Türkiye geride kalmasın

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Ekim 2015

Önümüzdeki seçimlerde hükümetin icraatlarının, muhalefetin proje ve vaatlerinin ne kadar konuşulacağı belli değil. Toroslarla, sıkıyönetimle, bombalarla, yargısız infazlarla, sansür ve tehditlerle korkutulmaya, sindirilmeye çalışılan insanların özgürlük mücadelesine tanıklık edeceğiz. Bu ülkenin geleceğini düşünenler, cumhuriyete sahip çıkmak için tüm hile hurdaya, haksız rekabete, aşağılık suçlamalara rağmen sandık başına gidecek. Sadece oy vermeyecek sandığına da sahip çıkacak. 7 Haziran seçiminden sonra geçen süre gösterdi ki çocuklarımızın demokrasi içinde yaşayabilmesi için tek adam fantezilerinden uzak durmamız şart.

Rakiplerinin karşısına çıkıp fikirlerini savunamayacak kadar aciz durumdaki bir iktidarın tek güvencesi yarattığı korku imparatorluğu ve başta medya olmak üzere tek yanlı bilgilendirme araçları. Bu seçim aynı zamanda yalan makinalarıyla halka bambaşka bir dünya çizenlere, bu ülkenin geliştiğini, güzel bir ülke olduğunu sananlara hepimizi üzen acı gerçekleri anlatma seçimi.

Bir köşe yazısına hepsini sığdırmak zor. Çevre ve enerji alanından, rakamlarla birkaç örnek vermekle yetineceğim. AKP’nin kentleşme politikaları nedeniyle nüfus yoğunluğu arttı. Koca ülkede insanlar birkaç kente sıkıştırıldı. Kentlerdeki hava kirlendi, trafik sıkıştı, yeşil alan sayısı azaldı, sahiller ve güzelim kıyılar halkın değil, birkaç zenginin erişebileceği alanlara dönüştürüldü. Sadece hava kirliliği nedeniyle 2010 yılında 28 bin 924 kişinin öldüğü bir ülke haline geldik (Heal Raporu). 

Su fakiri olma yolunda ilerleyen Türkiye’de neredeyse musluktan su içilebilen kent kalmadı. Halbuki dünyanın gelişmiş kentlerinde insanlar su tekellerine esir edilmeden musluk suyu içiyor, dev parklarında boş zamanlarını değerlendirebiliyor.

Var olanı koruyamadığımız gibi geleceğe yatırım da yapamıyoruz. Yerli otomobil üretmekten bahsedenler, ne bu yatırımın nasıl geri döneceğinden ne de tüm dünyada örneklerini görmeye başladığımız elektrikli araçların çağının geldiğinden bahsetmiyor. Hidrojenle çalışan araçlar Japonya’da sokaklara inerken (2018’de Japonya’da 4 bin 200 hidrojenli araç olması bekleniyor), burada, ülkemizde olmayan, tamamen dışa bağımlı olduğumuz petrolle çalışan araba tasarımlarıyla oy toplanmaya çalışılıyor. Tüm dünya elektrikli otomobilleri, bizler ise yerli otomobilin tasarımının nereden kopyalandığını konuşuyoruz.

Türkiye’de enerji üretimi deyince hükümetin aklına sadece kömür ve nükleer geliyor. Tüm dünyada kömürden kaçış planları yapılıyor. İskoçya’da kömür santralleri yıkılıyor. İklim değişikliği nedeniyle Çin ve ABD bile anlaşırken Türkiye ne sel baskınlarından ders alıyor ne kuraklıklardan. Nükleerde de durum farklı değil. AKP, eski teknoloji adına ne varsa onunla ilgileniyor. 2000’de dünyadaki elektrik tüketiminin yüzde 17’si nükleerden sağlanıyordu şimdi bu pay yüzde 11’in altına düştü. Nükleerin yerini güneş ve rüzgar alıyor ama hükümet bu ülkeye değil bu işten karlı çıkacak birkaç şirkete faydası dokunacak nükleeri tercih ediyor. Doğalgazda, petrolde dışa bağımlılıktan şikayet edenler, yerli kaynak rüzgara, güneşe, biyokütleye sırtını dönüyor. Hem de Avrupa’nın en iyi potansiyeline sahip Türkiye’de.

Enerji tasarrufunu, enerjiyi verimliliğini hiç sormayın. Bu konuda son 13 yıldır bir arpa boyu yol alamayan bir ülkede yaşıyoruz. Türkiye aynı milli geliri üretmek için İspanya ve İtalya gibi ülkelerin iki katı enerji harcıyor. İşin daha da kötüsü, tüm dünya enerjiyi akıllı kullanma yolunda ilerlerken Türkiye’de 2003-2013 arası hiç ilerleme olmaması. 2003’te enerjiyi bizden daha kötü kullanan Hırvatistan, Finlandiya gibi ülkelerin artık gerisindeyiz.

Böyle onlarca örnek var. Pazar günü Türkiye’nin her anlamda geride kalmaması  için oy vermeliyiz.

Politkanın etiketleri

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Ekim 2015

‘Onlar Konuşur Ak Parti yapar’ sloganı 7 Haziran seçimlerinde iktidar partisinin toplumu nasıl ötekileştirdiğinin bir göstergesiydi. AKP’ye oy verenler bir yana oy vermeyen ‘onlar’ ise öteki yana. 1 Kasım seçiminde ise AKP dil değiştirdi, Sen, ben yok; biz varız” diyor. İnandırıcı değil. Muhalefet liderlerini meydanlarda Zaza, Alevi diye ayıran ve hatta yuhalatan bir liderin partisinin “sen, ben yok” demesine kim inanır bilmiyorum.

İktidar partisinin kendinden olmayanı sevmeme politikası artık Türkiye’nin gerçeği haline geldi. ‘Onlar konuşur, Ak Parti yapar’ sloganı da işte bu ötekileştirme anlayışı yüzünden ortaya çıktı. Kendinden olmayanı bırakın sevmemeyi, dinlemeye bile tahammülü olmayan bir parti oldu AKP. Başkasını görmüyor. Bu kadar yanlış bir sloganla seçime girmelerinin ardında da bu körlük yatıyordu.

Seçmenini de öyle kodluyor. Ne zaman AKP’ye oy veren biriyle karşılaşsam,  söz politikaya geldiğinde bir süre sonra karşımdakinin konuyu değiştirmeye çalıştığını görüyorum. Ya da sizi dinliyor ama ‘onlar’dan biri diye dinliyor. Doğruları söylediğinizi fark etse bile bu bahaneye sığınarak, yanlış partiye oy vermenin, ülkeyi felakete sürüklemenin vicdan azabından kendini kurtarmaya çalışıyor.

AKP seçmenleri içinde önemli bir grup artık takım tutar gibi parti tutuyor. Yapılan olumlu eleştirileri bile görmezden gelmeye çalışıyor. Takım tutanlar bilir, lig sonuncusu da olsanız, iş slogana gelince hep en büyük sizsinizdir. Doğru, yerinde bir eleştiriyi görmezden gelmenin de en sağlam yolu karşındakini hiç dinlememek ve onu söyleyeni değersizleştirmek. ‘Onlar’ kelimesinin ardındaki sır işte bu.

Muhalefetin reflekslerinde de bir hata olduğu ortada. AKP’nin her icraatına kategorik karşı çıkışlar sizi, AKP’nin iletişimcileri tarafından tasarlanan ‘onlar’ grubuna daha da yaklaştırıyor. Marmaray’ın risklerinin eleştirildiği dönemi bir düşünün. Güvenlikle ilgili eleştiriler öyle bir boyuta ulaştı ki, Marmaray gibi olumlu bir projenin hepsine karşı çıkılıyormuş gibi bir hava yaratıldı.

Uzun yıllardır bu ülkede politika etiketler üzerinden yapılıyor. Kemalist, ulusalcı, çevreci, liberal, dinci vs. gibi etiketler ya da klişeler var. Politik bir tartışmada tarafların ilk yaptığı iş karşısındakinin etiketini bulmaya çalışmak oluyor. Laikse konuyu türbana, liberalse ‘yetmez ama evet’e getirerek o tartışmadan galip çıkılmaya çalışılıyor. Etiketi bulduktan sonra ezberlenen sorular, göndermeler arka arkaya sıralanıyor. Farklı etiketlere sahip politikacıların meydanlarda veya medyada olmamasının bu ezberci polemikleri daha verimli kıldığını da söyleyelim.

Etiket oyunu en net Gezi zamanında bozuldu. Gezi’de sokağı çıkanların mücadeleden galip gelmesinin ardında, sokaklara dökülenlerin belirgin ya da bilenen bir etiketlerinin olmaması büyük rol oynadı. Ezber bozuldu. Bugün o etiketlerden uzak durarak politika yapan siyasetçilerin şansı daha yüksek. Demirtaş ve Yüksekdağ’ın partisinin renkliliği, Kılıçdaroğlu’nun ise çizilen doğru strateji nedeniyle bu etiketlerden uzaklaştığı görülüyor. Bu onları güçlendirirken, Davutoğlu ve Erdoğan’ın, farklılıklara tahammülsüzlükten de gelen bu eski alışkanlık nedeniyle etiketler üzerinden siyaset yapmaya bağlı kaldığı ve zayıfladığı ortada.

Bu etiketler sadece üst düzey politikada geçerli değil. Sokakta da aynı sistem çalışıyor. İstanbul’daki 3. Köprü örneğini ele alalım. Proje yanlış ama Şehircilik Bakanı gibi birçok kişi bu ülkede çalışan beton makinası gördü mü hayra yoruyor, bu yüzden de projeye olumlu bakıyor. Bu durumda işe sorundan değil çözümden başlamalı. Neden ve neye karşı olduğumuzu değil ne istediğimizi anlatmalı. Toplu taşımaya açık yeni bir tüp geçidin veya zaten eskimiş, talebe yanıt vermeyen, sürekli bakım isteyen ilk köprünün yeni bir köprüyle değiştirilmesini istemek bile (iki katlı yapılacak bu köprünün alt katı, raylı ulaşıma dönüştürülmesi gereken metrobüs hattına hizmet edebilir) iletişim şansınızı arttırabilir. Böylece, “bunlar, köprüye, yola karşı” argümanını çürütürsünüz. Bu da sizin öğretilmiş etiketli gruplardan birine ait olmadığınızı gösterir, karşınızdakinin savunması zayıflatır.

Yalnız, burada anahtar kelime çözüm. Çözüm öneriniz yoksa ‘onlar’dan biri olmanız kaçınılmaz.

Türkiye nükleer konusunda hem içe hem dışa kapalı

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Ekim 2015

Rusya ile Türkiye arasında Suriye yüzünden gerilen ilişkiler Akkuyu’daki nükleer santral projesini tehlikeye soktu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Ruslar olmazsa başkaları yapar” diyerek bunu net bir dille ifade etti. Projeyi oldubittiye getirmeye çalışanlar da dikkatleri başka bir yere çekmek için İğneada’yı yeniden gündeme taşıdı. İğneada nükleere yabancı değil; 1970’den beri Türkiye’nin nükleer santral kurulması düşünülen üç yerinden biri. Prof. Dr. Tolga Yarman’ın belirttiği gibi, İğneada 1970’lerin başında gündeme geliyor fakat Genelkurmay Başkanlığı Bulgaristan’a yakınlığı nedeniyle onay vermiyor. Yıllardır İğneada konuşulur ama asıl durum şu: Türkiye’nin değil üçüncü, ilk nükleer santrali yapacağı bile şüpheli. Seçim sonrası çok şey değişebilir.

Türkiye’nin nükleer santral projeleri sadece ülkedeki büyük çoğunluk tarafından (kamuoyu araştırmaları böyle söylüyor) tepkiyle karşılanmıyor. Yurt dışından da bu projelere tepki var. Kıbrıs’ın hem Kuzey’inden hem de Güney’inden nükleere hayır sesleri yükseliyor. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 90 kilometre mesafedeki nükleer santrale karşı olduğunu “insanlık için ciddi bir tehdit” sözleriyle, net bir şekilde ifade etti. Güney Kıbrıs Enerji Bakanı Yorgos Lakkotripis, Avrupa Parlamentosu Yeşiller Grubu Eş Başkanı Rebecca Harms’a yazdığı mektupta, santralin Kıbrıs’a yakınlığı ve bölgenin deprem tehlikesi nedeniyle projeye karşı çıktıklarını söyledi. İğneada için de durum farklı değil. Nükleer santraller karşı olduğunu uzun yıllardır dile getiren Yunanistan da bu çağrıya katılabilir. Bulgaristan’ın, iş daha ciddileşirse, sınırına bu kadar yakın bir nükleer santrale itiraz etmesi de mümkün. Bulgaristan’ın durumu daha farklı çünkü yeni nükleer santral planını birkaç yıl önce rafa kaldırmış olsa da ülkede çalışır durumda iki nükleer reaktör var. Yine de uluslararası arenada Bulgaristan, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve Ermenistan’ın eli Türkiye’ye göre daha güçlü. Çünkü bu ülkelerin hepsi Espoo Sözleşmesi’ne (Sınır aşan Çevresel Etki Değerlendirme Sözleşmesi) taraf.

Espoo Sözleşmesi, ülke sınırlarının ötesine uzanacak boyutta bir çevre kirliliğine yol açan faaliyetlerin, proje aşamasında taraf ülkelerce (o ülkelerdeki bireyler, kamu ve sivil toplum kuruluşlarınca) değerlendirilmesini amaçlıyor. Nükleer santraller de kaza ve sızıntı riskleri nedeniyle bu sözleşmenin kapsamında. Sözleşme süreci şeffaflaştırıyor, denetimi arttırıyor. Aynı Türkiye’nin imzalamamakta direndiği Aarhus Sözleşmesi gibi. O da bu tip projelere halkın katılımının yolunu açıyor. Nükleer santral gibi projelerde şeffaflığı zorunlu kılıyor, bilgi akışının düzenli olmasını sağlıyor. Ne nereye harcanmış, kim denetlemiş, proje ne aşamada, çevreye verilen zararın boyutları sürekli raporlanmak zorunda kalıyor. Bugün Türkiye’de kapalı kapılar ardında, istifa skandallarla yürüyen sürecin tam tersinin oluşmasını sağlıyor.  

Tahmin edin Espoo Sözleşmesi’ne kim taraf değil? Elbette Türkiye. Türkiye’de gelmiş geçmiş hükümetlerin hemen hemen hepsi, nükleer santralle ilgili eleştirileri savuşturmak için, “bakın Ermenistan’da ve Bulgaristan’da da nükleer var” bahanesini kullanır. Buna karşın, o ülkelerdeki yeni projelerin Türkiye tarafından denetlenmesine de olanak verecek Espoo Sözleşmesi’ne imza atmaz çünkü Türkiye’deki projeleri uluslararası denetime açmak istemezler. Neden mi? Aklıma tek bir yanıt geliyor. Türkiye’deki projelerin uluslararası standartlara uygun yapılmayacağını bilmeleri.

Nükleer aşağı yenilenebilir yukarı

Özgür Gürbüz/18 Ekim 2015

2000 yılında dünyadaki elektrik üretiminin %17'si nükleer santrallerden sağlanıyordu. 2014'te bu oran %11'in altına düştü. Nükleer enerjiyi savunanlar rakamları çarpıtarak tüm dünyada nükleer enerjinin yaygınlaştığını anlatsalar da gerçek bu değil. Onlara rakamlarla, bu iki grafiği göstererek yanıt verebilirsiniz.

Nükleer santrallerden üretilen elektrik miktarının da düştüğüne (2450 TWs'ten 2417 TWs) dikkat edin lütfen. Dünyada elektrik tüketimi yani talep artmasına rağmen nükleer enerji üretimi geriliyor. Artan talebi başka kaynaklar karşılıyor.

Grafiklerde dikkat etmeniz gereken ikinci bir konu da, hidroelektrik dışındaki yenilenebilir enerji kaynaklarının payındaki yükseliş. Rüzgar, güneş ve biyokütle gibi kaynaklar 2000 yılında küresel elektrik üretiminin sadece %2'sini karşılıyordu. 14 yılda bu oranı %7'ye çıkardılar ve paylarını arttırmaya da devam ediyorlar.

Üç milyar dolar nereye harcandı

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Ekim 2015

Akkuyu
İğneada’ya üçüncü nükleer santralden bahsetmek, ilkokulun birinci sınıfına gitmemiş çocuğu üçüncü sınıftan okula başlatmaya benziyor. Türkiye’nin ilk nükleer santralinin kurulması düşünülen Mersin-Akkuyu’daki proje suya düşmek üzereyken “biz üçüncüyü yapıyoruz” demek ciddiye alınacak bir durum değil. Hükümet uzun zamandır bunu yapıyor çünkü tüm dünyada nükleer enerji projelerini engelleyen en büyük gücün halk hareketleri olduğunu biliyorlar. 11 yıldır yerinde sayan Akkuyu projesini bitmiş gibi gösterip, nükleer karşıtlarını ve çevrecileri yıldırmak istiyorlar. Son 10 günde neler oldu bir hatırlayalım.

On gün önce, Rus uçaklarının hava sahasını ihlaliyle başlayan kriz Mersin’deki nükleer santral projesine uzanınca AKP tarafında panik başladı. Rusya ile ilişkilerin çatırdaması hemen akla doğalgazda bu ülkeye bağımlılığı hatırlattı. Türkiye doğalgazın neredeyse tamamını ithal ediyor ve 48 milyar metreküplük ithalatın yüzde 54’ü Rusya’dan temin ediliyor. Nükleer santral yapılırsa doğalgazda olduğu gibi elektrik piyasasında da Ruslar söz sahibi olacak. Rusya’nın Suriye’de resti çekmesi ileride benzer hamleleri enerji konusunda da yapabileceğinin işareti gibi algılandı. En çok da Cumhurbaşkanı Erdoğan böyle algılamış olacak ki, “Mersin Akkuyu’yu onlar yapmazsa bir başkası gelir yapar. Oraya 3 milyar dolarlık bir yatırım yaptılar zaten. Dolayısıyla o konuda daha hassas olması gereken Rusya. Biz Rusya’nın bir numaralı doğalgaz tüketicisiyiz. Türkiye’yi kaybetmek, ciddi bir kayıp olur” açıklamasını yaptı.

Erdoğan’dan sonra ortamı yumuşatmayı amaçlayan konuşmayı nedense eski Enerji Bakanı Taner Yıldız yaptı. Projenin ticari bir proje olduğunu, iki ülke arasındaki ilişkilerin bu sorunların üstesinden gelebilecek kadar derin olduğunu belirtti. En son da sahneye yeni Enerji Bakanı Ali Rıza Alaboyun çıktı ve üçüncü santralden bahsederek konuyu Akkuyu ve Rusya’dan uzaklaştırdı. Çinli ve ABD’li firmaların işin içinde olduğunu söyledi. Bu sayede Rusya’ya da bir mesaj vermeye çalışmış bile olabilir.

Tüm bunlar hükümetin halkla ilişkiler çabası. Biz bu süreçte neler öğrendik ona bakalım.

Akkuyu’daki santral projesinde işlerin yolunda gitmediğini öğrendik. Proje, Rusya olmazsa başkası yapacak durumdaysa zaten hiç başlanmamış. İş ilerlemiş olsaydı, yolun yarısında teknoloji değiştirmek mümkün olmazdı.

Akkuyu'nun çizimine 3 milyar dolar harcanmış olabilir mi?
Rus devlet şirketinin (Akkuyu Nükleer A.Ş.) şu ana kadar üç milyar dolar harcadığını bizzat Erdoğan’dan öğrendik. Ortada nükleer santral olmadığına göre bu üç milyar doların nereye harcandığını şirkete sormak da boynumuzun borcu oldu. Akkuyu Nükleer A.Ş. şimdi defterleri ortaya çıkarıp, bu harcamaların nereye yapıldığını kalem kalem göstermek zorunda.

Haziran seçimlerinden önce ortaya çıkan reklamlarda, milli forma ve bayraklarla pazarlanan, “güçlü Türkiye’nin yeni enerjisi” sloganıyla satışa sunulan Akkuyu Nükleer Santrali’nin anlatıldığı gibi yerli enerji olmadığını öğrendik. Yerli kaynak olsa, Rusya kriziyle gündeme gelir miydi? Ruslar yapmazsa başkası yapar denir miydi? Bu nasıl yerli enerji anlamadık. Ruslar istemezse, işin içinde olmazsa yapılamayan yerli santral olur mu?

İşin daha da trajik tarafı; Türkiye, “1,2,3 nükleer; Rusya olmazsa Çin’den geliver” diye şarkılar söylerken, aynı gün İsveç’teki iki nükleer reaktörün (Oskarshamn 1-2) ve ABD’de bir reaktörün (Pilgrim) kapatılacağı haberinin ajanslara düşmesiydi. Türkiye’de ana akım medya bunları genelde yazmaz ama siz bilin. Bu üç reaktörün kapatılma nedeni de ekonomik. Söz konusu şirketlerin santralleri kapatma kararı, nükleer santralden elektrik üretmenin diğer kaynaklara göre daha pahalı olması.

Biz de de öyle. Nükleerden üretilen elektriğe bizim devlet 12,35 dolar sentlik alım garantisi verirken, örneğin rüzgardan üretilene 7,3 dolar sent veriyor. Aynı elektriği rüzgar nükleere göre neredeyse iki katı ucuza mal ediyor ama birileri bizi ucuz yenilenebilir enerji yerine pahalı nükleer kullanmamız için zorluyor. Kimbilir neden?

Beton ol çimentomu ye

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Ekim 2015

Çevre ve Şehircilik Bakanımız ne güzel söylemiş: “Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın. Bu beton makinası -ben inşaat mühendisiyim- çok keyif alırım onun sesinden böyle pat pat pat vurdukça” demiş. Herhalde bakanlığın adı bundan sonra değiştirilir, Beton ve Şehircilik Bakanlığı olur.

Beton sevgisi başka bir şey, biz anlayamayız. Beton severler toprakta, çimde yürümektense beton kaldırımda yürümeyi sever. Beton asfalt yolda araba sürüp, yandaki dağa, ormana değil apartmanlara bakıp stres atar. Oturduğu mahallenin betonla kaplı olmasını ister. Etrafında ağaç, dere, kuş, börtü böcek olmamalı. Ev dediğin, göl manzaralı değil gökdelen manzaralı olmalı. Hani, şu kentlerinin yarısı parklarla dolu dünyanın en zengin ülkeleri var ya, imrenmeyeceksin onlara. “Pat pat pat” eden beton makinasının sesiyle uyanmak varken, “cik cik” diye öten kuşların sesiyle kalkmayacaksın yataktan. Seveceksin şu betonu.

Her köşe başında çalışan ve ülkemizin kalkınmasına işaret eden beton makinalarını görünce sevineceksin. Hatta hiç çekinmeden daldıracaksın kafanı beton makinasına, kafan betona dönünceye kadar tutacaksın. Kafan beton gibi olacak ki, sana anlatılan hiçbir şeyi anlamayacaksın. Kalkınmanın beton sayesinde olduğuna kendini inandıracaksın. Ekonomide artı değer sağlayan ürünlerin organik gıda, elektronik eşya değil, beton ve çimento olduğuna hem kendini hem de halkı inandıracaksın.

Her şeyden önce ağacı, yeşili, kuşu, kurdu değil betonu seveceksin. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri neden park-bahçe yapıyor, neden orada dereler boşa akıyor diye sormayacaksın. Beton gibi olacak kafan; öyle bir kıvama gelecek ki, hiç soru sormayacaksın.

En önemlisi de vicdanını betonla kaplayacaksın. Ülkende bir ağaç fidanı kadar bile yaşayamadan ölen çocuklar için ağlamayacaksın. Yerde sürüklenen cesetlerle ilgilenmeyeceksin. Karakolda vurulan askere üzülmeyeceksin. Haftada 50-60 saat, nefes almadan çalışan işçinin rızkından çalıp ayakkabı kutusuna koyanları gördüğünde oralı olmayacaksın. Yalancı tanık ve sahte delillerle içeri tıkılanları gördüğünde “duvar” taklidi yapacaksın.

Gazeteci görünce “demirli beton” olacaksın. Vuracaksın soru soran, sorgulayan gazeteciye. Beton kafanla “uçan kafa” atacaksın. Kaburgalarını kıracaksın o gazetecilerin. Olur da yakalanırsan ve sana insan hakları, demokrasi diye sorarlarsa hemen “gaz beton” olacaksın, uçup buharlaşacaksın.

Yeşili, ormanı görünce “beton santrali”ne döneceksin. Talan edeceksin doğayı, dünyanın en güzel köşesi de olsa, gereği olmasa da dökeceksin oraya betonu. Halkın değil müteahhidin yanında olacaksın. Gerekirse sen de ihaleyi kapıp köşeyi döneceksin.

Olur da iş sarayı savunmaya gelirse “beton blok” gibi dimdik duracaksın. “Yetim hakkı, kul hakkı, senin vergin, benim vergim” dediklerinde yumuşamayacaksın. Ne zaman yumuşayacaksın biliyor musun kardeşim? Depremi görünce yumuşayacaksın. “Deniz kumu katılmış beton” gibi dağılacaksın, malzemeden çalıp para yapacaksın. Kaldırımda, otoyolda ise biraz yayılacaksın. İki sene sonra yaptığın kaldırım, yol yeniden çöksün, ihale sana kalsın diye yayılacaksın sevgili kardeşim.

Belediye otobüsünün ezdiği arkadaşının, dağda vurulan yeğeninin, askerdeki ağabeyinin cenazesini önüne getirdiklerinde “C100 beton” gibi olacaksın. Ağlamayacaksın, vatan sağ olsun, fıtratında varmış diyeceksin. Cenazeni vermezlerse ses çıkarmayacaksın. Büyüklerimize, saraydakilere, beton sultanlara laf etmeyeceksin. Öyle, beton gibi susacaksın. Göz kapakların, dudakların birbirine yapışacak.

Ha, sandığı görünce “hazır beton” olacaksın. Her şeyden önce, sana söylenen yere oy vereceksin kardeşim. Sağı solu dinlemeyeceksin. Öğrenmeyeceksin, araştırmayacaksın, okumayacaksın. Takım tutar gibi oy vereceksin ki, seni de aynı betondan sansınlar. Beton kafalı olacaksın ki, seni din imanla, vatan milletle 100 bin kere de uyutsalar, hiç uyanmayacaksın. Bu ülkede en makbulü bu kardeşim. Beton kafa olacaksın yaşayacaksın. “Pat pat pat” kardeşim, “pat pat pat.”

Türkiye yılın fosili ödülüne aday

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Ekim 2015

Yıl sonunda Paris’te çok önemli bir iklim konferansı var. Kyoto’nun yerini alacak anlaşmanın şartları belirlenecek, imzalar atılacak. Birleşmiş Milletler bu defa işi daha sıkı tutuyor. Bütün ülkelerden Paris’e gitmeden önce iklim değişikliğine yol açan seragazı emisyonlarını ne kadar azaltacaklarını ve bunu nasıl yapacaklarını açıklamalarını istiyor. Türkiye de iki gün önce hedefini açıkladı. Tarihinde ilk kez, iklim değişikliğini durdurmak için ne yapacağını söyledi; aslında ne yapmayacağını. “İşleri oluruna bırakırsak, 2030’a kadar 1175 milyon ton seragazı emisyonu (karbondioksit eşdeğeri) üretiyoruz ama merak etmeyin o kadar üretmeyeceğiz 929 milyon tonda sınırlayacağız” dedi. Yani, ‘arttıracağız ama daha az arttıracağız’. Bu neden iklim hedefi sayılmaz, madde madde anlatalım.

Yatağan Termik Santrali-Foto: O. Gurbuz
Türkiye 1990 yılından bu yana seragazı emisyonlarını yüzde 110 arttırdı. Ek-1 denilen gelişmiş ülkeler içinde bu Türkiye’yi listenin en başına koyuyor. Türkiye birçok ülkeye göre ekonomik büyümesine sonra başladığı için bu artış oranı biraz anlaşılabilir. Ancak bundan sonraki yıllarda da neredeyse aynı hızla arttıracağım demek kabul edilebilir bir şey değil. Önerilen plana göre, Türkiye iklim değişikliğini ‘durdurmak’ için 1990-2030 arasında emisyonlarını yüzde 426 oranında arttırmayı öneriyor. Bir süre daha arttıracağım ama daha sonra düşecek bile demiyor!

Ülkelerin sorumlulukları ve hedefleri belirlenirken sadece toplam emisyon rakamına bakılmıyor. Daha adil bir hesaplama için kişi başına düşen emisyon miktarına da bakılıyor. Dünyada en çok seragazını Çin üretiyor ama Katar’da kişi başına düşen emisyon miktarı Çin’den çok daha fazla. Türkiye’de kişi başına düşen yıllık seragazı emisyonu miktarı 2013 sonunda 6 tonu buldu. Yani, her birimiz uçağa binerek, kömürlü santrallerden elektrik satın alarak, petrol yakarak yılda 6 ton seragazı ürettik (kimimiz az kimimiz fazla). Türkiye’nin açıkladığı 2030 hedefi bu rakamı azaltmıyor. 2030’da Türkiye nüfusu tahmin edildiği gibi 86 milyon olursa, kişi başına düşen seragazı emisyonu 11 tona yaklaşacak. Bugünkü AB ortalamasının bile üstüne çıkacak. Açıklanan hedef sadece gelişmiş ülkelerin değil gelişen ülkelerin taahhütlerinin de gerisinde. Meksika’yı ele alalım. Ekonomisi bize benziyor, kişi başına düşen milli gelir hemen hemen aynı. Meksika’da kişi başına düşen emisyon miktarı ise yılda 5,9 ton. Meksika 2030 için şartsız öne sürdüğü hedefe ulaşırsa bu rakamı bizim gibi artmayacak aksine yaklaşık 5,6 tona düşürecek.  

Türkiye’nin seragazı emisyonlarını arttırma hedefine ulaşması için yapmayı taahhüt ettiği işler de ilginç. Ülkedeki tüm hidroelektrik potansiyelini kullanmak gibi bilimsellikten, çevresel kaygılardan uzak bir hedef var. Liste, 2030’a kadar nükleer santral kurmak, eldeki santralleri rehabilite etmek, enerji verimliliğini yükseltmek gibi bildik sloganlarla devam ediyor. Rakamsal veri ve yaptırım yok. Tüm bu maddelerin içinde sadece güneş ve rüzgar enerjisi için kurulu gücü 2030’a kadar sırasıyla 10 ve 16 gigawata çıkarmak gibi sayısal, ölçülebilir hedefler var.

Bir de elektrikte kayıp-kaçak oranını yüzde 15’e düşürme hedefi konmuş. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim çünkü 2014 yılı Bütçe Sunumu’nda eski Enerji Bakanı Taner Yıldız, kayıp-kaçak oranının ülke genelinde yüzde 15’e düşürüldüğünü zaten açıklamıştı (sayfa 24). Hedefi tutturmuşuz bile! Demek ki önümüzdeki 15 yıl yerimizde saymak için bir plan yapmışız. Gelişmiş ülkelerde bu oranın yüzde 3 ila 7 arasında değiştiğini ve yüzde 10’luk kaybın neredeyse Akkuyu’da kurulmak istenen nükleer santralin üreteceği elektriğe eşit olduğunu hatırlatalım. Görüldüğü gibi iklim hedefine yazılan rakamlar bile şaibeli.

Asıl komedi, bu göstermelik bile diyemeyeceğim hedefe ulaşmak için Yeşil İklim Fonu gibi mekanizmalardan yararlanarak finansal yardım talebinde bulunulması. Türkiye bu talebini 2011 yılında Güney Afrika’daki iklim konferansında da dile getirmiş, sivil toplum örgütleri Türkiye’ye günün fosili ödülünü vermişti. Paris’te bu hedefle masaya oturulursa yılın fosili ödülünü alıp eve dönebiliriz.

Türkiye’de emisyon testinin sahibi yok!

Özgür Gürbüz-BirGün/1 Ekim 2015

Tüm dünyayı sarsan Volkswagen çevre skandalının Türkiye ayağındaki gelişmeler, ABD’de skandala yol açan emisyon ölçümlerini Türkiye’de yapan bir kurum olmadığını gösteriyor. Çevre Bakanlığı ve egzoz emisyonu yapan kuruluşların yaptığı açıklamalar ve gümrükteki uzmanlardan aldığımız bilgiler, Türkiye’ye getirilen ithal araçların üretici şirketlerin beyanlarındaki emisyon rakamlarıyla ülkeye kabul edildiğine ve ayrı bir ölçüm yapılmadığına işaret ediyor. İthal edilen araç AB kurallarına uygunsa, bu uygunluğu gösteren belgeleri Türk Standartlar Enstitüsü’ne göndermeniz yetiyor.  

BirGün’de gündeme getirdiğimiz sorulara verilen yanıtlar, başta azotoksit olmak üzere skandala neden olan söz konusu gazların ölçümünden kimsenin sorumlu olmadığını gösteriyor. Volkswagen grubunun Türkiye temsilcisi Doğuş Otomotiv yaptığı açıklamada emisyon ölçümünden bahsetmiyor. Grup, Türkiye’de bu skandaldan etkilenen araçların detaylarını Volkswagen’in merkezinden gelen bilgilere göre açıklayacağını belirtiyor. Şu ana kadar Almanya’dan gelen açıklamalar da, 5 milyonu Volkswagen olmak üzere toplamda 11 milyon aracın emisyon ölçümlerini yanıltan yazılıma sahip olduğuna işaret ediyor. Doğuş Otomotiv Türkiye’ye getirdiği araçların emisyon ölçümünü yapmıyor, Volkswagen ve ithal ettiği diğer araçların verilerini kullanıyor.

Türkiye’de 2 milyon 700 bin aracın egzoz emisyonunu ölçtüğünü belirten TüvTürk ise Volkswagen skandalına konu olan emisyonların ölçülmesinden kendilerinin sorumlu olmadığını belirtiyor. Yaptıkları egzoz emisyon testinin bu olayla bir bağlantısı olmadığını söyleyen kurum yetkilileri, BirGün’e yaptığı açıklamada, “Her ülke, kendi araç parkına, ülkede satılan yakıt cinsine göre farklı ve tavan sınırlar belirler. Tüm araçlar bu tavan sınırlarla test edilir. Ülkemizde de tavan değerler T.C. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından satılan akaryakıtın niteliğine ve yaş ortalaması 13 olan toplam 19 milyon adetlik araç parkı göz önüne alınarak insan sağlığına zararlı olmayacak değerler göz önüne alınarak belirlenmektedir” diyor.

Gözler ister istemez konuyla ilgili bakanlıklardan Çevre ve Orman Bakanlığı’na yöneliyor. Çevre Bakanlığı’ndan ismini vermeyen bir yetkili Reuters’e yaptığı açıklamada, “Volkswagen olayı yeni bir süreçtir. Egzoz ölçümleri bizde genelde araç muayene istasyonlarında yapılıyor” diyor. Bakanlık yetkilisi, “Amerika'da seyir halinde ve rölantide emisyon ölçümü yapılmış ve bu ölçümler arasında kırk kat fazla değer ortaya çıkmış. Eğer hareket halindeki değerlerle sabit değerler arasında böyle farklılıklar varsa biz dahil bütün ülkeler egzoz ölçümünde yeni konsepte geçmek zorundayız” diye de ekliyor. Bu da gümrükten gelen haberleri doğruluyor. Konuştuğumuz uzmanlar, ithal araçların beyana dayalı bir sistemle ülkeye sokulduğunu, AB standartlarına uygunluğun yeterli olduğunu belirtiyor. Çevre Bakanlığı da periyodik egzoz ölçümlerinden farklı bir ölçüm yapıldığına dair bir açıklama yapmıyor. Tüm bu açıklamalar, hava kirliliğine yol açan ve akciğer kanseri gibi birçok hastalığa yol açan azot oksit emisyonlarının ölçümünün tamamen otomobil firmalarının eline bırakıldığını gösteriyor.   

Tüm bu tartışmalar, Türkiye’de egzoz ölçümlerinin ne kadar güvenli yapılıp yapılmadığını da gündeme getirdi. Araç muayenesi konusunda tek yetkili TüvTürk yaptığı açıklamada, egzoz emisyonlarının yüzde 35’ini kendilerini kalan yüzde 65’inin ise TSE 12047’ye sahip otomotiv servisleri tarafından yapıldığını açıklamıştı. Bunların içinde otomotiv bayileri de var. Tüm bu yetkili servisler otomotiv sektörüyle yakından ilgili ve zincirin bir parçası. Volkswagen skandalından sonra sektör oyuncularının bir parçası olduğu bu denetim sistemi de tartışılmaya başlandı. İşin ilginç tarafı, bağımsız ve hatta işi çevreyi, toplum sağlığını korumak olan kuruluşların denetim ayağında daha aktif rol almak için ortaya çıkmamaları. Türkiye’de üniversiteler ve meslek odaları neden sessiz, yeterli teknik kapasiteye mi sahip değiller; anlamak zor.