Beyanı nedir?

UKB, Paris Anlaşması’na taraf her ülkenin iklim krizine yol açan seragazı emisyonlarını nasıl ve ne zaman azaltacağını gösteren bir belge. Burada verilen taahhütler dünyanın ortalama yüzey sıcaklığındaki artışın 1,5 veya 2 dereceyi aşıp aşmayacağını hesaplamamıza yarıyor. Beş yılda bir güncellenmesi gereken beyanı Türkiye 2025’te tekrar güncelleyecek.

2. Türkiye’nin ilk beyanı ne öneriyordu?

Türkiye, Paris Anlaşması’nı imzalarken 2012’de 430 milyon tonu bulan seragazı emisyonlarının hiçbir önlem alınmadığı takdirde 2030’da 1 milyar 175 milyon tona ulaşacağını varsayarak, bu artışı 929 milyon tonda sınırlayacağını beyan etmişti. Buna artıştan azaltım deniyor. Yüzde 21 oranındaki artıştan azaltım aslında Türkiye’nin emisyonlarını 2012’ye göre iki katından fazla artıracağı anlamına geliyordu. Bağımsız araştırmalar, dünyadaki diğer ülkelerin de Türkiye gibi hedef vermesi durumunda gezegenin 4 derecenin üzerinde ısınacağını hesaplamıştı.

3. Türkiye’nin güncellenmiş beyanı ne öneriyor?

Mısır’da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum’un açıkladığı yeni beyan yine bir hayal kırıklığı yarattı. 2015’teki beyanda olduğu gibi artıştan azaltım öneren bu yeni planda 2030 hedefi 693 milyon tona çekildi. Emisyonları azaltma değil artırma taahhüdü tekrar edildi. Bugüne göre iklim krizine yol açan emisyonları 8 yılda yüzde 32 oranında artırma sözü verdik. Emisyonların tepe noktasına çıkacağı tarihin de 2038 olacağı söylendi. Kurum, 2053 yılında Türkiye’nin net sıfır emisyona ulaşacağını da iddia etti.

4. Net sıfır emisyon nedir?

Net sıfır emisyon, atmosfere bırakılan karbondioksit gibi seragazı emisyonlarının en aza indirilmesi, kalan miktarın da ormanlar veya okyanuslar gibi yutak alanlarca tutulması demek. Bu sayede sınırlandırılmış emisyon üretimi devam etse doğal alanların yardımıyla atmosfere bırakılan rakam sıfırda kalıyor.

5. Türkiye’nin 2053 net sıfır sözü gerçekçi mi?

Paris Anlaşması onaylanırken Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından dillendirilen “2053 net sıfır emisyon” hedefine nasıl ulaşılacağını gösteren detaylı bir plan henüz kamuoyuyla paylaşılmadı. Hedefin yasal bir dayanağı da yok. Mısır’da açıklanan beyan, Türkiye’nin 2038’e kadar emisyon artışına devam edeceğini belirtiyor. Bu tarihte emisyonların 800 milyon tonu bulacağını varsayarsak, 15 yıl sonra sıfırlanması oldukça zor çünkü Türkiye’nin mevcut yutak alanlarının seragazı tutma kapasitesi, orman kayıplarının artmasıyla 50 milyon ton seviyesine kadar geriledi. Kalan 750 milyon ton emisyonun 15 yıl içinde sıfırlanması gerçekçi değil. Bu da 2053 net sıfır emisyon sözünün ciddiyetinin olmadığını gösteriyor.

6. Yeni beyan katılımcı bir şekilde mi belirlendi?

Murat Kurum, Mısır’da yaptığı konuşmasında, “Türkiye’nin Ulusal Katkı Beyanını, katılımcı ve şeffaf bir anlayışla tüm kurumlarımız ve özel sektörle istişare ederek, bilimsel bir yaklaşımla hazırladık” dedi. Bu doğru değil. Bildiğimiz kadarıyla sivil toplum örgütleri bu rakamları ilk kez iki gün önce duydu. Bakan Kurum İklim Şurası’nı kastediyorsa, oraya da sadece seçilmiş sivil toplum örgütleri davet edildi. Sürecin demokratikliği de tartışılır.

7. Bir önceki beyana göre daha iddialı mı?

Artıştan azaltım oranı yüzde 41’e çıkarıldı ancak Türkiye’nin emisyonlarının hiç önlem alınmadığı takdirde 2030’da 1 milyar 175 milyon tonu bulacağı varsayımı aradan geçen 7 yıla rağmen aynı kaldı. Bu varsayım yedi yıl önce de gerçekçi bulunmamıştı. Nitekim, ciddi bir iklim eylemi olmamasına rağmen Türkiye’nin seragazı emisyonları 2020 yılında 523 milyon tonda kaldı. Buna rağmen Türkiye yeni beyanında aynı tahmini kullandı.

8. Beklenti neydi?

Bazı sivil toplum örgütleri, Türkiye’nin bugünkü emisyonlarını 2030’a kadar yüzde 35 oranında azaltması gerektiğini söylüyordu. Türkiye’nin kömür santrallarını kapatmak için bir tarih vermesini isteyen imza kampanyası da devam ediyor. İki talep de karşılık bulmadı.

9. Türkiye neden güçlü bir iklim hedefi belirlemiyor?

Bu sorunun yanıtı kesin olarak bilinmese de Kurum’un belirttiği özel sektör görüşmelerinde baş rolü kömürlü termik santral üreticilerinin oynadığı tahmin ediliyor. Türkiye’nin seragazı azaltım hedefi belirlemesi halinde, kömürlü termik santrallardan başlayarak fosil yakıt kullanan sektörlerden vazgeçmesi gerekecek ve bu konuda bir direnç var.

10. Şimdi ne olacak?

Türkiye’nin bu beyanı güncellememesi halinde hem iklim krizine katkısı artarak devam edecek hem de termik santrallar, ulaşım ve sanayi gibi fosil yakıt kullanılan birçok sektörün canlılara ve doğaya verdiği hava kirliliği gibi zararlar artacak.

Elde çekirdek iklim konferansı izliyoruz

Özgür Gürbüz-BirGün / 11 Kasım 2022

27. Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansı Mısır'da başladı. 18 Kasım’a kadar sürecek konferans aslında yıl içinde sürdürülen müzakerelerin üst düzey temsilcilere gerçekleştirilen son etabı sayılır. Yılın son toplantısı ama çözüm garanti değil. 27 yıldır aralıksız müzakere eden ülkeler ortalama sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutma sözü verdi ama eylemlerle sözlerini sağlamlaştıramadı. ,5 derecenin altında kalınamazsa ikinci ve son hedef 2 derecenin altında kalmak; hasarı ve kayıpları azaltmak. Türkiye’nin Mısır’daki gündemi ise 2030 yol haritasının güncellemesi. Paris Anlaşması’na imza atarken iklim krizine yol açan emisyonları azaltma değil artırma sözü veren Türkiye’den artık üstüne düşeni yapmasını ve seragazı emisyonlarını nasıl azaltacağını açıklamasını bekliyoruz. 2053 net sıfır lakırdısı gerçek bir hedefe dönüşecek mi göreceğiz.

Foto: Elif Cansu İlhan
Kısa adı COP27 olan BM çatısı altındaki bu toplantılarda beklenti de umutsuzluk da yıllardır değişmedi. İstikrarlı bir başarısızlıktan bahsediyoruz. Toplantılar önemli raporların açıklanması ile başlıyor; bu yıl da öyle oldu. Dünya Sağlık Örgütü, 2030-2050 yılları arasında iklim krizinin 250 bin erken ölüme neden olacağını açıkladı. Elde çekirdek dünya izliyor…

Sonra sahneye Dünya Meteoroloji Örgütü çıktı. Ortalama sıcaklık arışı sanayi çağı öncesi ortalamanın 1,1 derece üzerinde seyrediyor. Deniz seviyesindeki artış sürüyor, orman yangınlarının sayısı artıyor, seller ve bildiğimiz tüm aşırı hava olaylarının sayısı ve sıklığı artıyor dedi. Elde çekirdek, çit çit çit…

Enerji verimliliği çağrılarına, akıllı ve pasif bina planlarına rağmen 2021 yılında bina ve inşaat sektörü tüm zamanların rekorunu kırarak karbon emisyonlarını 10 gigatona çıkardı. Bina deyip geçmeyin, Avrupa’nın enerji talebinin yüzde 40’ı binalardan kaynaklanıyor, şimdi verimli bina yapmayacaksak, ne zaman yapacağız? Bugün yaptığımız binanın enerji yükünü belki 100 yıl üzerimizde taşıyacağız. Çekirdek çitleyenlerin yanına müteahhitler, kentlerden sorumlu politikacılar da katıldı...

COP 27’de sadece sorunlar dile getirilmiyor, çözüm önerileri de var. Amazon ormanlarının yerli halklarının liderleri, Amazon ormanlarının yüzde 80’inin koruma altına alacak bir anlaşmaya gerek var dedi. Başta Amazonlar, tüm ormanlar bizim petrol, kömür ve doğalgaz kullanarak atmosfere bıraktığımız karbondioksiti tutuyor ve dünyanın daha çok ısınmasını önlüyor. Gezegenin ortak mirası Amazon’u koruyamazsak iklim krizini de durduramayız. Halihazırda yüzde 26’sı tahrip oldu bile. Yerliler, tahrip edilen yüzde 6’lık kısmı da yeniden koruma altına alarak 2025’e kadar orman varlığının yüzde 80’inini koruma altına alacak bir anlaşma istiyor. Yerliler korumaya çalışırken yaşadığımız gezegene yabancı bizler çekirdek elde çitlemeye devam ediyoruz. Çit çit çit…

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı, 2030’a kadar kömürlü termik santrallardan vazgeçme sürecini hızlandırıp yenilenebilir enerjiye geçersek 2050’de sıcaklık artışını 1,5 derecenin altında tutma şansımız hâlâ var diyor. Demek öyle; çitlemeye devam…

Diyelim sorunu çözmeye niyetimiz yok, bari hasarı azaltmak için uğraşalım. BM Erken Uyarı İnisiyatifi, sayıları iklim krizinin de etkisiyle beş kat artan doğal afetlere karşı önümüzdeki dört yılda 3,1 milyar dolar harcayıp erken uyarı sistemleri kurarsak zararı azaltırız diyor. Rakam da veriyorlar. Harcanan her 800 milyon dolar gelişen ülkelerde 3 ila 16 milyar dolarlık hasarı önleyebilir diyorlar. Sekiz adet F-35 parasıyla on binlerce insan sıcak hava dalgalarına, tayfunlara, sellere karşı uyarılabilecek. İzlemeye devam ediyoruz. Çekirdek paketinin sonuna geldik farkında değiliz.

Bir hafta sonra 2022 yılının iklim konferansı da son bulacak. Biz çekirdek kabuklarıyla kirlettiğimiz yerleri süpüreceğiz, Mısır’daki iklim turistleri ve onların arasında seslerini çıkarmaya çalışan ama başarılı olamayan iklim eylemcileri Şarm El Şeyh’i terk edecek. İklim krizi bir sonraki aşırı hava olayına kadar unutulacak, sonra hatırlanacak ve tekrar unutulacak.

Dönüm noktasındayız. Ya çekirdek çitlemeyi bırakıp gezegeni koruyacağız ya da sonuçlarına katlanacağız. Koruyamadığımız doğa, daha fazla sıtma, yetersiz beslenme, ishal, kuraklık, sel ve sıcak hava dalgaları gibi onlarca felaketle karşılaşmamız anlamına geliyor. Kapitalizm ve yarattığı tüketim toplumu yaşamı yok ediyor. Sesimizi yükseltmeliyiz.

Akkuyu’da kaya gazına ne oldu?

Özgür Gürbüz-BirGün / 4 Kasım 2022

Kaynak: TPAO
Petrol ve gaz fiyatları artıkça hükümetin müjdeleri de artıyor. Karadeniz’de gaz bulunuyor, Putin Türkiye’yi gaza boğacağını söylüyor. Eskiden halkı umutlandırıp kandırmak için petrol bulunurdu. Elektrikli araçlar petrolün geleceği konusunda şüpheli artırmış olmalı ki şimdi yalancı müjdelerin içinde “gaz” var.

İklim krizinin baş sorumlularından gazı bu kadar çok seven bir hükümetin çevreci olması mümkün değil. O zaman çevre kaygılarını bir yana bırakıp hükümete soralım. Gazda yüzde 99 oranında dışa bağımlı Türkiye’nin önemli kaya gazı rezervleri arasında gösterilen Akkuyu’daki kaya (şeyl) gazı rezervlerine ne oldu? Evet, nükleer santral kurup işletmesi için Rusya’nın kontrolüne verilen Mersin Akkuyu’dan bahsediyorum. Nükleer santral projesine kadar Trakya ve Güney Doğu Anadolu gibi kaya gazı yataklarına sahip bölgeler arasında adı geçen Akkuyu’nun adı artık neden duyulmuyor?

Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı Akkuyu sahasını haritalarında gösterip, bölgedeki kaya gazı potansiyelinden bahsediyordu. Arşivimizde duruyor. Hükümetin çevre kaygısı malum. Normal şartlarda kaya gazının çevresel sorunlarını umursamadan bu gazın peşine düşmesini beklersiniz. Karadeniz’deki gibi reklamını yapabilirlerdi. Akkuyu’daki gazı çıkarsak başta Rusya olmak üzere gazda dışa bağımlılığımızı azaltabilirdik. Başta Rusya diyorum çünkü 2021’de ithal ettiğimiz gazın yüzde 44,87’sini Rusya’dan aldık. Peki, biz ne yaptık? Akkuyu’yu Rusya’ya teslim ettik ve kendi nükleer santrallarını kurup bize güneşten altı kat pahalı elektrik satmaları için onlarla anlaşma yaptık. Oradaki gazı da unuttuk.

Akkuyu’daki rezervin büyüklüğü konusunda kamuoyuyla paylaşılan bir bilgi yok. TPAO’nun potansiyeli bile araştırmadan sahayı Ruslara teslim etmesi komplo teorisi sevenlere güzel bir malzeme veriyor. TPAO bir araştırma yapmış, sonuçlarını kamuoyuyla açıklamamışsa da bu köşe onlara açık. Verileri iletsinler yayımlayalım. Ben veri görmedim ama sahanın potansiyelinin yüksek olduğunu söyleyenler var. TESPAM Başkanı Oğuzhan Akyener ve araştırmacısı Necdet Karakurt bir makalelerinde[1], bölgedeki potansiyelin yüksek olduğunun raporlandığını belirtiyor. 2013 yılında yayımlanan İş Bankası’nın “Enerji Piyasasındaki Son Gelişmeler ve Kaya (Şeyl) Gazı” raporunda da Akkuyu, potansiyel alanlar arasında yer alıyor. Sonra Akkuyu’daki kaya gazı sırra kadem basıyor. Bir eve yetecek kadar petrol bulunduğunda bile onu manşetlere taşıyan gazetelerin Akkuyu’daki gaz potansiyelinin hasır altı edilmesi bilgisi karşısında ne yapacağını ise gerçekten merak ediyorum. Üç maymunu mu oynayacaklar yoksa “Rusya bizi katakulliye getirdi” diye başlık mı atacaklar?

Türkiye’nin gaz rezervlerinin üzerine nükleer santral koydurduktan sonra Karadeniz’de gaz aramaya çıkan hükümet, şimdi de Rusya’nın Türkiye’yi gaz dağıtım üssü yapacağım hikayesinin peşinden gidiyor. Rusya bizi “gaza boğacağını” söylüyor, İngilizce “hub” diyorlar ama ben Türkçesini söyleyeyim. Türkiye’yi “gaz bakkalı” yapmak istiyorlar. Dünyanın iklim krizi nedeniyle petrol, kömür ve gazdan vazgeçme adımları attığı sırada, Rusya’nın gazını satmak için Asya’dan başka kapısı kalmamışken, Türkiye’de muhtemelen yine kontrollerinde bir bakkal dükkânı açacaklar. Bu sayede gazda Rusya’ya daha fazla bağımlı olacağız. Uluslararası ilişkilerde de S-300 benzeri bir başka kriz yaşayabiliriz. Rus gazına Avrupa’dan talebin olmayacağı ortada, dünyanın gazdan çıkış senaryolarını konuştuğunu da biliyoruz. Açılırsa, o bakkalın sinek avlama ihtimali yüksek, onu da belirtelim.

Türkiye’nin enerji politikası hayaller ve hatalar üzerine kurulmamalı. Gaz bulacağım derken yerin altını üstünü getirirken, eldeki gaz sahasını, gazda en fazla bağımlı olduğun Rusya’ya vermek, yerli güneş dururken ithal nükleerden pahalı ve riskli elektrik üretmeye çalışmak, iklim ve çevreyi hiçe sayıp petrolün, kömürün ve gazın peşinde koşmak Türkiye’nin enerji politikasının omurgasını oluşturmamalı. Artık yeter.

 



[1] Strategıc Approaches To Unconventıonal Resources To Meet The Turkısh Energy Demand

Enerji Krizinin Fırsatçıları

Özgür Gürbüz-BirGün / 28 Ekim 2022

Foto: Mick Truyts
Kovid salgını sonrası canlanan talebin karşılanamaması, petrol, kömür ve doğalgaz fiyatlarının artışı, bu kaynakların birkaç ülkenin elinde olması ve Rusya’nın Ukrayna’yı işgaliyle başlayan savaş. Bugün enerji krizi dediğimiz sorunun görünen yüzü bu. Görünmeyen yüzünde ise faturalarını ödemekte zorlanan yoksul halk, iklim krizi nedeniyle enerjideki dönüşümden rahatsız olan nükleer ve fosil yakıt lobisi, Ukrayna hamlesinden sonra Batı’yla bağları kopan Putin’in çıkış arayışları var. Herkes krizi fırsata çevirmeye çalışıyor ama tüm çabalar iyi niyetli değil.

Aslında yaşadığımız krizin adı fosil yakıt krizi. Hem çevreyi kirleten hem de iklim krizine yol açan petrol, kömür ve doğalgazdaki fiyat artışı. Fosil yakıt imparatoru Rusya’nın Ukrayna savaşı nedeniyle devre dışı kalmasıyla sorun daha da karmaşıklaştı. Bu kriz bize, birkaç ülkenin elinde bulunan sınırlı kaynaklara bağlı bir ekonomik yaşamın sürdürülebilir olmadığını tekrar gösterdi. Enerjide bağımlılık ülkenin egemenliğini de etkiliyor. Dünyadaki birçok diktatörlük gücünü eşit dağılmamış fosil yakıtlardan alıyor. Son 30-40 yıl içerisinde Putin’den Körfez ülkelerine uzanan, enerji diktatörlüğünün sayısız örneklerini gördük. Artık yeter. Yaşadığımız kriz, yakıtı sınırlı ve birkaç ülkede bulunan enerji kaynaklarından (petrol, kömür, doğalgaz ve nükleer santrallarda kullanılan uranyum) uzaklaşmak için son uyarı niteliğinde. Bu kaynakların yerine her ülkede bulunan ve sahibi olmayan güneş temelli yenilenebilir enerji kaynaklarına geçmek zorundayız. İklim krizini durdurmak, hava kirliliğini azaltmak ve bağımsızlık için bu dönüşümü gerçekleştirmeliyiz.

Krizi fırsata çevirmek isteyenler ise bu dönüşümü durdurmak adına ellerinden geleni yapıyor. Kömür lobisi termik santralları kapatmak için tarih veren Avrupa ülkelerini geciktirmeye çalışıyor. İnsanları soğukta, elektriksiz kalacaklarına inandırmak isteyen kömürcülerin taktikleri şu ana kadar Avrupa’da kömürden vazgeçme kararlarını değiştirmeye yetmedi ama bizim gibi iklim politikası zayıf ülkelerde kömür geri dönüyormuş gibi bir algı yarattı. Medyada, bilerek ya da bilmeyerek, Avrupa ülkeleri iklim politikalarını çöpe atıp kömürlü termik santralları kapatmaktan vazgeçiyor iması yaratan haberler çıktı. Koparılan tüm bu gürültüye rağmen kömür yanlısı somut adımlar gölde su damlası kadar. Fransa bu kış için 647 megavat (MW) gücünde bir kömür santralını yeniden devreye alacağını duyurdu. 2023’te son kömür santralını kapatacak Avusturya da aynı şekilde 246 MW gücünde bir santralı kış için hazırladığını açıkladı. Yunanistan ise kömürden çıkışı üç yıl erteledi ve 2028’de tüm kömürlü santralları kapatacağını deklare etti. Avrupa’da kömürden vazgeçme planlarını terk eden olmadı. Kömürden vazgeçme planı olmayan beş ülke ise Polonya, Bosna, Kosova, Sırbistan ve Türkiye.

Nükleer lobisi ise kömür lobisinden daha fırsatçı olduğunu gösterdi. Fukuşima öncesi 17 nükleer reaktöründen elektriğinin yüzde 22’sini üreten son Almanya son 10 yılda 14 reaktörünü kapattı. Kalan üç reaktörü de yıl sonunda kapatacaktı ancak koalisyon hükümetinin ortaklarından, sermayeye yakınlığıyla bilinen Liberal Demokrat Parti’nin ısrarıyla kapanma tarihi 15 Nisan 2023’e ertelendi. Nükleer lobiyle yakın ilişki içindeki sağ iktidarların İsveç, Fransa ve İngiltere’de de nükleer enerjiyi kurtarma ve onu çözümün bir parçasıymış gibi gösterme çabaları sürüyor. Asıl dert ise aslında kan kaybeden endüstriyi ayakta tutabilmek.

Atom Enerjisi Ajansı’na göre 2021’de dünyada çalışabilir durumda 437 nükleer reaktör vardı, an itibarıyla bu sayı 427. 2020’de nükleer santrallar dünyadaki elektrik üretiminin yüzde 10,1’ini üretiyordu, 2021’de yüzde 9,8’e düştü. Mevcut filonun yaş ortalaması 32’ye yaklaşıyor. Bu reaktörlerinin çoğunun tasarım ömrü 40 yıl. Nükleer lobi 1990’ların ortasındaki altın yıllarını bir daha yaşayamayacağını çok iyi biliyor ancak mevcut krizi fırsata çevirip en azından kapanacak reaktörlerin yerine yenilerini kurdurarak endüstriyi ayakta tutmaya çalışıyor. Yoksa yakında yeterli çalışan bulmakta bile zorlanacaklar. Lobileri güçlü, medyayla araları sermayeyle bağları nedeniyle iyi, sağ partiler avuçlarının içinde ama çözemedikleri üç sorun var. Güneş, rüzgar gibi kaynaklara göre en az 3-4 kat daha pahalıya elektrik üretiyorlar (Türkiye’de Akkuyu Nükleer Santralı güneşe göre 6 kat pahalıya elektrik üretecek), binlerce yıl radyoaktif kalan atıklar için önerdikleri gerçekçi bir çözüm yok (boş buldukları bir yere gömüp gelecek nesillere sorunu havale etmeye çalışıyorlar) ve nükleer santralların kaza yapmasını, savaşlarda hedef alınmasını önleme konusunda ellerinde bir araç yok.

Türkiye de ne yazık ki Rusya üzerinden bu lobinin eline düştü ve bir güneş ülkesi olmasına rağmen kurtulamıyor. Enerji politikasını adeta Rusya’nın eline teslim eden Türkiye, Mersin’den sonra Sinop’u da Rus atom endüstrisine verip elini kolunu bağlamak üzere plan yapıyor. Rusya Türkiye’yi, kimin alacağı belli olmayan gazını Anadolu üzerinden pazarlama fırsatı vermekle kandırmaya çalışıyor. Rusya’nın nükleer santralıyla nükleer güç olacağına inananlar şimdi gaz bakkalı olunca ekonomilerinin kurtulacağını düşünüyor. Mevcut hükümetin bu vizyonsuzluğu Türkiye’nin enerjide bağımsız olma şansını tümden kaybetmesine neden olabilir.

Kömürsüz olur

Özgür Gürbüz-BirGün/21 Ekim 2021

Foto: Nick Nice
Bartın Amasra’daki maden ‘kazası’nda 41 kişi öldü, 11 kişi yaralandı. Soma’da 301 madencinin öldüğü faciadan sekiz yıl sonra kömür madenlerinde bir büyük felakete daha tanıklık ettik. Hükümetin ‘kader’ bahanesi aklı başında olan kimseyi tatmin etmedi. Muhalefetten bazı isimler de kömüre toz kondurmadan ihmal olasılığını dile getirdi. Türkiye’nin ilerlemesinin önündeki en büyük eksikliğin siyasi cesaretsizlik olduğunu bir kez daha gördük. Sesi duyulan isimlerden hiçbiri çıkıp, “kömürsüz olur” diyemedi.

Türkiye’de kömür, başta elektrik üretimi olmak üzere sanayide ve ısınmada kullanılıyor. Linyit ve taş kömürü sektörlerinde 36 bin işçi çalışıyor. Elektrik üretiminin yüzde 30’u kömürlü termik santrallardan sağlanıyor. Kömürün payı az değil ama kömürsüz bir hayat mümkün. Bir günde değil ama 10-15 yıl içerisinde önce elektrik üretimi daha sonra sanayide kömür kullanımını sonlandırabilir, iklimi ve temiz havamızı koruyarak ölümlerin önüne geçebiliriz. Hesap yapalım.

ÖNCE VERİMLİLİK
332 milyar kilovatsaatliklik elektrik talebinin 100 milyarı kömürle karşılanıyor. Kömürlü termik santrallardan vazgeçeceksek bizim bu üretimi başka bir kaynaktan yapmamız veya talebi azaltmamız gerekir. Doğrusu ise ikisini birden yapmak, enerjiyi verimli ve tasarruflu kullanarak talebi azaltmak, kalanı da tercihen yenilenebilir enerji dediğimiz güneş, rüzgar gibi kaynaklardan sağlamak. Talebi ne kadar azaltabileceğimize dair ipuçlarını devletin farklı kurumlarının verilerinden görebiliyoruz. 2017-2023 Ulusal Enerji Verimliliği Eylem Planı, 2023’e kadar Türkiye’nin birincil enerji talebini yüzde 14 azaltma hedefiyle yola çıkmıştı. DPT, elektrik talebinin de enerjiyle aynı şekilde yüzde 20-25 oranında azaltılabileceğini söylemişti. Yalıtımlı ve akıllı binalarla, verimli motorlar, elektriği daha az harcayan aletler, ulaşım araçlarıyla bu mümkün. Talebi yüzde 20 düşürdüğümüzde Türkiye’nin elektrik ihtiyacı 330 milyar kilovatsaatten 270 milyar kilovatsaate (kWh) düşer. 60 milyar kilovatsaatlik bir üretime gerek kalmaz. İhtiyacımız olmayan elektrik üretimini kömür santrallarından kıstığımızı varsayalım. Geriye kaldı 40 milyar kWh’lik bir açık. Onu nereden bulacağız?

GÜNEŞ AÇIĞI KAPATIR
Türkiye, güneş, rüzgar ve jeotermal enerjisinden halihazırda 56 milyar kilovatsaat elektrik üretiyor. Bu kaynaklar rüştünü ispatladı. Mevcut güneş kurulu gücümüz ise potansiyelimizin çok ama çok altında, 9 bin megavat (MW) civarında. Yüzölçümü Türkiye’nin yarısından az olan İtalya’da güneş kurulu gücü 25 bin MW’a doğru gidiyor. Türkiye İtalya’yı yakalasa ve 15 bin megavat yeni güneş kurulu güç eklese yaklaşık 24 milyar kilovatsaat ek elektrik üretimi yapar. 40 milyar kWh’den kalan 16 milyar kilovatsaat de rüzgar ve biyokütle gibi kaynaklardan sağlanabilir. Gündüz güneşten üretilen fazla elektrik gelişmiş batarya sistemlerinde depolanabilir, hibrit sistemler ve hidrojen enerjisiyle desteklenebilir veya mevcut barajlı hidroelektrik santrallarla eşleştirilebilir. Bu sayede daha az yeni güneş gücüyle de tüm gün elektrik üretimi yapılabilir. Kimse elektriksiz kalmaz, madenlerden ölüm haberi gelmez. Peki, çalışan 36 bin kişi işsiz mi kalır? Kalmaz.

MADENCİLER İŞSİZ KALMAZ
Yenilenebilir enerji kaynaklarının üretimi kömür, nükleer ve doğalgaza göre daha çok istihdam sağlayan teknolojiler. Türkiye her yıl 2 bin MW’lık güneş paneli kurmayı hedeflese, panel üretimini de Türkiye’deki fabrikalarda yapsa, uluslararası verilere göre 22 ila 40 bin kişiye iş sahası açmış oluyor. Sorun istihdamsa, güneşe yaptığınız yatırım size büyük bir avantaj sunuyor. Fabrikalar öncelikle maden sahalarının olduğu bölgelere kurulabilir, işçiler yer altında değil, hayatlarının kadere terk edilmediği koşullarda çalışır. Madenlerde iş fırsatı bulamayan kadın işçilerin yenilenebilir enerjide daha fazla şansı olduğunun da altını çizelim.

Güneş enerjisi için otopark alanları, fabrika cepheleri, kamu binaları, benzin istasyonları gibi mevcut yapılar kullanılabilir. Güneşten elektrik üretmenin maliyetinin, Türkiye’deki son ihalelere bakarak kömürden üç, nükleerden altı kat ucuz olduğunu da hatırlatalım. Nükleerde tamamen, kömürde ise yarı yarıya dışa bağımlıyız, güneşin ise sahibi yok, bunu da unutmayalım.

Son söz. Kazadan hemen sonra maden işçilerine ödenecek tazminat rakamlarının açıklanmasını sinirlenerek ve üzülerek izledim. İşçilerinin hayatının bedelinin maddi karşılığı olduğu ve bizi bunu kabul etmeye zorlayan bu açıklama asıl itiraz noktamız olmalı. Hiçbir enerji kaynağı yaşam pahasına kullanılamaz. Teknik çözümler var ve bundan bahsedeceğiz ancak yaşamın değersizleştirilmesine, maddi karşılık biçilmesine de sonuna kadar itiraz edeceğiz. Bir canı feda etmektense elektriksiz kalırız.

Kentlerin yedi çevre sorunu

 Özgür Gürbüz-BirGün/14 Ekim 2022

Avrupa Çevre Ajansı, aralarında İstanbul, İzmir ve Osmangazi belediyelerinin de olduğu 56 kentten yöneticilerin yanıtladığı bir anket yaptı. 27 kentte de yüz yüze görüşmeler yapıp, sorular sormuşlar. Avrupa’nın kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına hemen hemen tüm kentlerinde sırasıyla şu yedi çevre sorunu ön plana çıkmış. Hava kirliliği, trafik, yeşil alan azlığı, şiddetli fırtına ve su baskınları, sel suyu yönetimi, gürültü ve sıcak hava dalgaları.

Kentlerde atıklar, su kirliliği ve arıtma gibi hepimizin kolayca tahmin edebileceği başka sorunlar da var. İlginç olan ise listelenen ilk 20 sorunun birçoğunun iklim kriziyle ilgisinin olması. Deniz seviyesindeki yükseliş ve kuraklık gibi iklim krizi nedeniyle karşılaştığımız sorunların yanı sıra orman yangınları, sel baskınları ve sıcak hava dalgaları gibi yine kriz iklim kriziyle artan meseleler de var. İlk yedi sorunun gürültü dışında hepsi iklim krizinin nedeni veya sonucu zaten. İyimser olup, şöyle değerlendirelim. İklim krizinden çıkmayı başarabilirsek kentlerin en sık karşılaştığı çevre sorunlarının birçoğunu da çözeceğiz.

İklim krizini durdurursak kentleri afet bölgesine çeviren şiddetli yağışların, su baskınlarının sayısının ve şiddetinin azalacağını biliyoruz. Ulaşımda toplu ulaşıma geçer, toplu ulaşımı da elektrikli araçlarla yaparsak hem hava kirliliğinin hem de iklim krizinin önüne geçeceğimizi de biliyoruz. Yeşil alanları artırırsak sıcak hava dalgalarına karşı daha dayanıklı kentlerimiz olacak, su baskınları azalacak. Kentlerimizin ve Türkiye’nin doğru bir iklim politikası olsa çevresel sorunların birçoğu ortadan kalkacak. Elimizde birçok kapıyı açan bir anahtar var ama birçok kentte yerel yönetimler, Ankara’da merkezi hükümet bu anahtarın farkında değil.

Farkında olmak da yetmiyor. Kentlerin “yeşil” unvanını alması için öncelikle çevre ve iklim konularını anlamaları, politikalarını iklim hedefleriyle uyumlaştırmaları, tüm birimlerin iş yapma biçimlerini bu politikalarla uyumlaştırmaları ve son aşamada da ölçülebilir hedefler belirlemeleri gerekiyor. Güneş panelleriyle elektrik üretirken elektrikli değil dizel otobüsler caddelerinizde geziyorsa, bir yandan atık yakıp öte yandan iklim hedefleri koyuyorsanız o kentin elbisenin yeşil olduğunu söyleyemeyiz. Çevreci nokta ve benekleri olan ‘puantiyeli’ bir elbiseden bahsedebiliriz ama o noktaları birleştirmedikçe çevre konusu kıyafetteki süsten öteye gitmiyor.

Kentlerde bütünleşik, birbiriyle bağlantılı işler yapmalıyız. Birkaç ay önce Kayseri’deydim, kenti gezerken düşündüklerimi sizlerle de paylaşayım. Kayseri, uygun konumuyla güneşten elektrik üretiminde ciddi bir potansiyele sahip. Güneş paneli üretiminde de ön sıralarda yer alıyor. Kentin geniş caddeleri var iyi planlanmış. Binalar birbirlerinin ışıklarını kesmiyor. Caddeler o kadar geniş ki rahatlıkla korumalı bisiklet yolları yapılabilir. Eğim yok denecek kadar az, pedal destekli (küçük elektrik motorlu) bisikletlerle kentte gidilemeyecek yer yok. Bisikletlerin elektriğini üretmek için güneş var. Kentin sanayisi de zaten güneş paneli üretiyor. Belediye bisiklet yollarını açsa, elektrikli bisikletler için güneşten beslenen şarj istasyonları koysa ve toplu taşımayı elektriklendirse hava ve gürültü kirliliği azalır, trafik konusunda örnek bir kent ortaya çıkar. Dışa bağımlı petrolün tüketimi ile seragazı salımları da azalır, ulaşım ucuzlar. Kentin sanayisini de destekleyecek bu çözümün, ulaşımın elektriklenmesiyle beraber başka iş kollarını da kente çekeceğini tahmin etmek güç değil. Kayseri değişime en hazır kentlerden biri, ciddi bir iklim politikası kenti bambaşka bir noktaya taşıyabilir. Ülkedeki diğer kentlere de örnek olur.

Yeşil bir kent yaratmak için atacağımız adımlar birbirini desteklerse, kentte topyekûn bir değişim yaratmak zor değil. Bir kilometrelik eğlence amaçlı bisiklet yollarıyla ulaşımı karbonsuzlaştıramayız ama kente yeni ekonomik kazançlar sağlayacak, birbirini destekleyen cesaretli politikalarla yeşil kentler yaratabiliriz. Yeşil puantiyeli elbiseden yeşil elbiseye geçme zamanı geldi.

Tasarrufu değil tasarruf tavsiyesi vereni eleştirmeli

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2022

Grafik: Sol.org.tr
Muhalefet, Enerji Bakanlığı’nın “Aklınla Verimli Yaşa” adlı kitapçıkta verdiği enerji tasarrufu
önerilerini eleştiri yağmuruna tuttu. Bakanlığın “banyoya kum saatiyle girip duşu dört dakikada tamamlayın” önerisi belli ki pek hoş karşılanmadı. Yıllar önce Avustralya’da bir sivil toplum örgütü, iklim krizini durdurmak için benzer önerilerde bulunmuştu. Duşa kum saatiyle değil sevgilinizle girin su ve enerji tasarrufu yapın, birayı da İngilizler gibi ılık içerek buzlukların elektrik tüketimini düşürün diyorlardı. Coğrafya kaderdir diyorlar ya, doğruymuş. Avustralya’da tasarruf için duşa sevgilinizle giriyorsunuz, bizde kum saatiyle…

Hükümetten son günlerde benzer birçok öneri geliyor. Turizm Bakanı Ersoy ucuz olduğu için kışın gezmemizi öneriyor. 1150 küsür odalı bir ‘külliyede’ yaşayan Cumhurbaşkanı da sırf daha iyi otomobile binmek, iyi bir cep telefonu almak için başka ülkelere gidenlere kızarak, ülkemizde daha kötü koşullar da olsa burada yaşayın anlamına gelecek bir mesaj veriyor. Yurt dışında daha iyi koşullarda yaşandığını da itiraf ediyor aslında.

Tasarruf etmek, enerjiyi verimli kullanmak, azla yetinmek; kısaca tüketmemek bence insanı yücelten bir davranış. İyi koşulların ‘en pahalı’ veya ‘en lüks’le eşdeğer olmadığını düşünüyorum. Kapitalist bir dünyada daha fazla tüketme seçeneği varken bu seçeneği dünyanın iyiliği için kullanmayan insanları takdir etmeliyiz. Bu açıdan baktığımızda enerjiyi tasarruflu ve verimli kullanmayı öneren tavsiyelere itirazım yok, aksine destekliyorum. Sorun, başkalarına önerdiğimiz hayat tarzına sahip çıkmamak. 20 yıldır ülkeyi tek başına yöneten bir hükümetin, ‘itibarı zedelememe adına’ kamuda ciddi bir tedbir almadan tarihin en kötü ekonomik krizlerinden biriyle boğuşan halka tavsiyelerde bulunması işte bu yüzden eleştiriyi hak ediyor. Yoksa, tasarruf etmek, enerjiyi verimli kullanmak gelişmişlik göstergesidir. Avrupa Birliği’nden örnek vereyim. AB ülkeleri, 2020 yılında 2017-2019 yılları ortalamasına göre birincil enerji tüketimlerini yaklaşık yüzde 10 oranında azalttı. Koydukları hedefin altındalar ama ekonomik gelişmeyi daha az enerji kullanarak yapmayı başarıyorlar. Aralarında Danimarka, Hollanda, Almanya ve İsveç gibi dünyanın en zengin ülkeleri var.

Muhalefet tasarruf önerilerini eleştirirken buna dikkat etmeli. Tasarruflu olmayı mecburiyetmiş gibi gösteren, yoksulluk belirtisi gibi imgeleyen söylemlerden kaçınmalı. Gördüğüm kadarıyla muhalefet de eleştireyim derken iyi bir sınav veremedi. Dönelim hükümete…

“Asansörler alt katlarda mümkün olduğunca kullanılmamalı” diyen hükümet neden her yere gökdelen benzeri apartmanlar yapılmasına izin veriyor?

“Toplu ulaşım tercih edilmeli” diyen hükümet neden özel uçaklara, makam araçlarına sınırlama getirmiyor? Neden ülkeyi demir ağlarla değil otoyollarla örüyor?

“Buzdolabı, fırın, radyatör gibi ısı üreten gereçlerden ve güneş ışığından uzağa yerleştirilmeli” diyen hükümet neden Şehircilik Bakanlığı’yla planlarda bunu zorunlu tutmuyor?

“Cephe yalıtımıyla en az yüzde 35 tasarruf” yapılacağını bilen hükümet neden var olan yalıtım standartlarını yükseltmiyor, yeni ve eski yapılar için daha yüksek standartları zorunlu tutmuyor?

Sorular çoğaltılabilir. Hükümet halkın tasarruf etmesini istiyorsa, yardımcı olacak ve yol gösterecek önlemleri almak zorundadır. Dört kişilik bir ailenin yoksulluk sınırının 23 bin lirayı geçtiği, enflasyonun şahlandığı bir ülkede herkes tasarruf yapmak ister ama ilk önce bunu ülkeyi yönetenlerde görmek ister.

Enerji Bakanlığı’nın tavsiyeleri arasında gözümüzden kaçırmamamız gereken bir nokta daha var. Bakanlık, tavsiyelerin tamamına uyulduğunda, elektrikte yüzde 35, doğalgazda yüzde 50 ve petrolde yüzde 25 oranlarında tasarruf edilebileceğini söylüyor. Yıllar önce DPT de bir raporunda Türkiye’nin enerji verimliliğiyle elektrik tüketimini yüzde 25 oranında azaltabileceğini açıklamıştı. Tasarruf ve verimlilik ayrı şeyler ama sonuçlar benzer. Türkiye enerjiyi tasarruflu ve verimli kullansa bugün kullandığı elektrik miktarını rahatlıkla dörtte bir oranında azaltabilir. 2021 yılında Türkiye 331 milyar kilovatsaat elektrik tüketti. Dörtte biri 82 milyar kilovatsaat eder. Akkuyu Nükleer Santralı tam güç çalışsa üreteceği elektrik 35 milyar kilovatsaat. Türkiye enerjiyi akıllı ve tasarruflu kullansa Akkuyu’nun üreteceği elektriğin 2,5 katı üretim yapmış gibi olur. Bırakın Akkuyu’yu, Sinop’ta kurulmak istenen nükleer santrala da birçok kömür santralına da gerek kalmaz. Enerji Bakanlığı itiraf etmiş. Muhalefet keşke işin bu tarafını görebilseydi.