Yeni nükleer santral yatırımları son beş yılın en düşük seviyesinde*

Uluslararası Enerji Ajansı‘nın son raporuna göre yeni nükleer santral yatırımları son beş yılın en düşük seviyesinde kaldı. Artan elektrik talebine rağmen nükleer santralların küresel elektrik üretimindeki payı azalıyor.

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Temmuz 2018

Uluslararası Enerji Ajansı‘nın (UEA) 2018 yılı Küresel Enerji Yatırımları raporu açıklandı. Rapora göre enerji yatırımları son iki yıldaki düşüş eğilimini bozmadı ve 2017 yılında 1,8 triyon dolara geriledi. Özellikle elektrik sektöründe yatırımların azaldığı görülürken, güneş ve rüzgarın başını çektiği yenilenebilir enerji yatırımları düşüşten en az etkilenen sektörler oldu.

Nükleer enerji yatırımlarındaki düşüş ise oldukça çarpıcı. 2017 yılında nükleer enerji yatırımları yüzde 45 oranında azalarak 17 milyar dolara geriledi. Geçen yıl tüm dünyada sadece 4 yeni nükleer reaktör devreye alındı ve bunların üçü Çin’deydi.

UEA verilerine göre dünya elektrik tüketimi 2004 yılında 15 bin teravatsaat civarındaydı. 2017 yılında tüketim 22 bin teravatsaatlere yükseldi ancak aynı dönemde nükleer santralların elektrik üretimi artmadığı gibi geriledi. 2004 yılında dünyadaki tüm nükleer reaktörler 2 bin 616 teravatsaat elektrik üretirken bu rakam 2017’de 2 bin 488 teravatsaate düştü. Artan elektrik talebine rağmen nükleer enerjinin payı azaldı. Bu da nükleer enerjinin küresel elektrik üretimindeki payının neredeyse yarı yarıya azalttı. 1996 yılında dünya elektrik üretiminin yüzde 17,6’sını karşılayan nükleer santralların bugünkü payı yüzde 10,5 civarında. 

Küresel Enerji Yatırımları raporu nükleer enerji yatırımlarının neredeyse tamamının devlet desteğiyle ve rekabet koşullarının olmadığı pazarlarda gerçekleştiğine de dikkat çekiyor. 2000 yılından bu yana onaylanan nükleer enerji yatırımlarının sadece yüzde 3’ü rekabetçi pazarlarda gerçekleşmiş. Bu yatırımlarda da devlet şirketlerinin varlığı ve fiyat garantileri gibi rekabeti zedeleyen faktörler rol oynamış.

Enerji yatırımlarında payını artırmayı başaran nadir sektörler arasında enerji verimliliğinin olması dikkat çekici. 2017 yılında 236 milyar dolarlık yatırım yapılan enerji verimliliği sektöründe binalar, ulaşım ve endüstri başlıkları ön planda. Elektrikli araçlara harcanan miktarın 43 milyar doları bulması da raporun dikkat çektiği ilginç veriler arasında.

Elektrik enerjisi yatırımlarında ise yenilenebilir enerji başı çekiyor. 2017’de elektrik üretimi yatırımlarının üçte ikisi (300 milyar dolar) yenilenebilir enerjiye ayrılmış. Geçen yıl kurulan güneş ve rüzgar enerjisi kapasitesinin toplamı, diğer enerji kaynaklarına eklenen yeni kapasiteyi geride bırakıyor. UEA, küresel enerji yatırımlarının yüzde 8’ini çeken güneş enerjisindeki en büyük avantajın neredeyse her yıl yüzde 15 oranında azalan maliyetler olduğuna dikkat çekiyor. 2017’de güneşten elektrik üreten fotovoltaik panellere yapılan yatırımın nerdeyse yarısı Çin’de yapılmış. Çin’in aynı yıl kömür santralları yatırımını yüzde 55 oranında azaltması da dikkat çekiyor.

*BirGün'de Dünya Nükleerden Kaçıyor başlığıyla yayımlanmıştır.

Boykot etmeli ama nasıl

Özgür Gürbüz-BirGün/16 Temmuz 2018

Çevre sorunlarının bir numaralı kaynağı kapitalizm yani tüketim toplumu olduğu için tüketicileri belli bir markayı ya da ürünü boykot etmeye çağırmak günümüzde sıklıkla kullanılan kampanya araçlarından. Ormana kurulan bir otele gitmemek, hayvanlar üzerinde deney yapan firmanın ürünlerini almamak, kitlelerce benimsendiğinde elbette sonuç alınabilecek doğru eylemler.

Teoride evet ama pratikte sorun var. Boykot kampanyalarının çoğu amacına ulaşmıyor. Peki, onları işe yarar hale getirmek için ne yapmalı? Hareket alanlarımızın iyice kısıtlandığı şu günlerde bu soruya yanıt bulmak hiç olmadığı kadar önemli. Kitleleri alışverişe giderken eyleme yönlendirmek, boykota katılmalarını sağlamak oldukça zor ama imkansız değil. 1955’te zenci ve beyazları otobüslerinde ayrı ayrı oturtan Montgomery’deki otobüs boykotu gibi. Alabama’daki Afrika kökenli Amerikalılar, yüksek mahkemenin kararıyla bu insanlık ayıbı ortadan kalkana kadar tam 381 gün, haftada bir gün otobüse binmemiş ve başarmıştı.  

Boykotlar başarılı olmak için görünür ve sürekli olmalı. Görünürlükten eskiden sadece medyayı anlardık. Büyük şirketler, medya organlarıyla aralarındaki reklam ilişkileri nedeniyle aleyhlerindeki bir yazı veya haberi engelleyebildikleri için boykotları duyurmak daha zordu. Şimdi sosyal medya gibi bir kapı daha var. Şansınız daha fazla ama uzun süre görünür olmayı başarmak zorundasınız. Montgomery’yi hatırlayın; 381 gün…

İş sadece sosyal medyada bitmiyor. Kampanyayı şirketin ve tüketicilerin olduğu her yere taşımalısınız. Türkiye’den bir örnek verelim. Sendikalaştıkları için işten çıkarılan Flormar işçilerinin işe iadesi amacıyla firmanın ürünleri boykot ediliyor. Flormar’ın yüzde 51 hissesi Yves Rocher’inin elinde. Her yerde mağazası ve tüketicileri var. Boykotun başarılı olması için medyada görünürlüğün yanı sıra o mağazanın yakınından geçen herkesin olayı duymasını sağlamak gerek. 2008 yılındaki Desa boykotundaki gibi uluslararası bağları kullanmak, yurt dışındaki tüketiciyi veya sivil toplum örgütlerini sürece katmak da önemli.

Boykot kampanyasının hedef kitlesi boykot edilen ürünün alıcısı değilse o işe hiç başlamayın. Ferrari marka otomobili boykot edecekseniz, o alıcılara ulaşabilmelisiniz. Montgomery’de otobüsü kullananların 4’te 3’ünün zenci olması boykotu başarılı kılmıştı. Tüketicileri boykota katmanın tek yolunun onları suçlu hissettirmek olmadığını da unutmayın. Boykota katıldıkları için gurur duymalarını ve güçlü hissetmelerini sağlamak da önemli bir araç olabilir. Hedef kitleniz üst gelir sınıfıysa onları suçlu hissettirmekten çok, gurur duyacak ve dostlarına anlatabilecekleri bir iş yapmaya davet edin.

Her boykot kampanyasının kendine has incelikleri olsa da başarı için ilk akla gelenler bunlar. Başarının sadece kampanya amacına ulaşmak olduğunu da düşünmeyin. Karşınızdaki şirketin alnına yıllarca unutulmayacak bir kara leke sürmek, kısa dönemde satışlarını düşürmekten çok daha etkili olabilir.

Boykotlar tutmaz deyip kestirip atmayın. Sorun boykotta değil bizde. Çoğumuz başkalarının bizim için her sorunu halletmesini bekliyoruz; böyle alışmışız. 24 Haziran seçimi üzerinden bir örnekle anlatayım. Seçim sonrasında özellikle CHP’yi eleştiren yüzlerce sosyal medya paylaşımı okuduğunuza eminim. Bu insanların çoğunun CHP’den rahatsız olsa da partiyi değiştirmek için örgüte katılmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Rakamlar ortada. CHP’nin aldığı oy sayısı 12 milyon 111 bin, üye sayısı ise 1 milyon 200 bin. Oy sayısı üye sayısının 10 katı. AKP’de ise oy sayısı 23 milyon 681 bin, üye sayısı ise 10 milyona yakın. AKP’ye oy verenlerin yarısı halihazırda parti üyesi. Muhalefetin her alanında durum böyle. 16 yıllık kalıcı bir düzeni yıkmak istiyorsunuz ama bunu, işleyişini, çalışma düzenini, kadrolarını bilmediğiniz partilerde bir günü eğitim toplam iki gün çalışıp sandık görevlisi olarak yapabileceğinizi sanıyorsunuz.

Büyük başarılar fedakarlık, sabır ve davaya bağlılık ister. Boykotlar da öyle. Bugün Türkiye’de boykotların işe yarama şansını azaltan en büyük faktör başkalarından bekleme ve kolaycılığımız. Yoksa ETS Tur’un sahibi, müşterilerinin büyük bir bölümünün muhalifler olduğunu bilmesine rağmen, boykot edilmekten korkmadan hükümette yer alır mıydı? Keyfimizi bozmadan, dünyayı değiştirmeyi istemek gerçekçi değil. Bizim de özeleştiri yapma zamanımız geldi, ertelemeyelim.

Nükleer atıklara yeşil ışık

KHK ile nükleer enerji düzenlemesi: Nükleer atıklara yeşil ışık

Yayınlanan KHK ile Rusya’nın ‘alacağız’ dediği nükleer atıkların Türkiye’ye geri gönderilmesine yol açıldı. Kurulacak olan Nükleer Düzenleme Kurumu’nun tarafsız olmayacağı da açık

Özgür Gürbüz-BirGün/10 Temmuz 2018

Alelacele çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerden nükleer enerji de nasibini aldı. Türkiye’de bir Nükleer Düzenleme Kurumu kurulmasını ve ilgili bazı kanunlarda değişiklik yapılmasını sağlayan KHK ile Rusya’nın alacağız dediği nükleer atıkların Türkiye’ye geri gönderilmesine de yeşil ışık yakıldı.

Mersin Akkuyu’da nükleer santral kurmak isteyen Rus şirketi, sürecinden başından beri atıkları (aslında sadece yüksek seviyeli atıkları, orta ve düşük seviyeli atıklar Mersin’de kalacak) Rusya’ya götüreceğini söylüyordu. Kararname’nin 6. maddesinin ilk iki fıkrası ise Rus şirketin nükleer atıkları Rusya’ya götürdükten sonra geri getirmesine izin veriyor. 6. maddenin ilk fıkrası, “Türkiye Cumhuriyeti egemenlik alanı dışında yürütülen bir faaliyet sonucu ortaya çıkmış olan radyoaktif atıklar, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisine sokulamaz” diyerek, nükleer atıkların Türkiye’ye getirilmesine karşı çıkıyormuş gibi görünse de takip eden ikinci fıkra bir istisna koyuyor. Aynı maddenin ikinci fıkrası, “Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde üretilmiş ve kullanım süresi dolduğunda menşei ülkeye iade şartı ile ihraç edilmiş radyoaktif kaynaklara ve radyoaktif atıkların transit geçişine birinci fıkra hükmü uygulanmaz” diyor.

Bu fıkranın anlamı şu. İçinde plütonyum gibi nükleer silah yapımında kullanılabilecek kullanılmış yakıt çubukları santraldan çıkarıldıktan sonra Akkkuyu’da soğutma havuzlarında bekletilecek, daha sonraysa Rusya’ya (Sinop için Japonya veya Fransa) götürülüp, silah yapımında kullanılabilecek maddelerden arındırıldıktan sonra yeniden Türkiye’ye gönderilecek ve radyoaktivitesi azalana kadar binlerce yıl Türkiye’de kalacak. Nükleer santral riskinin yanına nükleer atık riski de eklenecek.

Kurum bağımsız olamayacak 
Nükleer Düzenleme Kurumu (NDK), nükleer enerji ve iyonlaştırıcı radyasyonla ilgili faaliyetlerin yürütülmesi sırasında çalışanların, halkın, çevrenin ve gelecek nesillerin iyonlaştırıcı radyasyonun zararlı etkilerinden korunması için gerekli ilke ve esaslarla, tarafların sorumluluklarını belirlemek için düzenlemeler yapacak. Yurt dışında da benzerleri görülen kurumun görünen en temel sorunu Türkiye gibi tek adam tarafından yönetilen, denetleme mekanizmalarından yoksun bir ülkede nasıl bağımsız olacağı.

KHK’nin 7. maddesin 1. fıkrasında, “…kendisine verilen görev ve yetkileri bağımsız olarak yerine getirir ve kullanır” dese de,  aynı fıkrada kurumun ilgili bakanlığının, Cumhurbaşkanınca belirleneceği söylemi bağımsızlığına gölge düşürüyor. Kurumun karar organı olan Nükleer Denetleme Kurulu’nun üyeleri de Cumhurbaşkanınca atanıyor. Bakanlığa bağlı, üyeleri iktidarca belirlenmiş bu kurumun bağımsız kararlar alıp, şirketlerin veya devletin değil halkın sağlığını öne çıkaracağını düşünmek fazla iyimser olmayı gerektiriyor. Benzer kurumlar yabancı ülkelerde de var ama bağımsızlık için başka ilkeler de eklenmiş. Örneğin, ABD’deki benzer kuruluşun beş komisyon üyesi ABD Başkanı tarafından atansa da, Senato tarafından onaylanmak zorunda. Finlandiya’nın benzer kuruluşu STUK ise ülkede yapımı süren santralde bulduğu hataların üstünü örtmeyerek, belki de santralın 10 gecikmesine ve 5,5 milyar avro zarar edilmesine neden oldu. Türkiye’deki NDK’nin bu yapısıyla iktidarın ve şirketlerin hoşuna gitmeyecek benzer bir cesareti gösterebileceğini hiç düşünmüyorum. Umarım yanılırım.

NDK’ye verilen görevler arasında maruz kalınabilecek radyasyon dozlarını belirlemek de var. Bu da oldukça tartışmalı bir konu çünkü büyük nükleer kazalarda, sınır değerlerin artırılarak ortada bir risk yokmuş gibi davranılmasına yol açabilir. Fukuşima’da da bunun örneğini görmüştük. O yüzden kurumun bağımsız olmaması ve devletçe kontrol ediliyor olması sınır değerleri güvenilmez kılacak.

320 kişilik kadro ayrılan NDK’ye verilen yetkilerden biri de, ihtiyaç duyacağı konularda danışmanlık ve teknik destek alacağı, yüzde 51 hissesine sahip NÜTED adlı bir şirket kurmak. Bu şirketin yüzde 49 ortağının kim olacağı da önemli çünkü NÜTED’den istenen işin halk sağlığını tehdit eden ve nükleer firmaları rahatsız edebilecek bir konu olması durumunda, ortaklık yapısında bulunacak şirketin yapılacak araştırma veya denetim çalışmasını etkileyebilme gücü olabilir.

Türkiye çöp üretiyor

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Temmuz 2018

Samandan, patatese her şeyi ithal eden Türkiye’de herkes ülkenin üretim yapamamasından şikayetçi. Haksızlık etmeyelim, Türkiye her gün bol bol çöp üretiyor. Aslında “atık” demem gerek ama diyemiyorum çünkü belediyelerin topladıkları atığın yüzde 90’ı çöpe gidiyor. TÜİK’in en son verilerine göre, 2016 yılında belediyelerce toplanan 31,6 milyon ton atığın yüzde 61,2’si düzenli depolama tesislerine, yüzde 28,8’i belediye çöplüklerine ve yüzde 9,8’i geri kazanım tesislerine gönderilmiş. Yüzde 0,2’si ise ya açıkta yakılıyor ya da dereye veya araziye boşaltılıyor. Anlayacağınız, tüketim toplumunun en kötü örneklerinden biri haline gelen Türkiye, aşırı tüketimle atık miktarını artırdığı gibi, çıkan atığı da değerlendiremiyor.

Avrupa’ya baktığımızda hedeften ne kadar geride kaldığımızı daha iyi görüyoruz. 2015 yılında Avrupa’nın bu konudaki lideri Almanya belediye atıklarının yüzde 66’sını geri dönüşüm ve kompost tesislerine göndermiş. 10. sıradaki İtalya’da bu oran yüzde 44, listenin ortalarında yer alan İspanya’da yüzde 33. Son sıralardaki Romanya bile yüzde 13’ü yakalamış. Türkiye AB kayıtlarında Sırbistan’la birlikte sonuncu gözüküyor. 2015 verisine göre yüzde 1’de kalmışız. Biz, TÜİK’in 2016 verisini esas alıp yüzde 10 diyelim ama o da bizi Avrupa’nın en kötü üç ülkesinden biri olmaktan kurtarmıyor.

İşin daha da kötüsü şu; bu çağda “geri dönüşüm” asıl hedef bile olamaz. Hedef, sıfır atık çıkarmak olmalı. Geri dönüşüm son çare, çözüm değil. Önce atık üretimini azaltmak gerek. Bu hedefe ulaşmak için de kullanılmış ürüne odaklanmak yetmez, üretim sürecinin tamamını değiştirmeliyiz. Döngüsel ekonomi kapsamında, yeni atık politikası şu üç madde üzerinde inşa edilmeli.

* Ürün üretiminde, ekolojik tasarımların da yardımıyla daha az hammadde kullanarak veya hammadde israfını önleyerek aynı ürünü üretmeyi başarmalıyız.

* Ürünleri daha verimli kullanmalıyız. Paylaşım ekonomisini yaygınlaştırarak, kullandığımız bir ürünü başkalarının da kullanmasını sağlayabiliriz. Ortak kullanılan otomobiller, bisikletler buna iyi bir örnek. Kullanılmış giysilerin, ev eşyalarının paylaşımının yaygınlaştığını düşünün.

* Ürünlerin yaşam ömrü uzatılmalı. Daha dayanıklı ürünler atık miktarını azaltır. Kullandığımız eşyalar bozulunca atmak yerine tamir etmeliyiz. Terzi ve tamirciler gibi ürünlerin ömrünü uzatan meslekleri destekleyecek mali politikaları ciddi ciddi konuşmak gerek.

Kavramları da yerli yerine oturtsak iyi olacak. Geri dönüşüm, kullanılmış bir üründen yine aynısını yapmaktır. Kullanılmış cam şişesinden cam şişe yapmak gibi. Plastik şişeden kalitesi daha düşük bir plastik torba üretmek geri dönüşüm sayılmaz çünkü bir süre sonra plastik yeniden kullanılamaz hale gelir ve döngü sonlanır. Camdan cam yapmak ise ömür boyu devam eder…

Şirketlerin yeşile boyama oyununa da düşmeyin. Örneğin, içine bitki katılmış plastik şişeleri çevreci sanmayın. Şirketlerin cam şişeden kaçma çabası bunlar. Plastik şişenin birazı bitkiden üretilse ne fark eder? Plastik doğada yok olur mu? İçine süt ve meyve suyu koyduğunuz plastik, karton ve alüminyum karışımı karton kutular da çevre dostu değiller. Geri dönüşümü zor, kimse uğraşmıyor. Doğada çözünür dedikleri plastik torbanın, parçalara ayrılması için çok özel koşullar gerektiğini unutmayın. Bez çanta ve mataradan vazgeçmeyin. Söz konusu şişeyse önceliğimiz cam olmalı, mecbur kalınan yerde ise depozito ücreti alınan plastik şişe veya karton kutu kullanılmalı. Gereksiz ambalajlar, pipet gibi tek kullanımlık ürünlerin üretimi ise mecbur kalınan yerlerde sınırlandırılmalı, caydırıcı ücretler ve vergiler eklenmeli.

Cam şişeyle, depozitoyla uğraşmak istemeyen şirketler, daha kolay ve fazla kâr elde edebilmek için çevreyi kirletmeyi tercih ediyor. Hükümet de halkın sağlığını değil şirketleri koruduğu için sesini çıkarmıyor. Tüm sorunumuz bu. Hedefimiz sıfır atık olsun ama çıkan atıkları sıfırlamaya değil, çıkardığımız atık miktarını sıfırlamaya çalışalım. 

Çevreciler şimdi ne yapacak

Özgür Gürbüz-BirGün/2 Temmuz 2018

Seçimlerden sonra doğayı korumaya çalışanlar ne yapacak? Hükümet kurulur, eskisine benzer bir iktidar ülkenin başa geçerse çevre konusunda başımıza neler geleceğini üç aşağı beş yukarı tahmin edebiliyoruz. Ormanlar şantiyeye, kıyılar betona, dereler kocaman birer boruya, ovalar bölünmüş yola, zeytinlikler santrala dönecek. Bu kötü gidişatı durdurmak, halkın sağlığını ve canlıların yaşam alanlarını korumak için biz ne yapacağız onu düşünmekte fayda var. Yeni yıl hedefleri gibi oldu ama ben size aklımdakileri yazdım.

Çevre ile siyaset arasındaki bağı göstermeliyiz. Seçimde bir kez daha gördük ki insanlar sandığa giderken çevre sorunlarını ilk sıraya koymuyor. Bizim önümüzdeki dönemde siyasetle doğa arasındaki inkar edilemez bağı artık açıkça göstermemiz gerekiyor. Termik santrala karşı mücadele ederken, “çözüm nedir diye soranlara” artık sadece “kömür değil güneş” demek yetmez. Çözümün siyasetten ve sandıktan geçtiğini, “aman siyasete bulaşmayalım” demeden, işin en başından anlatmalıyız. Suçlu hangi partiyse onu halka göstermeli, kampanyalar sırasında o partinin yerel örgütlerinden, yetkililerinden yanıt ve savunma istemeliyiz. İşin başındakiler karşımıza çıkmaya korkuyor. O zaman biz de bulduğumuz ilk sorumlunun yakasına yapışmalıyız.

Yalnız mücadele etmekten vazgeçmeliyiz. Mevcut örgütler aklımız ve yüreğimizdekileri tamamen yansıtmayabilir ama birlikte olmak bugün en güçlü dayanağımız. Sosyal medyada bile doğruları tek başımıza söylemenin eksik olduğu bir zamandayız. Meramımızı aynı anda bir etiket altında toplayınca gündemi belirliyoruz. Birlikte aynı şarkıyı söylediğimizde çok güçlüyüz. Örgütlenmeme lüksümüz yok. Mahallede, dernekte, sendikada veya bir siyasi partinin çevre ile ilgili çalışan kollarında buluşmak zorundayız. Az değiliz ama bir arada olmayınca az gibi görünüyoruz.

Talanı durduramasak bile açığa çıkarmalıyız. Çevreye zarar veren faaliyetleri durdurmak istiyoruz elbette ama bir amacımız da bu talanı ifşa etmek. Biz söylemezsek, yazmazsak, protesto etmezsek tarihe suçluları belli olmayan bir cinayet romanı bırakacağız. Olayın cinayet olduğunu bile kimse bilmeyecek. O yüzden de tek amacımız cinayeti önlemek değil bazen de şahitlik etmek, katile, “senin ne yaptığını biliyoruz” demek. Bu kapsamda, sesinize yer veren, davalarınızı sahiplenen medyaya destek olmak, onlara içerik ve maddi destek sağlamak da hiç olmadığı kadar değerli hale geldi. İhmal etmeyin, destekleyin.

İnandıklarımızı hayata geçirmeliyiz. Örgütlü faaliyetlerimizin yanında, kendi başımıza yapacağımız çok önemli işler de var. Biliyoruz ki doğanın bir numaralı düşmanı kapitalizm ve onun büyüttüğü tüketim toplumu. Bugünkü iktidarı ayakta tutan da o. Hayatımızı sadeleştirmek, az tüketmek ve özellikle de bu talana destekleyen şirketleri ve hatta bireyleri boykot etmek yaşamı hiçe sayanlara verilecek en büyük derslerden biri. Bu boykotlar işe yaramaz deyip, kestirip atmaktan vazgeçelim. Tembelliğimize bahane bulmayalım. Doğaya zarar veren bir inşaat şirketinden ev almamaktan, doğanın talanına yeşil ışık yakan iktidara yakın bir süpermarket zincirinden alışveriş etmemeye kadar onlarca seçeneğiniz var. Ekonomik gücünüz ne olursa olsun yapabileceğiniz bir eylem var. Tamirciden, gıdaya, doğru kişilere ulaşmak için çevrenizdeki dostlarınızdan yardım isteyebilirsiniz. Tüketim ve hatta üretim kooperatiflerinin bir parçası olabilir, sosyal medyadaki ağlardan yararlanarak sistemin sizi daha az kullanmasını sağlayabilirsiniz.

Çevre mücadelesi ömür boyu sürecek. Doğruları söylemeye, savunmaya devam edeceğiz. Bu mücadele kazanma veya kaybetmenin ötesinde bir dava. Bu davanın hayat boyu süreceğinin bilinciyle, yılmadan yola devam etmek zorundayız. Çoğunluğun her zaman haklı olmadığını biliyoruz; seçimler o anlamda bir şey ifade etmiyor. Tek başımıza kalsak da doğru bildiğimizi söylemek zorundayız.

Her gün aynı sloganla güne merhaba diyelim. Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!

Adam kazandı mesajı ve gazetecilik üzerine

Özgür Gürbüz/26 Haziran 2018

Muharrem İnce ile İsmail Küçükkaya arasında geçen mesajlaşma ve onun haberleştirilmesi tartışma konusu oldu.Bu konuyu tartışmak bile anlamsız ama görüşümü söyleyeyim. Öncelikle bana, "adam kazandı" yazılı bir mesaj gelse, biçemi nedeniyle resmi açıklama olmadığını düşünür, bunu açıklayabilir miyiz diye gönderen kişiye sorardım. Belli ki arada samimiyete dayalı bir ilişki var ve ona dayanarak atılmış bir mesaj bu. Hayatımda bu tavrım nedeniyle sansasyonel çok sayıda haberi ötelediğim ya da yapmadığım olmuştur ama insanların saygısını ve sevgisini kazandığımı (umarım) düşünüyorum. O da reytingden daha önemli benim için.

Muharrem İnce'nin o gece bir gazeteciyle mesajlaşması ise bir hata, kendi de söyledi. Olgun tavrı ve özür dilemesi de puan kazandırdı. Yalnız, bu sadece onun hatası değil, İnce'nin iletişiminden sorumlu olanların da hatası. İnce'nin telefonu o gece iletişimcisinin elinde olmalıydı. Bunu da not edelim.

Olay aslında gazeteciliği nasıl yapmak istediğinizle ilgili. Gazeteciler haber kaynaklarıyla dost olabilir, samimi bir dille aralarında muhabbet edebilirler. Bunda bir sorun görmüyorum. İş kamuya mal olma kısmına gelince, haberin, yazının belli kuralları vardır ve profesyonel davranmak gerekir. Bu tip ilişkilerde konunun ne zaman profesyonelleştiğinin iki taraf açısından da açık ve net bir şekilde bilinmesi gerekir. Gördüğüm kadarıyla bu meselede o çizginin iki taraf içinde net bir şekilde çizilmediği ortada. Ben Küçükkaya'nın yerinde olsam gelen mesajı haber yapmaya karar veridğim anda Muharrem İnce'den resmi bir açıklama koparmaya çalışırdım ya da canlı yayına almak için ikna etmeye çabalardım. Böylece o haberi duyururdum. Bunların hiçbirini denemeden, aradaki samimiyete dayalı bir mesajı haberleştirerek, sohbeti bir anda profesyonel ilişkiye çevirmek pek doğru olmamış. Zor bir gün ve önemli bir bilgi elbette ama ben öyle yapmazdım. Yine de Küçükkaya ile uğraşılmasını da hiç doğru bulmuyorum, onu da söylemeliyim. İkinci paragraftaki sorun çözülmesi gereken ilk konu bence.

Son söz. Şimdi bu polemiği bir kenera bırakıp bir sonraki seçimi demokrasiyi savunanların nasıl kazanacağını, parlamenter sistemi nasıl savunacağımızı konuşalım. Artık ana akımın bize öğrettiği bu, "popüler, kalıcı bir değer yaratmayan konuları gündeme taşıma alışkanlığın"dan da vazgeçelim.

Gözündeki umudu seviyorum

Özgür Gürbüz-BirGün/25 Haziran 2018

Sık sık seçim olan bir ülkede pazartesi günleri yazı yazmak ne zor işmiş. Bu seçim sonuçlarını görmeden yazdığım kaçıncı yazı hatırlamıyorum. Siz bu yazıyı okuduğunuzda sonuçları biliyor olacaksınız. Belki şu an kutlama yapıyorsunuz belki de haksızlıklar için mücadele ediyorsunuz. Sonuçları henüz bilmiyorum ama önemli değil. Size kazananı söyleyebilirim. Türkiye’de seçimi umut kazandı!

Bu seçimde çok şey değişti. Haksızlığa, adaletsizliğe, yolsuzluğa karşı gösterilen tepki kitleselleşti. Sadece sol partiler değil, İyi Parti ve Saadet Partisi gibi iki sağ partinin de Adalet Yürüyüşü ile sloganlaştırılan, “hak, hukuk, adalet” talebine en güçlü şekilde katıldıkları görüldü. Adaletli, hukuka dayalı, yasama, yürütme ve yargının bağımsız hareket edebildiği bir demokratik sisteme dönüşün umudu arttı. Tek adamcılar, hukuku hiçe sayanlar, yolsuzluğa göz yumanlar ülkemizde azınlık ve şimdi onlar da bunu biliyor.

Barış ve huzur isteği her türlü talebin önüne geçti. İktidarı tek bir adamın etrafında toplamayı amaçlayan ittifak planına karşı, demokrasi talebi garip geldi. Asıl ittifakı demokrasiye, parlamenter sisteme inanalar yaptı. Padişahlık hayali, tek adam saltanatı, saraylardaki dokunulmazlıklar çöktü. Bu ülkenin insanlarının yoksul halkın parasıyla saltanat sürmek isteyenlere hayır diyeceği kesinleşti. Seçimin belki de en çarpıcı sloganı, “Patates, soğan; güle güle Erdoğan” oldu. Patates alamayan vatandaşa iktidarın vaadi ise kıraathane ve ücretsiz kek oldu. Ekmek bulamıyorsanız pasta yiyin misali… Ona oy verenler bile sarayın halkın düştüğü durumla ilgilenmediğini anladı. Refleksleri hızlı olanlar bu seçimde saraya oy vermeyi bıraktı, diğerleri de bundan sonra bırakacak.

Umut fakirin ekmeğiydi, o umut kitleselleşti, miting alanlarını doldurdu. Sarayları savunanların mitingleri zayıf, isteksiz kitlelerce, “emirle” doldurulurken, başta Muharrem İnce olmak üzere muhalefetin mitingleri inançlı ve heyecanlıydı. Türkiye tarihinin görmediği büyüklükte mitingler arka arkaya ve ülkenin dört bir yanında gerçekleşti. Devlet imkanları seferber edilmedi, gelenlere para ödenmedi, memurlar veya öğrencilere mitinge katılmaları yönünde tehdit mesajları gönderilmedi ama milyonlar sokağa çıktı. Seçime üç gün kala üç büyük kentte 10 milyona yakın insan toplandı. O insanların gözündeki umut, ülkenin umudu oldu. Hırsızlık, oy çalma ve baskıya müsaade edilmeyeceği o mitinglerden gelen mesajlardan belliydi.

İktidarın tekelindeki medya iyice itibarsızlaştı. Çoğunun seçimin kaybedilmesi durumunda yayın politikalarını değiştirmeye hazırlandığına emin olabilirsiniz. Çok geç kaldıklarını hepimiz biliyoruz. Halk o kanalları da, o kanallara mecbur kaldığı için değil çıkarı için hizmet verenleri affetmeyecek. Küçümsedikleri, tek stüdyoya dünyayı sığdırmaya çalışan kanalların izlenme oranları plazalardaki ihtişamlı kanallara fark attı. Medya’da da sarayda oturanlar  kaybetti. 25 Haziran’dan sonra bağımsız medya daha da güçlenecek. Uydu antenleriyle bağımsız kanallar izlenecek. Kimse yandaşları unutmayacak. BirGün gibi gazetelere abonelikler artacak. Yeni bir Türkiye kuruluyor ve artık halk bu yeni ülkenin medyasını da kendisinin kurması gerektiğini biliyor.

En önemlisi de bu seçimden sonra ülkedeki kutuplaşma azalacak. Ayrımcılığın, şiddetin dili kaybedecek. Irkı, dini, mezhebi farklı olsa da ezilenlerin aynı safta birleşmesi Türkiye’de ön yargıları kıracak. Kıyafet, mezhep, ırk ve din üzerinden politika yapıp dostları düşman edenlerin ömrü doldu. Devir soğanı bulma ve adaletli bir şekilde paylaşma devri.

Bu seçim döneminde ben insanların gözünde bu umudu gördüm. Bu umudun onları mutlu ettiğine şahit oldum. Ben zaten bu ülkenin dağından, denizinden çok insanındaki umudunu seviyorum.

Patileri kim kesti

Özgür Gürbüz-BirGün/18 Haziran 2018

Sakarya’da patileri kesilen ve hayata veda eden köpeğin haberini gördüğümde aklıma rahmetli Cemal Şener’in anlattığı olay geldi. Alevilik-Bektaşilik üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Cemal Şener’le Sivas Katliamı’nın hemen sonrasında bir kitap fuarında tanışmıştım. Nefes dergisini çıkarmışlardı. Yerel bir gazeteye ve sağa sola yazdığımı öğrenince yazılarımı istemiş, sonra da dergide yazmamı istemişti.

Bir gün Cemal Şener’le sohbet ediyorduk. Bana Malatya’da bir cemevinde yaşananları anlattı. Bilenler bilir, ‘cem’ ibadetine ‘rızalık alınarak’ başlanır. Önce ‘dede’ ya da ‘ana’ “benden razı mısınız” diye sorar sonra da ceme katılanlar birbirinden ‘rızalık’ alır. Şikayeti olan ve ceme getirmeden çözemeyen orada derdini söyler. Malatya’da da öyle olur. Biri kalkar ama şikayeti kendi adına değildir. Şu kişi benim köpeğimi incitti (tekmeledi), ondan razı değilim der. Köpeğe zarar veren kişi kalkar ve özür diler ama dede araya girer. “Senin rızalığını biz veremeyiz, köpeği getirin” der. Köpeği ceme alırlar, köpek kendisine zarar veren insanı görünce hırlamaya başlar. Dede, köpeğe kötü davranan kişiye bir sonraki ceme kadar o köpeğin gönlünü alması gerektiğini söyler. Bu süre boyunca köpeğe zarar veren kişi, hayvana yaklaşmaya çalışır, onu besler ve sever. Yeniden cem ibadeti için toplanıldığında köpek tekrar içeri alınır ve kendisine kötü davranan kişinin yanına getirilir. Bakarlar ki, köpek o insanı affetmiştir, kendisini sevdiriyor; herkes razı gelir.

Malatya’da yakın tarihte yaşanmış bu olayı aklımda kaldı kadarıyla anlatmaya çalıştım. Bu ülkenin hamurunda neler olduğunu hatırlatmak için verebileceğim onlarca örnekten biri bu. Hiçbir zaman şiddetsiz, barışçıl bir toplum olmadık ama son yıllarda şiddetin dozu arttı. Sokaklarda insana saldıran taksici çetelerden, akademisyenlerin kanında duş almak isteyen mafya babalarına kadar her şey var. Yanı başımızda böyle öğretiler, kültürler ve dini inançlar varken ne oldu da biz pati kesen, hayvanlara tecavüz eden, öldüren bir topluluk olduk?

Her şeyden önce şiddetin bireysel bir eylem olmadığını anlamamız gerek. Sokakta biri bir başkasını dövüyorsa bilin ki aslında toplum o kişinin ardındadır. İnsanların herkesçe yanlış kabul edilen eylemlerde bulunmayacağına inanıyorum. Ufak destekler bile suça motive eder. Bu yüzden de şiddeti öğretmeyi, övmeyi, normalleştirmeyi hayatımızdan çıkarmak ilk yapılacak iş. Televizyonlardaki dizilerde bugün ne övülüyorsa sokakta gördüğümüz o. Kurtlar Vadisi izleyen,  yarışma programlarında birbiriyle kavga edenlere bakıp gülen, siyasi liderlerden nefret söylemi ve ötekileştirmeyi öğrenen çocukların, başkalarına farklı davranmasını beklemeyin.

Televizyonlarından banka numarası takip eder gibi, ‘etkisiz hale getirilen terörist sayısını’ takip eden bir nesil öldürmenin kötü bir şey olduğunu unutur.

Şehit dendiği için bir insanın aslında ölmesi gereken yaştan çok önce öldüğünü algılayamayan gençler ölümün acısını anlayamaz. Yaşam değersizleşir.

14 yaşındaki Berkin’in annesi yuhalatılırsa toplum acılarını paylaşamaz; insanlar yalnızlaşır.

Barış istediği için hapse atılan 14 öğrenciye sahip çıkamayanlar, tüm hayatını koca bir hapiste geçirmeye başlamıştır ama fark edemez. Halbuki bu ülkenin John Lennon’larıydı o çocuklar.

Kavga edenlerin karşı tarafı suçlaması ya da mazeret bulması hep o ‘şiddeti haklı çıkarma ihtimaline’ yapılan bir göndermedir. Toplum şiddeti kayıtsız şartsız reddetmedikçe, “o başlattı”, “tahrik etti” gibi binlerce mazeretten birine prim verdikçe şiddet uygulayanlar toplumdan aldıkları bu güçle başkalarına zarar vermeye devam eder. Bu yüzden de yapılacak ikinci iş mazeret kültürünü yok etmek olmalıdır. Yoksa yarın biri çıkar, “o köpek bana havladı, pati attı, çocuğumu korkuttu” der.

Devletlere düşen ise başkadır. Şiddete yardım ve yataklık eden mazereti, öğretiyi ve mağdur edebiyatını toplumların hafızasından çıkarmak, yasalardan silip atmak, suça fırsat tanıyan her koşulu ortadan kaldırmak devletlerin ve onların icracı organları hükümetlerin görevidir. Türkiye’nin en büyük sorunu da burada yani hükümettedir. Köpeği insanla eş tutan kutsal öğretiler unutulduysa, televizyonlarda bunlar değil küçük çocuklara tacizi onaylayan, suça mazeret bulmaya çalışan, bir kere olduysa boş verin diyenler boy gösteriyorsa Sakarya’daki köpeğin başına gelenlerden hükümet sorumludur. Oy atarken Sakarya’daki meleği, yurtlarda tacize uğrayan çocukların ve şiddete maruz kalan insanları düşünün. Tüm canlılar için şiddetsiz, başka bir dünya için oy verin.