Küba’nın enerji devrimi

Özgür Gürbüz-BirGün/7 Ekim 2016

Geçen haftaki yazımda Küba’nın tarım hamlesinden bahsetmiş, kent bahçeleriyle sebze ve meyve üretimini nasıl artırdığını anlatmıştım. Bu sayede Küba, hem şeker üretimine bağlı tarım ekonomisini zenginleştirerek geçmişte yaşadığı ekonomik krizlerin tekrarlanmaması için önlem almış hem de bitkisel ve evsel atıkları kullanarak ithal edilen gübre ve böcek ilacı kullanımını azaltarak ciddi bir ekonomik kazanç sağlamıştı. Küba’nın ‘enerji devrimi’ tarımdaki başarının benzerini enerji alanında da yakalamayı hedefliyor.

Küba’da enerji deyince akla petrol geliyor. Birincil enerji kaynakları içinde petrolün payı yüzde 77, onu yüzde 14 ile biyokütle, yüzde 8 ile doğalgaz izliyor. Birçok ülkenin aksine, petrol elektrik üretiminde de adeta tek kaynak. Bir bölümü Küba’dan karşılansa da ülke Venezuela’dan gelen petrole muhtaç. İthal edilen petrolün karşılığında Venezuela’ya doktor, öğretmen ve askeri uzman gönderen Küba’nın bu ticareti uzun soluklu olmayabilir. Venezuela’dan gelen petrolün miktarı oradaki krizin de etkisiyle azaldı. Olası bir rejim değişikliği bu ticarete daha büyük bir darbe vurabilir. Küba, yıllardır çok zor koşullara rağmen savunduğu bağımsızlığını enerji konusunda da kazanmak istiyor. 2006 yılında hükümetin açıkladığı ve ‘enerji devrimi’ diye adlandırılan reformların temel hedefi bu.

Enerji devriminin ilk hedefi eski makine ve teçhizatın değiştirilerek, enerji verimliliğinin arttırılmasıydı. Küba, iki yıl içinde 116 milyon akkor ampulü verimlileriyle değiştirerek tüm ülkede verimli ampul kullanan dünyadaki ilk ülke oldu (Greenbiz.com). 2,5 milyon buzdolabı ve 1 milyon vantilatör de enerji devriminin ilk iki yılında değiştirildi. Bu hamleler sayesinde gazyağı kullanımı yüzde 66, tüp gaz kullanımı yüzde 60 oranında azaldı. Ülkedeki karbon emisyonları yüzde 18 oranında düştü.

Enerji devriminin hedefleri arasında iletim hatlarının yenilenmesi, yenilenebilir enerjinin payının arttırılması da vardı. İletim hattı kaybı yüzde 14’lere çekildi; neredeyse Türkiye ile aynı seviyeye geldi. 2014’te sıra yenilenebilir enerjiye geldi ve net bir hedef belirlendi. Elektrik üretiminde yüzde 4’ü bulan hidroelektrik, rüzgar, biyokütle ve güneşin payının 2030’a kadar yüzde 24’e çıkarılması kararlaştırıldı. Daha da önemlisi, bu yeni kapasitenin büyük santrallerle değil, dağıtılmış, küçük üretim tesisleriyle sağlanmasına karar verildi. İlk adımlar da atılıyor.

Devrimde başrolü biyokütle dediğimiz bitkiler, hayvan dışkıları ve evlerden gelen organik çöpler oynuyor. Şeker üretiminden kalan atıkları elektriğe çevirmek için şeker rafinerilerinin yanında tesisler kuruluyor. 2030’da elektriğin yüzde 14’ü biyokütleden sağlanacak. Rüzgar türbinleri elektrik ihtiyacının yüzde 6’sını, güneş ise yüzde 3’ünü karşılayacak. Yüzde 1’lik pay ise hidroelektriğin olacak. Petrol ve doğalgazın payı böylece azaltılırken, ülkede petrol arama çalışmaları da hızlandırılacak. İthal edilen miktar bu yolla da azaltılmaya çalışılacak. Küba’nın önündeki en büyük sorun finansman. Yabancı şirketler şimdiden kuyrukta ama bu konu hassas. Hükümet bağımsızlık ve egemenliklerini koruyacaklarını söylüyor. Bunu, hükümetle Batılı şirketlerin ortak girişimleriyle yapmaya çalışacaklar gibi duruyor. Çin benzeri modeller görebiliriz. Bu konuda ilk örnekler hayata geçmeye başladı.

Enerji devriminin bir ayağını da bilgilendirme süreci oluşturmuş. İki yıl içinde, iklim değişikliği, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği konularına değinen televizyon programı sayısı 17 bini bulmuş. Radyo ve gazete haberleri cabası. Bizde tüm dünyanın konuştuğu Paris Anlaşması’nın hayata geçmesi ana akımda yer bile bulamıyor. Yöneticinin kafası eski, medyanın ki paslı olunca enerjide kömüre takılıp kalmamız çok normal.

Küba’nın hem ekonomik bağımsızlığı hem de çevre ve insan sağlığı için yaptığı bu çabalar ülkenin ekolojik ayak izini de makul sınırlar içinde tutmayı başarmış. Dünyadaki çoğu ülkenin aksine, Küba’nın biyolojik kapasitesi (tarımsal üretim, yapılaşma, balıkçılık ve orman ürünleri üretimi vb. için gereken bütün alanlar) son 50 yılda çok az yıpranarak aynı kalırken, ekolojik ayak izi de 90’lardan sonra düşüşe geçerek 60’lardaki seviyesine gerilemiş. Küba ülke kaynaklarından fazla tüketse de, artışı durdurmayı ve kontrol etmeyi başarmışa benziyor. Türkiye’de ise tam tersi bir durum var. Bizde biyolojik kapasitenin giderek azaldığını, ekolojik ayak izimizin de giderek arttığını görüyoruz. Büyüklerimizin deyimiyle cepten yiyoruz.

Hazıra dağ dayanmaz elbette. Ülkenin gıda üreten topraklarının, su kaynaklarının hepsi yok olmadan tüketim toplumundan üretim toplumuna geçmek ve aşırı tüketimi durdurmak zorundayız. 11 milyonluk Küba’dan öğrenecek çok şeyimiz var.   

Tarımda Küba modeli

Özgür Gürbüz-BirGün/30 Eylül 2016

TBMM Başkanı İsmail Kahraman Che’yi sevmeye dursun, Che ve arkadaşlarının yarattığı Küba, ekonomik ve siyasi baskılara rağmen dünyaya örnek olmaya devam ediyor. Sağlıkta Küba’nın başarısını bilmeyen yok. Bizde paralı, kalitesi tartışılan bir hizmet sunulurken, Küba’da herkese ücretsiz sağlık hizmeti veriliyor; bu bir Anayasal hak. Dünyada kişi başına düşen doktor sayısında üçüncü sıradalar. Her bin kişiye yaklaşık 6,7 doktor düşüyor. Türkiye’de bu rakam 1,7. Bizden zengin değiller ama daha sağlıklılar. 11 milyonluk Küba, sağlıktaki bu başarısını şimdi enerji ve tarım alanlarına da taşımak istiyor.

Küba, bir zamanlar dünyanın en büyük şeker üreticileri arasında yer alıyor ve dünyadaki üretimin neredeyse dörtte birini sağlıyordu. Şeker fiyatlarındaki düşüş ve Sovyetler’in yıkılması sonucu kesilen sübvansiyonlar sonucunda yaşanan krizi zor da olsa atlatan Küba, burada yapılan hatalardan ders çıkartmışa benziyor. Tek bir ürüne bağlı tarım ekonomisi (monokültür) terk edilmiş. Sadece üretimde çeşitliliği arttırmamışlar, doğaya ve insan sağlığına zararlı yapay gübre ve böcek ilacı yerine doğal yöntemleri seçip, kentlerde organik tarımın önünü de açmışlar.

Sihirli kelime ‘Organoponicos’. Havana’da bu sihirli kelimeyi söyleyince karşınıza kentin içine serpilmiş, ‘daha azla daha çok üreten’ bahçeler çıkıyor. Adındaki organik vurgusu da bu bahçelerdeki toprağın alt katmanların kimyasallarla değil, bitki artıkları, evsel ve hayvansal atıklarla oluşturuluyor olması. 2013 verileri, Havana’da 97 tane oldukça verimli organoponics bahçe olduğunu gösteriyor. İçlerinde kooperatifler tarafından yönetilen ve yılda 300 ton organik sebze üretenleri de var. Bu çiftliklerin bazılarında hayvan da yetiştiriliyor. Rakamlar, bugün Havana ili sınırlarında kalan alanın yarısının tarımsal üretim için kullanıldığını belirtiliyor. Bizdeki gibi sadece tüketen değil hem tüketen hem üreten kentler yaratmışlar.

2012 yılında Havana’da gerçekleşen tarımsal üretimin matematiksel tercümesi de şöyle: 63 bin ton sebze, 20 bin ton meyve, 10 bin ton kök ve yumru, bin 700 ton et ve 10,5 milyon litre süt. Tarımsal üretimin çoğunun organik ürün olduğunu da vurgulayalım.

Kübalılar, Havana’daki kent ve kent çevresi tarım programının ekonomiye getirdiği katkıyı da hesaplamış. 1 milyon ton sebze üretimi için bildik tarım yöntemleri kullanılırsa ton başına 40 dolar değerinde yapay gübre kullanmak gerekiyormuş. Halbuki organik gübre kullanılırsa, (hele de bu bitki ve evsel atıklardan elde edilirse) ortaya çıkan tek maliyet onu bir yerden bir yere götürmek için kullanılan petrolle sınırlı. Bu da ton başına 0,55 dolar sente denk geliyor. 1 milyon ton üretim için Küba’nın kârı 39,5 milyon dolar. Kimyasal böcek ilacı yerine biyolojik yöntemler kullanılması da maliyetleri 2 milyon 800 bin dolardan 300 bin dolar seviyesine çekmiş.

Sovyetler’in dağılmasıyla tüm bu dışa bağımlı kimyasal ilaç ve gübreden mahrum kalan, bu yüzden de açlık ve yetersiz beslenme sorunları yaşayan 20 yıl öncesinin Küba’sından organik kent bahçeleriyle üretim yapan Küba’ya gelinmiş. Sürdürülebilir tarım hamleleri başta Havana olmak üzere ülkede sağlıklı ve yerel gıda üretimini arttırmış. Bugün, BM Gıda ve Tarım Örgütü’nden Worldwatch Enstitüsü gibi saygın çevre kuruluşlarına kadar birçok yerde, Havana’daki tarım devrimi (herhalde devrim demek daha doğru) anlatılıyor.

Yedikule’deki kent bostanlarını yıkan; kentleri rant uğruna büyüterek tarım alanlarını yok eden; organik ve yerel tarımı destekleyeceğine, çiftçiyi ithal gübre ve ilaca mahkum eden; halkına sağlıklı gıda yedirmek için önlem alacağına, gıda kartellerinin isteklerini kırmayarak GDO’lu hayvan yemlerini ülkeye sokan, doğal şeker yerine halkı nişasta bazlı şekere mahkum eden Türkiye’nin gençleri neden Che tişörtüyle dolaşıyor şimdi anlayabildiniz mi?  

Gelecek hafta Küba’nın enerji ve ekoloji alanındaki hamlelerini konuşacağız.

Türkiye’nin çöküşünün sorumlusu doğa değil eğitim

Özgür Gürbüz-BirGün/23 Eylül 2016 

“Uygarlıklar kurulmuş, refah ve bolluğa kavuşmuş ve çoğu kez zayıflayarak yok olup gitmişlerdir. Neden yok olup gittiklerini burada tartışacak değiliz ama şu kadarını söyleyebiliriz: Mutlaka bir kaynak tükenmesi meydana gelmiş olmalıdır. Birçok kez aynı alan üzerinde yeni uygarlıklar yükselmiştir; daha önceki uygarlığın yıkımına salt maddi kaynakların tükenmesi neden olsaydı buna olanak kalmazdı. Bu tür kaynaklar yenilerdi kendilerini.”

E.F. Schumacher[1], Küçük Güzeldir adlı başyapıtında en büyük kaynak dediği eğitimi, bu satırlarla tartışmaya açar. Bildiğimiz bir tarihten örnekle Schumacher’in ne demek istediğini biraz daha açıklayalım…

Osmanlının hüküm sürdüğü toprakların büyük bir bölümü dönemin en büyük imparatorluklarından Roma’ya aitti. Schumacher’in de dediği gibi, Roma’nın çöküşünün maddi kaynakların kaybıyla, o topraklardaki doğal zenginliklerin eksikliğiyle bir ilgisi olamaz çünkü aynı topraklarda yüzyıllarca ayakta kalacak başka bir imparatorluk, Osmanlı kurulabildi. Osmanlı’nın çöküşü de suyun azalmasından veya buğdayın bitişinden kaynaklanmadı. Neden kaynaklandı diye soracak olursanız yanıtını yine Schumacher’den alabilirsiniz:

“Tüm tarihimiz ve halen geçirmekte olduğumuz deneyimler göstermektedir ki, ana kaynağı sağlayan insandır, doğa değil: tüm ekonomik gelişmenin kilit etkeni insanoğlunun kafasında yatmaktadır. Birden bir gözü peklik, girişimcilik, buluşçuluk, yapıcılık seli boşanır, hem de birçok alanda birden. Bunun ilk nereden doğduğunu kimse söyleyemez ama kendini nasıl sürdürdüğünü ve güçlendirdiğini söyleyebiliriz… Çok gerçek bir anlamda, eğitimin tüm kaynakların en yaşamsalı olduğunu bu yüzden söyleyebiliyoruz.”  

Doğa her kaynağın/varlığın sağlayıcısıdır ancak bunları doğru kullanmak, tüketip tüketmemek insanın elinde. Kısaca özetlersek, aynı toprakta, aynı kaynaklardan faydalanarak batan bir uygarlığın yerine yenisi kurulabiliyorsa bunun nedeni insandadır diyor Schumacher. İnsanın aynı doğal varlığı farklı farklı kullanmasını sağlayan da eğitimden başka bir şey değil. Ve hepimiz biliyoruz ki yeni icat ve düşünceleri ancak farklı insanlar, farklı bilgiler ve kültürel değerlere sahip olanlar yaratabilir.

Türkiye’nin yaratıcılık anlamında yaşadığı yoksunluğun, ekonomiden edebiyata, bilimden tıbba kadar taklitçiliğe, üretmekten çok tüketmeye yönelmesinin ardında eğitim sisteminin dibe vurması yatıyor. Bugünkü terör, darbe ve kaotik ortamı hazırlayan da, Türkiye’nin yaşadığı çöküşün kaynağı da bu. Osmanlı sevdalılarının ülkeyi getirdiği yer Osmanlı’nın sonundan farklı değil çünkü kendilerini aynı dogmalara hapsettikleri için aynı hataları tekrar ettiler. Etmek de zorundaydılar çünkü savundukları devlet ve onu dayandırdıkları din merkezli sistem, biraz önce bahsettiğimiz gibi, ülkelerin ayakta kalmasına yarayan tek unsur olan insanı geliştirmeye değil, kontrol altında tutmayı öne çıkarıyor. Bu da tarihte yüzlerce defa tekrarlandığı gibi ülkelerin iflasını beraberinde getiriyor. Türkiye’de yaşadığımız da bu.

Okulların açıldığı şu günlerde, farklı düşünen eğitimcilerin, ortaokul, lise ve üniversitelerden atılması, zorunlu din dersleriyle, imam hatiplerle eğitimin insanda dönüşüm yaratma gücüne katkı sağlamaktan uzak bir hale getirilmesi bu günleri hazırladı. 1980 sonrası başlayan süreç mevcut hükümetin son hamleleriyle hızlandı. Mevcut eğitim sistemi acilen değiştirilmezse çöküş kaçınılmaz.

Türkiye’nin bu hazin sondan kurtulma şansı var mı? Elbette var ama bu, başta eğitim olmak üzere tüm yapılanların tersinin yapılmasıyla olabilir. Aldığımız eğitimin, doğanın bize sunduğu kaynakları/varlıkları sürdürülebilir ve en verimli bir şekilde kullanmamıza olanak tanımasıyla mümkün. Bu da zorunlu din dersleriyle, peygamberin hayatını öğrenmekle, bireysel özgürlükleri kısıtlayacak kıyafet dayatmalarıyla, her öğrenciden imam yaratmakla; yasak, mahalle baskısı ve tabularla iç içe yürüyen bir eğitim sitemiyle olmaz. Düşünce özgürlüğü bilimin gelişmesi için gereken ilk şartlardan biri. Düşüncesini kısıtladığını eğitimci, çöküşü durduracak öğrenci yetiştiremez.


[1] E.F. Schumacher, bir önceki yüzyıla damgasını vurmuş sosyalist-ekolojist ekonomistlerden biriydi. Küçük Güzeldir adlı kitabı bugün de doğaseverlerin başucu kitapları arasında yer alıyor.

İklim müzakerelerinin kayıp ülkesi Türkiye

Özgür Gürbüz-BirGün/17 Eylül 2016

İklim müzakerelerinde Türkiye’nin yaptıkları, uluslararası ilişkiler derslerinde ‘bu iş nasıl yapılmazı’ anlatmak için kullanılabilir. Özeti şöyle…

COP14-Poznan'dan bir görüntü - Foto: O. Gurbuz
Dünya küresel iklim değişikliğinin insan etkisi nedeniyle gerçekleştiği konusunda şüpheler artınca ilk büyük adımı attı ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması (UNFCCC) ortaya çıktı. Amaç, insan etkisiyle meydana gelen iklim değişikliğini anlamak ve çözümü için tüm ulusları kapsayan bir protokol hazırlamaktı. Çerçeve Anlaşması 21 Mart 1994 yılında yürürlüğe girdi. Türkiye kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu Ek-1 grubuna dahil ederek yanlış pozisyon aldı. Haliyle de, sonraki dönemde herkes iklim değişikliğini nasıl durdururum diye uğraşırken Türkiye, kendisini gelişmiş ülkelerin olduğu gruptan nasıl çıkarırım diye uğraştı. Sonuçta anlaşmaya 10 yıl sonra, Mayıs 2004’te taraf oldu.

Çerçeve Anlaşması’nın önünü açtığı protokolün adı 1997’de kondu. Kyoto Protokolü tarihin seragazı indirimini şart koşan ilk uluslararası anlaşmasıydı. Uzun müzakerelerden sonra Şubat 2005’te yürürlüğe girdi. Türkiye yine ne yapacağını bilemedi. Müzakereleri iyi takip etmediği gibi, pozisyon da alamadı. Enerjide kömürcülerin ağırlığı hissediliyor, ülkenin her kesiminden bunun bir komplo teorisi olduğuna dair sesler yükseliyordu. Güneş, rüzgar ve jeotermal gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının ülkesi Türkiye, olmayan petrol ve doğalgazına, verimsiz yerli kömürüne rağmen, fosil yakıt taraftarlarının yolundan gitti. Yanlış takımı tuttu. Kyoto Protokolü’ne de iş işten geçtikten sonra 2009 yılında katıldı, 2020’ye kadar yükümlülük almadı ama süreçten de uzak kaldı.

2015 sonunda Paris’te düzenlenen 21. Taraflar Toplantısı’nda 180 ülke Kyoto Protokolü sonrası yürürlüğe geçecek Paris Anlaşması’nı imzaladı. Türkiye’de 180 ülke arasındaydı ancak işin doğasına aykırı bir şekilde, seragazlarını azaltma değil arttırma hedefi koydu. Tek jesti, “arttıracağız ama daha az arttıracağız” oldu ve anlaşmayı bu taahhütle imzaladı. Müzakereler Çin ve ABD’ye odaklandığı için Türkiye’nin durumu fazla gündeme gelmedi.

Paris Anlaşması Kyoto’dan daha zayıf olsa da, en kötü anlaşma hiç olmamasından iyidir şiarıyla herkesçe alkışlandı. Şu ana kadar 27 ülke Paris’teki imzalarını bir adım daha ileri götürerek, ülkelerindeki yürütme organlarının onayını da alarak Paris Anlaşması’na taraf oldu. Anlaşmanın hayata geçebilmesi için iki kritik koşul var. 55 ülke anlaşmaya taraf olacak ve taraf ülkelerin seragazı emisyonlarının toplamı dünyadaki emisyonların en yüzde 55’ine denk gelecek. İlk şartın yerine getirileceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Emisyonların %55’ine ulaşmak ise biraz daha zor. ABD ve Çin’in süreci tamamlamasıyla bu oran yüzde 39’u geçse de, birkaç büyük ülkenin daha sürece katılmasına ihtiyaç duyulabilir. Küresel seragazı emisyonlarının yüzde 7,53’ünden sorumlu Rusya; 4,10’undan sorumlu Hindistan; 3,79’undan sorumlu Japonya ve AB’den gelecek onay ikinci koşul için yeterli olabilir. İki koşul yerine getirildikten sonra, taraf ülkelerin hepsi söz verdikleri gibi dünyanın ortalama sıcaklığındaki artışı 2, hatta 1,5 derecenin altında tutmaya çalışacaklar. Halihazırda 1 derece civarındayız.

Yaptırım konusu muğlak olsa da hedef bu. İyi, güzel ama ülkelerin anlaşmayı imzalarken verdikleri ulusal taahhütler (INDC), yani seragazı azaltım veya sınırlama sözlerinin toplamı 2 derece hedefi için yeterli değil. Peki, nasıl olacak bu iş? Büyük bir olasılıkla pazarlıkla. Taraf olma faslı bitince ülke taahhütlerinin iyileştirilmesi için müzakereler başlayacak. Bu bölümde Türkiye’nin taahhüdü de tartışmaya açılabilir. Tabii, Türkiye onay sürecini tamamlarsa!

Meclis’ten her gün olmadık yasalar, KHK’ler çıkıyor ama Paris Anlaşması gündemde bile değil. Şu andaki süreçte kim iklimle ilgilenir diyebilirsiniz ama istesek de istemesek de iklim sorununu çözmek zorundayız. Birileri bu işin ucundan tutmazsa, Türkiye’nin Kyoto gibi sürecin dışında kalma olasılığı yüksek. Sağlıkta, ticarette ve uluslararası ilişkilerde bunun bedeli ağır olabilir. Türkiye’nin küresel emisyonların yüzde 1’inden sorumlu bir ülke olduğunu da anımsatalım. Burada herkese iş düşüyor. Bu savaş ortamında, iktidar kavgalarının arasında kim ilgilenir demeden politikacılara ve bürokratlara bu çağrıyı yapmak zorundayım. Kendinizi düşünmüyorsanız çocuklarınızı düşünün ve müzakere sürecine sahip çıkın.

Madde 80 dünya düzdür diyor

Özgür Gürbüz-BirGün/9 Eylül 2016

Etiyopya Anayasası, madde 44: Herkesin sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşama hakkı vardır (1994).

Portekiz Anayasası, madde 66: Herkesin, sağlıklı, dengeli bir beşeri çevrede yaşama hakkı vardır (1976).

Güney Afrika Anayasası, madde 24: Herkes sağlığa zarar vermeyen bir çevrede yaşama hakkına sahiptir (1997).

İspanya Anayasası, madde 45: Herkes çevreyi kişisel gelişimleri için kullanma hakkına sahiptir (1978).

Türkiye  Cumhuriyeti Anayasası, madde 56: Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir (1982).

Dünyanın hemen hemen her ülkesinde çevre hakkı Anayasa’da böyle tanımlanmıştır. İnsanın en yaşamsal hakları içerisinde yer alır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 56. maddesinde, bu hakka sahip çıkma görevinin devlet kadar vatandaşa da ait olduğuna vurgu yapılır. Yani, Gezi Parkı yıkılmaya çalışıldığında onu korumaya çalışmak, yanlış yere yapılan rüzgar santraline karşı çıkmak, derelerin üzerine halkın olurunu almadan HES yapıldığında o şirketi mahkemeye vermek hepimizin Anayasal ödevidir. Bu, Türkiye’ye mahsus bir durum da değil, başka anayasalarda da benzer maddeler var.

Güney Kore Anayasası, madde 35: Çevreyi korumak devlet ve bütün vatandaşlarının görevidir (1948).

Kenya Anayasası, madde 30: Çevreyi bugünkü ve gelecek kuşaklar için korumak herkesin görevidir (2005).

Bazı anayasalarda çevrenin nasıl korunacağı da yazar. Örneğin Arjantin Anayasası madde 41’de, çevre hakkının korunması için yetkililerin doğal kaynakların akla uygun kullanılması, doğal ve kültürel mirasla, biyolojik çeşitliliğin korunmasıyla, çevre konusunda bilgi ve eğitim verilmesi konusunda sorumlu tutulur. Bu madde 1853 yılında yazılan ilk Arjantin Anayasası’ndan beri değişmemiştir.

Ekvador Anayasası ise adeta geleceğin yasal altyapısına işaret eder. 14. maddesinde çevrenin ve ekosistemin korunması kamu yararı olarak tanımlanır. 12. maddesinde suyun vazgeçilmez bir insan hakkı olduğu belirtilir, toplumsal kullanıma ait, devredilemez stratejik bir miras olduğunun altı çizilir. Bu kadarla kalsa iyi, sıkı durun. Madde 71’de doğanın haklarından bahsedilir. 72’de doğanın yenilenme hakkına vurgu yapılır. Madde 73 ise, “devlet, canlı türlerinin yok olmasına, ekosistemin tahrip olmasına ve doğal döngünün zarar görmesine yol açacak faaliyetlere karşı önlem almak veya sınırlama getirmekle yükümlüdür” der. Diğer anayasalar daha çok insanın yaşamı için çevreyi korumaya çalışırken ve bu amaçla devlet ve vatandaşları sorumlu tutarken, Ekvador Anayasası, doğanın yaşam hakkını korumak için devleti sorumlu tutar[1].

Türkiye’de, 7 Eylül 2016 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanan 6745 sayılı kanunun 80. maddesi ise özetle şunları söylüyor. Bakanlar Kurulu’nun onay verdiği projeler bir dizi teşvikten yararlanabilecek. Kamu malları ve araziler bu projeleri yürüten şirketlere bedelsiz devredilebilecek. Projeler çevreye zarar verecek nitelikte bile olsa, istenirse, kredi faizleri 10 yıl boyunca devlet tarafından karşılanabilecek, kurumlar vergisinden muaf tutulabilecek. Yüzde 50 indirimli fiyattan elektrik kullanabilecek.

Günlerdir kamuoyunu meşgul eden madde 80 (tasarıda madde 75’ti) işte bu. Doğru yere hastane, kreş vs. yapılacağını bilseniz, belki de ne güzel dersiniz. Ancak hepimiz biliyoruz ki bu teşvikler madenler, barajlar, termik santraller, üstünden araç geçmeyen, bedelini bizim ödediğimiz köprüler ve yollar için kullanılacak. Stratejik kabul edilen projeler denetimden uzak tutulacak.

Arjantin’in 1853 tarihli yasasına, 1980 darbesinin ürünü Anayasa’nın 56. maddesine bir bakın. Bir de, 2016 yılında çıkarılan 6745 sayılı kanunun 80. Maddesine... Bu yüzyılda böyle kanunlar çıkarmak, dünya düzdür demeye benziyor.



[1] http://www.karasaban.net/ekvador-anayasasi/

Eşkıya deryaya hükümdar olmaz

Özgür Gürbüz-BirGün/19 Ağustos 2016

Lüferi nasıl bilirsiniz? Bu soruyu sormaya hazırlanın çünkü bu balığın da cenaze namazını kılmak üzereyiz. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın yayımladığı balık avını düzenleyen son tebliğ ile lüferin avlanması için sınır kabul edilen alt boyu 20 cm’den 18 cm’ye düşürüldü. Halbuki lüferin üremesi için 27 cm’ye gelmesi gerek. Başka türlü söylersek, yeni düzenleme lüferin denize bir yavru daha bırakmasına izin vermeden avlanmasına olanak sağlıyor. Akıl ve mantık ise balığın neslini devam ettirilebilmesi için üremesine izin verilmesi gerektiğini söyler. Balıkçıların lüferi birkaç yıl değil tüm meslek hayatları boyunca avlayabilmeleri için de bu gerekli. Balıkçılık, birkaç yıl içinde köşeyi dönüp, gelecek nesilleri düşünmeyenlerin ellerine kalmadıysa durum böyle olmalı. Demek ki bu ülkede akıl da, mantık da, balıkçı gibi balıkçı da kalmamış. Ya da var ama sesleri çıkmıyor, çıkamıyor.

Görünen köy kılavuz istemez. Dürüst balıkçıların hepsi, lüferin böyle sorgulanmadan avlanması halinde denizlerimizde nadiren görünen bir tür olacağını zaten söylüyor. Sivil toplum örgütleri, başta Slow Food Fikir Sahibi Damaklar Hareketi olmak üzere herkes yıllardır uyarıyor. Rakamlar da ortada. Uluslararası Doğa Koruma Birliği (IUCN) doğadaki türleri tek tek takip eden ve onların durumu hakkında bilgi veren en önemli kurum. 185 ülkeden 1300’ün üzerinde hükümet kuruluşu ve sivil toplum örgütünün ortak çalışmalarıyla hangi tür tehlikede, ne kadar tehlikede açıklarlar. Türkiye Cumhuriyeti de bu oluşumun bir parçası, işin içinde. Ne diyor IUCN? Diyor ki, lüfer bizim “Kırmızı Liste”mizde yer alan, tüm dünyada nesli tehdit altındaki türlerden biri diyor. Kırmızı Liste’deki durumunu da, nesli tükenmişten başlayan dokuz risk kategorisi içerisinde, tükenmişten dört sıra sonra, hassas olarak belirlemiş.

Sadece IUCN değil ki bu uyarıları yapan. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü de (FAO) sürdürülebilirlik adına türün en az bir kez üremesine fırsat verilmeli uyarısında bulunuyor. Bu işten ticari çıkarı olmayan herkes sorunu işaret ediyor.

Ortada yanıt bekleyen birçok soru var…

1. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı, hal böyleyken lüferin avlanma boyunu artıracağına neden daha da kısalttı ve üreme yaşına gelmeden avlanmasına izin verdi açıklamak zorunda. Bunun bir bilimsel açıklaması var mı?

2. Aynı tebliğde orfoz avını yasaklayarak çok doğru bir işe imza atan bakanlık lüfer de neden bu hataya düştü? Orfoz da lüfer gibi avlanma baskısı altındaydı. Çift cinsiyetli ilginç bir balık. 12 yaşına kadar dişi ardından erkek oluyor. Bu nedenle orfozun üreme yaşına gelene kadar avlanmaması gerekiyor. Bakanlık 2020’ye kadar av yasağı getirerek önemli bir adım attı. Lüferi kurtarmak için benzer bir tedbiri almak neden bu kadar zor? Kim engelliyor? 

3. Bir açıklamayı da balıkçılar yapmalı. Fikir Sahibi Damaklar Hareketi’nden Defne Koryürek, tüm iyi niyetiyle hem türü hem de balıkçılıktan geçimini sağlayanları korumaya çalışırken, ona sosyal medya dahil her fırsatta saldıran “balıkçılar” kimler?

4. Koryürek’i FETÖ’cü ilan edip, bu tip çocuksu iftiralarla aradan çıkarmak gibi kimsenin yutmayacağı oyunlara bile başvuran bu balıkçılar gerçekten de İstanbul’daki kaptanları, ticari işletmeleri temsil ediyor mu? Ankara’daki devletimiz bu kişileri muhatap alıyor mu? İstanbul’daki dürüst, denizi seven, onu ekmek teknesi belleyen balıkçıların bu kişilere söyleyecek bir sözü yok mu?

Bu sorularımıza yanıt gelirse, bu köşede yayınlarız. Makul bir yanıtınız yoksa yapılacak tek iş lüferle ilgili kısmı acilen düzeltmek olmalı. Yanıtları beklerken de yapılacaklar var tabii. Eşkıyanın deryaya hakim olmaması için iradenizi, tüketicinin gücünü ortaya koymalısınız. Balık tezgahlarında gördüğünüz lüfere, yavrusu çinekop ve sarıkanata sırtınızı dönün. Bu kışı başka balıklarla geçirin. Eşe dosta haber salın. Lüfer alırsan ben yokum deyin. Yoksa sizin de denizin altını üstünü getirmek isteyen eşkıyadan bir farkınız olmaz.

Kirli enerjiye teşvik dönemi başladı

Özgür Gürbüz-BirGün/12 Ağustos 2016

Afşin-Elbistan Termik Santrali Foto: O.Gurbuz
Enerji ve çevre konusu bir elmanın iki yarısı gibi. Enerjide yanlış işler yapılınca çevre sorunları da artıyor. Türkiye yıllardır enerjide yapılan yanlışların bedelini sağlığıyla, doğasının zarar görmesiyle ödüyor. Termik ve nükleer santral yatırımları, yanlış HES projeleri doğaya ve canlıların sağlığına çok zarar verdi, vermeye de devam ediyor. İşin kötüsü yanlış enerji politikaları yerini artık “felaket enerji politikalarına” bırakıyor. Son birkaç haftada felaket tablosu daha net görülmeye başladı.

Özür dilendi Akkuyu göründü
Çin ile nükleer enerji alanında işbirliğinin kapılarını açan mutabakat zaptı Haziran sonunda imzalandı ve dün TBMM’de kabul edildi. Yandaş medyada üçüncü nükleerin Çin’e verileceği şeklinde yorumlanan bu gelişme Türkiye’nin nükleer enerji batağına kendisini daha fazla sokacağının sinyallerini veriyor. Ben Çin’e açılan bu kapının, zor durumdaki Akkuyu ve Sinop projeleriyle de ilgili olabileceğini düşünüyorum. Uçak krizinden sonra Rusya, Akkuyu’daki hisselerinin yüzde 49’unu satışa çıkarmıştı. Yüzde 49 çünkü Türkiye ile Rusya arasındaki anlaşma gereği çoğunluk hisse hep Rusya’da kalmak zorunda. Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesiyle proje yeniden gündeme geldi ama Rusya hem riski azaltmak hem de petrol ve doğalgaz gelirlerinin düşmesiyle zorlanan ekonomisine kaynak bulmak için satışta ısrar edebilir. Çinlilerin Ruslarla nükleer işbirliği var, Rus yapımı nükleer santraller 10 yıldır Çin’de çalışıyor ve yeni yapılanlar var. Bu hisselere Çin talip olabilir. Sinop’ta ise Çin-Japonya ortaklığı imkansız gibi. Japonya aradan çıkarsa Çin-Fransa gündeme gelebilir, benzer bir işbirliği İngiltere’de yapılmak istenen santral için var. Fransa’da para yok ama Çin’de var.

Bir ikinci seçenek de Rusya’nın yanına Cengiz İnşaat gibi hükümete yakın bir şirketi alarak projenin geleceğini sağlama almak istemesi olabilir. Bu ihtimal de kuvvetli çünkü nükleer santral için verilmiş bir alım garantisi de var. Akkuyu yapılırsa üretilen elektrik TETAŞ tarafından kilovatsaati 12,35 dolar sentten satın alınacak. İşi garantiye alma derdi olmasa kimse piyasa fiyatının yaklaşık üç kat üzerindeki bu alım garantisini başka birine bırakmak istemez. Rantı bölüştürmek üzerine bir anlaşma yapılmadıysa tabii. Üstelik, Akkuyu projesine stratejik yatırım statüsü verilmesi de gündemde. Gelsin vergi indirimleri, kredi destekleri…

Kömüre de alım garantisi
Yerli linyit kömürle çalışan ve özelleştirilen santrallerin sahipleri, elektrik piyasasındaki düşük fiyatlardan şikayetçiydi. İstedikleri kârı elde edemiyorlardı. Hükümete baskı yaptılar, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce iptal etmesine rağmen, özelleştirilen termik santrallerin çevre mevzuatından muaf tutulmasını sağlayan maddeyi yeni Elektrik Piyasası Kanunu’na tekrar eklettirdiler. Şimdi bu santraller 2020’ye kadar diledikleri gibi çevreyi kirletebilecek. Bu yetmedi, dünyanın en kirli elektrik üretme yöntemine, kömürlü santrallere bir de alım garantisi getirildi. Bu santrallerden üretilen elektriği devlet kilovatsaat başına yaklaşık 6,2 dolar sentten (megavatsaati 185 TL) satın alacak. Bu rakam, elektrik talebinin en yüksek olduğu Ağustos ayı için bu yıl belirlenen baz yük kontrat fiyatlarından (5,4 dolar sent) daha yüksek. Kömürcüler, bütün yıl boyunca talebin yüksek olduğu yaz aylarındaki fiyattan elektrik satacak. Böyle özelleştirmeye herkes talip olur. Ne risk var ne de uyulması gereken bir çevre kuralı. İklim değişikliği, hava kirliliği zaten bizim sözlüklerde yok.

İthal kömür üçkağıtları
Serbest piyasa, özelleştirme diye diye başımızın etini yiyenlerin yarattığı enerji piyasası, kömüre, nükleere verilen alım garantileriyle doldu. İlk bakışta iyi gibi görünen ithal kömüre getirilen ek vergiyle, alavere ve dalavereye davetiye çıkarıldığının farkındalar mı acaba? Belki inanmayacaksınız ama Platts gibi enerji piyasasının en önemli kurumlarında bile, Türkiye’nin Kolombiya gibi ülkelerden gelecek ithal kömüre koyduğu ton başına 15 dolarlık ek verginin nasıl aşılabileceği üzerine tartışmalar yapılıyor. AB ve bazı ülkeler bu vergiden muaf tutuldukları için, Kolombiya’dan gelen kömürün Avrupa’da bir limana indirilmesi ve oradan yeniden Türkiye’ye gönderilmesinin yasal-ekonomik koşulları konuşuluyor. Hesaplar bu işlemin ton başı maliyetinin 10 dolar olduğunu göstermiş yani vergiden daha düşük. Kömüre karbon vergisi getiremeyenlerin, özelleştirilen yerli linyit santrali sahiplerinin çıkarları için getirdiği kurallar, Türkiye’yi bu tip ticari üçkağıtların hedefi mi yapacak acaba?

Kayıp-kaçak bedeli tüketiciye yıkıldı. Kimsenin izlemediği TRT’nin masrafı elektrik faturalarına yansıtıldı. Bütün dünya, çevreyi kirletmeyen, insanları astım ve kanser hastası yapmayan güneş, rüzgar gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının önünü açıp, kömür ve nükleere engel çıkarırken biz tersini yapar olduk. Yenilenebilir enerji gelişsin, daha rahat kredi bulsun diye çıkarılan alım garantisi formülü, daha ucuz oldukları öne sürülen kömür ve nükleere uygulanmaya başladı. Sonuçta elektrik üretiminde aşağıdaki tablo oluştu.

Kaynak
Alım garantisi (kWs-USD dolar sent)
Nükleer Akkuyu
12,35
Nükleer Sinop
11,80
Yerli linyit
6,2
Rüzgar
7,3
Hidroelektrik
7,3
Jeotermal
10,5
Güneş
13,3
Biyokütle
13,3
  
Dünyada güneş enerjisinin fiyatının 8 sentlere kadar indiğini, Türkiye’de 5-6 sente elektrik üreten rüzgar santralleri olduğunu hatırlatalım. Yukarıdaki tabloda da açıkça görüldüğü gibi, çevreyi kirletmeyen, iklim değişikliğine yol açmayan bu kaynaklar, sosyal maliyetleri hesaba katmasanız bile ülkemizde nükleer ve kömür santralleriyle baş edebilecek ekonomik güçte. Temiz bir dünya ve gelecek için önümüzdeki tek engel ise siyasi irade ve rant hesapları. Bunu bilmenizde fayda var.

İthal kömür vergisi neye yarayacak?

Özgür Gürbüz-BirGün/5 Ağustos 2016

Afşin Elbistan Termik Santrali - Foto: O. Gurbuz
İklim değişikliğinin ve hava kirliliğinin en önemli sorumlusu kömür. Buna rağmen mevcut hükümet kömüre karşı değil. İklim değişmiş, seller insanları, evleri almış götürmüş, hava kirliliği yüzünden her yıl binlerce insan Türkiye’de hayatını kaybetmiş umurlarında değil. Kömürle ilgili kaygı belirten bir tek cümle bile kurmadıkları için bunları rahat rahat yazıyorum. Kömürle ilgili tek dertleri yerli kömürle çalışan santrallerin sayısını artırmak. Karşı çıkanları da dış güç, ajan diye karalamak. ‘FETÖ’nün Bergama altın madenini ele geçirmek için icat ettiği taktikleri kullanmaya devam ediyorlar hâlâ.

Şimdilerde ise kömüre değil ithal kömüre karşılar. Şimdilerde diyorum çünkü ithal kömürle çalışan santraller yine AKP’nin iktidarında peydahlandı. 2002’de 15 milyon ton olan kömür ithalatı 2014 sonunda 30 milyon tonu buldu. Tahminen ithal kömür konusunda da kandırılan mevcut iktidar, birkaç gün önce çıkardığı Bakanlar Kurulu kararıyla elektrik üretiminde kullanılacak ithal kömürün tonuna 15 ABD Doları ek vergi getirdi. Böylece ithal kömürle çalışan termik santrallerin önünün kesileceği, yerli linyitle çalışacak termik santrallere ilginin artacağı öne sürülüyor. Yerli linyit ithal kömüre oranla çok daha kalitesiz. Kalorifik değeri düşük, yakması zor. Hepsinden öte, kömürü çıkarmak gerek. İthal kömür dediğinse bir santral kurmaya bakıyor. Sağ olsun mevcut iktidarın bu konuda çekincesi yok. Türkiye’nin en güzel sahili de olsa şirket santrali kurabiliyor, gemiyle gelen kömürü yakıp elektriği satıyor. Çanakkale, Zonguldak, Adana, İzmir ve Bartın illeri bu yüzden kömür santrali projeleriyle dolup taşıyor.

EPDK’den lisans almış kömür santrallerine baktığınızda, yerli kömürle çalışanların üç katı ithal kömürle çalışan santral olduğunu görüyorsunuz. Lisans sürecinde olanlara bakarsanız da tablo aynı. 15 ithal kömürlü santrale karşın üç adet yerli kömürlü santral sırada bekliyor. Türkiye Enerji Görünümü adlı raporun hazırlayıcılarından MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı Oğuz Türkyılmaz, vergi kararının olumlu olduğunu, bu vergiyle ithal kömür santrali kurmaya niyetlenen projelerin nasıl etkileneceğini görmek için de biraz beklenmesi gerektiğini söylüyor. Türkyılmaz, yerli kömüre destek vermekle beraber bazı çekinceleri olduğunu da belirtiyor: “Yerli kömürde de denetimsiz serbestlik, çok yüksek alım garantisi verilmesi doğru değil. Santraller filtresiz tek gün çalıştırılmamalı ve emisyon değerleri şeffaf olmalı. Ayrıca kümülatif ÇED raporları görmek istiyoruz, İskenderun, Çanakkale, Aliağa, Zonguldak bölgelerine kurulacak çok sayıda termik santral için tek tek ÇED raporu hazırlamak doğru değil” diyor. Hükümet ise termik santrallere getirilen çevre muafiyetini Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararına rağmen yeniden yasaya koyup bu yanlışta ısrar edebiliyor.

Bakanlar Kurulu’nun aldığı, ‘Kömür İthalatına Ek Mali Yükümlülük Konulması Hakkındaki Karar’ın kapsamı da ilginç. Mali yükümlülük kapsamına alınmayan çok sayıda ülke var. Avrupa Birliği ve EFTA üyesi ülkelerle, İsrail, Makedonya, Bosna-Hersek, Fas, Batı Şeria ve Gazze Şeridi, Tunus, Mısır, Gürcistan, Arnavutluk, Ürdün, Şili, Sırbistan, Karadağ, Kosova, Güney Kore, Morityus ve Malezya menşeli kömür ithalatlarında ek mali yükümlülük uygulanmayacak. Enerji Bakanlığı’nın (TKİ) Kömür Sektör Raporu’nda 2014 yılında kömür ithalatı yaptığımız ülkeler belirtilmiş. İthal kömürün aslan payı dört ülkeden sağlanıyor. Yüzde 31,6’sı Kolombiya’dan, yüzde 29,1’i Rusya’dan, yüzde 14,5’i ABD’den ve yüzde 13,4’ü Güney Afrika’dan geliyor. Ek vergi, bu ülkelerden santrallerde yakılmak için getirilen ithal kömürü daha pahalı yapacak. Ek verginin ithal kömür kullanımını azaltmaktan öte tedarikçi değiştirmeyle sonlanması da söz konusu olabilir. Bu da bir olasılık, belki de istenen budur. Kapsam dışında bırakılan ülkelerde kömür madenciliğine heveslenen firmalar var mı bakmakta fayda var. Belki tanıdık isimlere rastlarız.

Üçüncü olasılık ise aynı yerli linyit santrallerinin özelleştirilmesi sonrasında, serbest piyasadaki fiyatı düşük bulup alım garantisi talebiyle ortaya çıkan şirketlerin isyanına benzer bir isyanın ithal kömür santrali sahipleri tarafından başlatılması. Onun sonu hangi tavizle biter bilmiyorum ama kaybedenin yine tüketici olacağı ortada. Ucuz diye savundukları kömüre rüzgardan daha fazla alım garantisi isteyen yerli kömürcülerin belirlediği bir elektrik piyasasına doğru gidiyoruz. Yenilenebilir enerji, enerji verimliliği ve iklim değişikliğinden bahsedenleri duymaktan hoşlanmayacak bir enerji politikasına yelken açtık. Yelkenleri kabartan esintide ise hepimizi zehirleyecek is kokusu var.

Doğa kanunları OHAL’den üstündür

Özgür Gürbüz-BirGün/29 Temmuz 2016

Biz darbe ve karşı darbeye benzer hamlelerle uğraşa duralım dünya dönmeye devam ediyor. Son iki haftada, hangi general aslında darbeci, hangisi önlemeye çalışmış, FETÖ’cüler devlete ve medyaya hakim olurken kim uyumuş, kim ahmakmış diye anlamaya çalışırken, dünyanın çevre-ekoloji gündemi şu konulara ev sahipliği yaptı.

Avrupa Çevre Ajansı, Avrupa’da artan amonyak emisyonlarına ve sonucunda oluşan hava kirliliğine dikkat çekti. Bu emisyonların yüzde 94’ü tarım kökenli. Gübre depolama ve içinde nitrojen bulunduran gübre kullanımı amonyak emisyonlarını, dolayısıyla havayı kirletiyor. Bu da insan hayatını riske atıyor.

Enerjisini sadece güneşten alan Solar Impulse adlı uçak dünya turunu tamamladı. 17 bin güneş hücresine sahip uçak, hem çevreyi kirletmeden dünyanın bir ucundan diğerine gidilebileceğini gösterdi hem de güneş enerjisinin ileride her alanda belirleyici enerji kaynağı olacağının işaretlerini verdi.

Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA), 2016 yılında dünyadaki elektrik üretiminin yüzde 2’sinin güneşten sağlandığını, 2030’da bunun yüzde 13’e çıkabileceğini söyledi. Bu gerçekleşirse, güneş enerjisi 14 yıl içinde dünyanın en önemli enerji kaynaklarından biri olacak.

2016 yılına ait Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu yayımlandı. Yeni nükleer santral yapımında Çin dışında fazla bir hareketliliğin olmadığı belirtilen raporun Fukuşima’yla ilgili bölümünde çarpıcı veriler yer aldı. Japon hükümeti verilerine göre kaza nedeniyle göç ettirilen nüfus Mayıs itibariyle 92 bin kişiyi geçiyor. 3 bin 400 kişinin zorunlu göç nedeniyle (sağlık durumlarının kötüleşmesi ve intihar nedeniyle) öldüğü, bunun da kayıtlara ‘deprem kaynaklı ölüm’ diye geçtiği belirtiliyor. Aynı raporda, Okayama Üniversitesi’nin yaptığı bir araştırmanın Fukuşima’da görülen çocukluk çağı tiroid kanseri vakasının Japonya ortalamasının 50 kat üzerinde olduğunu gösterdiği de yazıyor. Santral sahibi TEPCO şirketinin verdiği bilgilere göre kazanın maliyeti de şimdiden 133 milyar doları bulmuş.

Bern Üniversitesi’nde yapılan bir araştırma, erkek arılarının sinek ilaçları nedeniyle yüzde 40 sperm kaybına uğradığını söyledi. Arı nüfusunun azalması tüm besin zincirini etkileyeceği için bu konuda birçok araştırma yapılıyor. İsviçre’den gelen sonuçlar nedeni konusunda olası bir suçluya işaret ettiği için önemli.

Tüm bunlar olurken Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki, ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) süreçlerinin hızlandırılacağını ve yatırımcıların önünün açılacağını söyledi. Özhaseki, bir firma herhangi bir proje için ÇED aldıktan sonra, 60 gün içinde itiraz davası açılmazsa yargı yolu kapanacak dedi. Ardından İzmir’de 9 proje için ÇED gerekli değildir kararı çıktı. Kimilerine göre bu kararlar OHAL ile bağlantılı. Bazıları daha da kötümser, OHAL bahanesiyle çıkarılacak Kanun Hükmünde Kararnameler ile şirketlerin önündeki pürüzlerin aşılması için uygun bir ortamın yaratılacağı kaygısını taşıyor.

Biz bu kaygılardan bağımsız, uyarımızı yapalım. Hiçbir kanun, doğa kanunlarından üstün değildir. Çünkü doğanın kanunları yaşamın sürmesi için var ve yaşama hakkı her türlü haktan üstündür. Yaşama hakkına zarar verecek her türlü müdahale, öyle bir olağanüstü hal yaratır ki, üç ay sonra siz bitti deseniz de bitmez. İklim krizinde görüldüğü gibi.
Dünyada olan biten ortada. Aklı başında herkes, elindeki imkan ve gücü yaşama sahip çıkmak için kullanıyor. OHAL, rant baronlarının, şirketlerin ve politikacıların kısa vadeli çıkarları için kullanılamayacağı gibi Türkiye’nin doğru tarafta yer almasına, geleceği görmesine engel olmamalı. Türkiye’nin çevre politikasını dünyayla uyumlu bir hale getirmesi şart. Değil üç ay, üç gün bekleyecek durumda değiliz.

Kazanan vicdani ret oldu

Özgür Gürbüz-BirGün/22 Temmuz 2016

Foto: Gökhan Tan
Şu an Türkiye’nin önündeki tek soru, aslında uzun zaman önce veda ettiği ‘parlamenter demokrasiye’ 15 Temmuz’dan sonra nasıl dönüleceği olmalı. Dünyada darbe örnekleri çok ama darbeler ve sonrasındaki geri dönüşlerde izlenen yol ortak değil. Gerçekten ‘normale’ dönmek istiyorsanız elinizde sarılabileceğiniz bir tek can simidi var; o da demokrasi. Türkiye’nin bir an önce o can simidine tutunması ve geçmişteki hatalarından ders çıkarması gerek. OHAL’de, sıkıyönetimde çözüm aramak beyhude çaba. Bu işi yapacak hükümeti kurmak da halka düşüyor.

Darbe girişimine karışmış, desteklemiş herkesin adalet önüne çıkarılmasına kimse itiraz edemez. Ancak bunun cunta dönemlerini aratmayacak bir hukuki düzen içerisinde, insan haklarına saygılı ve halkı birbirine düşürmeyecek şekilde yapılması doğru olur. Yoksa darbecilerin yaratamadığı kaosu siz kendi ellerinizle yaratmış olursunuz. 12 Eylül 1980 darbesinin sonuçlarını bugün konuşuyorsak, tankların yürüdüğü o ilk günden dolayı değil, devamında, otokrasiye dayalı politikaların devletin her alanında hakim olmasından dolayı konuşuyoruz. 12 Eylül Darbesi deyince, ordudan yana olmayan herkesin üniversitelerden uzaklaştırılmasından, siyasi partilerin etkisiz hale getirilmesinden, demokratik kurumların kapatılmasından, sendikaların ve özellikle de sol eğilimli her türlü oluşumun baskı altına alınması sürecinden bahsediyoruz. İşkencelerle, haksız yargılamalar ve bireysel özgürlüklerin kaybıyla hatırlıyoruz 12 Eylül’ü. 15 Temmuz da aslında 12 Eylül’ün ürünü. Cemaatlerin siyasete ve daha sonra devlete el atmaları, dinin siyasetin bir aracı olarak kullanılmasına özellikle 12 Eylül sonrası daha fazla göz yumulması, bir cemaatin ülkenin her alanına sızmasına kadar uzandı. Bu hataları tekrarlamak bizi bu kısır döngüden çıkaramaz. Zinciri kırmak zorundayız.

Bir hafta içinde gözaltına alınan, tutuklanan, görevinden uzaklaştırılan herkesi alt alta yazdığınızda dün itibariyle 56 bin 458 kişiye ulaşıyordunuz. Tüm bunlar, ‘yaşın yanında kurunun da yanacağı’ bir hesaplaşma sürecine işaret ediyor sanki. Sadece işten çıkarılan adalet personeli, öğretmen, bürokrat ve akademisyenlerin işlerinin kimler tarafından yapılacağı sorusu bile başlı başına ürkütücü. Yargı süreci örneğin, her alanda yavaşlayacak. Türkiye’de ekonomi, eğitim ve sosyal hayatı sarsacak sayıda gözaltılar ve uzaklaştırmalarla karşı karşıyayız. Bu kişilerin hepsi darbe girişimini desteklememişse, örneğin Türkiye’deki üniversitelerin tüm dekanları bu işe katılmamışsa bir başka temizlik harekatı söz konusu olmalı. Bu insanlar görevlerine kısa süre içerisinde geri iade edilmezse darbenin yapamadığını iktidar kendi eliyle yapmak üzere diyebiliriz. Süre uzadıkça kaos da uzayacak. Ülkenin zaten tel tel dökülen kurumları hepten yıkılacak.

Darbelere karşı kazanmanın tek yolu demokrasiyi zenginleştirmekten geçer. Basın özgürlüğüne, insan haklarına, yargı bağımsızlığına, laikliğe sahip çıkmadan, baskıcı rejimlerden umudu kesmeden darbe tehlikesini başımızdan atamayız. İnsanların düşüncelerini özgürce söyleyebileceği, farklılıklarıyla beraber yaşayabileceği ve adaletin güvencesinde hak arayabileceği bir Türkiye kurulmadan bu çile bitmeyecek. Bu yüzden de geçen haftanın en güzel sloganı “ne darbe ne diktatörlük”tü.

Geçen haftanın bir başka kazananı da vicdani ret fikriydi. Sorgulamanıza izin verilmeyen emir-komuta zincirlerinin masum insanları nasıl yanlış oyunlara alet ettiğini tüm Türkiye gördü. Gencecik askerler sadece sorgulayamayacakları birer emir almıştı. Linç, öldürmek ve işkence gibi insanlığın en ağır suçlarından üçüyle birden bir gece içinde karşı karşıya kaldılar. Vicdani ret nedir diye sorarsanız, onu da derneğin sayfasından (vicdaniret.org.) okuyabilirsiniz. Yalnız unutmayın, ‘okumuşların şerri fena oluyor’. Giden değil kalan imamın yalancısıyım.

Darbe ve diktatörlük arasında ne yapmalı?

Özgür Gürbüz/16 Temmuz 2016

Önce bir hatırlatma yapmakta fayda var. Erdoğan ve AKP'yi büyüten cemaattir. Onlar türlü oyunlarla, manevralarla (Ergenekon, yetmez ama evet) Erdoğan'ı güçlendirip, Türkiye'nin demokratik güçlerini zayıflattılar. Bazı liberal (onlara sol diyemiyorum) arkadaşlar da bu oluşuma destek oldu.

Sonra Fettullah Gülen hareketi ile Erdoğancılar birbirine düştü. Rantı mı paylaşamadılar yoksa gücü mü çok önemli değil ama bu kavganın ülkenin geleceğiyle, demokrasiyle ilgisi olmadığı en başından beri görülüyordu. Dün iyice ortaya çıktı. Erdoğan ve Fettullah Gülen taraftarlarının kavgası ülkeyi birbirine kattı, yüzlerce insan öldü. Ordu, yargı dağıldı, Türkiye'de demokrasi rafa kalktı, sokaklar zorbalara ve silahlı güçlere bırakıldı. Din, iktidarın oyuncağı haline geldi. Tüm bunları Afganistan'da, Irak'ta, Suriye'de, Mısır'da ve daha birçok Ortadoğu ülkesinde gördük. Şimdi burada oluyor.

Çoğumuz oyun muydu diye soruyor, haklılar çünkü bu ülke AKP iktidar olduğundan bu yana benzer oyunlarla askerlerin, yargıçların, siyasi parti liderlerinin tasviye edildiğine tanıklık etti. Şu ortamda sorulmayacak bu soruyu soranlara o yüzden hiç kızmıyorum. Birkaç füze atılarak savaşa sokulacak ülke bu; böyle bir oyunla Erdoğan'ın zayıflayan başkanlık hayallerini güçlendirmek isteyenler olabilir. İnsanlar 14 yılda öyle şeyler gördüler ki artık hep şüpheleniyorlar.

Oyun değil diyenler de haklı çünkü anti demokratik yasalar, keyfi görevden almalar, Güneydoğu'da süren savaş, İŞİD'in elini kolunu sallaya sallaya ülkede dolaşması bu tip girişimlere davet çıkaracak bir ortam yarattı. Darbe girişimlerinin demokrasinin olmadığı, devletin zayıfladığı yerlerde ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir? Türkiye'deki yönetim boşluğu her türlü kötülüğe fırsat sunuyor.
Tüm bunların sorumlusunun kim olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Sokağa çıkanlar bile biliyor ama güçlü gördüklerinin yanında durmaya devam ediyorlar şimdilik. Farkındaysanız, darbe girişimini yapan grubun küçüklüğü, ordunun asıl yönetimiyle ilgisinin olmadığı anlaşıldıktan sonra ekranda gördük Erdoğan'ı. Karşısındakinin zayıf olduğunu anladığında sokağa çıkma çağrıları başladı.

Peki, biz, Türkiye'de gerçek bir demokrasi isteyenler ne yapacak? Bence tek seçenek vardı ve hâlâ da o seçenek var. Pazartesi ilk işimiz örgütlenmek olmalı. Demokrasiye inanan sendikalara, partilere yazılmalı ve onlar için çalışmaya başlamalıyız. Sadece kayıt olmak ve aidat ödemek yetmez. Bu örgütlerin mahalle birliklerini kurmalı, yaşadığımız çevredeki demokrat insanlarla birlikte hareket etmeliyiz. Böyle acil durumlarda güvenliğimizi sağlamak ve Türkiye'nin geleceğini garanti altına almak için birlikte hareket etmeye mecburuz. Lanet okuma ve mucize beklemekle hiçbir şey düzelmez.

Ya hep beraber ya hiç birimiz.

Dünya Miras Listesi’nde Türkiye kaçak güreşiyor

Özgür Gürbüz-BirGün/15 Temmuz 2016

Tuz Gölü - Foto: kulturvarliklari.gov.tr
İstanbul önemli bir toplantıya daha ev sahipliği yapıyor. Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Kurumu (UNESCO) Dünya Miras Komitesi’nin 40. buluşması devam ediyor. Amaç, insanlığın ortak mirası sayılan doğal ve kültürel alanların korunması. Aslında fikir güzel. Miras listeleri ortak geleceğimizi ve geçmişimizi hatırlatıyor. Ülkeleri bu ortak mirası korumak için sorumlu kılıyor. Sadece yükümlülük altında bırakmak korumacılık için tek başına bir çözüm getirmiyor. Ödüllendirmek de gerek. Miras listesinde bir yerinizin olması da bunu yapıyor, size en başta turizm olmak üzere çeşitli faydalar sağlıyor. Dünyaca kabul görmüş bir unvanınız oluyor.

İki yılda bir yapılan toplantılarda hem yeni adaylıklar hem de hâlihazırda listede yer alan bölgelerin durumları değerlendiriliyor. İstanbul’da ayın 20’sine kadar sürecek toplantıda da 27 yeni alanın adaylığı tartışılacak. Bunlardan bir tanesi Türkiye’den; Kars’a yaklaşık 50 km uzaklıktaki Ani Harabeleri Dünya Miras Listesi’ne alınırsa, korunması için kaynak bulmak daha kolaylaşacak. Batı mimarisine de örnek olduğu söylenen ve onarılmayı bekleyen 26 kilisesiyle Ani kenti dünyanın ortak mirası olacak. Belki Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkileri düzeltmek için bir başlangıç da olur.

Dünyadaki 1031 miras alanından 15’i Türkiye’de. Bunların 13 tanesi kültürel, iki tanesi ise (Pamukkale ve Göreme Milli Parkı) hem doğal hem kültürel özellikleri nedeniyle listede. Miras Listesi’ne sadece doğal güzellikleri nedeniyle sokabildiğimiz bir tek yer bile yok. Geçici listemizde bekleyen 60 yer daha var ama bunlardan sadece bir tanesi, Tuz Gölü doğal miras niteliğinde. Geçici listede hem doğal hem kültürel özellikleriyle Kekova ve Güllük Dağı-Termessos Milli Parkı karma alanlar olsa da kalan 57 alan kültürel miras olarak öne çıkıyor. Türkiye’nin doğasının çok iyi koruduğunu iddia edenleri zora sokacak bir durum bu. Halbuki aksi mümkün. WWF-Türkiye Doğa Koruma Direktörü Sedat Kalem, Türkiye’nin çok sayıda doğal mirası hak ettiğini ve bu konuda yetkililerin ve uzmanların sivil toplumu da işin içine katarak kafa kafaya verip çalışması gerektiğini söylüyor.

Doğal miras listesine aday alanımızın olmayışı aranan nitelikte alanlara sahip olmadığımıza bağlanamaz. Listelere girmek için alanları devletlerin aday göstermesi gerekiyor. Sivil toplumun böyle bir yetkisi yok. Devlet istemezse hiçbir şey olmuyor. Türkiye’nin doğal alanlar için aday gösterme konusunda belirgin bir isteksizliği var. Küre Dağları, Kaçkarlar veya İğneada Longoz Ormanları Milli Parkı aday gösterilse ve çaba sarf edilse listeye girmeleri zor olmaz. Türkiye’nin 1988’den beri Miras Listesi’ne yeni bir doğal alan kaydettirememiş olması, dönemin hükümetlerinin her an her doğal alanı bir baraja, bir santrale, taş ocağı ya da yapılaşmaya açma hesabından kaynaklanıyor desek çok itiraz eden olmaz.

Bu tür statüler, ayak bağı olarak görülüyor. İğneada UNESCO listesine girerse oraya termik ve nükleer santral yapabilir misiniz? Kaçkar Dağlar’ı bu listeye dahil edilse dünya mirasının üzerinden ‘yeşil rant yolları’ açabilir misiniz? İklim değişikliğini umursamayarak kurumasına neden olduğunuz Tuz ve Meke göllerini miras listelerine aldırabilir misiniz? Tuz Gölü’nün altına doğalgaz deposu yapabilir misiniz? Hayır çünkü diğer ülkeler bu duruma itiraz edip miras listesinden o yerin çıkarılmasını bile isteyebilir. İki gün önce İstanbul’daki toplantıda Belize’nin petrol arama çalışmaları nedeniyle uyarılması bir örnek. İşte asıl dert bu. Belki bir gün orayı da ranta açarız düşüncesiyle Türkiye’deki doğal miras alanlarının çoğu aday gösterilmiyor. Ilısu Barajı’nın altında kalması istenen Hasankeyf gibi olağanüstü bir kültürel mirasın aday gösterilmemesi gibi.

WWF’in (Dünya Doğayı Koruma Vakfı) belirttiği gibi, miras listelerindeki bu alanlar sadece hayvanlar ve bitkiler için önemli değil, insanlar da buradaki doğal kaynakların korunmasından faydalanıyor. Dünyada 11 milyon insan gıda, barınma, ilaç ve su elde etmek için bu sahalara muhtaç. Dünya miras listelerindeki 229 doğal ve karma alanın yarısı tehdit altında. Halbuki bu alanların yüzde 90’ı o bölgelerde yaşayan insanlara iş ve ekmek sağlıyor. Biraz önce bahsettiğim Belize’deki miras alanının yok olması 190 bin kişinin geçimini riske atıyor örneğin. Bir baraj bir şirketi zengin ederken korunan bir alan binleri mutlu ediyor. Görüldüğü üzere mesele, birkaç kişiye değil binlere hizmet eden hükümetleri başa geçirme meselesi.

Efsane Diş Hekimi

Dt. İlhami Gürbüz
O bir diş hekimiydi. İlhami Gürbüz. Babamdı elbette ama diş hekimi bir babaydı. Her şeyden önce hastaları gelirdi. Muayenehanesi onun eviydi. “Bize yatmaya gelirdi ama o muayenehanede yaşardı” desem abartmış olmam. Zorla emekli ettik onu ama direndi. Aramızdan ayrılana dek muayenehanesini kapatmadı. Geçen yıl, 13 Temmuz’dan iki hafta önce, ağabeyim dişlerime bakarken babamdan da gelip duruma bakmasını istedim. Eldivenleri eline geçirmesi, önlüğü giymesi ve koltuğa yerleşmesi birkaç dakika sürdü. Halbuki, kliniğe gelirken çok zor yürümüştü. Son hastası ben oldum. Şimdi bir yıl oldu. Son hastası onu çok özlüyor. 

Merzifon’da hastaları ona “Efsane Diş Hekimi” diyorlardı. Babalar Günü’nde siparişini verdiğim mezar taşına öyle yazdık. 

Anlatırlar... Merzifon’da muayenehanesini ilk açtığı zamanlar haftanın bir günü, durumu zorda olanlara ücretsiz bakarmış. Kasası boş olur ama randevu defteri 3-4 ay boş olmazdı.  Hiç anlamazdık bu işi. Babamın gönül zenginliğini şimdi daha iyi anlıyorum. Gönlü zengin, gerçekten seven dostlarının neden bu kadar çok olduğunu da… 

Dedim ya, babam diş hekimiydi. Benim için hâlâ sırlarla dolu biri o. Hayatımda bir kez de olsa bisiklete bindiğini görmesem, Van’da birinci geldiğine inanmazdım. O diş hekimliğinden başka bir şey yapmamış derdim. Pinponu böylesine iyi bildiğini gözlerimle görmesem, Macaristan-Türkiye maçının kadrolarını defalarca ezbere saydığını duymasam, sporla ilgilendiğine bile inanmazdım. Keşke bir de yüzmeyi öğrendiği "Van Denizi'nde" kulaç atarken görseydim babamı. Politikaya girişi de anlatılacak bir başka hikaye elbette ama belki başka bir zaman.

Yazılarımın hepsini okurdu. Bunu okuyamayacak. Elbet bir gün anlatacağım. 

Efsane diş hekimine, babama saygı ve özlemle.

"Bilirkişi"nin Akkuyu’da nükleere hayır demesi için 10 neden

Özgür Gürbüz/11 Temmuz 2016

Bugün Akkuyu için önemli bir gün. Daha önce iki kez Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’ndan geri dönen Akkuyu Nükleer Santrali’nin ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporu, binlerce itiraz dilekçesi hiçe sayılarak onaylanmıştı. Onaylanan ÇED’in iptali için birçok sivil toplum örgütü dava açtı. Şimdi de açılan dava kapsamında Akkuyu’da bilirkişi heyeti incelemelerde bulunuyor.

Bu ÇED raporuna ve projeye itiraz etmek için çok fazla neden var. Burada sadece 10 taneyle yetineceğim.

1.      Rüzgar, hidroelektrik, jeotermal gibi yerli kaynaklardan üretilen elektriği devlet daha ucuza (örneğin rüzgar için kilovatsaat (kWs) başına 7,3 sent) alırken, verilen alım garantisi yüzünden Rus nükleer santralinden daha pahalıya elektrik (kWs başına 12,5 sent) satın alınacak.
2.      Türkiye 60 yıl boyunca nükleer kaza riskiyle birlikte yaşayacak. Olası bir nükleer kazada Türkiye ekonomisi çökecek (Fukuşima’nın tahmini maliyeti 250-500 milyar dolar). Rusya ise birkaç milyar dolar tazminat ödeyip ülkesine dönecek.
3.      Doğalgazda bağımlı olduğumuz Rusya’ya elektrikte de bağımlı olunacak.
4.      Akkuyu’da üretilecek elektrik miktarının büyüklüğü ve doğalgazdaki aslan payı nedeniyle Rusya Türkiye’deki elektrik fiyatının belirleyicilerinden biri olacak.
5.      Orta ve düşük seviyedeki nükleer atıklar Akkuyu’da depolanacak. Yüzlerce yıl radyoaktif kalacak atıklar bize bırakılacak. Rusya’nın bu konuda sınırlı bir sorumluluğu olacak.
6.      Nükleer yakıttan, santralin sökümüne kadar, yaklaşık 100 yıl boyunca Rusya’ya bağımlı olunacak. Rusya ile olası bir anlaşmazlıkta, doğalgaz ve nükleer yakıt açığı belirecek. Suriye krizini herhalde herkes hatırlıyordur.
7.      Akkuyu Nükleer Güç Santralı’na (NGS) ait Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) raporlarında, sorumlu nükleer enerji mühendislerinin imzalarının taklit edildiği, raporların yatırımcı firma ve ÇED firması tarafından revize edildiği sırada hiçbir nükleer enerji mühendisi tarafından görülmediği anlaşıldı. Sahte imza skandalına rağmen, halkın güvenliğini bu kadar yakından ilgilendiren bir projenin ÇED raporu onaylanamaz.
8.      Elektrik talep tahminleri abartılı. TEİAŞ, 2013 tahmininde 2015 sonunda en düşük elektrik talebinin 278 milyar kWs olmasını bekliyordu. 2015 sonunda gerçekleşen ise sadece 263 milyar kWs. Bu neredeyse Akkuyu'da kurulmak istenen nükleer santralin üreteceği elektriğin yarısı kadar bir sapma demek. Abartılmış talep tahminlerine güvenerek nükleer gerekli diyenler Türkiye’yi yanıltıyor.
9.      Türkiye elektrik üretmek için nükleere muhtaç değil. Akkuyu’daki nükleer santral tam kapasite çalışırsa yılda 35 milyar kWs elektrik üreteceği belirtiliyor. Enerji Bakanlığı’nın da kabul ettiği güneş enerjisinden elektrik üretme potansiyeli yılda 380 milyar kWs. Bu potansiyelin 10’da birini değerlendirmek nükleer santrali gereksiz kılacak. Güneşin sürekli olmadığıyla ilgili söylenenler de genelde eski bilgilere dayanıyor. Yenilenebilir enerji kaynakları çok çeşitli. Güneş yokken rüzgar, rüzgar yokken biyokütle veya jeotermal kullanılabilir. Türkiye gibi çok seçeneğe sahip bir ülkede tek sorun planlama. Örneğin, güneş varken mevcut barajlarda depolanan su akşam saatlerinde kullanılarak güneşin açığı kapatılabilir. Akşam rüzgar esiyorsa, barajlar elektrik depolama görevine devam edebilir. Barajlar uygun değilse jeotermal ve biyokütle gibi depolanabilir kaynaklar devreye girebilir. Almanya gibi elektriğinin yüzde 33’ünden fazlasını yenilenebilir kaynaklardan üreten ülkeler bu uygulamalarla elektrik kesintisi yaşamadan hayatlarını devam ettiriyorlar. Bizde olmaz demek tamamen bilgisizliğe dayanıyor. Mesele sadece güneş de değil, Türkiye’nin şu andaki şartlarda ekonomik kabul edilen rüzgar potansiyeli de yılda 150-200 milyar kWs civarında. Akkuyu’ya ve Sinop’a gerek olmadığı ortada.
10.  Türkiye’nin enerji verimliliği ve tasarrufu potansiyeli değerlendirilirse nükleer santrallerin üreteceğinden fazla elektrik şebekeye verilir. 9. Kalkınma Planı’ndan: “Elektrik İşleri Etüt İdaresi (EİE) Genel Müdürlüğü tarafından yapılan çalışmalara göre sanayi, binalar ve ulaştırma sektörlerinde yapılacak verimlilik uygulamalarıyla hem genel enerji hem de elektrik tüketimlerinin yüzde 20-25 oranında düşürülmesi mümkün görülmektedir. Bunun elektrikteki karşılığı bugünkü tüketime bakarsak 60 milyar kWs’in üzerindedir. Kurulmak istenen iki nükleer santralden vazgeçip, mevcut elektrik enerjisini daha iyi kullansak yine elektriksiz kalmayız.

Hesap çok açık ve net. Bilirkişi heyetinin bu gerçekleri görmesi dileğiyle.

Deli Dumrul köprüsü

Özgür Gürbüz-BirGün/8 Temmuz 2016

İzmit Körfezi’ni birleştiren köprü açılışı terör saldırısı falan dinlemedi. Bindirilmiş kıtalara köprüde göbek atma emri verilmişti bir kere. Onlar da attılar köprüde göbeciklerini… Ne de olsa Atatürk Havalimanı’ndaki IŞİD saldırısı için göstermelik bir yas ilan edip, hamasete devam edecekti büyükleri. O kadar hizmet getirmiş adamlar, iki göbeciğin lafı mı olur?

Hizmet dediğiniz de öyle bir şey ki, duyan köprüyü devletin yaptığını sanır. Köprüyü Nurol, Makyol, Özaltın, Göçay ve Astaldi şirketlerinden oluşan birlik yaptı. Bedavaya yapmadı haliyle. Köprüden geçen de geçmeyen de parasını ödeyecek. Mevcut hükümet bu şirketlere köprüden her gün 40 bin araç geçecek diye garanti verdi. Garantiyi de araç başına 35 dolar, bugünkü kurdan hesaplarsak 100 TL belirledi. Köprü geçişi 88 TL olduğuna göre bir zarar söz konusu ama merak etmeyin, zarar eden şirket değil biziz. Devletimiz eksiği hazineden tamamlayıp şirkete ödeyecek. Onlar da parayı bizim vergilerimizden alacak elbette. Pamuk eller cebe gidecek sizin anlayacağınız. Tam bir Deli Dumrul hikayesi. Geçsen de geçmesen de para vereceksin. Benim gibi otomobilsiz yaşayanlar bile o köprüden başkalarının geçmesi için para ödeyecek. Hizmet denilen bu köprüyü kullanmasan bile parasını ödeyeceksin. Millet göbek atmasın da ne yapsın? Kenan Sofuoğlu’nun hız rekoru kırması da bundan. Kazık rekorunu gölgede bırakmak için.

İş burada bitse iyi… İhalenin devamında, İzmir’e kadar giden yollarda da (Orhangazi-Bursa, Bursa-Balıkesir, Balıkesir-İzmir) hep araç garantisi verilmiş. Otoyollar sinek avlarsa bu şirketleri kurtarmak için halk devreye girecek. Deli Dumrul otoyoldan geçenden de geçmeyenden de para alacak. Sonra da çıkıp, bakın size köprü, otoyol yaptık diyecek? Bu zihniyet yayılırsa yakında bakkallar parayla sattığı ekmeği bize hizmet diye yedirir, satamadığı, elde kalan ekmek için de mahallelinin para toplayıp zararını karşılamasını ister.

Ülkeyi uzun zamandır bu ‘Deli Dumrul ekonomisi’ yönettiği için millet hizmet kelimesinin anlamını da unuttu. Çocuğunu okula gönder, para isterler. Hastaneye gidersin, para isterler. Belediyeler kaldırım yapar, para ister. Çöp toplanır, yine para isterler. Yediğimiz ekmek, içtiğimiz su da bedava değil. Vatandaşın vergisi nereye gidiyor o hiç belli değil? Devlet zaten yapması gereken her işi artık parayla yapıyor. Üstüne, marifetmiş gibi size hizmet ettik diye ilan verip, kurdele kesiyor. Parasını sen mi verdin de kesiyorsun o kurdeleyi? Bari, bırak da biz keselim.

Bir de yanlış hizmet diye bir şey var. Prof. Güngör Evren anlatıyor. İzmit Körfezi Köprüsü’nün 2008 yılı başındaki ihale ilanında bir gidiş, bir dönüş demiryolu hattı varmış. Aynı yılın Ağustos ayında demiryolu kısmı projeden çıkarılmış. Evren, “Körfez Köprüsü üzerindeki raylar kaldırılmasaydı, İstanbul ülkemizin nüfus ve gelir bakımından ilk sıralarındaki Bursa, Ankara, İzmir ile etkin demiryolu bağlantılarına kavuşacaktı. İstanbul’u Bursa’ya bağlayacak hattın İnönü’ye kadar uzatılması ile bir yandan Bursa İstanbul’a ve Ankara’ya bağlanırken, öte yandan yapılmakta olan İstanbul-Ankara hattından 50 km kadar kısa ve daha ucuz uygun bir hat oluşacaktı” diyor. Hadi, tutmayın göbecikleri, paylaşın köprü üstünde çektirdiğiniz fotoğrafları.

İhaleleri geçecek araç sayısına bağlayanlar, zenginden alamadıkları vergileri petrol üzerinden toplamaya çalışanlar, ekonomiyi otomotiv sektörüne teslim edenler elbette demiryolu projelerini göstermelikten öteye götürmezler. Marmaray açılmadan 3. Köprü’nün, sadece motorlu taşıtlara yol veren Avrasya Tüneli’nin garantilenmesi ondandır. Aman petrolcüleri, otomobilcileri kızdırmayalım.  Bu devlet şirketlerin zaten, biz ise köleleri olmak için onlara oy verenleriz sadece.

Beyinlerimiz öyle uyutuldu ki, gerçek hizmetin ne olduğunu unuttuk. Deli Dumrullara alkış tutar olduk.